|
04-12-2008, 17:59 | #1 |
ADİL DÜZEN
ADİL DÜZEN Prof.Dr.NECMETTİN ERBAKAN
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
04-12-2008, 18:01 | #2 |
ADİL DÜZEN VE YENİ BİR DÜNYA
ADİL DÜZEN VE YENİ BİR DÜNYA
ÖNSÖZ Daha önce İslam davası isimli kitabımızın sonunda özet olarak aldığımız, Adil Düzen projelerinin daha geniş bir biçimde ve gerekçeleriyle birlikte, ayrı bir kitap halinde okurlarımıza sunulmasının çok önemli bir boşluğu dolduracağı ümidini taşıyoruz. Bu kitapta, Adil Düzen`le ilgili genel bir kanaat oluşturmayı, bu gayet ilmi, İslami ve insani projelerin, öyle havai ve hayali söylem ve sloganlardan ibaret olmadığı gerçeğini ortaya koymayı amaçlıyoruz. Böylece Adil Düzen`le ilgili çeşitli soruları cevaplandırmak, birçok istifhamları (yanlış kuruntu ve kavrayışları) ortadan kaldırmak yanında, olumlu tenkit ve tekliflerle, bu projelerin olgunlaşmasına katkıda bulunacak olanlara, yeni bir fırsat hazırlamaktan dolayı da kendimizi ayrıca mutlu sayıyoruz. Bu kitapta; 1- Adil Düzen hangi ihtiyaçlardan doğmaktadır? 2- Hangi değerlere ve kaynaklara dayanmaktadır? 3- Adil Düzende; • Ekonomi ve Ticaret • Hükümet ve Siyaset • Hukuk ve Adalet • Eğitim ve Marifet • Ahlak ve Diyanet • Dış politikada haysiyet, nasıl olacaktır? 4- Tüm Dünyada barış ve bereket üzerine kurulu Yeni Bir Medeniyet nasıl kurulacaktır? Sorularının yeterli ve tutarlı cevaplarını bulacağınızı umuyoruz. Ayrıca bu çalışma ile, çağdaş kurum ve kavramlardan ürken dindar kesimlere, demokrasi ve laikliğin anlamını ve önemini anlatıp, hukukta ve hayattaki tabii değişim ve gelişimin gayesini ve gereğini vurgulamayı... Dine karşı ön yargılı ve kaygılı kimselere ise, İslâm’ın özelliğini ve güzelliğini hatırlatıp, Kur’ana yöneliş ve yoğunlaşmaya vesile olmayı... Ve böylece, bu iki kesim arasında bir diyalog ve dayanışma köprüsü kurarak, özlenen barış ve bereket ortamına katkıda bulunmayı da ümit ediyoruz. Bu kitap hazırlanırken: • Erbakan Hocamızın, pek çoğuna bizzat katıldığımız Adil Düzen seminerlerinden • Ve yine Hoca’mızın Adil Düzen’le ilgili çeşitli konferanslarının video kasetlerinden • RP’nin bu konularla ilgili hazırlayıp yayınladığı kitapçık ve bültenlerden • Süleyman Karagülle ve Süleyman Akdemir’in eserlerinden • Ve Tabii; Kur’anı Kerim ayetlerinden, sahih Hadis-i Şeriflerden ve İslam Alimlerinin görüşlerinden • İslam tarihindeki ve değişik devlet ve dönemlerdeki uygulama örneklerinden • Çağdaş bilim adamlarının, insani ihtiyaçlara ve ilmi esaslara göre önerdikleri, yeni düzen ve sistem projelerinden yararlanılmış… • Ve elbette, yeri geldikçe de, kendi kanaatlerimizle birlikte, münasip gördüğümüz tespit ve temennilerimizde okurlarımızla paylaşılmış; ve böylece araştırmacı ve uzmanların dikkatlerine ve istifadelerine aktarılmıştır. Hayırlı bir işe Besmele ile başlamanın bizden, bereket ve başarıların ise Rabbimizden olduğuna inanıyoruz. |
|
04-12-2008, 18:05 | #3 |
MİLLİ RESTORASYON -1-
MİLLİ RESTORASYON
DEVLETİ; ASIL VE ASİL ÖZELLİKLERİNE GÖRE YENİDEN YAPILANDIRMA: Hak ile Batılın birbirine karşı üstünlük kavgasının süreci, iyilerle kötülerin çekişmesi, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin hesaplaşma sürüveni ve kısaca farklı medeniyetlerin hakimiyet mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam ede gelmektedir. “İşte Biz, O (galibiyet ve hakimiyet) günlerini (hayra veya haksızlığa taraf) insanlar arasında (nöbetleşe sıra ile) devrettirip-döndürüp dururuz.”[1] ayetide bu gerçeği haber vermektedir. Bu sürekli evrim ve değişim sadece farklı medeniyetler, rakip ve güçlü ülkeler arasında değil, köklü devletlerin bizatihi iç kurum ve oluşumlarında da kendini göstermekte, hükümetler, sistemler ve rejimler değiştiği halde “milli derin devlet” diyebileceğimiz ve büyük devletlerin “gen” leri olarak tarif edebileceğimiz bir “çekirdek öz”, gelişen ve değişen yeni şartlara ve standartlara uygun, yeni filizler, fikirler ve şekiller üretebilmektedir. İşte bu tarihi ve tabii gerçeğe dayanarak diyoruz ki: Atatürk ve Türkiye cumhuriyeti, Osmanlı Devletinin ve Türk-İslam Medeniyetinin, çağdaş ihtiyaçlara ve şartlara uygun “aşı” larla gelişmiş ve gençleşmiş yeni bir filizi ve meyvesidir.. İşte aşağıdaki tespitler de bu yöndedir ve oldukça önemlidir:[2] “Anadolu’nun dirlik ve düzen tarihi, devrimlerin değil restorasyonların silsilesidir… Toplumsal ilişki ve çelişkilerin değil, devletin yeniden tanziminin bir sürecidir. Savaşlar ve göçlerle dolu bu coğrafyada temel siyasal hedef ve sorun, daima denetim ve disiplinin nasıl korunacağı ola gelmiştir. Dirlik ve düzen, en iyi denetimin sağlanması olarak algılanmış ve bu amaçla toplumların zihniyet dünyasında kutsal olan ve somut yaşamlarında otoriter davranan “devlet örgütlenmeleri” vücut bulabilmiştir. Bu kutsi ve yarı askeri devlet örgütlenmeleri, esas itibariyle göçebeliğin denetimi ve savaşın sürekliliği üzerine oturan askeri-tarım düzenini oturtmayı ifade etmiştir: Mülkün ve halkın denetimi, din ve inançların denetimi, aşiretlerin ve azınlıkların denetimi, hatta anonim bütünler içinde erimiş halde varolan bireysel kimliklerin ve geleceğin denetimi... Düzen; işte bu denetimle elde edilen hakimiyet ve hegemonyanın adıdır. Tarih boyunca süren büyük çaplı göçlerin ve afetlerin yıkıcı etkileri, ya da savaşların, büyük yenilgi ve zafer gibi sonuçları ise; dirlik ve düzenin yeniden kurulmasının, ya da yenilenmesinin kapısını açmıştır. Roma imparatorluğu; tarihi boyunca İran-Roma savaşlarının yorgunluk dönemlerini, Hıristiyanlığın kabulünü, kuzey ve doğudan gelen göç ve istila dalgalarını, ikonoklast (Hıristiyanlıkta İsa-Meryem resimlerine ve heykellerine tapınmayı putperestlik sayan dini görüş) akım gibi yeni sosyo-politik dinamiklerin harekete geçmesini ve yine göç ve savaş temelli yeni sosyolojik faktörlerin ürünü olan mezhep ayrışmaları gibi nedenlerle ortaya çıkan bozulma dönemlerini, restorasyon anlamına gelen yeni politikalar ve reformlarla aşmıştır. Osmanlı da aynı şekilde, Timur istilası, İstanbul’un fethi Bizans’ın yıkılması ve Viyana kuşatması sonrasında büyük restorasyonlar ve yeniden yapılanmalar yaşamıştır. 17.yy dan itibaren yeni dünyanın keşfi ile birlikte Avrupa’da başlayan modernleşme sürecinin sonuçlarından biri olarak: ticaret yollarının değişmesi, sömürgecilik siyasetleri ve Anadolu’da baş gösteren kıtlık dönemleri; arka arkaya dirlik ve düzeni bozmuş, 3.Selimle başlayan yenilenme çabalarına yol açmıştır. Tanzimat, kapsamlı bir restorasyon süreci olarak gösterilmiş olsa da, aslında ekonomiden kültüre, siyasetten diplomasiye kadar her alanda Osmanlıyı içten kuşatma hareketidir ve 2.Abdülhamit’in temsil ettiği direnç politikasına rağmen 1.Dünya Savaşı sonunda, düzen tamamen çökmekten kurtulamamıştır. Cumhuriyet, Osmanlının yıkıntıları arasından; dış güçlerin ve Siyonist merkezlerin bazı hesapları ve Mustafa Kemal’in dehasıyla kurtarılabilen Anadolu’nun restorasyonu olarak şekillenmiştir. 2.Dünya Savaşı sonrası demokratik düzen deneyimi ise daha küçük çaplı bir restorasyon hamlesi olarak sahneye çıkmıştır ve soğuk savaşın bitişiyle birlikte tekrar bir restorasyon ihtiyacı ve talebi belirmiştir. Bu tarihi serüven kesintisiz sürmekte ve her yeni durum karşısındaki tıkanma ve bozulmayı yeni bir restorasyon hamlesi izlemektedir. Jeopolitiğin tarihsel gerçeği ve cilvesi olarak, yaşadığımız coğrafya: göçler ve savaşlarla işleyen ve çöken bir düzene sahiptir. Dinler ve kültürler, bu düzenin prizmalarına yansıyan yüzleriyle maya tutar ve yerlerini alırlar. Restorasyon, düzenin yeniden kurulması ya da yeni bir düzen kurulmasıdır. Devrimlerden farkı, devlet içinde veya devlet kademelerinde olup bitmesi, yani esas itibariyle; hegemonya çeperindeki inisiyatif ve eylemlerle yeni bir irade beyanıdır. Başka bir ifadeyle: Hiçbir toplumsal dinamiğin, yani örneğin Avrupa’da ki sınıfsal çatışmalar, ya da Amerika’da ki iç savaşlar türünden-örgütlü müdahalesi olmadan, bütün çelişki ve çatışmaların sadece “devlet bağlamında” sahneye çıkıp çözülmesi ve yine seçkinler öncülüğünde yeni tanzimin yukardan aşağıya doğru gerçekleşme olayıdır. Restorasyonlar, sonuçları itibariyle pasif devrimler olarak nitelenebilecek köklü değişimlere yol açtığı gibi, bazen de varolan statükonun korunması ve ömrünün uzatılmasını sağlayacak tedbirler düzeyinde de olmaktadır. Tarihin kırılma anları bu yöntemle ve daha az sakıncalı biçimde ortaya çıkmaktadır. Yine tıpkı devrimlerdeki gibi her restorasyon süreci, başlangıcında ya da sonucunda; yeni elitlerin sahneye çıkmasını sağlamaktadır. Bizans’ın fethi sonrasında ki Osmanlıda beylikler koalisyonu görünümünde ki devletlü sınıfların yerini bu sefer devşirme elitler almış, tanzimat sonrası kurulan modern okullarda yetişen aydın-bürokrat kadrolar ise meşrutiyet ve cumhuriyetin yeni elitleri olarak sahneye çıkmışlardır. Elit dönüşümü düzenin yenilenmesinin vazgeçilmez kuralıdır. Yeni ve milli bir değişim yaşanacak ki bu kaçınılmazdır, o takdirde bu yeni dönem ve düzene uygun kadrolara kapı açılacaktır. Restorasyonlar, doğanın sürekli kendini yenilemesi gibi; toplumların ve düzenlerin de mecburi yenilenme dönemleri olduğunu ve bu yeteneği olmayanların tasfiye edildiğini göstermektedir. Bu değişim ve yenilenme, adeta tarihin çarkını döndüren bir dinamo etkisine sahiptir. Şüphesiz her yeni iyi her eski de kötü sonuçlar doğurmaz. Ama değişim her tür sonucuyla birlikte tarihin değişmez yasasıdır. Bizatihi kendisi, Osmanlının çöküşünün restorasyonu anlamını taşıyan Cumhuriyet dönemine baktığımızda, kurulan yeni düzenin de sürekli yenilenme ihtiyacı duyduğu ve bu yönde kritik dönemeçler yaşandığı görülmektedir. 1930’lu ve İsmet İnönü’lü yıllarda Avrupacı, 1950’li ve Adnan Menderesli yıllarda Amerikancı doğrultuda iki önemli restorasyon deneyimi yaşanmıştır. Her iki dönemde de dünya konjonktürüne ABD öncülüğündeki Siyonist sermaye hakimiyetine paralel özelliklere sahip yenilikler başlatılmıştır. İlkinde Sovyet, Alman ve İtalyan totaliterizminin bir karması üretilmiş, ikincisinde ise kapitalist batı modelleri taklide çalışılmıştır. Üçüncü restorasyon deneyimi ise; 1980’li yıllarda Özal la başlayan ve soğuk savaşın bitişiyle birlikte yeni durumun belirsizliği nedeniyle yarım kalan ve Özal’ın ölümüyle birlikte rafa kaldırılan 2.Tanzimatçılık uygulamalarıdır. 28 Şubat süreci ise 1930’lu yılların dinamiklerine yaslanarak, Özalist restorasyonun kapılarını kapatmaya çalışmış, ancak tam tersine Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan derin bir çelişkinin alevlenmesi ile sonuçlanmıştır. İçinde yaşadığımız süreçte, Türkiye’nin yeni bir yön çizerek siyasetten, yağma ve talan düzenine kadar bütün sosyo-ekonomik ve politik statükoyu elden geçirip yeni bir düzen inşa etmesi kaçınılmazdır. Bu süreçte birbiriyle çatışmayı sürdüren ve Türkiye’nin geleceğini ipoteğe almaya çalışan iki ana restoratör taraf göze çarpmaktadır: Statükocu güçler ve 2.Tanzimatçılar. Son elli yıllık geçmişe baktığımızda: “karşılıklı olarak birbirini biçimsizleştirerek çatışan bu bağdaşmaz taraflar arasındaki derin çatlak” Türkiye’yi yeni ve daha kritik sorunlarla yüzyüze bırakmıştır. Statükocu güçler, Kemalizme sığınarak sahnede tutunma savaşı ve telaşındadır. Artık Kemalizm, Koflaşmış ve milletten kopuklaşmış güçlerin iktidarda kalma tarzının paravanı yapılmıştır. Bu kesimlerin ‘illa da biz yöneteceğiz’ iddiası dışında hiçbir ciddi tez ya da projeleri bulunmamaktadır. Ulusalcılık olarak tanımladıkları batı şovenizmini ve kapitalizmini, Siyonist ve emperyalist küreselleşmecilikle çatışmaya sokarak buradan güç ve meşruiyet devşirmeye çalışmaktadırlar. Laik, cumhuriyetçi ve milliyetçi vasıfları bürokratik üslup ve yöntemlerle savunma alışkanlıkları yüzünden milletle de çatışan bu kesimlerin nihai amacı: oluşacak yeni düzenin kendilerinin de içinde olacağı bir denge ve koalisyon tarzında gerçekleşmeye zorlamaktır. Bu amaçla kendi varlıklarını ve güçlerini abartarak pazarlık şanslarını yükseltmeye çalışmaktadırlar. İkinci taraf ise, ideolojik pozisyon, dış müttefik ve söylemleri itibariyle tanzimatçılığı ifade eden, yenilikçi bürokrasi, tekelci sermaye ve aydınlardan oluşan daha organize kesimlerin küreselleşmeciliğidir. İsrail güdümlü, İngiliz siyasetini taklit ve tatbik eden bir çerçevede reformist ve revizyonist politikaları savunan bu kesimlerin talep ettikleri restorasyon, esas itibariyle söylemin büyüsüne yaslanarak geniş toplumsal kesimler nezdinde cazibe oluşturma şansını yakalamıştır. Statüko ile çatışmanın haklılığından beslenen değişim talebine Menderes ve özellikle Özal dönemini referans gösterip, AKP iktidara taşınmıştır. 2.Tanzimatçıların kürt ve İslamcı muhalif güçleri yanına yedek ve destek olarak alma ve gelenekçi güçleri yalnızlaştırma stratejisi, AB’ye giriş heves ve hayalleri üzerinden gündem oluşturmaktadır. Statükocu güçler, her tür değişim talebine karşı saplantılı bir reddedişin dilini kullanmakta, sahiplendikleri düzenin bittiğini görmelerine rağmen, hem çağdaşlaşma hedefini, hem de bu çağdaşlaşma sürecini frenleyen şeyleri aynı anda korumaya çalışmaktadır. Kendilerine özgü bir projenin olmamasından dolayı, daima tekrarlanan demode sloganlar ve uyarlanma eksikliğinden ötürü keskinleşen çağdışı politikalarla devleti ve toplumu cendereye almışlardır. 2.Tanzimatçı çevreler ise; küreselleşme ve değişim söyleminin büyüsüne, mekansız ve tarih ötesi bir edayla sahip çıkmaktadırlar. Devleti, hükümet etme işinden uzaklaştıran ve tekniği politik ideolojinin yerine koymaya çalışan “yeni tip hegemonya biçimini kurtuluş sanmaktadır. Dünyaya hakim güçlerin ve Siyonist sermayenin güdümüne girmeyi gerçekçilik ve dünya ile birliktelik” olarak sunan bu çevreler, kendi teklif ve taleplerinin, teorik düzeyde dahi zamana ve mekana giydirilip test edilmesine fırsat verilmeden kabullenilmesini dayatan örtük bir faşizanlığı yöntem olarak kullanmaktadırlar. Yine sorgulama ve yanlışlanmaya karşı, pervasız ve suçlayıcı reflekslerle tepki veren özellikleriyle bu kesimler, karşı çıktıkları totaliter güçlerle, esasta aynı minvali paylaştıklarına dair şüpheleri uyandırmaktadırlar. Sonuçta “zincirleme özdeşleşme” diyebileceğimiz türden, birbirinden beslenerek varolan ve giderek benzeşip aynılaşan batı kaynaklı iki farklı tarafın çatışmasına hapsolma tehsi ile karşı karşıyayız. Arka planında ABD/AB ve Asyatik güçlerin rekabeti, iç politika seyrinde, ise iktidar ve rant paylaşımından etnik hegemonya çekişmesine kadar, bir dizi yanal ve sanal çelişkinin de dahil olduğu bu kaotik sürecin tek eksiği “milli bir seçeneğin” oyuna dahil olmamasıdır. Ve artık olmalıdır. |
|
04-12-2008, 18:06 | #4 |
MİLLİ RESTORASYON -2-
Millilik Nedir?
Önce bazı kavramların anlamı üzerinde durmamız gerekiyor. Herkesin kendi durduğu yere ve keyfine göre anlam yükleyip, olumlu ya da olumsuz kıldığı bu kavramlar konusunda netleşmek, bütün tanımların altüst olduğu bir dönemde, yeni ve gerçekçi tanımlar ve anlamlandırmalar geliştirmek şarttır: Bilindiği gibi: “milli” kavramı, national’ın karşılığı olarak icad edilen Ulus kavramının natifidir. Yani aynısı değil, karşıtıdır. Bu ikisini birbirinin yerine kullananlar olmakla birlikte bizatihi ulus kavramını icat edenlerin niyet ve maksatlarının da gösterdiği gibi; milli olan: millete ait özellikleri ve gayeleri taşırken; ulus ise: devlete ve devletlü seçkinlerin devleti algılama biçimine dair bir kavramsallaştırmadır. Milli ile negatif milliyetçilik yani kavmiyetçilikte kavramı da aynı anlama gelmez. Zira negatif milliyetçilik, ve Kafatasçı kavmiyetçilik yani ötekini dışlayıcı, tek tipçi, daraltıcı ve etnik temelli ırkçılık milli kavramındaki gibi kucaklayıcı ve kurtarıcı bir oluşu ve duruşu değil, millete dayatılan türetilmiş bir misyon ve gayeyi ifade eder. Başka bir kullanım hali ise: özellikle Misak-ı Milli’deki, milliyi, sadece kürt devletini dışladığı için sevmeyenlerin kullandığı kötü-millidir. Bu kötü-milli kürt ayrılıkçıların küfretmek için kullandığı ve aslında gerçek misak-ı milli anlayışından bihaber olmanın ve kemalist milliyetçiliği reddetmenin malzemesi olarak kullanılır. Bu kullanımların hepsi soğuk savaş koşullarının ürünü olan ideolojik maksatlı tanımlardır. Bu nedenle Milli kavramının tekrar düzeltilmeye ihtiyaç duyduğu açıktır ve bu kavramı var eden 20. yüzyıl aşlarındaki asıl anlamına irca edilmesi gerekmektedir. Bu anlam ise özetle şudur: milli, millete ait olandır ve yine milletine ait olmadır ve milletin tarihini, coğrafyasını, varlık ve beka çabasını anlatır. Millet, ortak tarihi ve kültürel bağa sahip, inanç ve kader birliği olan, Anadoluyu anavatan bilen ve Anadoludan daha geniş bir coğrafyada yaşayan, bütün farklılıklarına rağmen kendini ortak millet ruhu ile tanımlayan topluluğun adıdır. Temel dokusu Müslümanlık olmakla birlikte; farklı din ve inançlardan mensupları olan, temel dili Türkçe olmakla birlikte, farklı dillerinde varolduğu bu milletin varlığını ve bekasını savunmak, gelişmesi ve güçlenmesini istemek, temel ve ortak inanç, değer ve taleplerini her şeyin üstünde belirleyici olarak görmek, milliliktir. Bu tanım çerçevesinde, milliliğin zıddı yani gayrı millilik, millete dayanmamak ve milletin şu ya da bu özelliğine karşı olmaktır. Bu anlamda ulusçuluk dahi, milletin dini inanç ve ahlaki değerlerini dışladığı ölçüde gayrı milli bir ideolojidir. Yine millilik, millete dayanmayı temel aldığı için, millete dayanmayan her tür siyasi proje, örneğin askeri vesayet rejimleri, bütün totaliter rejimler, oligarşik rejimler, gayrı millidir. Öte yandan negatif milliyetçilik ve kavmiyetçilik de özünde gayrı millidir. Zira milleti dar ölçülerle ayırmayı ötekiler üzerinde hegemonya kurmayı ve milli ve manevi değerleri ırkçı amaçları için kullanma dışında bir kenara atmayı içerir. Negatif milliyetçilik akımı genelde beyaz türklerin, öteki addettikleri, milletin parçası olan etnik unsurlara düşman olanların ve masonik seçkinlerin ideolojisi haline gelmiş, millici pozitif milliyetçiler kendilerini ve yollarını onlardan ayırmışlardır. Milli’liğin bir diğer özelliği ise; tabii olarak yabancı güçlere karşı bağımsızlığı savunmaktır. Fakat bu bağımsızlık, milli güçleri dışlayan bazı ulusçuların bağımsızlıkçılığı ile aynı şey değildir. Bu ulusçular kültürel olarak gayrı milli, yani batıcı oldukları ve manevi değerlere yabancı bulundukları için, bağımsızlığı milletin dünya milletleri arasında kendi varlığı ve amaçları ile onurlu bir yer sahibi olması şeklinde anlamazlar, sadece bir şekilde gasp ettikleri iktidarın, elden gitmemesi ve kimsenin onlara karışmaması olarak anlarlar. Yani ulusçu bağımsızlıkçılık bir ideolojik zümrenin keyfi hegemonyasını korumayı ifade eder, gerçek bağımsızlığı değil. Bu nedenledir ki, ülkemiz onların hegemonyaları altında malesef Avrupa’nın eyaleti, Amerika’nın sömürgesi ya da ulusçu zümrelerin keyfi hegemonya çiftliği olma seçenekleri arasında sıkışıp kalmıştır. Başka bir husus ise millilikle enternasyonalizmi zıt görme yanlışıdır. Küresellik ya da başka tip enternasyonal anlayışlar Eğer farklı köken ve kültürden ayrı din ve düşünceden bütün ülkelerin birlikte ve barışı içerisinde yaşamayı, imkanlarını ve kazanımlarını paylaşmayı içeriyorsa, bu yaklaşım bizatihi milliliğin zıddı değildir. Ancak yukarda tarif edilen millilik vasıflarını kaybedince gayrı milli bir zemine kayarlar. Siyonist ve emperyalist dünya hakimiyetini ve kendileri dışındaki bütün halkları köleleştirmeyi hedefleyen “Küreselcilik” elbette şeytanlıktır ve şer güçlerin bir amacı ve aracıdır. Millilik mevzuunun en kritik noktası, milleti temel almakla birlikte bir tür millet fetişizmine kayma riskinin olmasıdır. Yani millicilik; kendi içerisinde giderek bütün evrensel ve yerel değerleri dışlayan, çarpıtan ya da keyfine kullanan kendinden menkul despotik bir ideolojiye yol açabilir. Bu nedenle milliliğin, ancak ve sadece milletin biteviye onayı ve denetimine açık bir siyasal etiğe(tam demokrasiye)ve farklı millet seçkinlerinin temsil edildiği bir devlet felsefesine dayandırılması gerekir. Bu da seçim, referandum, sivil yerel inisiyatiflerin etkinliği ve çoğulculuğa dayalı bir siyasi-sosyal düzeni gerekli kılar. Özetle: milli olan millete dayanandır, milletin özgürleşmesine çalışandır, milleti global bir gerçek haline getirme amacıdır, milletin tek tek her ferdine değer vermek ve her koşulda milletin mensuplarını korumaya, yüceltmeye, güçlendirmeye çalışmaktır, Milli olan Türktür, Kürttür, Kafkastır, Balkandır, Ortadoğudur, Avrasyadır, Batıdır, Akdenizdir, Karadenizdir, Selçukludur, Osmanlıdır, Cumhuriyettir, Sünnidir, Alevidir, İslamcıdır, Solcudur, Ülkücüdür; milli olan, milletin hali ve ahvalidir, millete saygı duyan, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkandır. Milli olan gayrı milli güçlere karşı olandır, oligarşiye ve arkasındaki batılı emperyalistlerin ‘gizli görevlendirmelerini’ tanımayandır. Millet fetişizmine kaymadan, işte bu millilik tanımı çerçevesinde yeniden safları düzenlemek ve sorunlara bakış açısını tashih etmek; yaşadığımız sürecin, en önemli ve öncelikle fikri ve fiili teorik ve pratik çabası olmalıdır. Bütün ideolojik akımların budandığı bir dönemde, tüm namuslu kafaların kendi ideolojik tercihlerini korumak kaydıyla önce bu milli duruş ve algılama noktasında saflaşmaları ve kucaklaşmaları şarttır. İslamcıların, solcuların, ülkücülerin, liberallerin: içlerine sızan gayrı milli unsurları tespit ve tasfiye edebildiği ölçüde bu ülkenin islamcılığı müminlerin solculuğu emekçilere ve ülkücülüğü memlekete ve devlete hizmet eden ve birbirleriyle ülke sorunları konusunda paslaşabilecek ve paylaşabilecek olgunluğa erişen gerçek fikri akımlar olacaktır. İşte o zaman liberallik yada sosyal demokratlık bu akımların alt kanatları olarak gerçek yerini bulacak ve varolan güdümlü demokrasicilik oyunu yerine sahiden milletin kendi kendini yönetmesi geleneği başlayacaktır. Milli Restorasyon: İmkanlar ve Bakış Açıları Türkiye’nin geleceği üzerinde iddia sahibi olan tarafların çatışması ihtimal ki, küresel dengelerin yerli yerine oturması, özellikle Avrasyanın paylaşımının tamamlanmasına kadar devam edecektir. İçerdeki çatışma ise kesintisiz süreciktir. Hatta bunların sonunda muhtemelen iki ana partili yenilenmiş bir parlamenter düzenin ikamesi gündeme gelebilir. Öyle anlaşılmaktadır ki iki taraf içinde: TSK’nin siyasi ve ekonomik vesayetini törpülemek; ılımlı ve dış mihraklara bağımlı dış politika eğilimini güçlendirmek, bu sürecin en temel iki çatışma eksenidir. İşte Milli bir restorasyon perspektifi tüm bu realiteler bağlamında daha çok önem kazanmaktadır. Bu Milli bakış açısının temel çerçevesini ana hatlarıyla özetlemek gerekirse; 1.Milletin tümünü her kökeni, her görüşü temsil ve ifade eden bir Devlet aklı inşa edilmelidir. 2.Devlet çeperini işgal eden batı destekli oligarşik güçlerin imtiyaz, tazyik ve manipülasyonlarına direnecek dinamikler tekrar harekete geçirilmeli ve Anadolu insanının devlette göre alıp güçlenmesini içeren yeni bir elit dönüşümü ve kadro değişimi gerçekleştirilmelidir. 3.Düveli muazzamanın (Büyük devletlerin ve küresel organizelerin kendi) iç çelişkilerini kullanmaya ve yerli kartlarımızı güçlendirmeye ayarlı pro-aktif ve çok taraflı bir dış politika doktrini geliştirilmeli ve en az 50 yıllık bir stratejik vizyon belirlenmelidir. 4.Dış güçler ve oligarşik işbirlikçiler adına milletin elini kolunu bağlayan, güçsüzleştiren ve mülksüzleştiren politikalar; bütün uygulayıcıları ve sonuçlarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Milleti güçlendirecek siyasi, ekonomik ve sosyal reformlar uygulamaya konmalı, temel hak ve özgürlükleri sağlayacak tam demokratik ve hukuk temelli yeni bir düzen getirilmelidir. Parlamenter sistem, kademeli bir geçişle yarı başkanlık sistemine dönüştürülmelidir. 5.Statükocu güçlerin bağımsızlık, gevelemeleri 2.Tanzimatçıların değişim söylemleri, milli bir potada ve rotada sentezlenmeli, bu tarafların tahrip edici çelişkisi, modern, demokrat ve kalkınmış, bağımsız Türkiye projesiyle giderilmelidir. 6.Batılılaşma ve Avrupalılaşma politikaları terk edilmeli ve milli bir modernleşme perspektifi geliştirilmelidir. Dünyaya açık, modern değerleri içeren ve küresel trende dahil olabilen bir millilik anlayışı geliştirilmelidir. 7.Laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve etnik talepler gibi güncel sorunlar milli meşruiyet ölçüsü ile değerlendirilmeli ve çözülmelidir. Milli meşruiyet: milletin tek karar verici kılınması ve demokratik mekanizmalarla bunun sürekli teyit edilmesini gerekli görmektedir. 8.Devlet açısından, dirlik ve düzenin artık, baskıcı ve dayatıcı bir denetim ve kontrol yoluyla değil, bilinçli ve hür iradeli bir katılım ve toplam kalite artışını kolaylaştıracak tam bir hukuk düzeni sayesinde sağlanacağı gerçeğine uygun bir konsept değişikliği yapılmalı ve yerleştirilmelidir. Bu perspektifler çerçevesinde uzlaşılarak gerçekleştirilecek bir milli restorasyon, herhangi bir ‘taraf’ın değil, bütün Türkiye’nin çağ değiştirmesi anlamına gelecektir. Çünkü Artık düzen çürümüş ve çökmüş, dirlik birlik bozulmuş, hem statüko hem de sözde anti stotüko görünümlü batıcılık en ciddi sorun haline gelmiştir. Geç kalmaya ve ağırdan almaya gelmez Çünkü tarihin ve coğrafyanın tanıdığı zaman ve imkanlar tükenmektedir. Artık suni ve sentetik çelişkiler üzerinden ölecek ve öldürecek insanımız ve takatimiz kalmamıştır. Milli demokratik bir restorasyon: sahte seçim oyunlarını, particiliğe dayalı basit kabile kavgalarını, medya denilen manipülasyon tezgâhlarını ve rantiyeci komprador sermaye sınıfını da terbiye edecek şekilde; milli bir iradenin tecellisi olacaktır Türkiye yaşadığı bu toz duman ortamını, ancak ve önce: adil, asil ve asri yeni bir düzen kurucu, milli ve cesaretli bir hamle yaparak aşabilecektir. Ve aşmalıdır. Bu bakımdan Adil Düzen bütünüyle Milli Özellikler taşımakta ve evrensel projeler ortaya koymaktadır. Çünkü Adil Düzen: · Hem Milli · Hem İlmi · Hem İslami · Hem de insani esaslar yanında; Tabii ve tarihi yasalara dayanmaktadır. · Ve tarihi her zaman kötüler değil, bu sefer de iyiler ve Milli’ler yazacaktır. Tahminimiz ve temennimiz odur ki; bu kutlu ve mutlu değişim ise oldukça yakındır -------------------------------------------------------------------------------- [1] Al-i İmran: 104 [2] Ahmet Özcan Ağustos 2002 Yarın Dergisi |
|
04-12-2008, 18:09 | #5 |
YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI -1-
YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI
Dünya hayatı ve yaşam standartları, insanlık tarihi boyunca sürekli gelişmekte ve değişmektedir. İlim adamlarının ve araştırmacıların görevi: Değişmeyen doğruları esas olarak, değişen dünya şartlarına ve insanlığın sorunlarına uygun çözüm ve çareler üretmektir. İslam medeniyeti tarihine dikkatle bakınca şu gerçekler görülecektir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yeni ülkeler feth edilmiş, Arap olmayan başka kavimler İslam’a girmiş, Müslümanlar bir şehir ve site düzeni seviyesinden çıkıp dünya çapında büyük bir devlet haline gelmiş, haliyle yeni problemler zuhur etmiş ve bunların çözümü için de yeterli içtihatların yapılması gerekmiştir. Selçuklular döneminde şartlar ve standartlar daha da geliştiği ve değiştiği için, haliyle siyasi ve ekonomik yönden yeni düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı döneminde de, hem toprak ve arazi sisteminde, hem vakıflar gibi sosyal hizmet kurumları statüsünde, hem yönetim ve siyaset biçiminde, hem de askeri ve ekonomi stratejisinde gerekli yenilik ve değişikliklerin yapılması için gayret gösterilmiştir. Manevi rütbe, uhrevi sevap ve şeref dereceleri bakımından olsun ve yine takva ve teslimiyet ölçüleri açısından olsun, Ashab-ı Kiram’ın üstünlüğünü elbette kabul etmemiz ve onlara derin bir hürmet ve muhabbetle bağlılık göstermemiz mutlaka gereklidir. Ancak uygulanan sistemin genişlemesi ve gelişmesi açısından, Emevi ve Abbasi dönemi Asrı Saadetten, Selçuklu dönemi Abbasilerinden, Osmanlı dönemi ise Selçuklulardan daha mükemmel olmuştur. Ve şimdi bütün insanlığın ihtiyacına cevap verecek “Adil Yeni Dünya Düzeninin” de Osmanlı döneminden ve diğerlerinden çok daha üstün olması tabiidir... Ve bu durum zaten İslâm’ın da hedefidir. Aleyhisselatü vesselam Efendimizin pek çok hadislerinde haber verdiği ve müjdelediği “Mehdiyet ve medeniyet dönemi” de bunu göstermektedir. Ve zaten Müslümanları ve insanlığı yüzlerce yıl önceki şartlara ve o dönemler için hazırlanmış kalıplara uymaya zorlamak, nehirleri baş yukarı akıtmaya kalkışmak gibi bir divaneliktir. Müspet (ispat edilmiş ve kesinleşmiş) ilmin verileri, binlerce tecrübenin meyveleri olan insanlık tarihinin birikimleri... Aklı selimin ve vicdani kanaatlerin ortak ürünleri... Ve, hayret ve hayranlık uyandıracak şekilde bütün bunlara uygunluğu görülen : Kuran-ı Kerim’in açık hükümleri “değişmeyen doğrular” dır... Sünnet; Efendimizin hayat sisteminin ve stratejisinin esaslarıdır. Asr-ı Sadet ve Ashabın (ra) hayatı, “İslâmı nasıl anlamamız, uygulamada neleri esas almamız ve problemleri çözmede hangi yöntemleri kullanmamız”, hususunda kıyamete kadar örnek levhalarımızdır. İlim ve içtihat erbabının ve mezhep imamlarının mutlak doğrulara dayanarak ortaya koydukları prensipler ise, bizim genel düsturlarımızdır.” Bugüne kadar, İslâm’da “iman ve itikat esasları” en mükemmel şekilde ortaya konulmuş ve açıklanmıştır. Namaz, oruç, hac ibadetleriyle ilgili gerekli ve yeterli içtihat ve izahlar yapılmıştır. Genel “ahlak ve muaşeret” konuları ise en güzel biçimde anlatılmış ve yazılmıştır. Ancak ülke ve dünya şartlarına uygun yeni “zekat ve vergi sistemi” nasıl olacaktır? Helal ve hayırlı bir “banka ve kredi düzeni” nasıl kurulacaktır? İnsanlığa uygun bir “siyasi ve sosyal yapılanma” nasıl oluşacaktır? Çağımızın şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir “ilim ve eğitim biçimi” nasıl uygulanacaktır? Emeklilik, sendika ve sigorta işleri ve diğer sosyal hizmetler hangi kurum ve kurallara dayanacaktır? gibi sorulara cevap verecek ve bu tür sorunlara çözüm getirecek yeni ve ilmi içtihatlara ihtiyacımız bulunduğunu kabul etmemek, kafamızı kuma gömmektir. Çünkü Osmanlı dönemi zekat ve vergi sistemini bugüne aynen tatbik edemeyiz Selçuklu dönemi borç alıp verme düzeniyle, bugünkü banka ve kredi düzenini yürütemeyiz.. Abbasi dönemi usta-çırak ilişkilerini esas alan kurum ve kurallarla bugünkü işçi-işveren münasebetlerini, sendika ve sigorta hizmetlerini başa götüremeyiz. Asrı Saadet şartlarına uygun Suffa örneği ile veya sonradan geliştirilen medrese usulüyle bugünkü eğitim ve öğretim işlerine ve üniversite hizmetlerine çeki-düzen veremeyiz... Elbette bütün bu uygulamalardan ve şimdiye kadar her dönemde bu konularda yazılan ve yapılanlardan da yararlanacağız. Günümüz şartlarına tatbiki mümkün ve münasip olanları ise aynen alacağız. Ancak pek çok şeyin değiştiğini, geliştiğini ve hatta eskiden hiç olmayan yeni problemlerin zuhur ettiğini ve bütün bunların ilmin ve inancın ışığında yeniden değerlendirilip çözülmesi gerektiğini de unutmayacağız... Öyle ise, yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın ilmi, ahlaki, siyasi ve ekonomik sorunlarını çözecek ve her hususta yol gösterecek yeni bir dünya düzenine ihtiyaç vardır. Ve bu Adil Düzenin temel kaynağı ilim ve iman olacaktır. Efendimiz (sav) işaretiyle, Adem peygamberden bugüne benzeri görülmemiş ihtişamda bir saadet medeniyeti yeniden kurulacaktır. Ve bu mutlu netice, Kur’anın kerameti, Hz. Muhammed (sav) Efendimizin yeni bir mucizesi sayılacaktır. Sahabelerin ve müçtehit alimlerin ruhaniyeti de bundan memnun ve mesrur olacaktır. İnsanlığın Komünizmde arayıp ta elde edemediği, Kapitalizmin vaad edipte veremediği, gerçek barış ve adalet sistemi nasıl olacak, nasıl kurulacak ve uygulanacak? Sorularının cevabı olan “Adil Düzen” projeleri işte bu maksatla hazırlanmakta ve olgunlaşmaktadır. Eskiden ulaşım aracı olarak kullanılan at, katır ve deveye nispetle bugünkü uçaklar ve elektrikli trenler ne derece gelişmiş ve mükemmel ise... Eskiden haberleşme aracı olarak kullanılan atlı postacılara nazaran bugünkü telefon ve telsiz sistemi ne derece üstün ise... Eskiden bir usta ile çıraktan oluşan atölyelere göre bugün yüz binlerin çalıştığı muazzam fabrikalar ne kadar farklı ise... Eski hayat şartları ve standartları bugüne nazaran ne denli basit ve iptidai ise... Bugünkü dünya şartlarına ve bütün insanlığın her türlü ihtiyaçlarına cevap verecek bir Adil Düzen de, o günkü İslâmi modellerden elbette daha kapsamlı ve daha kâmil olacaktır. Ve bu durum farklı mektep ve mezhepleri kaldırmak değil, bilakis faaliyet sahalarını ve etki alanlarını genişletmek sayılacaktır. Açık bir gerçeğin ifadesi olan ve Kur’an’ın asrımızı aydınlatması sayılan bu ifadelere bakıp “Vay efendim bu sözlerde sahabeyi küçümseme var" veya "geçmişteki ilmi çalışmaları basit görme var (haşa)” gibi isnat ve iftiraları atanlar, ya bu gerçekleri anlayamayacak kadar bir akıl kıtlığına ve anlayış kısırlığına düçardır Veya maksatlı olarak, çağımıza barışın ve bereketin damgasını vuracak Adil Düzen programlarını gereksiz ve geçersiz gösterme hastalığına müptelâdır Ya da, ne İslâm’ı, nede çağımızı tanımayan, hala hayal aleminde dolaşan ve İslâm’ın tarih olmuş hatıralarıyla avunan bir zavallıdır... Bediüzzaman Hazretleri’nin önemli bir tespitiyle bitirelim: “Eski hal, artık muhal, Ya yeni hal, ya izmihlal” Yani eskiye dönüş, hayâldir ve imkânsızdır. Ya, yeniden ilmi ve insani bir düzen kurulacak veya çöküş kaçınılmaz olacaktır. Kenan Evren’in Teklifi ve Talihsiz Tepkiler Sn. Kenan Evren’in “Türkiye eyaletler sistemine geçebilir” tespit ve temennisini samimiyet ve ciddiyetle tenkit edenlere maalesef rastlayamadık. PKK uzantısı bölücü başları ve yandaşları kötü bir niyetle ve kendi sinsi hevesleri için istismar etmek gayretiyle sahiplenip alkışladılar. Bazıları da yine kötü bir niyetle ve “Türkiye’nin üniter yapısını bozabilir ve ülke birliği dağılabilir” endişesi taşıyor görüntüsüyle, bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Hatta bir kısım insanlar da, Kenan Evren’in bu beklentilerine, sadece, “Osmanlıyı hatırlattığı ve İslam medeniyetinden kaynaklandığı” için, sinsi ve sindirilmiş bir din düşmanlığı dürtüsüyle hücuma kalkıştılar. Halbuki Kenan Paşa, Almanya’daki Bavyera Eyaleti ziyaretinden ve ABD gibi Batıdaki örneklerinden etkilendiğini ve tarihi deneyimlerin de olumlu sonuçlar verdiğini zaten açıklamıştı. Maalesef bir takımları da, tenkit sınırını aşıp tahkire başladılar. Ve Sn. Evren’e hakaret için bunu bir fırsat saydılar. Kenan Paşa’ya karşı çıkanların büyük çoğunluğu, Türkiye’nin AB’ye vilayet ve BOP Projesiyle İsrail’e eyalet yapılmasını savundukları halde, şimdi Sn. Evren’in eyalet teklifinin üniter yapımızı bozacağını ileri sürecek kadar tutarsız bir tavır ve çifte standart ortaya koydular. Neredeyse; “Türkiye 7 coğrafi bölgedir” diyenleri bile vatan haini ilan edip bölücülük yapmakla suçlayacaklar Irki kökenlere, dinlere ve mezheplere göre eyaletler ayırmak veya parti kurmak zaten, hem hukuken hem de aklen ve vicdanen yanlış ve yasaktır. Ülkemizin üniter yapısının bozulmaya çalışılması konusunda haklı olarak duyarlı bulunan kimselerin bu teklife dikkatle yaklaşması anlaşılır bir tavır iken, Sn. Evren’e ateş püsküren çevrelerin çoğunun; ya konuyu kavrayamadıkları veya kasıtlı olarak çarpıtıp, sataşmak için bahane yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kenan Paşa mevcut, sistemin tıkandığının ve yeni bir açılım ihtiyacının farkındadır. Kendi gözlem ve deneyimlerine dayanarak, doğal ve sosyal bir sürecin normal gidişatını ve sonuçlarını tahmine çalışmaktadır. O’nun; “Türkiye’yi federasyonlara bölmek ve üniter yapımızı değiştirmek” istediğini söylemek, gülünç bir iddiadır. Oysa Kenan Paşa’nın bu tarihi teklifi içerisinde, tehli ve zararlı kısımlar bulunduğu gibi, çok gerekli ve yararlı tarafları da vardır. a) Ülkemizi federasyonlara ayırıp fiili bölünmeye hazırlık yapan hıyanet girişimlerini çağrıştırdığı ve karıştırıldığı için, buna “eyalet sistemi” yerine “Bölge Valilikleri” demek daha uygun olacaktır. Ki kendiside zaten bunu anlatmak istediğini açıklamıştır. b) Sn. Evren’in sözlerinin: “Eyaletlerin kendi başbakanlarını seçebileceği..” şeklinde yorumlanması: Almanya sisteminden etkilenmiştir ve Türkiye için münasip değildir. Bizce doğrusu; Belediye başkanlıklarıyla valiliklerin birleştirilip, illerin çifte başlılıktan kurtarılması ve valilerin yöre halkı tarafından seçilerek o makama taşınmasıdır. Ancak Bölge valilerinin ise Devlet Başkanı tarafından atanması ve böylece merkezi otoritenin ve üniter organizenin korunması lazımdır. Kenan Evren’in son günlerde gündeme getirdiği Türkiye için eyalet sistemi önerisi, federalizm tartışmalarını basınımızın ve aydın çevrelerimizin gündemine getirdi. Elbette ki düşünce özgürlüğü kapsamında her türlü düşüncenin seslendirilmesi ve tartışmaya açılması, desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi gereken bir davranıştır. Burada üzerinde durulması gereken nokta ise, trajikomik bir biçimde, düşünce özgürlüğü kapsamında desteklenmesi gereken kişinin, Türkiye’de düşünce özgürlüğüne en büyük saldırıyı yapmış bir cunta liderinden başkası olmamasıdır. Kenan Evren’in açıklamalarıyla eyalet tartışmalarının gündeme getirilmesi ve Evren’in Şahin Alpay gibi medyanın tanınmış simalarından alkış alması, gerçekten de, gülünmesi gereken mi, yoksa ağlanması gereken bir durum mudur bilemiyorum. Türkiye’de toplumsal barışa çözüm olarak eyalet sistemi önerisinin getirilmesi, en basit biçimde, cehalet ile açıklanması gereken bir gelişmedir. Türkiye veya başka bir ülkede federalizm ya da üniter yapı tartışmaları yapılmasını çok doğal karşılamak gerekir. Ancak, federalizm tartışmaları ile eyalet tartışmasını karıştırmamak gerektiğine inanıyorum. Federalizm konusu tartışılırken, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve bölgelerinde farklı eyalet yapılanmaları olduğunun bilinciyle tartışmaya katılmakta yarar vardır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki federal yapı ile Avrupa’daki ve özellikle Almanya’daki federal yapı arasındaki farkı bilmeden yapılacak federalizm tartışmaları, sonuç alıcı olmaktan uzak ve yüzeysel tartışmalar olmak durumundadır. Amerikan federalizmi, hareket noktası olarak farklı amaçlar ile ortaya çıkmış bir örnektir. ABD tipi federalizm, bağımsız olmak niteliklerinden vazgeçmek istemeyen küçük yönetim birimlerinin güçlü bir devlet yaratmak için egemenliklerinin bir kısmından vazgeçmeleri ile ortaya çıkmış bir devlet yapısıdır. Sonuçta, egemen küçük birimler, egemenliklerinden belirli ölçüde vazgeçerek özerk ya da otonom niteliklere sahip varlıklara dönüşmüşler, buna karşılık ise dış politika ve genel ekonomik politikaların oluşturulması anlamında güçlü, ancak küçük birimlerin özerkliğini tanıyan ve koruyan bir yapı olarak merkezi bir hükümet oluşumu ortaya çıkmıştır. Böylece, ABD tipi federalizmde, var olan bağımsız küçük birimlerin egemenliklerinden vazgeçerek güçlü bir merkezi hükümet oluşturmaları, ancak küçük birimlerin bütün yerel konularda özerk kimliklerini sürdürmeleri başarılmıştır. Bu nedenle, ABD tipi federalizm ile Avrupa federalizmi ya da Alman tipi federalizm arasındaki önemli farklılıkları açıklamadan, tartışmanın sonuç alıcı olması beklenmemelidir. Avrupa federalizminde, var olan bağımsız küçük birimlerin yeni bir merkezi hükümet yaratması söz konusu değildir. Avrupa federalizminde, mevcut merkezi hükümetin güçlü yapısını engellemek amacıyla daha sonradan küçük birimler oluşturulmakta ve merkezi hükümetin gücü azaltılarak Subsidiarity ilkesine dayalı bir yerelleşme hedeflenmektedir. Böylece, küçük birimlerin rızası ile sonradan kurulan merkezi hükümet yapısıyla var olan merkezi hükümetin güçlü yapısının dengelenmesini amaçlayan yerelleşme formlarını birbirine karıştırmamak gerekir. |
|
04-12-2008, 18:09 | #6 |
YENİ BİR DÜZEN İHTİYACI -2-
Dünyadaki federal ülkeler incelendiğinde, her ülkede farklı federal yapılar ve farklı amaçlarla oluşturulmuş federalizm biçimleri bulunduğu kolayca görülebilir. Örneğin, ABD’deki federalizmde küçük birimler, yetkilerinin bütünü ilgilendiren kısımlarını merkezi hükümete devrederken, özerk kalan küçük birimlerin ismi de State ya da Eyalet olarak isimlendirilmiştir. Almanya’da ise, mevcut merkezi hükümetin varlığı ilk başta söz konusu olup daha sonra merkezi hükümet tarafından kurulan yerelleşme ilkesine dayanan federal yapı oluşumları dikkati çeker. Bu tür federalizmde küçük birimler, Almanya’da Landers olarak isimlendirilerek merkezi yönetimin güçlü yapısını zayıflatmak yoluna gidilmiştir. Buradaki amaç ise merkezi hükümetin güçlü yapısını engelleyerek güçlü totaliter sistemlerin ortaya çıkmasının ve özellikle faşizm tehsinin engellenmesi hedeflenmektedir.
Dünyanın değişik bölgelerindeki federal yapılarda değişik niteliklere sahip küçük birimlerin isimleri de Kantonlar, Bölgeler ya da District’ler olarak farklı olabilmiştir. Bu gerçeklerin ışığında, dünyadaki farklı ülkelerde, farklı federal yapıların farklı biçimlerde ve amaçlarla ortaya çıkmasının nedenleri bilinmeden ve tartışılmadan, Türkiye için Eyalet sistemi önerilmesi, tek kelimeyle “cahilce” bir fikir jimnastiğinden başka bir şey değildir. Bu düşünceler doğrultusunda, Kenan Evren’in ne amaçla ve neyi ifade etmek için kullandığı bilinmeyen Eyalet kavramı ile gündemimize getirdiği federalizm tartışmalarını, bulanık suda balık avlamaya çalışanlarını yaptığı cahilce bir tartışma olarak değerlendirmekte sakınca yoktur.[1] Avrupa’nın Adaleti Srebrenica’da Defnedilmiştir Uluslar Arası Adalet Divanı’nın Bosna’da gerçekleştirilen soykırım konusunda Sırpları aklaması Avrupa’nın ayarını ortaya koymaktadır. Soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına dair 1948 yılında imzalanan sözleşmede yer alan tarifine göre Lahey Adalet Divanı’nın verdiği kararı “hukuksuz” ve haksızdır. Bu soykırım Batı destekli Sırpların gerçekleştirdiğini tüm dünyanın televizyonları başında seyrettiğini herkes hatırlayacaktır. Lahey Adalet Divanı’nın bir yandan soykırımı kabul ederken, diğer yandan bu soykırımı sadece Srebrenica ile sınırlandırılması ve faillerinin Sırplar olmadığına karar vermesinin anlaşılır bir mantığı bulunmamaktadır. “Bunun altında uluslar arası topluluk ile Birleşmiş Milletler’in soykırım “soykırım tekelciliği” ve Batının kahpeliği yatmaktadır.” Uluslar arası toplum ve Birleşmiş Milletler’in sadece Yahudilere yönelik yapılan holokost’u soykırım olarak tanıdığını, bunun dışında dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirilen soykırımlara gözlerini kapadığını artık herkes anlamıştır. Bu Hukuk Sistemi İflas Etmiştir Lahey`in, Boşnakların Sırbistan`a açtığı soykırım davasında aldığı karar, uluslararası hukukun emperyalizmin emrinde ve güçlü zalimlerin güdümünde olduğunu göstermiştir.. Bu karar görünüşte, Sırbistan devletini soykırım yapmak, planlamak veya soykırıma teşvik etmek suçlarından aklarken, Belgrad`dan Ratko Mladiç ve Radovan Karaciç`i USSM`ye teslim etmesini istiyordu. Bu karar aslında, herhangi bir uluslararası mahkemenin hangi zihniyetin otoritesi altında bulunduğunu simgeliyordu; aynı zamanda gizli bir pazarlık teklifi de içeriyordu. Bu pazarlığın şartlarına göre, aklanmasının karşılığında Sırbistan, MOSSAD’ın resmen şube açmasına izin veriyordu. Bosna Hersek`in Uluslararası Adalet Divanı`nda açtığı dava, tarihte bir devletin diğerini soykırımla suçladığı ilk örnekti. Aynı zamanda, daha ziyade uzun süreli sınır anlaşmazlıkları, egemenlik ve uluslararası hukukun daha `kolay` alanları gibi konularda hakemlik yapmaya alışkın olan Uluslararası Adalet Divanı`nın karşılaştığı ilk soykırım davası oluyordu… Yargılama ile Srebrenitsa`nın 7 bin kurbanının, davalarını savunacak bir uluslararası forum bulunduğu sanılıyordu. Ama bütün dünya aldanıyordu ve hiçe sayılıyordu… Türkiye’nin Siyaset Kültürü ve Demokrasi Bugün Türkiye’de demokrasinin işleyişinde önemli sorunlar yaşanmaktadır ve sistem tıkanmıştır. Bu sorunların nedenleri, siyasal sistemin işleyişinden başlamakta; hukuk devleti ilkelerinin uygulanamamasına, adaletsiz gelir dağılımına, hak ve özgürlükler üzerindeki baskılara kadar uzanmaktadır. Demokrasilerin gelişmesinde, siyasal kültür ve onun ahlaki kökleri önemli bir rol oynamaktadır. Siyasal kültür demokrasiyle uyum içinde olduğu zaman, demokratikleşmenin önündeki engeller daha kolay kalkmakta, demokrasi gelişip büyüyecek zemin bulmaktadır. Siyasal kültürü: “insanların içinde yaşadıkları toplumun yönetimiyle ilgili algı, ilgi, bilgi, değer ve eylemleri ile bunları etkileyen maddi ve manevi şartların bütünü” olarak tanımlanmak lazımdır. Siyasal kültür genellikle, bütünsel kültürün siyasal yönleri olarak da algılanmaktadır. Böyle bir yaklaşıma katılmayan Duverger, siyasal kültür kavramını daha açık bir hale getirmek için onun bütünsel, yerel ve alt kültürlerle ilişkilerinin kurulması gerekliliğini vurgulamaktadır. Bir toplumun siyasal kültürü, toplum üyelerinin siyasal nesneler karşısındaki değerleri ve yönelimleriyle, siyasal semboller hakkındaki ampirik inançlarından oluşmaktadır. Siyasal kültür bir yandan kamusal olaylardan diğer yandan da özel deneyimlerden beslenmektedir. Siyasal kültür, bir toplumun temel siyasal değerlerine de biçim vermektedir. Almond ve Verba 1958/1963 yılları arasında ABD, İngiltere, Almanya, İtalya ve Meksika’da yaptıkları araştırmada “siyasal kültür demokrasinin gelişmesine destek mi yoksa engel mi oluyor?” sorusuna cevap aramışlardır. Araştırma sonucunda üç ayrı siyasal kültür düzeyi saptanmıştır: Yerel kültür, tebaa kültürü ve katılımcı kültür. Bu sınıflamada katılımcı kültür tipinin olduğu ve yaşandığı toplumlarda demokratik işleyişin de varlığı saptanmıştır. Katılım, seçme, denetleme, ilgi ve bilgi sahibi olma gibi davranışlar çoğulcu ve katılımcı kültürlerde görülmektedir. Ülkemizdeki siyasal kültür ortamına baktığımız zaman çok ciddi eksiklikler hemen göze çarpmaktadır. Bu eksiklikler de öncelikle siyasal kültürümüzün “bize özgü” olan niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasal kültürümüzün belli başlı özelliklerini İlter Turan, “Türkiye’de Demokrasi Kültürü” isimli makalesinde şöyle sıralamaktadır: * Toplumumuz kendini dayanışmacı bir cemaat olarak algılamaktadır. Toplum kendi içinde yeterince farklılaşmamıştır. Herkes kişiliğini topluluk içinde bulduğu, topluluk dışında algılayamadığı bir bütün olarak görmektedir. Bu durum da siyaset alanını yakından etkilemektedir. Farklılaşmanın ifadesi güçleşmekte, farklılaşmanın dile getirilmesi bölücü bir eylem olarak değerlendirilmektedir. Düşünce üzerine sınır koyma eğilimleri de artmaktadır. Toplumda ortalamadan sapan davranışlara ve görüşlere karşı hoşgörüsüz bir tutum takınılmaktadır. * Toplumsal hayatımız, sosyal, siyasi, iktisadi ve diğer alanların ayrışmadığı bir bütün olarak algılanmaktadır. Bu algılama sonucu toplumsal hayatın bütün alanları siyasetle ilgili görülmekte ve siyasetin müdahale alanının kapsamı çok genişletilmektedir. Demokratik sisteme taşıyamayacağı kadar büyük yükler yüklenmektedir. Toplumda siyasetin sınırı bu anlayış yüzünden belli değildir. Vatandaş hertürlü isteğinin devlet tarafından karşılanmasını beklerken, devlet de kendisinde her alana sınırsız müdahale hakkını görmektedir. Hertürlü isteğin devlet tarafından karşılanmasının beklenmesi beraberinde herşeyin siyaset aracılığıyla elde edilebileceği düşüncesini de getirmektedir. Bu da demokrasinin işleyişini zorlaştırmaktadır. * Toplumumuzda merkezi devlet dışında, özerk kurumlar veya topluluklar yeterli düzeyde bulunmamaktadır. Devlet, kendisi dışındaki kurum, kuruluş ve topluluklar karşısında kayıtsız bir üstünlüğe sahip olarak görülmekte, bunlar devlete tabi olması gereken birimler olarak değerlendirilmektedir. Halbuki, demokrasilerde özerk kurum ve topluluklar devletin desteğine, onayına gerek duymaksızın varlıklarını sürdürebilmekte, siyasal sürece kendi inisiyatifleriyle katılabilmektedirler. * Siyasal kültürümüzde ayrıca “siyasal seçkincilik” anlayışı da görülmektedir. Siyasal seçkincilik, belirli nitelikleri haiz kişilerin toplumu yönetmekte özel hak sahibi olduğuna ilişkin bir anlayıştır. Merkezden değişim modeli, niteliği itibariyle, seçkinci bir toplumsal değişme modelidir. Bu modelde toplumsal değişmenin öncülüğünü bürokrasi ile aydınlar yapmakta ve bunlar doğruyu, iyiyi, güzeli kendilerinin bildiklerini varsaymaktadırlar. Oysa günümüzde böylesine “merkezden değişim modeli” terkedilmiştir. Türkiye’de özellikle bürokrasinin hâlâ böyle bir işleve sahip olduğu görülmekte; gelişmiş demokrasilerde kamu hizmetkarı niteliği ağır basan bürokratlar ülkemizde devletin topluma göre üstün bir konumda olduğu ideolojisini ön plana çıkarmakta ve bu davranış da toplum tarafından ne yazık ki fazlaca yadırganmamaktadır. Bu da siyasal kültürümüzde demokrasiyi zedeleyen önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü gibi siyasal kültürümüzün farklı düşünce ve fikirlere tahammülü olmayan, bürokratik ve masonik gizli dikta yapılanmasını aşamayan, rejimi merkez alan, özgürlükleri baskı altında tutmaya çalışan yapısı nedeniyle, ülkemizde demokratikleşme yönünde kağıt üzerinde birtakım düzenlemeler yapılsa da bunların hayata geçirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Demokrasi kültürünün ülkemizde yerleşebilmesi için öncelikle mevcut siyasal kültürümüzün bu hastalıklarından kurtulması, hatta kanserleşen urların atılması lazımdır.[2] Çünkü felçli ve yamuk ellerle ve eğri bir cetvelle, doğru çizmek imkânsızdır. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Yrd. Doç. Dr. Birol Ertan / Milli Gazete / 12.03.2007 [2] Abdullah Özkan / Milli Gazete |
|
04-12-2008, 18:11 | #7 |
ADİL DÜZEN, DENGE DÜZENİDİR -1-
ADİL DÜZEN, DENGE DÜZENİDİR
Adil Düzen; Her dinden her kavimden, her görüşten ve her sınıf ve seviyeden bütün insanların, birlikte barış ve bereket içinde yaşama düzeni ve herkesin temel insan haklarıyla kişisel hürriyetlerini, başkalarına zarar vermeden kullanma disiplinidir. Zaten İslâm da, “silm” kökünden, barış demektir. Evet İslâm; hayatın ve hakikatin kendisidir. Huzur ve hürriyetin reçetesidir. İslâm, medeniyetin ve insaniyetin ilahi rehberi ve tarifesidir. Çünkü; İslâm hem Hak ve ilahi dinlerin ortak ismidir. Hem, her asırda kâmil ve adil bir düzen öngörmektedir. Hem de birbirine zıt ve karşıt gibi görünen durumlar arasında, gerçek bir denge ve yüksek bir ahenk oluşturan ve her türlü dışlamayı ve düşmanlığı barıştıran bir mutluluk ve sonsuzluk müjdesidir. Bu bakımdan Adil Düzen: 1- Maneviyatçılıkla akılcılık arasında, 2- Sabitlikle değişkenlik arasında, 3- Madde ile mana arasında, 4- Fert ile cemiyet arasında, 5- Adalet ile hürriyet arasında, Yani “bireylerin hürriyetleriyle başkalarının hakları ve haysiyetleri” ortasında uyum ve denge kurmuş, asla barışmaz ve bir arada olmaz zannedilen kavram ve kurumları uyuşturmuş... Dünyaya huzur ve emniyet, ölüme ise hayat ve ebediyet kazandırmayı amaçlamış ve bunlardan bir bütün oluşturmuştur. “ADİL DÜZEN, maneviyatçılıkla akılcılık arasındaki dengedir”: Zaten dinimizin temel kaynağı ve asıl dayanağı Kur’an da dengeyi esas alır. Sünnet ise Kur’anın ilk yorumu ve örnek tatbikatıdır. Ancak bu temel ve genel esaslar hem aklıselime, hem ahlaki ve vicdani ölçülere hem de müspet ilme bütünüyle uygun bulunmaktadır. Bu bakımdan Adil Düzende din-devlet çatışmasına, iman-ilim zıtlaşmasına, ahlâkla hukuk farklılığına asla yer yoktur. İslâm’ın son ve mükemmel din olmasının sırrı ve hikmeti de zaten burada yatmaktadır. İmam-ı Gazali’nin dediği gibi İslâm’ın en önemli gayesi: Dini, hayatı, aklı, nesli ve mülkiyeti korumaktır. Bu nedenle Adil Düzen de ilahi prensiplerle ilmi ve akli neticeler uyuşmaktadır. ADİL DÜZEN; “sabit” likle “değişken” lik arasında dengedir: İslâm bütün hayatı kuşatan ve her konuda sağlam ve sabit esaslar koyan bir din olmakla beraber, değişen ve gelişen şartlara göre bu temel ve genel esaslara uygun olarak içtihat ve ruhsat kapısını da açık bırakmıştır. Bu bakımdan İslâm’i hayat; kaynağı Kur’an konusu insan, prensipleri ideal, tatbikatı kolay ve pratik, metotları ilmi, ruhu demokratik (katılımcı), modeli toplumcu, sahası şümullü ve evrensel, tabiatı enerjik ve canlı olan bir yapıya sahiptir. Ve zaten insan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve temsilcisidir. Allah’ın C.C. temel ve genel kanunlar koyması, ilim ve ehliyet sahibi insanların da bunlara dayanarak gerekli ve yeterli kurallar yapması da hilafetin başka bir ifadesidir. ADİL DÜZEN; Madde ile mana arasında dengedir. Adil Düzen’in en önemli özellik ve üstünlüklerinden birisi de, madde ile mana arasında köprü kurması ve bunların bir bütün halinde ele alınmasıdır. Mü’minin duası ve davası: “hem bu dünyada en iyiye ve en mükemmele ulaşmak, hem de ahirette en güzele kavuşmaktır.” Adil Düzen; insanın fıtratındaki (yaradılışındaki) şehvet, lezzet, ünsiyet (sevgi) gibi duygu ve değerlerini körletmeyi ve kirletmeyi değil, bunları mubah ve meşru yollarla tatmin etmeyi ve geliştirip güzelleştirmeyi amaçlar. Ve zaten İslâm’ın koyduğu kanun ve kurallar da hayatı disiplinize etmek, başıboşluğu ve sorumsuzluğu önlemek ve her türlü zorluğu gidermek içindir. Zira : “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez" “Allah yükünüzü hafifletmeyi ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” Akıllı insan dünyası için ahretini, ahreti için de dünyasını terk etmeyen yani her ikisine de hakkını veren insandır... “Dünyadan nasibini unutmamak ve Allah’ın kulları için yarattığı helal ve güzel nimetleri haram kılmamak”ta Kur’anın emridir. “Bu bakımdan, ilimden cehalete, refahtan sefalete, adaletten zulmete, hürriyetten esarete, izzet ve şereften horluk ve zillete meyleden hiçbir şeyin İslâmiyet’te yeri ve değeri yoktur.” İman, istikamet ve iyi niyetle beraber kişinin okuması, çalışması, kazanması, dinlenmesi, eğlenmesi, uyuması hatta ailesiyle oynaşması bile bir nevi ibadet hükmüne geçmektedir... İnsanın ibadet yapması çalışıp kazanmasına, takva sahibi olması siyasetle uğraşmasına, zikir ve tarikat ehli bulunması, cihat ve teşkilat hizmetlerine katılmasına, manevi ilimlerle uğraşması müspet bilimler sahasında çalışmasına, samimi ve dindar biri olması sanat ve sporla meşgul olmasına asla mani değildir. Bu dünya aslında her yönden bir olgunlaşma evi, ahireti ve ebedi saadeti kazanma yeridir. Namaz, oruç, zekât, zikir gibi müspet ibadetler ise iman akülerini dolduran ve insana kuvvet ve gayret kazandıran manevi güç kaynaklarıdır. ADİL DÜZEN; Fert ile Cemiyet arasında bir dengedir: Adil Düzen; fertlerin hakkını ve hürriyetini cemiyet adına gasp eden Sosyalizm ile, toplumun menfaatlerini fertlere feda eden Kapitalizme nazaran orta bir yol takip eder. Bu bakımdan Kur’an Müslümanları “vasat (orta) bir ümmet, adil ve mutedil bir millet” olarak tarif eder. Barış toplumunda birileri çoban, diğerleri koyun sürüsü değildir. Tam tersine herkes kendi çapında bir yöneticidir. “Hepiniz birer çobansınız ve raiyetinizden sorulacaksınız” hadisi bu gerçeği ifade etmektedir. Toplumun her üyesi bir vücudun azaları gibidir. Birisinin sorunu ve sıkıntısı diğerlerine de sirayet edecektir. O halde hepsinin birbirine ihtiyacı var demektir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (sav) “Cemiyetin içine karışan, insanlara faydalı olan ve onlardan gelen sıkıntılara katlanan kimselerin, toplumdan uzaklaşıp kendi başına ibadetle uğraşan kişilerden daha hayırlı olduğunu” söylemiştir. Adil Düzen, kişisel hürriyetlerin devlet otoritesi adına engellenmesine karşı çıktığı gibi, özgürlük ve demokrasi hatırına anarşi ve başıboşluğa da fırsat vermemiştir. ADİL DÜZEN; Adalet ile Hürriyet arasında dengedir. Adil Düzen; insanlara gerekli olan her türlü hürriyet ve serbestiyeti tanımakla beraber bu hakların başkalarının zararına kullanılmasını önleyecek ve toplumu disiplinize edecek kurallar getirmiştir. Yani bireysel özgürlüklerle toplumsal güvenceyi dengelemiştir. Herkesin yaşama hürriyetini ve can emniyetini korumak için kürtaj ve katliam yasaklanmış, Çalışıp kazanma hürriyetini ve mal emniyetini korumak için faiz, kumar ve rüşvet kaldırılmış, Namus emniyetini, aile saadetini ve nesil garantisini korumak için fuhuş ve cinsi sapıklıkların önü tıkanmış, Akıl emniyetini ve fikir hürriyetini korumak için içki ve uyuşturucu yasaklanmış, İnanma ve inancını yaşama hürriyetini korumak için de “Dinde zorlama” ya fırsat tanınmamıştır. Ve bu hususlara uymayanlar en ciddi ve caydırıcı tedbirlerle engellenmiş ve uyarılmıştır. İşte bütün bu gerçekler ışığında diyoruz ki; Adil Düzen insanlığın saadet ve selamet projesidir. Tarihin hiçbir döneminde insanlık “barış” düzenine bu denli ihtiyaç göstermemiştir. Üzülerek görüyoruz ki, yeryüzündeki zulüm ve sömürü düzeni insanlığı korkunç bir vahşet ve sefalet cehennemine sürüklemiştir. İslâm’ın yeniden anlaşılması, çağımızın ihtiyaçlarından kaynaklanan ve ilmi temeller üzerine kurulan adil bir düzenin biran evvel hakim kılınması yolunda yapılacak girişim ve gayretler ise hizmetlerin en yararlısı ve ibadetlerin en hayırlısı bilinmelidir. Bu konuda çağımızın en büyük hukuk bilginlerinden ve Londra Üniversitesi profesörlerinden Count Leon Ostrorog’un şu samimi ve ilmi itiraflarına kulak verelim: “Mantıki ve ilmi yapısı açısından düşünülecek olursa, Kuran’a dayanan İslam Hukuku, bugüne kadar okuyup araştırılanların hayranlığını kazanmış olan mükemmel bir sistemdir. Her şeyden önce Peygambere inen vahiy hüküm olarak kabul edilmiştir. Hem Arapça gramer kaideleri, hem de mantık ölçüleri açısından fevkalade kesin ve net görünen ve çeşitli vesilelerle değişik konularda ard arda gelmesine rağmen bu hükümler arasında bir kusur ve tezat bulmak imkansızdır. İnsanlığın koyu bir cehalet ve zulmet içinde kıvrandığı bir dönemde bugün bile benzeri halâ yapılamamış bu denli adil ve mutedil kuralların konulması ve temel insan hak ve hürriyetlerinin korunması bizleri hayretten de öte şaşkın bırakmaktadır. 8. ve 9. Asrın doğulu İslâm düşünürleri pek çok ihtiyaçlarında ferdi hürriyetlere şahıs ve mülkiyet dokunulmazlığı temellerine dayanan ve tüm insan haklarını koruyan kuralları dinlerinin esası saymışlardır. Hatta “kutsal emanet” sayılan hilafet ve hükümet makamının bile toplumla yapılan anlaşma esaslarına ve adil icraat şartlarına uymadığı taktirde ilga edilmesi ve değiştirilmesi gerektiği kararına varmışlardır. Savaş ve barış hukukunda olsun, devletler arası anlaşmalar sahasında olsun ve özellikle bireysel hak ve özgürlükler konusunda olsun, biz batılıların binlerce yıl sonra bile hala ulaşamadığımız ve okuduğumuz zaman utandığımız çok yüksek ve örnek doktrin ve değerler ortaya koyan ve bunları başarıyla uygulayan Müslümanlardır ve önünde saygıyla eğildiğim İslam hukuk nizamıdır.” Ama maalesef bu günkü Batı medeniyeti ve onun kötü bir taklidi olan ülkemiz yönetimi insanlığı demokrat köleler haline getirmiştir. DİN’ DE ZORLAMA YOKTUR .. Adil düzenin, Müspet İlim, Aklıselim ve tarihi birikim... gibi temel kaynaklarından birisi olan “Din” de zorlama ve dayatmayı değil, özgür iradeyi ve gönül tercihini esas alır. Bu nedenle İslamın bazı özelliklerini hatırlamakta fayda vardır. İslam dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir. 1. İman ve itikat, esasları, 2. İbadet ve istikamet, düsturları, 3. Ahlak ve muaşeret, hususları, 4. Hayat ve Muamelat, kanunları Muamelat (tabii hayat) konusu ise: a) Hukuk ve adalet, b) İktisat ve ticaret, c) Hükümet ve siyaset, d) İlim, eğitim ve marifet, e) Sanayi ve zanaat, f) Dengeli ve güvenli sosyal hayat, prensiplerini içermektedir. |
|
04-12-2008, 18:12 | #8 |
ADİL DÜZEN, DENGE DÜZENİDİR -2-
Yani İslâm; hem “din” dir, hem de “Adil bir düzen öngörmektedir” dir. Kur’an ve sünnet bize itikat, ibadet ve muaşeret hususları yanında, Adil ve kâmil bir düzenin temel esaslarını da öğretmektedir.
Ne var ki İman ve İbadet kısmı “özel”dir, samimiyetle inananlar için geçerlidir. Ama “düzen” kısmı “evrensel” dir ve herkes için gereklidir. Ayrıca “din”de zorlama yok, ama “düzende” zorlama vardır. Şimdi İslâm’da hangi hususlarda zorlama (mecbur tutma) yoktur ve yine hangi durumlarda mecburiyet ve müeyyide vardır? konusunu biraz daha açalım: A - İnsanları imana çağırmak hususunda “tebliğ ve ikna” vardır, ama zorlama ve mecbur tutma yoktur ve yanlıştır. “(Ey Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi, mutlaka iman ederdi. (Allah imtihan gereği onları serbest bıraktığı) halde, sen insanları iman etmeleri için zorlayacak mısın? (Hayır) Allah’ın izni olmadan (gerçeği araştırıp Hakka teslim olmadan) hiç kimse iman edemez. O (Allah) akıllarını kullanmayan (ve nefsi hevalarına uyan) ları (imandan ve İslâm’dan mahrum ve) murdar kılar” gibi birçok ayeti kerime iman etmeleri için insanları zorlamanın yanlış ve yararsız olacağını bildirmektedir. Zira inanmak akli kanaat yanında bir gönül işi ve vicdani tatmin meselesidir. Hakkı arayan ve hayrı arzulayan kimselere Allah’ın hidayet ve inayetidir. Aslında insan fıtratı ve tabiatı imana meyilli ve müsaittir. Bize düşen sadece insanların aklını ve vicdanını harekete geçirmek ve imana davet etmektir. B - Dine sokma ve Müslüman yapmak için de zorlama ve sıkıştırma yoktur: “Din(e sokmak) için zorlama yoktur. Zira doğrulukla sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmış (Hidayet ve dalalet yolları açıklanmış) tır. O halde her kim tağutu (şeytani düzen ve davranışları terk ve) inkar edip, Allah’a (İslâm dinine ve hayat disiplinine) iman (ve itaat) ederse (artık o) asla kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.” Bir kişiyi veya topluluğu döverek veya tehdit ederek Müslüman olmaya zorlamak veya bizzat mecbur tutmak yasaktır ve yanlıştır. Çünkü o taktirde insanlar mümin değil münafık olacaktır. Yani gerçekte aklı yatmadığı ve inanmadığı halde, zorlama sonucu zahiren inanmış görünecek ve daha tehli bir konum alacaktır. İslâm’da cihat ise insanları zorla İslâmlaştırmaya değil, fikir hürriyetine ve insanların özgür tercihine mani olan unsurları ortadan kaldırmaya ve her din ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamaya yönelik bulunmaktadır. C - İbadet hususunda zorlama yoktur “Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” ayetinde de ifade buyrulduğu gibi, ibadette aslolan gönülden inanarak, ihtiyaç ve iştiyak duyarak ve Allah’tan sevap umarak yapılmasıdır. Müslümanları, küçük yaştan itibaren ibadet ve istikamete yönlendirmek, çevremizdekilere manevi hayatı sevdirmek, dini disiplin ve terbiyeyi yerleştirmek üzere ve özellikle çocuklarımıza ve yakınlarımıza gerekirse kızmak, azarlamak, küsmek ve uzaklaşmak ve hafifçe uyarmak ve inzar (ahiret hayatıyla korkutmak) gibi tedbirler elbette lazımdır. Ancak devlet ve kanun zoruyla insanların namaza ve oruca mecbur edilmesi gibi bir hüküm yoktur ve böyle bir durum zaten yanlış ve imkansızdır. Çünkü insanların beş vakit namaz kılıp kılmadıklarını ve yine oruç tutup tutmadıklarını takip etmek mümkün olmadığı gibi, takip edilemeyen suça herhangi bir ceza tatbik etmekte mümkün olmayacaktır. Sadece Müslüman olduğu ve mazereti bulunmadığı halde, ramazan ayında tahrik niyetiyle açıkça oruç yemek, Cuma saatinde ve mescit mahallinde gürültü etmek gibi çevresine kötü örnek olan ve mukaddesata hakaret sayılan ve laubalilik aşılayan davranışlar elbette uyarılır ve önü alınır. Zorlama ile yapılan bir ibadetin faydası ve sevabı olmadığı gibi, yine zorlama ile yapılan bir küfrün ve işlenecek günahında cezası yoktur. “Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka...(ona bir günah yoktur)” “Kim (cariyelerini zinaya) zorlarsa bilmelidir ki bu mecbur tutulmalarından sonra Allah onlar için bağışlayıcı ve merhametlidir.” Hatta ekonomik, sosyal ve siyasal bütün kurum ve kuralları batıl ve bozuk olup, idarecileri de zalim ve kafir olan bir cahiliye döneminde ve düzeninde, resmi ve fiili bir baskı ve zorlama olmasa da, devletin ve düzenin dolaylı olarak yönlendirmesi, teşvik ve tahrik etmesi sosyal ve ekonomik şartların mecbur hale getirmesi sonucu işlenen ama vicdan azabı çekilen günahların da bağışlanacağı umulmaktadır. Sihirbazların Hz. Musa’ya iman ettikten sonra firavuna dönüp: “Bizim (hem) bilmeden yaptığımız hatalarımızı (hemde) senin bize zorla yaptırdığın sihir günahımızı bağışlaması umuduyla Allah’a iman ettik” demeleri de buna işarettir. Çünkü sihirbazlar firavunun zalim ve kafir olduğunu, kendilerini kullanıp sihir gösterileriyle halkı uyutup aldattığını biliyorlardı. Firavun bu hizmetlerine karşılık sihirbazlara makam ve menfaat sağlıyor, dolaylı da olsa sihirbazlığa teşvik, hatta elinden gelipte yapmayanları tehdit ediyordu. Bugünkü çağdaş firavun düzenlerini destekleyen, halkın faiz ve fuhuş peşinde sürüklenmesini ve sömürülmesini temin eden medya sihirbazları da aynı günahın sahipleridir. D - Düzende ise zorlama kaçınılmazdır. Bütün beşeri sistemlerde olduğu gibi Adil devlet düzeninde de müeyyide (yaptırım), ve gerekirse toplum huzurunu korumak için konulan kanun ve kuralları zorla uygulama ve suçluları cezalandırma elbette olacaktır. (Not: Adil Düzen, ilahi bir düzen olmayıp, müsbet ilimle beraber, dini ve ahlaki değerlerden de yararlanarak hazırlanmış beşeri bir projedir. Yani asla “Kutsal ve değişmez” değildir.) “Nihayet hak geldi (İslâm’ın adalet kuralları belirlendi), onlar istemedikleri halde Allah’ın emri (ve) Kur’anın hükmü zahir oldu (ve adalet yerini buldu)”, ayeti de bu gerçeği işaret buyurmaktadır. “Ey iman edenler Allah’a itaat edin Resulüne (itaat edin) ve sizden olan (Kuranın hükmünü uygulayan) ulülemre (devlet yetkililerine ve adalet düzenine) de itaat edin.” ayeti, istemesek bile kanun ve kurallara uymak zorunda kalabileceğimizi. “İstemeyerek infak etmeleri”ni bildiren ayeti kerime nefsimiz hoşlanmasa da zekat vergisini icabında devletin zorla alabileceğini, “Hoşunuza gitmese de cihat size farz kılındı.” ayeti askerlik için vatandaşın zorlanabileceğini. Ve yine; “Eğer (faiz yasağına) uymazsanız Allah ve Resulünün (faizcilere) açtığı savaştan haberiniz olsun.” ayeti faiz ve kumarın yasaklanabileceğini, Zina, hırsızlık, yaralama ve cinayet suçlarının mutlaka cezalandırılması gerektiğini göstermektedir. Ve bunlar, bir düzenin disiplini ve yürümesi için zaten gereklidir. Konuyu özetlersek: I - “İlim” de tartışma ve ispat etme esastır. II - “Din” de ise ikna ve inandırma vardır. III - “ Düzen” de ise müeyyide (yaptırım) ve icap ederse zorlama kaçınılmazdır. İslam ise hem "din" dir. Hem "Adil bir düzenin temel esaslarını içermekte" dir. Hem de "İlim" dir... Öyle ise, her bir kısmı için, ayrı bir metot ve mantığın bulunması tabidir. Bu ilmi ve İslami gerçekler ortada dururken kurulacak Adil Bir Düzenin "bütün vatandaşları, Müslüman olmaya zorlayacağı, Müslüman olmayanlara hayat hakkı tanımayacağı, ve herkesi namaz, oruç, gibi ibadetlere mecbur tutacağı" gibi yanlış ve yanıltıcı iddia ve isnatlar, kafaları karıştırmaya yöneliktir. Demokrasi ve Laiklik adına hiç bir sistemin veremediği temel insan hak ve hürriyetlerini, Adil Düzen gerçekleştirecektir. İmani ve ahlaki değerleri yerleştirmek dahil, her şeyi kanun zoruyla ve devlet baskısıyla yapacaklarını sanan ve savunan müslümanların bu yanlış tutum ve tavırları da halkın ürkütülmesinde önemli ve olumsuz bir etkendir. ANAYASAYA LAİKLİĞİN, TÜRKÇE TANIMI YAZILSIN.. “Laiklik”in doğum yeri kabul edilen Fransa da; başörtüsü sorunuyla ilgili tartışmalar üzerine; “Laikliği araştırma” komisyonu kurulduğu TV. Haberlerinde dinlemişsinizdir. Yani Fransa bile, Laikliğin ne olduğu konusunda hala net bir tanım yapabilmiş değildir. Zaten Dünyanın hiçbir ülkesinde laiklik kavramının kesin ve açık bir tarifi yapılamadığı gibi; adil bir tatbiki de gösterilememiştir. Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tiyniyetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir. Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir. Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir. Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabiî ki gereklidir. Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir. Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir. Ancak; Laiklik; Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve adetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa, bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğim böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulanamayacaktır. Ve bu açıdan, hâlihazır anayasamız da... Diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır... Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır? Halbuki, hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir. Böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama: • Önce, Devlet-Millet barışını bozacak • Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak • Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak • Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak • Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası, hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır... Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise, maalesef, Türkiye’dir. Nisan 2004 teki Milli Egemenlik ve Siyaset Sempozyumu sırasında Recep T. Erdoğan’ın “Batıda bir söz vardır: parayı veren akıbetine hakim olur” ifadeleri; Türkiye’nin, IMF’nin verdiği borç paralarla nasıl esir alındığının, bir nevi dolaylı itirafı gibidir. Laiklik bahanesiyle, başörtüsüne, İmam-Hatip lisesine sataşanların… Ve gelişmeleri Kur’ani bakış açısıyla değerlendiren ve doğruyu söyleyenlere savaş açanların, özellikle AKP iktidarı döneminde mantar gibi ve izinsiz olarak çoğalan kiliselere ve masum bir din tebliği yerine, Türkiye’yi sömürgeleştirmeyi amaçlayan misyonerlik faaliyetlerine niye ses çıkarmadıkları üzerinde dikkatle düşünmelidir. Zaten AKP bu gibi sorunları çözmenin değil, istismar etmenin peşindedir. Ve yine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Denktaş’ın “Annan Planıyla bağımsızlığımız elden gidiyor” sözlerine karşı “Hangi egemenlikten bahsediyorsun... Bir kasa portakal satamıyorsun… Ülkende futbol maçları yapamıyorsun” şeklindeki sömürge valisi tipi talihsiz tepkisi de bu AKP hükümetinin ve faizci-IMF’ci ve AB’ci zihniyetin, Laiklik ve demokrasi demagojileriyle ülkemizi ve geleceğimizi hangi karanlık neticelere sürüklemek istediklerini taze bir göstergesidir. Öyle ise; acilen ve kesinlikle: • Evrensel hukuk kurallarına • Temel ve genel insan haklarına • Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına • Halkımızın inanç ve ahlak esaslarına Uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi anayasamıza yazılmalıdır. Ki, her önüne gelen, Laikliği keyfince yorumlamayıp yozlaştırmasın... Bu laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın... Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın... Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Atatürk Tevhidi Tedrisat Kanununu, o dönemde Türkiye’de yaygınlaşan ve kendi dilleriyle eğitim yapıp Hıristiyan kültürünü aşılayan yabancı okulların tahribatından gençliğimizi kurtarmak ve Milli Eğitim programıyla neslimizi koruma altına almayı amaçlamıştı. Ama ondan sonra gelenler, Atatürk’ün çıkardığı bu yasayı, tam aksine Milli ve manevi eğitim veren İmam-Hatiplere karşı kullanmaya başladılar. |
|
04-12-2008, 18:19 | #9 |
İLİM ve İÇTİHAT -1-
İLİM VE İÇTİHAT
İlim, her türlü ihtiyaç ve sorunlarımızı gidermeğe yarayan bilgiler, alim ise yeterli ve gerekli bilgileri bilen ve üreten şahsiyettir. Dil gramer ve matematik gibi alet ilimlerini öğrenmek ve öğretmek, irşat ve ikaz edici vaazu nasihatler etmek, şuur ve heyecan verici nutuklar söylemek te gerekli ve güzel olmakla beraber, asıl ilim adamından beklenen ahlaki, siyasi, iktisadi ve içtimai (ekonomik ve sosyal) konulardaki sorunlarımıza çözüm üretmektir. Sadece sorunları sıralamak ve "çare İslam’dır, çözüm Kur`an’dadır" gibi sloganların arkasına sığınmak, veya asırlar öncesi geçmiş dönemlere ait uygulamaları öğrenip tekrarlamak, ama bu günümüze ait yeterli ve tutarlı hiç bir ciddi programı ortaya koyamamak ilim adamına yakışan bir tavır değildir. Velhasıl, ilim adamı mevcut sorunlarımıza uygun ve uygulanabilir çözümler üretebildiği kadar kıymetlidir. Şimdi "ilim"le ilgili kavram ve kuralları hatırlatalım. A - İLİM: Herhangi bir konudaki bilgi ve belgeler bütünüdür. İlimi: a) Nazari: Sadece görüş halinde bulunan, tatbik edilip denenmemiş, teorik. b) Subuti: İspat edilmiş, deneylerle gerçekleşmiş. Yani müsbet ilim. c) Ameli: İşlemek şeklinde, fiiliyata yönelik, pratik. d) Hikemi: Felsefi ve tasavvufi görüşlere ait olmak üzere 4 bölüme ayırmak mümkün ve münasiptir. B- İÇTİHAD: Kelime manası olarak, cehd kökünden, "bir amaca ulaşmak ve doğruyu bulmak için bütün gücüyle çalışıp çabalamak" demektir. Bu maksatla, gerekli prosedür ve prensiplere uygun olarak sabır ve sükûnetle araştırmak, kafa yormak ve yeterli altyapıya (temel alet ilimlerine) sahip olmak icap etmektedir. Öyle ise içtihad: insanların ahlaki, siyasi, sosyal ve kültürel, ekonomik ve güvenlik sorunlarına gerekli ve gerçekçi çözümler üretme gayretidir. C - DELİL (Dayanak): İlim ve içtihat mutlaka delillere dayanmalıdır. Deliller ise genelde iki kısımdır: 1 - AKIL. 2 - NAKİL. 1- AKLİ DELİLLER: a) Müşahedeler: Bizzat görüp şahid olarak edinilen bilgiler ve belgelerdir. b) Tespitler: Denenip, tatbik edilerek bulunan gerçeklerdir. c) İlim: Herhangi bir konuda okuyarak veya başkasından duyarak edinilen bilgilerdir d) Araştırma: Bir konuda doğruyu bilmek veya çözüm üretmek üzere yapılan ilmi ve ciddi gayretlerdir. 2- NAKLİ DELİLLER: a) Kitap: Kur`anı Kerimin herhangi bir konudaki açık ve kesin hükümleri b) Sünnet: Hz.peygamber Efendimizin sahih sözleri, işleri ve takriri c) İcma: ilim ve ehliyet sahiplerinin bir konu üzerindeki ittifakı. d) İçtihad: Kuran ve sünnet gibi değişmeyen mutlak doğruları esas alarak, değişebilen şartlara ve muğlak (kapalı) durumlara uygun ve çağdaş çözümler üretme, gayretidir. "İCMA" ise, 4`e ayrılır: 1 - Muhkem: Tüm dünyadaki ulamanın ittifak ettiği icmalar, 2 - Mutemet: Ülke çapındaki ilim erbabının ittifak ettiği içtihadlar, 3 - Muteber: Bir bölge bazındaki mütehassısların ittifak ettikleri ilmi kararlar. 4 - Muhtemel: Pratisyen araştırmacıların ittifak etlikleri kanaatleridir. D - ÇÖZÜM: İlmi çözümleri 3’e ayırabiliriz; 1- Şahsi (özel) çözüm. 2- Herkes için(genel) çözüm, 3- Tahmini ve tedbiri çözüm (gelecek için farazi fıkıh) • Çözüm için, izlenecek yol ise şöyledir. 1 - Sorunların tespit ve tahlil edilmesi, 2 - Sorunların önem ve öncelik sırasına göre dizilmesi 3 - Öneri ve çözümlerin derecelendirilmesi. 4 - Kontrollü ve uygulamalı olarak çözüm önerilerinin denenmesi. E - İLMİ İÇTİHADLARIN OLGUNLAŞMASI: Dini ahlaki, siyasi, iktisadi ve içtimai her konudaki ilmi içtihadlar şu basamaklardan geçerek olgunlaşır: 1 - Delilleri Toplama: Bu safhada konunun uzmanı olan herkese sorulur. İlgili yazılı kaynaklara başvurulur. Bu basamakta ilim adamı ve araştırmacıya kibir ve istiğna (kendini yeterli görme ve başkasına ihtiyaç hissetmeme) yakışmaz. Tevazu ve yardımlaşma esastır. 2 - Delilleri Tartışma: Bu safhada toplanan deliller (bilgi ve belgeler) kuvvet derecesine göre dizilir. Önemli ve öncelikli deliller üzerinde konuyu bilenlerle tartışmaya girilir. Bu tartışmalara katılan ilim adamı kendisini başkasıyla eşit görmeli. Ama karşısındakilerden yararlanmasını da bilmelidir. 3 - Delileri Eleme: Bu safhada ilim adamı kendi başına karar vermeye ve doğru çözümü elde etmeye yönelir. Bu basamakta kendisine güvenmeli, vicdani kanaatine ve bilgi birikimine uygun hareket etmelidir. 4 - Kontrol Etme: Bu safhada ilim adamı, vardığı sonuçları ve verdiği kararları bir daha dikkatlice gözden geçirmeli, aynı konuda başka alimlerin içtihatlarıyla kendi içtihatlarını karşılaştırma yoluna gitmeli, kendi kanaat ve kararının mutlak doğrulara ve mevcut şartlara uygunluğunu ve uygulanabilirlik şansını gözden geçirmelidir. 5 - Karar Verme: Bütün bu Safhalardan sonra ilim adamı kesin kararını verir ve yöneltilen eleştiri ve endişelere ilmi ve ikna edici cevaplar yetiştirir. 6 - Tedris ( Öğretme.): İlim adamı kesinlik kazanan bu bilgileri başkalarına ders vermeğe ve öğretmeğe ve bunların uygulanması gerektiğine etrafını ikna etmeye başlar. Yapılan ilmi itirazları dinler ve cevaplar verir. 7 - Organize ve Tatbik Etme: Bu ilmi içtihatları belleyen ve benimseyen ilim adamları arasında ortak bir organize kurulur. Ve bu ilmi programların uygulanma şansı ve şartları oluşturulur. (Bu noktada cihat ve teşkilât söz konusudur.) E - İLMİN MERTEBELERİ: 1 - Kesin Bilgi: Bu beşeri bir icmadır. Bütün dünyada kabul edilen ilmi esaslardır. Tartışılmaz doğrulardır. Bu tür bilgiler asla değişmez durumdadır. 2 - Bilgi: Bunlar ülke çapındaki (kavmi) icmadır. Daha geniş bir icma ile değişebilme özelliği vardır. 3 - Kesin Karar: Rasih ulemanın içtihadıdır. Yani “yeterli, derinlikli ve üstün yetenekli” ilim erbabının kararlarıdır. Araştırma ve tartışmalar sonucu olgunlaşmıştır. 4 - Görüş - Kanaat: Fakih ulemanın içtihadıdır. Yani yüksek bilgi birikimi ve kavrayış sahibi alimlerin görüşleridir. Bununla amel edilmekle beraber araştırmaya devam edilmelidir. 5 - Kapalı: Araştırmacı (muhakkik) alimlerin içtihadıdır. Bununla amel edilmez. Mecburi araştırma yapılacaktır. 6 - Belirsiz: Sadece okuyucu tabakanın görüş ve kanaatleridir, mutlaka araştırmaya muhtaçtır. 7 - Bilinmez: Ami (avamdan) ve kimselerin tahmin ve tahayyülleridir ki, geçersizdir. SONUÇ; İlmi bir içtihad yapmak ve doğru karara varmak için iki önemli unsur vardır. 1 - Mefhum. 2 - Metod. 1 - Mefhum (Kavram) : Herhangi bir konuda ilmi ve isabetli bir sonuca varmak, doğru ve değerli bir çözüme ulaşmak için önce o konudaki sağlam ve sapmaz mefhumları (kavramları) bilmemiz gerekir. Okunduğu veya duyulduğu zaman, aklı yatan herkesin aynı şeyleri anlayıp inandığı temel ve genel kavramlar olmadan gerekli ve gerçekçi çözümlere ulaşmak imkansız gibidir. İslam alimlerinin Kur`an ve sünnetten çıkardıkları İmanı ve ilmi mefhumlar, bütün sorunların çözümüne esas olacak birer anahtar yerindedir. 2 - Metot (Usul): Bir ilmin veya tekniğin geliştirilmesinden önce, mutlaka öğrenilmesi gereken esas ilimleri ve başlangıç bilgileri yanında, o konudaki problemleri çözmek yeni ve yeterli sonuçlar üretmek için gerekli olan bazı prensip ve yöntemlere de ihtiyaç vardır. Usul / metot dediğimiz bu genel kaide ve kurallar, ilmi temel ve tecrübelerle kesinlik kazanmıştır. Usul-i Tefsir, Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis bunların başlıcalarındandır. Müspet ilimlerde "Mefhum ve metot" oldukça önemli ve gerekli olan unsurlardır. Sadece akli araştırmalara ve Labaratuvar sonuçlarına dayanan bugünkü batı medeniyeti Kur`ani kavramlardan ve insani amaçlardan mahrum bulunduğundan, artık tıkanma ve tükenme noktasına ulaşmıştır. Akıl yanında nakli de esas alan ve Vahye dayanan yeni İslam medeniyeti, biriken dünya sorunlarını çözüme ve insanlığı özlenen günlere kavuşturacaktır. G - KELİME KAVRAMLARIN YOZLAŞMASI. Yeni oluşan bir sistem ve medeniyetler, kendisinden önceki düzen ve dönem içerisinde kullanıla gelen bir takım kelimelere, yeni manalar yükleyerek, özel kurumlar yanında, orijinal kavramlar da geliştirirler. Aslında hiç bir dil / lisan ne kadar zengin olursa olsun, biribirinden farklı sistemlerin hepsine birden, tamamen yeni ve orjınaI kelimeler veremez. Öyle ise, sistemleri teşkil ve temsil eden unsurların, ortak bir lisan disiplini oluşturması gerekir. Her sistem bu ortak kelimeleri alır, kendi amaçları istikametinde kullanılır ve onlardan özel ve orjınaI bir “kelimeler ve kavramlar ağı” oluşturur. İşte İslam dini ve medeniyeti de cahiliye döneminde öteden beri bilinen ve konuşulan "Allah, İslam, iman, küfür, Nebi, Resul, akıl, Kerem, takva, cihat" gibi kelimelere, öylesine yeni ve orijinal anlamlar yüklemiş ve öylesine yeni ve özeI kavramlar meydana getirmiştir ki, kıyamete kadar gelişen bütün zamanlara ve bütün şartlara ışık tutacak İlmi, İmani, ahlaki, siyasi ve iktisadi bütün sorunlara çözüm ve çareye esas olacak bir "değişmez doğrular" bütününü insanlığa hediye etmiştir. Hicri 3. Yüzyıldan itibaren, zaten çok zengin ve mükemmel bir dil olan Arapçayı, Kur`an ışığında inceleyen ilim adamları, ondan 8 ayrı ilim dalı (ulum-u Semaniye) çıkarmışlardır. 1- Ses ve ahenk ilmi: TECVİT 2- Kelime ilmi: LÜGAT 3- Çekim ilmi: SARF 4- Cümle İlmi: NAHİV 5 - Mana İlmi: MEANİ 6- Dil Üretme İlmi: BEYAN 7- Edebiyat İlmi: BEDİİYAT 8- Birleştirme İlmi: TELİF - MANTIK |
|
04-12-2008, 18:19 | #10 |
İLİM ve İÇTİHAT -2-
Yapılan ilmi araştırma ve karşılaştırmalar, Kur`anın kelime hazinesinin, kendisinden önceki cahiliye Arabistan`ındaki 3 ayrı ve farklı sistemin bir nevi bileşimi olduğunu, ancak bütün bu kelime kalıplarına yepyeni, değişmez ve eskimez manalar doldurduğunu göstermektedir. Bunlar 1 - Saf ve sade bir hayat süren göçebe bedevîlerin kullandıkları kelimeler, 2- Mekke ve Medine`de yerleşik tüccar ve soyluların konuştukları kelimeler, 3 - Arabistan`da yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların kullandıkları ve Arap diline kattıkları kelimeler....
Bu kelimelerin bir kısmını tek tek ele alıp inceleyelim. Örneğin Allah ismi, cahiliye Araplarınca da biliniyor ve kullanılıyordu. Ancak onların konuştuğu "AIlah" kelimesi Kur`an’daki "Allah" (CC) kelimesinden çok farklı bir anlam taşıyordu. Cahiliye Araplarına göre Allah yeri göğü yaratan ve diğer şefaatçı tanrılardan (put ve tagutlardan) daha büyük olan, ancak etki ve yetki alanı sınırlı bulunan bir varlığı ifade ediyordu. Kur’an’daki "Allah" (CC) kelimesi ise, öyle tanrılar hiyerarşisindeki baş tanrı değil (haşa), varlığı gerçek olan, her şey elinde ve emrinde bulunan, kudreti her şeyi kuşatan, kullarının imani, ahlaki, siyasi ve iktisadi hayatlarına ait kanun ve kurallar koyan, tek ve mutlak bir Rab`dir. Kur`anda geçen kitap, melek, nebi, resül, ahiret, takva, salat, zekat vb. bütün kelime ve kavramlar, "Allah" ismiyle mutlaka irtibatlı ve çok çeşitli daireler içerisinde bütün bunlar biri biriyle bağlantılıdır. Yine cahiliye Arap inancında melekler "yarı tanrı" niteliğinde ve cinlerin üstünde bir varlık kabul ediliyor ve haşa "Allahın kızları" olarak biliniyordu. Oysa Kur`andaki "melek" ler Allahın mahluku olan ve ona kullukta bulunan nurani varlıklardır. İslam öncesi Arap lisanında, "Takva", hayvanların ve insanların, dışarıdan gelecek tehdit ve tehlere karşı kendini koruma ve savunma davranışı anlamında kullanıldığı halde, Kur`an Iisanında ise "Takva" her türlü küfür ve kötülükten sakınmayı ve gerçek manada Allahtan korkmayı ve her haliyle ona teslim olmayı ifade eden geniş ve genel bir kavramdır. Cahiliye döneminde küfür - kefere: bir gerçeği örtmek ve şükretmenin zıddı olarak nankörlük etmek manasına kullanıldığı halde Kuran lisanında ise, imanın zıddı olan inkarı ifade eder ve çok önemli ve anlamlı bir anahtar kelimedir. Cahiliye Lisanında "Cihat" dünyalık kazançlar ve kuru kahramanlıklar için yapılan zorIu çabaları ifade ettiği halde, Kur`anda "Hak ve adaleti hakim kılmak ve Allahın rızasına ulaşmak için yapılacak samimi ve ciddi gayret ve hizmetleri" anlatır. Eski Arapların şöhret ve şehvet yolunda gösteriş için yapılan harcamalara "Kerem - cömertlik" demelerine karşılık İslam bu düşünce ve davranışı fazilet değil bir rezalet kabul etmiş ve "Kerem" kelimesine, "hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için yapılan iyilik ve ikram" manasını yüklemiştir. Açıkça görülüyor ve anlaşılıyor ki Kur`an dili ve İslam medeniyeti cahiliye döneminde kullanılan ve konuşulan kelime ve deyimlere özel ve orijinal manalar yüklemiş ve yepyeni kavramlar türetmiştir. Arapcanın şaşılacak derecede zengin bir kelime hazinesine sahip olması ve mevcut kelimelerden yeni kelime ve kavramlar üretmeye de oldukça müsait bulunması da bu işi kolay hale getirmiştir. Ama maalesef giderek Kur`andan uzaklaştıkça, içten ve dıştan tahribatlar arttıkça zamanla islami kavramların yozlaştığını ve içi boşalan cevizler gibi, sadece kavramların kalıbı ve kabuğu olan kelimelerin elimizde kaldığını görüyoruz. Bugün üzülerek belirtelim ki müslümanlar arasında "Allah, peygamber Kitap, İslam, cihat" gibi kavramlar maalesef, İslam öncesi cahiIiye dönemi insanlarının kullandığı manalar da anlaşılmaya başlanmıştır. Pek çok müslümana göre "Allah", ibadet ve ahiret işleriyle uğraşan ticaret, siyaset memuriyet ve adalet konularına karışmayan kısaca yeryüzünü tagutlara bırakan bir "gök tanrısı" gibidir. Yine bazı müslümanlara göre "peygamber" sadece güzel ahlak örneği sayılan ve Arap şeyhi görünümünde olan ve hele devlet ve hükümet işleriyle hiç alakası bulunmayan ve her işini mucizelerle yapan bir efsane kahramanı yerindedir. "Kur`an" ise, yükseklerde korunan, ölüler ve hastalara okunan tılsımlı, esrarengiz ve anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir dua kitabıdır. "Cihat", nefsini kurtarmak ve ibadet yapmak maksadıyla tenhalara kapanmak veya Kurs binası ve cami inşasıyla uğraşmaktır. "Hayır"; mermer panolara ve büyük harflerle adını yazdırmak ve reklâmını yaptırmak üzere para harcamaktır. "Takva"; külah takmak, sarık sarmak ve cübbe kuşanmak yani derviş rolü oynamak ve göstermelik davranışlarda bulunmaktır. Masonları ve İslam düşmanlarını seçip iktidara getirmeğe "hikmet ve maslahat" denilmiş. Zalimlere ve batıl zihniyetlere boyun eğmek ise, tevekkül ve teslimiyet zannedilmiştir. Bu yanlış ve yozlaşmış değerleri ve anlam bakımından dejenere olmuş kelimeleri yeniden gerçek amacına ve Kur`ani anlamına kavuşturmak ve insanımızı bu kavram kargaşasından kurtarmak ise, ilim ve cihat erbabının vazifesi ve çilesidir. "Kelime"lerin İslahı ve Evrensel boyut kazandırılması Toplumların arzuladığı, amaçladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve dengeleri ifade etmek için yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir. Laiklik" ve demokrasi" de bunlardan birisidir. Laiklik; devleti ve düzeni, din adamları sınıfının ve din istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din ve mezhep mensuplarının birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak amacını ve anlamını belirten, evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir. Demokrasi ise, halkın her kesiminin aktif ve etkin olarak ülke yönetimine katılması, zorbaların ve devrim yobazlarının köleliğinden kurtulması ve insan onuruna yakışır bir hürriyet ve hizmet ortamının hazırlanması heves ve hayalinin bir simgesi ve sistemi olarak dile getirilmektedir. Bu iki anlam ve amaç, temelde İslamın da ruhuna uygun düşmektedir. "Din de zorlama yoktur. Çünkü doğru ile yanlış açıklanmıştır." "Sizin dininiz size, benim dinim banadır" ayetleri bu amaçtaki laikliğe, "Onların (yönetim) işleri aralarında şura (danışma ve dayanışma) iledir. Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaş(acak ve haklarını koruyacak kurum ve kuralları oluşturmak ta)dırlar" ayetleri ise yine bu anlamdaki demokrasiye uygun görülmektedir. Ne var ki yeryüzünde ve özellikle ülkemizde, bugüne kadar laiklik adına çoğunlukla din düşmanlığı yapılmış, dindarlar hayattan ve hükümetten dışlanmış ve laiklik; "din dışılık veya İslama düşmanlık" şeklinde uygulamıştır. İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denilince dindarların kafasında hemen zulüm ve zorbalık algılanmaktadır. Ve yine Demokrasi pek çok ülkede ve Türkiye` mizde, diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle yürütülmesi, krallığın firavunlardan karunlara (sömürücü sermaye ağalarına) devredilmesi, mutlu ve dayatmacı bir azınlığın, demokratik köleler olan çoğunluğa hükmetmesi şeklinde yozlaştırılmıştır. Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen, laiklik ve demokrasi hala insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık “din-devlet barışmasını, farklı dinlerin bir arada yaşamasını” haklı olarak arzulamaktadır. Öyle ise müslüman ilim ve fikir adamlarına, İslamcı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar "laiklik ve demokrasi" diye arayıp ta bulamadığı arzulayıpta ulaşamadığı "değerlerin ve dengelerin" İslamda bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır. Bu İslami doğruları ve değerleri ise bugün insanlığın ortak malı haline gelmiş olan ve herkes tarafından kullanılan ve savunulan laikllik ve demokrasi gibi evrensel "kelimelerle açıklanması gereği vardır. Yani laikliği ve demokrasiyi İlmi ve insani değerlere uygun yorumlamamız lazımdır. Daha doğrusu bu kelime kalıplarına adil ve evrensel kavramaları yerleştirip topluma öyle sunmamız bir ihtiyaçtır." Böylece; a) Hem zaten bilinen ve peşinen kabul edilen bazı "kelimeler" le tabii gerçekleri ve insani gerekleri anlatmamız kolaylaşacaktır. b) Hem de "silm - barış" medeniyetinin evrensel bir boyut kazanması ve insanlığın ortak değerleri halini alması mümkün olacaktır. Öyle ise bazı kelimelerden korkmak ve kaçmak anlamsızdır. Ve zaten insanların bildiği ve benimsediği bazı ortak "kelime" lerle onlara yaklaşmak Kur`anın hükmü ve tebliğin şartıdır. "Deki; Ey ehli kitap sizinle bizim aramızda müşterek ve müsavi olan bir " KELiME " ye gelin" ayeti bu gerçeği anlatmaktadır. Zira her ne kadar Yahudi ve Hıristiyanlarla, Müslümanların Allah inancı ve kavramı çok farklı ise de, en azından Allah’ın varlığını ve ahiret hayatını kabul eden ortak "kelime" leri bulunmaktadır. Evet Hıristiyanların ve özellikle Yahudilerin "Bazı kelimeleri YERLERİNDEN DEĞİŞTİKLERİNİ" haber veren ayetler, onların doğru kelimelere yanlış kavramlar yüklemiş olduklarına ve böylece haksız ve ahlaksız uygulamalara yöneImiş bulunduklarına işaret etmektedir. Bize düşen o kelimeleri gerçek anlamına ve evrensel amacına uygun yorumlamak ve tebliğimizi bu yollarla insanlığa ulaştırmaktır. "Allah batılı imha eder ve Hakkı Kelimelerle ortaya koyar " ayeti de bazı gerçekleri insanIığın benimsediği ve ortak değeri haline getirdiği keIimelerle anlatmak gerektiğine izin işaret buyurmaktadır. Zaten, Allahu zülcelal hazretleri "Kitabı ( Kura-nı ) Hak ve Mizan olarak indirilmiştir" Yani Kuran` ın evrensel kuralları asla "değişmeyen ölçü" dür. Her şey ona göre düzenlenecek ve değerlendirilecektir. Bu nedenle Laiklik ve Demokrasi gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelimeleri ve kavramları yozlaşmaktan ve yanlış uyguIamaktan kurtarıp bunların ıslahına çalışmak ve insanlığın hizmetine sunmak, hem güzel, hem de gereklidir. Çünkü İslam, insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek içindir. Peygamberler de bununla görevlidir. "Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür" gibi kolaycı ve kaçırıcı ucuz kahramanlıklara soyunmak yanlıştır ve tebliğ metoduna aykırıdır. Ve bu " kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak, veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır. Hem bakınız laikliği din düşmanlığı, demokrasiyi de sermaye krallığı şeklinde uygulayan hain ve zalim çevreler: "Din, iman Allah, Peygamber, Hak, Hukuk" gibi İslami ve Kur`ani kelimelerimizi kullanmaktan korkup kaçınıyorlar mı? Hayır, tam tersine bu doğru ve değerIi kelimeleri yanlış ve değersiz amaçları için sıkça kullanıyor ve istismar ediyorlar. Ve bu mühim ve mübarek kılıfların içini boşaltıp, batıl ve bozuk manalar yüklüyorlar. Öyle ise "laiklik ve demokrasi" gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da bizim sahip çıkmamız ve bunları ilim ve inancımız açısından yeniden yorumlamamız ve bütün insanlığın hayrına çalışmamız hem caizdir, hem de gereklidir. “MEZHEP VE DİN” ÜZERİNE Bir sohbet sırasında 31 Mart Milli Gazetede Ebubekir Sifil’in “Mezhep ve Din” başlıklı yazısı Ahmet Akgül Hocamıza soruldu. İlgili yazı getirilip birlikte tekrar okundu. Hocamız bazı yerlerin doğru anlaşılması için parantez içinde açıklayıcı ifadeler koydurdu ve buna Ebubekir hocanın da memnun kalacağını-latife yolu- hatırlatmış oldu. Ve özellikle şu konuların üzerinde duruldu: Ebubekir Sifil’in ehlisünnet çizgisinin ve gerçek İslam düşüncesinin saptırılma girişimlerine karşı; himmet ve haysiyet sahibi, bir ilim adamı hassasiyetiyle cevaplar vermesi gereklidir, yüreklidir ve takdir edilecek bir dini gayrettir. Ancak “Mezheplerin din telakki edilmesi” yani özellikle üzerinde icma hâsıl olmamış bazı içtihat ve fetvaların: “Asla değişmez, önemini ve özelliğini yitirmez” zannedilmesi ve bir nevi muhkem ayet ve mütevatir hadis gibi görülmesi… Ve zaman mekân ve şartların değişmesiyle veya yeni ihtiyaç ve standartların belirmesiyle, bunlara uygun ve uygulanabilir yeni çözüm ve çarelerin ortaya konması, özellikle itikat ve ibadet dışında kalan muamelat konularında baş gösteren belirsizlik ve yetersizliklerin giderilip, sosyal ekonomik, siyasal ve hukuki ihtiyaçların karşılanması gereğinin ve gerçeğinin “Mezhepsizlik” veya “Modernistlik” diye, gösterilmesi de elbette yanlıştır ve insafsızlıktır. İslam’ın gözden kaçan çok önemli iki özelliğinin: 1- Hukuk ve adalette “İçtihat” dönemini getirip değişen ve gelişen bütün şartlara ve ihtiyaçlara uygun içtihatların yapılmasını; İlim adamlarına görev olarak yüklediğini ve hamdolsun bunun alimlerimizce çok ciddi ve sağlam sistem ve disipline bağlandığını. 2- Hükümet ve yönetimde ise “Cumhuriyet” dönemini getirdiğini: Hz. Peygamber Efendimize (sav) yerine hiç kimseyi resmen ve alenen tahin etmeyip sahabenin ve ümmetinin “Kendilerini yönetecek kimseleri, yine kendi hür iradeleriyle seçebilme yolunu ve sorumluluğunu gösterdiğini ve böylece cumhuriyet kapısını açtığını daha önceki sohbetlerimizde anlatmıştık, kitaplarımızda yazmıştık” buyurdu. Şimdi Ebubekir Sifil hocanın yazısının ilgili kısmını aktarıyoruz: Ancak bu sırada yaygın olarak kullanılan bir kalıp ifade var ki, bu yazının esas konusunu o ifade teşkil ediyor: “Mezheplerin din telakki edilmesi…” Usul-i Fıkıh dediğimiz ilim dalı için “Dinî ilimlerin temelidir” dense sezadır. (Nitekim bunu diyen Usul âlimleri mevcuttur.) Bu ilim dalının mahiyetini kavramadan “mezhebin neliği” üzerinde konuşmak beyhudedir. Hatta sadece “beyhude” değil, yanlış sonuçlara götüreceği için “yanlış”tır. “Anlama faaliyetinin temelini oluşturan bu ilim dalı bize, sadece Kur’an ve Sünnet’in “ahkâm”a ilişkin nasslarının nasıl anlaşılması gerektiği sorusunun cevabını vermekle kalmaz, aynı zamanda “sistemli düşünme” melekesi de kazandırır. Çünkü Fıkıh “Din bilgisi” ise, onu nasıl elde edeceğimizi öğreten ilim dalı olmadan Din hakkında sistemli bilgi edinmek mümkün olmaz. Bugün yaşadığımız zihnî karmaşanın temelinde işte bu “sistemsizlik” vardır. Söz gelimi herhangi bir konuda Din’in ne dediğini öğrenmek için bir Kur’an fihristini alıp, ilgili konudaki ayetleri alt alta sıralayarak bir sonuca varmak bugün izlenen en “geçerli/gözde” (ama yetersiz ve yetkisiz bir) yöntemdir. Oysa ayetlerin gramatik yapısı, nüzul tarihi, bağlamı, vaz olunduğu mana bakımından, kullanıldığı mana bakımından, manaya delaletinin açıklık/kapalılığı bakımından durumları… gibi temel parametreleri göz ardı ederek alt alta sıraladığımız ayetlerden hareketle bir sonuca varmanın “Ben yaptım, oldu”dan farklı bir manzara tevlit etmeyeceği açıktır. Elbette bu söylediğim, meselenin sadece bir boyutu. Hakkında nass bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceğinden içtihad ve taklid ahkâmına kadar pek çok konu da Usul ilminin ilgi alanı içindedir. Herhangi bir Usul-i Fıkıh kitabını, konuların ve ibarelerin içinde kaybolmadan ve temel endişeyi sürekli teyakkuz halinde tutarak kavramadan “mezhep” olgusunun künhüne vakıf olmak mümkün görülmemektedir. Şu halde bu konu hakkında merakı olanların sadece Fıkıh/Mezhepler Tarihi ile ilgili kitapları okuması yeterli değildir. Behemehal Usul sahasına da girilmeli ve ehil bir hocadan bu sahayla ilgili kitaplar tahsil edilmelidir. Mezhep-Din ilişkisi ancak böyle bir tahsil sonucunda sağlıklı bir şekilde kavranabilir. İslam’ın modernizasyonu sürecinin, “mezhep hassasiyetinin tasfiyesi” ile başlamış olması tesadüf değildir ve ancak bu hassasiyet aşındırılabildiği içindir ki, maalesef “yeni din telakkileri” ortalıkta arz-ı endam etmeye başlamıştır. İşin ilginç yanı, bahse konu (sağlam temellere yerleştirilmiş ve üzerinde asırlarca ve milyonlarca icma hâsıl edilmiş ehlisünnet çizgisinin) tasfiyenin yeni bir Usul ihdası ile değil, “Usul’ün gereksizliği” anlayışının yerleştirilmesi suretiyle yapılmış olmasıdır. Bunun da birkaç sloganik söylem ile başarıldığının (sanıldığını ve kotarılmaya çalışıldığını) ayrıca belirtmeye lüzum yok. Yaşanan tereddi, (soysuzlaşma ve yozlaşma) “düzeltilmesi gereken” değil, “esas alınması gereken” bir durum olarak mevcudiyetini muhafaza ediyor. Bunun ne denli korkunç bir durum olduğunu tasavvur edebiliyor musunuz? |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|