|
03-10-2008, 03:23 | #1 |
Azınlık Vakıflarıyla Yeni Bizans!!!
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS
Prof Dr. Anıl ÇEÇEN (2023 Dergisi, Şubat-2008) Bütün Türkiye gece gündüz türban konusu ile uğraşırken, her yerde türban sorunu tartışılırken, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tam bu sırada Vakıflar Kanunu’nda değişiklik getiren yasa önerisinin gelmesi ve kamuoyunda tartışılmadan geçirilmesi bir el çabukluğu olarak siyaset tarihine geçmiştir. Türk ulusu daha konuyu anlamadan, kamuoyunda Vakıflar mevzuatındaki değişiklikler halka anlatılmadan, getirilen değişikliklerin ne anlama geldiği iyice belirlenmeden hızla tasarının Meclis’ten geçirilmek istenmesinin arkasında gene bir ard niyet aramak gerekmektedir, çünkü konu araştırıldığında, Lozan Antlaşması ile kararlaştırılmış olan ilke ve yapıya uymayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’ndan gelen siyasal ve hukukî yapısında önemli oranda değişiklikler getiren bir yeni düzenleme ile karşı karşıya kalındığı ortaya çıkmıştır. İktidar partisinin milliyetçi parti ile olan türban ittifakı sırasında gündeme gelen tasarının Lozan’a ve Türk devletinin anayasal statüsüne aykırı düşen önemli değişiklikleri getirdiği anlaşılınca, tasarı geri çekilerek bekletilmeye alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kamuoyu bu konuda üzerine düşenleri yerine getirirse, uyanık bekçilik sayesinde Türk devletinin Lozan’dan gelen yapısı ve anayasal statüsü korunabilecektir.Yaklaşık elli sene sonra Türkiye’yi ziyaret eden bir Yunanistan Başbakanı’nın gezisinden hemen sonra tasarının Meclis’te gündeme getirilmesinde Yunan devletinin etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle, Yunanistan Başbakanı’nın Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmesi ve patrikliğin ekümenik olduğunun ileri sürülmesiyle, Vakıflar Kanunu’ndaki değişiklik hemen ertesi gün devreye sokulmuştur. Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü ile Vakıflar mevzuatının çok yakından bağlantısı bulunmaktadır. Patriklik hukuken vakıflarıyla varlığını sürdürmeye kararlı olduğu için, Bizans’tan gelen ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde devam ettirilen ekümeniklik statüsüne geri dönmek, bu doğrultuda da genişleyerek ikinci bir Vatikan olmak istemektedir. Faşist İtalya döneminde Mussolini’nin Vatikan’ı Roma kenti içinde bir din devletine dönüştürmesi gibi, Yunanistan ve Rum lobisi de Fener Rum Patrikliği’ni bir din devletine dönüştürmek istemektedir. İstanbul kendi içinde ikinci bir Vatikan’ın kurulmasıyla, Fener Rum Patrikliği evrensel düzeyde hegemonyasını kuracak ve bütün dünyadaki Ortodoks rahiplerin atanması buradan yapılacaktır. Rum lobileri böylece yeniden Konstantinapolis düzenine, Fener Rum Patrikhanesi’nin öncülüğünde yeniden Bizans dönemindeki düzene dönmek istemektedirler. Bu nedenle, İstanbul, Gökçeada gibi bazı merkezlerdeki Rum nüfus göçetmemiş ve buralarda yaşamlarını sürdürerek yeniden Bizans dönemine geçiş için çabalarını devam ettirmişlerdir. Bütün dünyaya yayılan Rumlar ticaret alanında zenginleştikçe Yunanistan’a yardım yapmışlar ve güçlenerek yeniden Büyük Yunanistan’ın kurulması için bir Megali İdea olarak Yeni Bizans projesini desteklemişlerdir. Yunanlıların büyük düşüncesi olan Megali İdea, Bizans düzenine geri dönmeyi ve Rumların eski Bizans topraklarında egemenliğini sağlamayı hedeflemektedir. Böylesine ulusal bir hedef için Fener Rum Patrikhanesi önderlik etmekte ve bütün Rumlara yön göstermektedir. Osmanlı döneminden kalma Türk egemenliğini bir türlü kabul etmeyen Rumlar, her türlü kötülüğün merkezi olarak öne çıkan Fener Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde bir Yeni Bizans arayışı içindedirler. Türkiye’nin yedide biri oranındaki küçük Yunanistan, eski Bizans topraklarında yeniden egemenliğini kuramayacağını iyi bildiği için, böylesine bir Megali İdea peşinde koşarken, Fener Rum Patrikhanesi’ni öne çıkartmakta ve eski Bizans döneminden kalma malvarlığını, kilise ve kutsal yerlerin bulunduğu toprakları geri istemektedir. Bunların iadesi ile hem Fener Patrikhanesi İstanbul’un ortasında yeni bir Vatikan olabilecek hem de eski Bizans topraklarında Fener Rum Patrikhanesi aracılığı ile Rum egemenliği gerçekleşebilecektir. Osmanlı İmparatorluğu’na Bizans’tan geçen topraklarla ilgili kayıtlara bakıldığında, Bizans İmparatorluğu döneminden kalma bir gerçeklik olarak İstanbul’dan İskenderun’a kadar bütün deniz kıyısı araziler gayrimüslim vakıflar üzerinde kayıtlı görünmektedir. Eğer, eski mal varlıkları azınlık vakıflarına iade edilirse, Türkiye’nin İstanbul’dan İskenderun’a kadar uzanan sahil toprakları üzerinde hiçbir Türk mülkiyeti kalmayacaktır. Avrupa Birliği’nin zorlamaları sonucunda, Hıristiyan Avrupalılar gelerek Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyılarına yerleşmekteler ve kıyılarda tarihteki Rum kolonileri gibi otonom siteler kurmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek Didim ve Alanya gibi ilçelerde belediyelere girerek temsil hakkı istemektedirler. Böylece altı yüzyıllık Osmanlı egemenliği ile doksan yıla yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini Anadolu sahillerinde geçersiz kılmaktadırlar. Demokrasi görüntüsü altında, yabancılara toprak satışı ile başlayan yabancılaştırma süreci, azınlık vakıflarının mal taleplerinin karşılanması ile devam ettirilmek istenmektedir. Aradan geçen bin yıllık zaman dilimi sanki yokmuş gibi hareket edilmekte, Selçuklular’ın Anadolu’ya egemen olmalarıyla başlayan Türk yönetimlerinin sanki hiçbir müktesep hakkı yokmuş gibi davranılarak, yeniden Bizans’a dönmek arzusu gerçekleştirilmek istenmektedir. Azınlık vakıfları ile ilgili son yasa bu durumun açık göstergesidir.Atatürk, Fener Rum Patrikhanesi’nde kurulmuş olan Mavri Mira isimli çetenin Osmanlı illerinde çete savaşı yürüttüğünü, bu toprakları Türk yönetiminden uzaklaştırmak üzere ihtilâl hazırlığı içinde olduğunu, bu doğrultuda Fener Patrikhanesi’nin bir silâh ve cephane deposu olarak kullanıldığını, Ortodoks kiliselerinin birer din yeri olmaktan çok askerî ambar olarak kullanıldığını, Mavri Mira isimli çetenin kiliselerde Rum gençlerini izci görünümünde asker olarak yetiştirdiğini Erzurum Kongresi sırasında dile getirmiştir. Aynı Atatürk, Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yazdığı imzasız başyazılardan birisinde Fener Rum Patrikhanesi’ni “bir fesat ve hıyanet ocağı” olarak ilân etmiştir. Ülkede nifak tohumları saçan bu merkezin ülkede Hıristiyan vatandaşları rahatsız ettiğini ve bu nedenle artık Türk topraklarının dışına çıkartılması gerektiğini vurgulayan Atatürk, bu fesat ocağının gerçek yerinin Yunanistan olduğunu söylemiştir. Türk devletinin kurucusu, yeni Türkiye’nin şeref ve haysiyeti ile gücünü korumak için her türlü tehlikeyi göze almaya hazır olduğunu da açıkça ifâde etmiştir. Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine yeniden Bizans’a geri dönmek isteyenlerin önünü bu sözleri ile kapatarak, Türk egemenliğinin geleceğe dönük olarak eski Osmanlı topraklarında yaşabilmesi için açıkça tavır koymuştur.Kıbrıs’ta Enosis, Anadolu’da ise Megali İdea peşinde koşan emperyalist Rumlar, Doğu Karadeniz’i eskisi gibi Pontus’a çevirebilmek üzere de Fener Patrikhanesi’nin yetkilerini ekümenik düzeye çıkartmak istemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu topraklara gelen Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i, Türkleri ve Müslümanları dışlayarak Bizans topraklarında gayrimüslim ve gayri Türk bir azınlıklar federasyonunu, kozmopolit bir siyasal düzen içerisinde gerçekleştirmeye çalışırken Patrikhane’nin otoritesini de ekümenik düzeye çıkartmak istemişlerdir. ABD Devlet Başkanları bunu açıkça Türk hükümetlerinden talep etmişlerdir. Amerikan Rum lobisi de bu doğrultuda Türkiye’yi köşeye sıkıştıran girişimlerde bulunmuştur. Dış politikada bir tabu olarak görünen bu sorunun çözülmesi için bütün Rum lobileri ile beraber Amerikan baskısı Türk hükümetleri üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanılmıştır. Moskova Patrikliği’nin Doğu Hıristiyanları olan Ortodokslar üzerindeki yetki ve otoritesini ortadan kaldırmak isteyen ABD, Rusya’nın Ortodokslar üzerindeki nüfuzunu kırabilmek üzere Fener Rum Patrikhanesi’nin yetkilerinin ekümenik düzeye çıkartılarak, Rus halkı üzerinde Fener kilisesi üzerinden etki sahibi olmak istemiş ve Rus vatandaşı Hıristiyanların üzerinde Moskova kilisesinin Rus devletinin yönlendirilmesindeki etkilerini kırmak için uğraşmıştır. Katolik kilisesi olan Vatikan’daki papanın tüm Hıristiyan dünyasındaki etkisini dengelemek isteyen Amerikan devleti, Vatikan ve Moskova kiliselerine karşı Fener Rum Patrikliği’nin ekümenik yetkileri ile dolaylı yolda etkili olmak istemiştir. Fener’in ekümenik olması, ABD’nin Rusya’ya karşı bir çıkışıdır.Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine başlayan Kurtuluş Savaşı sırasında Hıristiyan Türkler Papa Eftim’in öncülüğünde Türk Ortodoks kilisesini kurarak Rumların Fener Patrikhanesi üzerinden yürüttüğü dinsel emperyalizme karşı çıkmışlardır. Yunanistan ve Rumlar hiçbir zaman Türk Ortodoks Kilisesi’ni kabul etmemiş ama Türk Ortodoks Kilisesi Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerden yana bir tavır sergileyerek yeni Bizans projesinin karşısına çıkmıştır. Fener Kilisesi’nin Osmanlı yönetimine karşı isyân eden ve Türk devletinin kuruluşunu sürekli baltalayan girişimlerine karşı Türk Ortodoks Kilisesi Türkiye’den yana bir tavır almış ve Hıristiyan Türklerin yeni Türk devleti ile kaynaşmasına yardımcı olmuştur. Bu iki kilise arasındaki rekabet bugüne kadar sürmüş ve Yunanistan başbakanının yarım asır sonra Türkiye’yi ziyaret etmesi üzerine Türk Ortodoks Kilisesi hedef alınmıştır.Bizans döneminde kurulan gayrimüslim vakıfları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlık vakıfları olarak devam etmiştir. Lozan Antlaşması sırasında bu konular azınlıklar sorunu içinde ele alınmıştır. Osmanlı’nın yıkılmasına giden isyânların ortaya çıkmasında azınlık vakıfları etkili olmuştur. Gürcistan, Bulgaristan gibi Hıristiyan devletlerin kurulmasında azınlık vakıflarına bağlı olarak eğitim yapan yabancı kolejlerin etkisi olmuştur. Azınlık vakıfları dine olduğu kadar cemaatlerine kendi eğitimlerini verme konusuna da ağırlık vermişler ve bu doğrultuda Osmanlı’nın millet sisteminin çöküşünde etkili olmuşlardır. Osmanlı topraklarında yeni Hıristiyan devletlerin oluşmasına katkıda bulunurken, Hıristiyan misyonerliği en üst düzeye çıkarmışlar ve bu ülkedeki Müslüman varlığının ortadan kalkması için her türlü girişimde bulunmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir role sahip olan azınlık vakıfları din ve ibadet yolları ile cemaatlerini ayakta tutarken, eğitim yolu ile de siyasal bilinçlenmelerine katkılar sağlamışlardır. Yeni Vakıflar Yasası ile sağlanan olanaklar çerçevesinde, azınlık vakıflarının bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasına ve çökmesine katkı sağlayacağı görülmektedir. Bu doğrultuda, Yunanistan kadar, Ermenistan ve İsrail devletlerinin de kendi soydaşları doğrultusunda devrede oldukları ve Türk devleti üzerine baskılar yaparak, yeniden eski Bizans düzenine dönebilmek için yoğun çaba sarf ettikleri anlaşılmaktadır.Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında önce Medenî Kanun ile vakıflara bir düzen getirmiş ve daha sonra da yaklaşık bir on yıllık hazırlıktan sonra Lozan Barış Antlaşması’nda kabul edilen esaslar çerçevesinde ayrı bir vakıf yasası hazırlayarak, yeni kurulan ulus devletin mantığına ve modeline uygun olarak özel düzenleme getirmiştir. Çok uluslu bir imparatorluktan tek uluslu bir ulus devlete geçerken, vakıflar ve azınlıklar ile ilgili düzenlemeler yeni devletin modeline uygun bir yapıya dönüştürülmüş ve azınlık vakıflarının elinde bulunan bazı mal varlıklarına el konularak bunların faaliyet alanları daraltılmıştır. Lozan’da azınlık statüsü sâdece gayrimüslimlere tanındığı için, bunlara uluslararası hukuka uygun bir düzeyde azınlık hakları tanınmıştır. Bu doğrultuda, kiliselere bağlı olan gayrimüslimlerin dinsel ihtiyaçları ile eğitim hizmetleri karşılanmıştır. Ne var ki, bu vakıfların ellerindeki mal varlığı ile ticaret yaparak toplum içinde bölücü olabilecek derecede güçlenmeleri istenmemiş ve bu doğrultuda mal varlıklarının bir kısmına devlet tarafından el konulmuştur. Bu işlemler sırasında envanter kayıtları devlet tarafından son derece ciddî bir biçimde tutulmuş ve herhangi bir hak ziyaiatına izin verilmemiştir.Bizans’tan Osmanlı dönemine geçirilirken, Üçüncü Roma dönemi denilen Osmanlı İmparatorluğu döneminde gayrimüslim vakıflar Bizans dönemindeki gibi çalışma hakkına sahip olmuşlardır. Ne var ki, imparatorluktan ulus devlete geçerken toplum tek tip bir uluslaşmaya göre yeniden düzenlenmiş ve bu doğrultuda, azınlık vakıflarının mallarının bir kısmına el konularak etkinlikleri sınırlanmıştır. Bu bir hak gaspı olarak yapılmamış aksine yeni kurulan ulus devletin yapısına uygun bir ulusal toplum yaratılırken çok kültürlü yapı geride bırakılmıştır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yapılan bu düzenleme doğrultusunda doksan yıla yakın bir süre azınlık vakıfları Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet modeline uygun olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Zaman zaman Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi eski Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrimüslim unsurlarının kurmuş olduğu küçük devletler Türkiye Cumhuriyeti’ne kendi soydaşlarının vakıfları ile ilgili olarak müdahalelerde bulunmasına rağmen, gene de bugüne kadar Türk devleti ile azınlık vakıfları arasındaki ilişkiler çağdaş bir düzeyde yürütülmüştür.Azınlık vakıfları, Osmanlı sonrasında bir ulus devlet kurulurken bugün sahip oldukları statüye Lozan Antlaşması’ndaki ilkeler doğrultusunda kavuşturulmuşlardır. Bugün ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci içinde azınlık vakıfları konusu gündeme getirilmiştir. Bu yeni aşama eskisinden çok farklı bir durum olduğu için, azınlık vakıfları konusunun yeniden değerlendirilmesi gerekmiştir. Giderek çok uluslu bir bölgesel federasyon olmaya çalışan Avrupa Birliği, kendi içindeki ülkelerde azınlıkları ayrı bir sözleşme ile ele almış ve bunları birer ulusal topluluk olarak kabul etmiştir. Ulusal azınlıkları koruma sözleşmesi ile beraber Kopenhag Kriterleri içinde yer alan azınlık hakları doğrultusunda azınlık vakıflarının hareket alanı genişletilmek istenmiş, yeni hak ve özgürlükler tanınan vakıflar aracılığı ile cemaatlerin daha etkin olması sağlanmaya çalışılmıştır. Avrupa Birliği’ne giden yolda ulus devletler karşıya alınırken, çok uluslu kozmopolit bir Avrupa toplumu yaratılmak istenmiştir. Avrupa’da azınlık haklarına daha geniş bir hareket alanı küreselleşme sürecinin baskıları ile sağlanmak istenmesine rağmen, Avrupa ulus devletleri sahip oldukları ulusal ve üniter siyasal düzenden vazgeçmemişler, hatta Avrupa Birliği anayasasını reddederek, azınlıklar aracılığı ile ulus devletten çok uluslu kozmopolit yapıya yönelişin önünü kesmişlerdir. Türkiye için örnek alınması gereken bu durum hiç ele alınmadan, sanki bütün Avrupa ülkelerinde azınlık vakıfları aracılığı ile ulus devlet modelinden vazgeçilmiş gibi bir hava estirilerek Türk kamuoyu Avrupa etki ajanları tarafından kandırılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci durmuş olmasına rağmen, Fener Rum Patrikhanesi ile beraber hareket eden Yunanistan, İsrail, Ermenistan, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin baskı ve çabalarıyla azınlık vakıflarına yeni geniş haklar tanıyan düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önüne getirilmiştir. Tasarı incelendiğinde, Avrupa Birliği ve küreselleşme akımının istediği doğrultuda vakıfların hayır amaçlı kuruluşlar olmaktan çıkartılarak sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmek istendiği anlaşılmaktadır. Vakıfların çalışmaları ile ilgili her türlü sınırlandırma kaldırılarak dışa açılmaları sağlanmakta, küresel sermaye ile paralel olarak her türlü dış ilişki serbest bırakılmaktadır. Vakıflar her türlü ilişkiye hem içeride hem dışarıda girebilecek, dışarıda temsilcilik açarak çalışmalarını evrensel düzeyde yürütebilecektir. Böylece vakıfların ulus devlet sınırlarını aşarak, ulus devletlerin aşınmasına katkı sağlamaları da sağlanmış bulunmaktadır. Ayın doğrultuda yabancı vakıfların Türkiye’ye gelmeleri, şube açmaları ve her türlü faaliyette bulunmaları da serbest bırakılırken, Türkiye vakıflar yolu ile emperyalizmin işgaline de açık bir ülke konumuna getirilmektedir. Yabancı vakıfların olduğu gibi azınlık vakıflarının da mal varlığı edinmelerinde sınırlar kaldırılmakta ve sınırsız mal edinmeleri sağlanarak, emperyalist ülkelere silâhla alamadıkları Türk topraklarının para ile almalarının kapısı açılmaktadır. Emperyalizmin şirketlerle ve ordularla saldırılarına bir de vakıflarla saldırmaları eklenmektedir.Küresel emperyalizmin komiseri Soros’un vakıfları bütün dünya ülkelerine yönelik komploların hem taşıyıcısı hem de uygulayıcısı bir konuma gelmiş olduğu bu aşamada Türkiye’deki Vakıflar Kanunu’ndaki değişiklikler benzeri vakıfların Türkiye’ye yönelik saldırılarının da önünü açmaktadır. Aynî ve nakdî yardım alma ve yapma konularında da sınırsız özgürlük getiren tasarı parayı verenin düdüğü çalacağı bir düzeni kurmaktadır. Akla gelen her türlü etkinliği yürütebilecek vakıflar üzerindeki denetim de azaltılmakta, devlet aradan çekilirken, emperyalist merkezlerin vakıflar aracılığı ile saldırgan girişimlerine olanak sağlanmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yetkileri fazlasıyla sınırlanarak, Türkiye vakıf cenneti yapılmak istenmektedir. Bir önceki Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen Vakıflar Kanunu gene eski hâli ile gündeme getirildiği için, eski Cumhurbaşkanı’nın veto gerekçeleri günümüzde geçerliliğini korumaktadır. 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in, ulusal çıkarlara ve ulus devlet düzenine aykırı bulduğu yeni Vakıflar Yasası’nın aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi olan Lozan Antlaşması’na da ters düştüğünü belirtmiştir. Türkiye’nin laik devlet düzeninde hiçbir biçimde cemaat vakfı kurulamayacağı veto gerekçesinde açıkça belirtilmesine rağmen, yeni Bizans’a doğru cemaat vakıflarının önü açılmaya çalışılmaktadır. Türk devletinin anayasal çerçevede bir sosyal devlet olduğu unutularak, cemaat vakıflarına sosyal devletin yerini alabilecek bir dayanışma düzeni tanınmak istenmesi de Türkiye Cumhuriyeti anayasasına aykırı bir durum meydana getirmektedir. 10. Cumhurbaşkanı vakıfların hayır kuruluşları olmaktan çıkarılarak sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmesini vakıf kurumunun yapısına ve amacına aykırı olduğunu ifâde etmiştir. Ne var ki, Soros’ların güdümünde hareket eden küreselci çevreler, vakıfların sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmesi için yoğun çaba sarf etmektedirler. Bir anayasa hukukçusu olan 10. Cumhurbaşkanı’nın Vakıflar Yasası ile ilgili olarak ortaya koyduğu veto gerekçeleri, bugün de Türk devletine ve yasama organına yol göstermektedir.Gayrimüslim çevreler vakıflar konusuna sâdece özel hukuk açısından bakarak haklarını genişletmek istemektedirler. Hem eski el konulan mallarının iadesi konusunda ısrar etmekteler hem de küreselleşme sürecine uygun olarak vakıfların ekonomik alanda her türlü faaliyetinin önünün açılmasını desteklemektedirler. Çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete geçerken getirilen sınırlamaları ortadan kaldırarak tıpkı eski Bizans döneminde olduğu gibi her türlü hareket serbestliğine kavuşturulmak istenen azınlık vakıfları, yeni dönemde daha da güçlendirilerek cemaatçiliğin ulus toplumları parçalaması dışarıdan desteklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk ve Müslümanların milleti hâkime konumunda olmasına itiraz eden gayrimüslimler, Türkiye’nin çevresinde yer alan Yunanistan, Ermenistan ve İsrail gibi kendi esas devletlerine gitmeyerek, eski Bizans İmparatorluğunun ana topraklarının bulunduğu Anadolu’da Türk ve Müslüman varlığına son verebilmek için cemaatçiliği vakıflar aracılığı ile güçlendirerek sürdürmek istemektedirler. Medenî Kanun’un cemaat vakıflarını yasaklamasına rağmen kilise ve havralar aracılığı ile vakıflar cemaatçilik doğrultusunda kullanılmak için çalışılmaktadır. Olabildiğince fazla malvarlığına sahip kılınmak istenen gayrimüslim vakıfların, küresel çok kültürlülük ve çok hukukluluk doğrultusunda Türkiye’nin ulusal ve üniter yapısının dağıtılmasında kullanılacakları artık iyice açıklığa kavuşmuştur.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
03-10-2008, 03:23 | #2 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
DEVAMI
Özellikle Fener Rum Patrikhanesi’nin girişimleri bu olumsuz durumu açıkça doğrulamaktadır. Azınlık vakıfları aracılığı ile Bizans dönemine geri dönmeyi hayal eden gayrimüslimlerin bu topraklar üzerindeki Türk ve Müslüman egemenliğini bir türlü kabul edemedikleri anlaşılmaktadır.Türk devletini ve Türk kimliğini koruyan ceza kanunu maddelerinin değiştirilmesi için Avrupa ve Amerika destekli olarak mücadele eden gayrimüslim topluluklar, azınlık vakıflarının güçlü desteği ile lobilere dönüşebilmenin hazırlığını yapmaktadırlar. Bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verildiği gerçeğini görmek ya da hatırlamak istemeyen gayrimüslimler, bağımsızlık savaşı sırasında Türkleri ve Müslümanları arkadan vurdukları gerçeğini dikkate almadan, şimdi de emperyalistlerin kucağına oturarak Türk ulusuna ve Türk devletine açıkça saldırmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti ile beraber Türk ulusunu da tarih sahnesinden silmek üzere yemin etmiş olan gayrimüslim toplulukların yeni Bizans projesi doğrultusunda alt kimlikleri canlandırdığı ve kiliseler aracılığı ile de misyonerlik yaptıkları açıkça görülmektedir. Alt kimlikçilik misyonerlikle birleşince tam anlamıyla bir bölücülük faaliyeti ortaya çıkmakta ve Türklük ile beraber Türk devleti düşmanlığı emperyalist dış desteklerle tırmandırılmaktadır.Vakıfların diğer sivil toplum kuruluşları gibi emperyalizmin Truva Atları konumuna gelmemeleri için, yeni vakıflar yasasının çıkmaması gerekmektedir. Avrupa Birliği’nin dışında kalmış bir Türkiye’nin Avrupa kriterleri ile yasa çıkarması, kendi yapısına ve devlet modeline açıkça ters düşmektedir. Truva Atı’nın emperyal amaçlı kullanıldığı ülke olan Türkiye’de ulusal bilinç yeni Truva Atlarına izin vermemeli ve azınlık vakıflarının sivil toplum kuruluşu statüsüne dönüşmesi önlenmelidir. Bölücülük suçu Truva Atı konumundaki emperyalist amaçlı vakıflar aracılığı ile işlenerek asıl hedef gözden kaçırılmak istenmektedir. Bütün mesele ulusal ve üniter Türk devletinin ortadan kaldırılması ve yerine yeni Bizans projesi doğrultusunda gayrimüslim eyaletlerden oluşacak bir bölgesel federasyonun kurulması olarak görünmektedir. Emperyal ülkelerle işbirliği içinde olan gayrimüslim unsurların, Türk varlığına son verecek derecede örgütlenmelerinde yeni vakıflar yasasının bir dönüm noktası olacağı anlaşılmaktadır. Türk devleti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, böylesine emperyal amaçlı bir siyasal senaryoya alet olmamalı, yeni Bizans’a gidecek doğrultuda gündeme gelen vakıflar yasasındaki değişiklik önerilerini kabul etmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal, üniter ve laik bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi, vakıflar yasasındaki değişiklik tasarısının reddedilmesine bağlı görünmektedir. Türk ulusunun varolma bilinci ve kendini koruma refleksi doğrultusunda ortaya çıkacak bir kamuoyu oluşumu, yeni Bizans yasasının çıkmasını engelleyecektir. Yabancıların ve emperyalistlerin örgütleri ile, Türkiye bağımsızlığını kaybetmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalabilmesi için, yeni Bizans yolundaki vakıflar yasası değişikliği reddedilmelidir. |
|
03-11-2008, 18:02 | #3 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
Kemalist AZINLIK dediğin ne?
Bu ülkede azınlık mı var? TC Vatandaşı olan HERKEZ eşit birer yurttaşımızdır Gayri müslim alevi veya dinsiz Yahu siz hala LOZAN da kalmışsınız Ne azınlığı? Herkezin Vakıf kurma hakkı var ve olmalı,devlet o vakıf mallarına 1974 te bir yasa ile el koydu yani gasbetti Atatürk dahi böyle birşey yapmamışken sen nasıl kemalistsin ki böyle bir şeyi savunuyorsun? |
|
03-11-2008, 18:06 | #4 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
ya o ne savunduğunu biliyormuki? kendi kendine konuşuyor işte.
|
|
03-11-2008, 18:10 | #5 | |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
Alıntı:
Neyse AZINLIĞIN olmadığını anlar heralde Vatandaş ve yurttaş var,yani kanun önünde herkez eşir. Müslüman yada gayrimüslim farketmez ADD için dernekler kurulabiliyorsa hristiyan yada yahudi vatandaşlarımızda elbette dernek yada vakıf kurabilmelidirler Osmanlıdan bugüne yüzyıllarca vakıfları ile kendi inananlarına hizmet ettiler Bu bizi üzmez..herkez din ve inancını yaşamakta özgür |
||
05-17-2008, 04:41 | #6 | |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
Alıntı:
---- ABD GÜDÜMLÜ DİNİ-POLİTİK STRATEJİDE TARİHİ DURAK: FENER Prof. Dr. Nadim MACİT Bağımsızlık esasını devletin ve siyasetin temeline yerleştiren Cumhuriyetin kurucu aklı ihanet ve ifsat nitelemelerini hak eden bütün dış müdahalelere kapısını kapattı. Uzun bir mücadeleden sonra antlaşma masasına oturan Türkiye bu amacını hukuki alana taşıdı. Lozan’da “egemen devletlerin dil, din ve ırk üzerinden geliştirdikleri ve dayattıkları” azınlık tanımını ve şartını kabul etmedi. Türk delegesi şu tezi ileri sürdü: Müslüman olmayanların dışında azınlık yoktur. Ülkemizde Müslümanların çeşitli unsurları arasında ne teorik ne de pratikte her hangi bir ayrım söz konusu değildir. (Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar Belgeler, 1/154, 175, İst. 1970) Türkiye bu bakış açısıyla, sahte kimlik inşa etme peşinde olan misyonların uluslararası hukuka taşıdıkları bütün azınlıklar deyimi üzerinden giydirmek istedikleri parçalayıcı stratejinin işletilmesini önledi. Bütün azınlıklar deyimi üzerinden yapılmak istenen antlaşmaya sonuna kadar direndi ve kendi tezini kabul ettirdi. Egemen devletlerin ileriye dönük hedefinin Türk-Kürt, Alevi-Sünni ayrışması üzerinden Türkiye’yi parçalamak olduğu ve uzun süreden beri kiliselerin ve misyonların bu amacı gerçekleştirmek için zemin oluşturdukları reddi mümkün olmayan bir gerçekti(r). Osmanlı Devleti’nin çöküşünde ve Milli Mücadele hareketinde dış güçlerle işbirliği yapan ve çeşitli örgütlerle bizzat devlet aleyhine çalışan Fener-Rum Patrikhanesi’nin yurt dışına çıkarılmak istendiği bilinmektedir. Lozan Konferansı’nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922’de Atatürk, Le Journal Gazetesi Muhabiri Paul Herriot’ya Çankaya’da verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak şöyle der: Azınlıklara gelince bu konuda mübadele görüşünü ileri sürmüştük. Diğer devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan ve memleketimizde nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımızda bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazi üzerinde bir sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil midir? Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmekte olan yeni Türkiye, Bâbıâli’nin idaresi altındaki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref, haysiyet, kudret ve kuvvetini müdrik ve hukukunu muhafaza için mevcudiyetini tehlikeye atmaya hazır ve amadedir. (Hâkimiyet-i Milliye, 20 Ocak 1923) Görüldüğü üzere Fener-Rum Patrikhanesi fesat ve hıyanet ocağı, tehlikeli örgüt gibi vasıflarla tanımlanmıştır. 1453’ten bu yana özel bir strateji izleyen ve şartlar müsait olduğunda her türlü faaliyetin içine giren bu kurumun tarihi ve dini-politik misyonundan vazgeçtiğini gösteren hiçbir işaret yoktur. Kaldı ki fesat ve hain nitelemeleri, bu topraklar istilaya uğradığı esnada egemen güçlerle işbirliği yapan bir kurum için kullanılmıştır. Açıktır ki bu kararlı tutum “din yoluyla politik hedefleri gerçekleştirme stratejisini” akamete uğratmıştır. Daha sonra yeniden aynı ifsat ve ihaneti yaşamamak için Fener-Rum Patrikhanesi’nin faaliyetleri dini konularla sınırlı tutulmuş ve bir müftülük gibi İlçe kaymakamlığına bağlanmıştır. Fener-Rum Patrikhanesi eksenli misyon hareketi Cumhuriyetin tavrı karşısında geri çekildi. Fakat arka-planda yer alan güçler yeni bir ortam oluşturmak için faaliyetlerine devam ettiler. Nitekim 5 Mart 1925 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen “gayet mahrem” damgalı bir yazıda “Patriklik meselesinin çözümünün bir zaman meselesi olduğu ve İngiltere hükümetinin doğu vilayetlerinde isyanın yayılmasına çalıştığı”(Dahiliye Vekâleti Em. Umumiye Md. I. Şube Belge No: 1196-2745) belirtilmektedir. Bu belge dini-etnik politik stratejinin eşzamanlı işleyişini açıkça ortaya koyar. Doğu vilayetlerinde etnik isyanın genişlemesini sağlamaya çalışan, aynı zamanda Patrikhane meselesini kullanan İngiltere’nin asıl amacı: Musul’dur. Yani Petrol kaynaklarıdır. Nitekim uzun süredir misyon örgütlerinin inşa ettiği etnik ayrımcı hareket devreye sokulmuş, Musul’da Türk hâkimiyeti son bulmuştur. Mübadele meselesinde yine Patrikhane meselesi kullanılmıştır. (Cumhurbaşkanlığı Arşivi ADF IV-6, 54, 30-33) Berlin elçiliğinden 10 Şubat 1925’de gönderilen telgrafnamede mübadele meselesinde yaşanan gerilimin nedeni ortaya konmaktadır: 5 Şubat’ta Alman Reisi Cumhur’un resmi akşam yemeğinde başpapazın ülkemizden çıkarılması meselesini Yunan sefiri gündeme getirdi. Yunan sefiri Patrikliğin İstanbul’dan çıkarıldığını ileri sürdü. Cevabımız şu oldu: Türkiye hükümeti patriklik makamının İstanbul’da kalması aleyhinde bu güne kadar hiçbir girişimde bulunmamıştır. Türkiye mübadele komisyonunun kararı ile Patrik IV. Konstantinos’un İstanbul’dan çıkarılmasını mesele etmiştir. Cevabımız şu olmuştur: Bu husus, Yunanistan tarafından patrikliğin makamına ve Hıristiyanlığa bir saldırı mahiyetinde algılanmış ve amaçlı olarak çarpıtılmıştır. Avrupa’nın dini hislerini kendi özel amaçları ve Türkiye aleyhindeki siyaseti için kullanmıştır. Türkiye ne dini siyaset takip eder ne de memleketinde dini siyaset takip ettirir… Bütün mesele Patrik Konstantinos’un şahsı ile ilgilidir… Yunan elçisi, bu durumda patrik seçilecek üç metropolit kalıyor, deyince; Türkiye hükümeti patrik seçilecek metropolitlerin sayısı ile meşgul değildir. Bu tartışma ortamında bulunan diğer ülke sefirlerinin durumuna bakılırsa siyasi zeminlerde Yunan tezinin zayıf görüldüğü anlaşılmaktadır. (CA., ADF: IV-6, 54, 30-22) Diğer bir belgede ise “Türkiye’nin tavrının Lozan antlaşmasında karara bağlanan mübadele esaslarına uygun olduğu ve anılan meseleyle ilgilenilmediği ” (CA, ADF: IV-6, 54, 30-26.) bilgisi verilmektedir. Bunun ardından Londra elçiliğimiz 17 Şubat 1925, 55/29242 sayılı belgede İngiltere’nin, farklı bir politika izleme adına Yunanistan’ı tehdit ettiğini, kriz ortamının dağıldığını ve mübadeleye tabi olmayan metropolitlerden birinin patrik olarak seçilmesine sıcak bakıldığını bildirmektedir. (CA. , ADF: IV-6, 54, 30-30) Gümülcine’den 10 Şubat 1925 ve 30’nolu telgrafnamede şu bilgi verilmektedir: Ahali Patrik meselesini unutmuş, her tarafta sükûnet hakimdir. (CA. , ADF: IV-6, 54, 30-22) Bükreş’ten gelen bilgide aynı kanaati doğrulamaktadır.( CA. ,ADF: IV-6, 54, 30-20) Anılan üç belgeden Yunanistan’ın uluslararası alanda sürdürdüğü diplomatik girişimin sonuç vermediğini ve Türkiye aleyhine “misyon” üzerinden sürdürülen siyasetin akamete uğradığı anlaşılmaktadır. Ne var ki dini hizmet vermekle yükümlü olan Patrikhane dilini ve yöntemini değiştirerek misyonuna devam ediyor. Nitekim 04. 11. 1935 tarihli ve 11712 sayılı Dâhiliye Vekâleti’nden gönderilen kişiye özel bir yazıda belirtildiğine göre 02.10.1935’te yedi metropolitin katılımıyla Fener kutsal meclisi başpapazın başkanlığında toplanıyor. (CA, ADF: IV-16-A, 64, 29-3) Belgede belirtilen toplantıda ilk önce Yunanistan’dan gelen bir yazı okunuyor. Bu yazıya göre Yunanistan, İstanbul’daki bütün Fenerli papazlara kiliselerden aldıkları maaştan ayrı olarak bir gelir temin edecektir. Yüzyıllardır Türk hâkimiyeti altında yaşayan ve dini faaliyetlerini sürdüren Patrikhaneye mensup papazların Yunanistan’dan maaş almalarının ne anlama geldiğini her halde açıklamaya gerek yoktur. Ayrıca 02. 10. 1935’te yapılan toplantıda şu kararlar alınıyor; a) Bundan sonra İstanbul’daki bütün papazlarla Fener daha sıkı temas kuracak ve özel görevle çalışan gruba bilgi aktarımında bulunacaktır; b) Fener, bütün kiliseleri sıra ile dolaşarak dört kişiden oluşan bir heyet oluşturacaktır. Bunlar dini vaazlarla Yunan mefkûresini kökleştirmek amacıyla çalışacaklardır; c) İstanbul’daki bütün Hıristiyan kardeşlerimiz, ölünceye kadar bize sadık kalacaklardır. Muhaliflerimize sığınanları avucumuzun içine almalıyız. Umarız ki bunlar fakirlik ve sefalet yüzünden muhaliflerimize sığınıyorlar. Yardımımız onlara da yetişecektir. Önemli olan ana kilisemize sadık kalmalarıdır; d) Ermeni Patrikhanesi ile daha sıkı irtibat kurulacaktır; e) Fener’in gizli ve yüksek hizmetleri için Avrilyos Spataris, Yanko Malinopulus, Yorgi Meymaridis ve Galata mütevellisi Papanikitas’ın casuslukları gizli tutulacaktır. 18 Ocak 1936’da Patrik II. Fotios’un yerine seçilen Veniamin / Benjamin hakkında 29 Ocak 1936 tarihli ABD sefirliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 8/9 nolu bir belgede şöyle denilmektedir: Savaşın sonundan 1926 yılına kadar geçen zamandaki karışık durumlar ile karşılaştırılınca, Fener kilisesinin eskisine göre daha sakin ve zevkli bir on yıllık zaman geçirdiği ortaya çıkmaktadır. II. Fotios’un 1929 yılındaki seçimi sessiz geçti. Patrik, gücünü genişletemedi, fakat görev süresince daha sağlam ve ağırbaşlı olduğu gözlemlendi. Fakat bu seçimde yaşanan karışıklık eski durumları hatırlatıyor gibi. (Embassy Of The United States Of America, Death of The Oecumenical Pariarcah of Constantinople, (January 3, 1936: 1) Yunanistan’ın bu seçime müdahale etmesi, Türkiye’nin ise bu girişime karşı çıkması bu karışıklığın nedeni olarak gösterilmekte, ancak seçim sürecinde birçok olay ayrıntılı olarak anlatılmakta ve sonuçta Yunanistan’ın kontrolü altında olan piskoposların Veniamin’i desteklediği ve bu zatın seçildiği belirtilmektedir. Bu bilgiye ek olarak şu not düşülüyor: Patrik olarak seçilen kişinin yaşlı, felçli olması nedeniyle yeni bir seçime fırsat doğabilir. Son Patrik II. Fotios’un vakur davranış ve tavırlarının Patrikhaneye bölgesel itibar kazandırdığına inanılıyor. Eğer Fener, Türk hükümetiyle işbirliği içinde bir siyaset izlerse, kilisenin şu andaki durumu belirsizlik içinde devam edebilir. Türk hükümeti, Yunanistan’da Patrikhane’ye karşı ırkçı hareketlerin neden olacağı kötü hislerin uyanması riskine girmek istemiyor. Fakat Türk yetkililerinin hoşnut olmadıklarını gösteren birçok neden var. (Embassy Of The United States Of America, Death of The Oecumenical Pariarcah of Constantinople, (January 3, 1936: 2-7) Önemli bir resmi belgeden sunduğumuz üç husus, Patrikhane’nin hangi güçler tarafından yönlendirildiğini ve gerçek amacının ne olduğunu göstermektedir. Birinci amaç; Patriğin etkinlik alanını genişletmesidir. Ancak uygun bir ortam olmadığı için meseleyi zamana bırakmak gerektiği telkin edilmektedir. İkinci amaç, siyasi iktidarı ayartmaktır. Üçüncüsü ise duvarların arkasına çekildiği izlenimi veren Patrikhanenin sabırla ve iyi ilişkiler kurarak kendi misyonunu yeniden inşa etmenin temellerini oluşturmasıdır. Soğuk Savaş dönemine kadar üstü örtük biçimde etki alanını genişletmeye çalışan, daha sonra uluslararası her mahfilde Türkiye aleyhine demeçler veren Patrikhane, Patrik Athenagoras’la birlikte ABD’nin ve Vatikan’ın güdümüne girmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Fener-Rum Patrikhanesi dini-politik stratejisinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Gerçek bu olduğu halde mütekabiliyet esasını aşan bir politik çıkışla vakıfların önünü sonuna kadar açmak belgede yer alan misyona katılmak anlamına gelmez mi? “Mütekabiliyet esasına göre değil, insani nedenlere ve özgürlüklere dayalı olarak vakıflar yasasını çıkartacağız” diyerek cumhuriyetin kuruluş belgesini parçalamak hangi niyetin ve misyonun uzantısıdır? Sunduğumuz belgeler, bize, şu gerçeği öğretmektedir: Fener-Rum Patrikhanesi ABD’nin kontrolü altındadır. Buradan yükselen ses ABD’nin sesidir. Her ne zaman ki Türkiye iki kutuplu dünya sisteminin dengeleme-cepheleşme mantığı içerisinde ABD’nin himayesine girdi, ABD, Patrik seçiminden tutun ekümeniklik gibi iddialarına kadar bütün faaliyetlerin arkasında oldu. Bugün ülkemizde Vatikan arkasında ABD vardır. Fakat buradan çıkarılması gereken sonuç şudur: Mesele, dini özgürlükler meselesi değil, egemen gücün ülkemize yönelik inşa ettiği dini-politik stratejidir. İçinde bulunduğumuz tabloya bakarsak, vakıflar yasası tarihi teo-stratejinin gerçekleştirmesini hızlandıran mükemmel bir katalizör olacaktır. |
||
05-17-2008, 04:44 | #7 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
Vakıflara ait yeni düzenlemeler getiren 5555 sayılı Vakıflar Kanunu mevcut iktidar tarafından daha önce çıkarılmaya çalışılmış ancak bu yasanın 5, 11, 12, 14, 16, 25, 26, 41 ve 68. maddeleri 10. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa’nın 89. ve 104. maddeleri gereği tekrar görüşülmek üzere geri gönderilmişti. Aynı Kanun Taslağı iktidar tarafından tekrar TBMM gündemine taşınmıştır. Bu Kanun genel olarak hem Vakıf Kanunu’nu hem de Vakıflar Genel Müdürlüğünün görev ve hizmetlerini düzenlemektedir. İlk 27 maddesi vakıfları, diğerleri ise Vakıflar Genel Müdürlüğünü ilgilendirmektedir.
Bu kanunun ilk 27 maddesinde iki temel yaklaşım göze çarpmaktadır. 1- Medeni Kanunun kabulünden önceki vakıflarla Medeni Kanun’a göre kurulmuş vakıflar aynı statüde düzenlenmiştir, 2- Statüsü eşitlenen bu vakıflara yurt içi ve yurt dışında sınırsız bir örgütlenme faaliyet ve bağış alma özgürlüğüne sahip kılınmasıdır. • Görüldüğü gibi bu kanunun en temel yanlışı, eski ve yeni vakıfların aynı kanunla ve aynı statüde düzenlenmesidir. • Vakıflar Kanunu Tasarısı, 2002 den itibaren AB, 2004 den itibaren de ABD’nin ısrarlı talepleri üzerine hazırlanmıştır. Yasa daha önce AB’ye uyum için iki kez değiştirilmiş ve Azınlık Vakıfları’na mal-mülk edinme hakkı verilmiştir. Bunun sonucunda Azınlık Vakıfları’nın kendilerine ait olduğunu öne sürdükleri taşınmaz mülkler, idari bir kararla iade edilmiştir. • Buna göre AB ve Fener Rum Patriği Bartholomeos 2500’ün üstünde mülkün iadesini istemektedirler. • İadesi istenilen ve olmazsa olmaz denilen, üçüncü şahısların elinde bulunan 297 gayrimenkulün hemen hemen hepsi İstanbul surlarının içinde bulunmaktadır. • Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün şu günkü hesaplarına göre, Azınlık Vakıflarına iade edilecek mülklerin değeri 150 trilyon liradır. • Vakıflar Genel Müdürlüğü Türkiye’de Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi vakıfları başta olmak üzere toplam 161 Azınlık Vakfı tanımaktadır. 161 vakfın tanınması ve yapılan yasal düzenlemeler sonucu şu ana kadar 364 mülk iade edilmiştir) • Tasarının amaç ve kapsamını düzenleyen ilk iki maddesi, hukuki bünyeleri birbirinden tamamen farklı eski ve yeni vakıfları aynı statü içerisine dâhil etmektedir. • Tasarıya göre; Vakıf kurmada sermaye sınırlaması, malları edinme amaçlarının belirtilmesi şartı kaldırılıp, bunların başka amaçlarla kullanılabilmesi ve vakıflar arasında mal değişimine imkân verilmektedir. • Tasarıyla, yabancılar vakıflarda görev alabilecek, uluslararası kuruluş ve vakıflardan yardım alınıp verilebilecek ve şirket kurulabilecektir. • Vakıfların malları haczedilemeyecek ve kamulaştırılamayacak, yöneticileri sadece mahkemelerce görevden alınabilecektir. • Vakıflar yabancı kuruluşlardan yardım alabilecektir. Türk kuruluşu sayıldıkları için sınırsız mülk edinebileceklerdir. • Tasarıda vakıflara herhangi bir ayrım yapmadan sınırsız şube açma imkânı tanınmaktadır. • Tasarıyla yabancılara ülkemizde vakıf kurma hakkı tanınmaktadır. Kamuoyunu uzun zamandır meşgul eden Vakıflar Kanununun(Kanun No:5737) veto edilmiş dokuz maddesi yoğun tartışmaların ardından TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Kanun Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir. Aşağıda Vakıflar Kanunu'nun tam metnini ve TÜSEV tarafından hazırlanmış eski ve yeni vakıf mevzuatının karşılaştırıldığı tabloyu bulabilirsiniz. http://www.tusev.org.tr/content/detail.aspx?cn=318 |
|
05-18-2008, 05:15 | #8 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
degerli arkadaslar,
benim merak ettigim ise neden akparti siteleri cikan bu yasa hakkinda milletimize bilgi vermiyor? eger varsa elinizde bilgi paylasimi, lütfen beni aydinlatir misiniz? bu yasayi savunan degerli arkadaslar, neden bu yasayi savundugunu biliyorlar mi? merak ediyorum arkadaslar cünkü milletimiz bu cikan yasanin ciktigini bile bilmiyor yani böyle yasa cikti mi yoksa cikmadi mi bilmiyor. |
|
05-18-2008, 12:33 | #9 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
bence asıl rahatsızlık hristiyan yada yahudilerin vakıflardan kazanacakları değil...çünkü zaten toplasan 160 tane vakıfları var ?? asıl rahatsızlık müslüman kardeşlerimizin kurdugu vakıfların bu yasalardan yararlanacak olması !!!
eğer bunun aksini ispat edebiliyorsanız gelin tartışalım... |
|
05-18-2008, 12:53 | #10 |
AZINLIK VAKIFLARIYLA YENİ BİZANS!!!
Vakıflar Yasası'nda koşullu iade var
*Cemaat vakıflarına mal iadesi '1936 beyannamesi', 'süre' ve 'Vakıflar Meclisi'nin görüşü' koşullarına bağlanırken, yasanın uygulanmasında milletlerarası mütekabiliyet ilkesi saklı tutulacak. *161 cemaat vakfına ilk kez bir üyeyle Vakıflar Meclisi'nde temsil edilme hakkı da getirilen yasadaki önemli düzenlemeler şöyle: -Cemaat vakfı tanımına 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma' ibaresi eklenirken, Türkiye'de yerleşik olmayan kişilerin cemaat vakıflarının yönetimine girmemesi hükme bağlandı. -18 ayda başvuru şartı -1936 beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan 'namı müstear' veya 'namı mevhumlar' adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlarla 1936 beyannamesinden sonra satın alınmış, vasiyet edildiği, bağışlandığı halde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilmiş olan taşınmazlar cemaat vakıfları adına tescil edilebilecek. Ancak bunun için 18 ay içinde başvuru yapma ve Vakıflar Meclisi'nin olumlu kararı da aranacak. -Yabancılar, Türkiye'de hukuki ve fiili mütekabiliyet esasına göre, yeni vakıf kurabilecek. Bu vakıfların yöneticilerinin çoğunluğunun, Türkiye'de yerleşik bulunması gerekecek. -Kurucularının çoğunluğu yabancı olan vakıfların mal edinmesi, Tapu Kanunu'ndaki sınırlamalara göre yapılacak. Bu çerçevede vakıflar iki buçuk hektara kadar mal edinebilecek. -Vakıf yöneticilerinin görevden alınma ve uzaklaştırılmaları mahkeme kararıyla yapılabilecek. -Yabancılar Türkiye'de kurulan vakıfların yönetim organlarında da görev alabilecek. -Vakıflar izin almadan mal edinip, malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecek, işletme ve şirket kurabilecek, kurulmuş şirketlere ortak olabilecek. -Hayratlara haciz yok -Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemeyecek ve rehnedilemeyecek. Cemaat vakıflarına ait kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılmayan taşınmazlar, talep durumunda Vakıflar Meclisi kararıyla aynı cemaate ait başka vakfa tahsis edilebilecek. -Tapu kayıtları üzerinde vakıf şerhi bulunan taşınmazları tasarruf edenlerin mirasçısız ölümleri, kaybolmaları veya terk ve mübadil gibi durumlara düşmeleri durumunda, bu taşınmazların mülkiyetleri şerhte belirtilen vakfı adına tescil edilecek. -Vakıflar, 'vakıf senedinde yer almak' kaydıyla, uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilecek, yurtdışında şube ve temsilcilik açabilecek ve yurtdışında kurulan kuruluşlara üye olabilecek. -Vakıflar, yurtiçi ve yurtdışındaki kişi ve kuruluşlardan ayni ve nakdi bağış ve yardım alıp yardımda bulunabilecek. -Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne surette olursa olsun Hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzelkişiliğinin mülkiyetine geçmiş eski eserler mazbut vakfına devredilecek. -Yeni vakıflar, vakıf senetlerinde yazılı amaçlarını gerçekleştirmek üzere, Vakıflar Genel Müdürlüğüne beyanda bulunmak şartıyla şube ve temsilcilik açabilecek. Yabancılar, aynı zamanda Türkiye’de kurulan vakıfların yönetim organlarında da görev alabilecek. -Mülhak vakıflar, Anayasaya aykırılık teşkil etmeyen vakfiye şartlarına göre Vakıflar Meclisi tarafından atanacak yöneticiler eliyle yönetilecek ve temsil edilecek. -Yasayla yabancıların Türkiye’de hukuki ve fiili mütekabiliyet esasına göre yeni vakıf kurabilmelerine olanak sağlanıyor. Cemaat vakıflarının yöneticileri, mensuplarınca kendi aralarından seçilecek. -Yeni vakıfların kuruluşunda, gayesini gerçekleştirecek asgari mal varlığı miktarı, mahkemece belirlenecek. Yeni vakıfların yönetim organı, vakıf senedine göre oluşturulacak ve bu vakıfların yönetim organlarında görev alanların çoğunluğunun, Türkiye’de yerleşik bulunması gerekecek. -Kurucularının çoğunluğu yabancı olan vakıfların mal edinmesi, Tapu Kanunundaki sınırlamalara göre yapılacak. -10 yıl süreyle yöneticisi atanmayan veya yönetim organı oluşturulamayan mülhak vakıflar, mahkeme kararıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yönetilip temsil edilecek. -Tasarıyla, yabancıların Türkiye'de yeni vakıf kurabilmelerine olanak sağlanacak, vakıflar mal edinebilecek, malları üzerinde tasarrufta bulunabilecek. son olarak bizler artık senaryolar kurup bunun üzerinden farazi bilgilerle insanlara şüphe ile bakma hastalığını bırakmaz isek hiçbir kanun ve hiçbir yasa bizim güvencimizi sağlayamayacağı paranoyasına kapılma ihtimalimiz ortaya cıkar.bu sebeple biraz daha insanlara iyi gözle bakmak gerekir kanısındayım.sonuçta kim olursa olsun bizim ülkemizin insanına yardım edecek.bence önemli olan bu !!! vakfa ait mülkleri sırtlarına alıp götürecek değiller yaaa ;) |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|