|
05-14-2008, 11:06 | #1 |
Kalbe Giden Yol...
Beş yıl önceydi. Eşiyle gördüğü rüya ve emir telâkki ettiği bir tavsiye üzerinde istişare etmişler ve kararlarını vermişlerdi: Göç edeceklerdi. Nihat Bey, mühendis olarak çalıştığı bilgisayar firmasından ayrılmış; mimar olan eşi de elindeki projeleri tamamlayıp, iş hayatından elini-eteğini çekmişti. Mobilya ve beyaz eşyalarını, borçlarını henüz ödedikleri evlerini ucuz-pahalı demeden satmışlar; geride kalan diğer eşyaları da, muhitlerindeki fakirlere vermişlerdi.
Eş-dost, hısım-akraba kim varsa, onları kararlarından vazgeçirmeye çalışmıştı: “Deli misiniz? Buradaki iş-güç, ev-bark bırakılıp yaban ellere gidilir mi? Nasıl yaşayacaksınız orada? Çocuklarınızı hangi okullarda okutacaksınız? Hem çocuk bekliyorsunuz…’’ Ama onlar, Mecnûn, Leylâ’yı bulmaya; Ferhat, dağı delmeye ne kadar kararlıysa, o kadar kararlıydılar. Evet, belki burada rahatları bozulacak, huzurları kaçacaktı; ama olsundu. Yumuşak döşeklerde, mükellef sofralarda da rıza aranmazdı ya. Kendilerini uğurlamaya gelenler arasında kimler yoktu ki? Aileleri, iş arkadaşları, gönül dostları, komşuları... Gelebilecek herkes Yeşilköy Hava Alanı’ndaydı o gün. Cenazeleri olsa, ancak o kadar insan toplanırdı. Nermin Hanım’ın babasıyla vedalaşması, orada bulunanları hüzünlendirmişti. Babası, Nermin’in iki elinden tutmuş ve gözlerinin içine baka baka şöyle demişti: “Kızım, gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var. Şöyle doyasıya bakalım birbirimize...’’ Ama tamamlayamamıştı yaşlı adam sözlerini. O hiç sarsılmaz, ağlamaz sanılan adam ağlıyordu işte. Gittikleri diyarda onları karşılayacak kimseleri bulunmuyordu. Ne bir tanıdık, ne bir referans… Yanlarında bir buçuk can, iki valiz kitap, birkaç valiz eşya ve birkaç ay yetecek para… Önce uygun bir ev bulup yerleşmişler sonra da iş aramaya başlamışlardı. Aradan günler, haftalar hattâ aylar geçmiş; ama ne Nihat, ne eşi iş bulabilmişti. Kapısını çalıp borç isteyecek kimseden de mahrumdular. Bu çaresizlik içindeyken, Nermin’e, az buçuk tanışıp selâmlaştıkları komşusu, çocuğuna bakıcılık yapmasını teklif etmiş ve o da bunu kabul etmişti. Kendi bebeği Nisa henüz kundaktaydı; onunla birlikte başka bir bebeğe de bakacaktı. Bu hâdiseden birkaç hafta sonra Nihat da iş bulmuştu: Benzin istasyonunda pompacılık yapacaktı. Böylece aylar, aylara eklenmeye başlamıştı. Vatan hasreti, aile özlemi içten içe yakmaya, kavurmaya başlamıştı onları. Ara sıra ümitleri sönüyordu. Ama uzun ömürlü olmuyordu böyle anlar. Böyle zamanlarda gözlerinin önünde, ‘ağlayan bir adam’ silueti beliriyor ve: “Onlar benim imanımı artırıyorlar.’’ diyordu. Hâl böyleyken geri dönmek olur muydu? Vize alırken yaptıkları sözleşme gereği, beş sene boyunca bulundukları ülkeden ayrılamayacaklardı. Hasretlerini yüreklerine gömmüş, ‘sabır!’ demişlerdi. Geçen zaman içinde Nermin birkaç çocuğun daha bakıcılığını üstlenmişti. Aileler ona güveniyorlardı. Hattâ bazen çocuklarını almaya gelen ebeveynleri eve davet ediyor; hazırladığı börekleri, çörekleri, pasta ve tatlıları onlara ikram ediyordu. Nermin’in yemekleri çok beğeniliyordu, hattâ bazıları ondan yemek yapmayı öğreniyordu. Yeme, içme faslında yapılan sohbetlerle diyaloglar ilerliyordu. Nermin izzet-ikram işini gün geçtikçe ilerletmişti. Bakıcılığını üstlendiği çocukları ve ailelerini özel günlerinde (doğum günü, evlilik yıl dönümü) evine yemeğe davet ediyordu. Ramazan ayındaysa tanıdıklarını iftara çağırıyordu. Hâliyle iftar sofralarının konusu oruç oluyordu. İnsanlar, bir şey yiyip içmeden, akşama kadar durabilmeyi, hem de bunu otuz gün sürdürebilmeyi anlamakta zorlanıyorlardı. Ama bu insanlar zamanla buna alışmışlardı. Çoğu iftara geleceği gün -Müslüman olmamasına rağmen- oruç tutmaya, orucun kazandırdıklarını tecrübe etmeye başlamıştı. Sonraki yıllarda iş tersine dönmüş ve Ramazan ayını dört gözle bekleyen bu insanlar, onları iftara çağırır olmuşlardı. Bir gün Nermin Hanım’la Nihat Bey’in aklına yemek kursu açma fikri geldi. Bunu fiiliyata geçirmek zor olmamıştı. Zaten mutfakları bu iş için kullanılıyordu. Geriye sadece adını ‘kurs’ koymak kalmıştı: ‘Türk Yemekleri Kursu.’ Nermin Hanım aşçıbaşı, Nihat Bey yamaktı. Sekizine giren Tarık’ın elinden de artık bazı işler geliyordu. Kurs çeşitli hayırlara vesile olmuştu. Bu sayede onlarca insanla tanışmış, kendilerini tanıtma imkânı bulmuşlardı. Aralarındaki sevgi-saygı, çocuklarına gösterdikleri itina ve dinî vecibeleri yerine getirmedeki hassasiyetleri kursiyerlerin dikkatini çekmişti. Kursiyerler, İslâmiyet’le ilgili soru soruyor, cevapları da saygıyla dinliyorlardı. Sohbetin yönü bazen Anadolu’ya kayıyordu. Evin muhtelif yerlerine çerçeveletilip asılan Türkiye’nin çeşitli güzel yerlerinin fotoğraf ve kartpostallarını gören kursiyerler, bu güzel yerleri yakından görmeyi çok arzuluyordu. Bu mülâhazalarla Türkiye’ye ziyaret organize edildi. … Uçağa bineli altı saat olmasına rağmen, zihninde uçuşan bir sürü düşünce sebebiyle Nihat bir türlü uyuyamamıştı. Gurbeti vatan belleyen çocukları, rüya ülkesini gezinmeye çoktan başlamışlardı. Kocasının sol tarafında oturan Nermin enginlere dalmıştı, istikbâle uzattığı merdivene tırmanmaya çalışıyordu. Hava alanında kendilerini bekleyen manzaralarla süslüydü basamaklar. Annesi onları nasıl karşılayacaktı? Çocuklarını tanıyabilecek miydi? Nisa gurbette doğduğundan, annesi onu hiç görmemişti. Beş yıl aradan sonra ne hissedecekti? Ya kendisi? Ne diyecekti annesine? Nasıl teselli edecekti onu? Gözünde o sahne canlandıkça ayakları geri gidiyordu; ama yüzleşecekti mecburen. Gittiklerinden bir sene sonra almışlardı babasının vefat haberini. Bağrına taş basmıştı. Şimdi gitmeli ve babasının kabrinin başına dikmeliydi o taşı. İki sene evvel ağabeyi kalb ameliyatı olmuştu. Hep iyiyim diyordu telefonda. Ama sesi pek inandırıcı gelmiyordu. Kız kardeşi geçen yıl evlenmiş ve bir çocuğu olmuştu. Adını Nermin koymuşlardı. Her dakika ailelerine bir adım daha yaklaşıyorlardı. Birkaç saat sonra ülkelerinde olacaklardı. Vuslat yaklaştıkça Nermin Hanım’ın içinde tarifi imkânsız duygular dönüp duruyordu. Nermin düşüncelerinden ön sıralardaki bir bayanın, yanına gelmesiyle sıyrılabildi. Gözlerindeki nemliliği fark eden bayan onu yalnız bırakmak için geri dönüyordu ki, Nermin elinden tuttu. Elinin tersiyle gözlerini silerken, kadına: “Beş yıldır ilk defa ailemi göreceğim de… Beni nelerin beklediğinden emin değilim.’’ diyebildi. Yanına gelen bayan elindeki katalogu göstererek: “Buraya da gidecek miyiz?’’ dedi. Gösterdiği Mevlâna türbesiydi. “Evet” dedi Nermin. “Yeterince vaktimiz olacak. On beş gün boyunca adım adım gezeceğiz Anadolu’yu.’’ Yemek kursuna katılanlardan on altı kişi onlarla Anadolu’nun camilerini, güzelim insanlarını, tabiî güzelliklerini görmeye geliyorlardı. On beş günlük tatillerinin tamamında misafirleriyle beraber olacak, vakitlerini onları gezdirerek geçireceklerdi. Hava alanına onları karşılamaya kalabalık bir grup gelmişti. “Yavrum!’’ diyerek kendisine ulaşmaya çalışan yaşlı annesini görünce Nermin’in dizlerinin bağı çözüldü. Annesinin yanı başındaki ağabeyi sıhhatli görünüyordu. Kerime, kızını gösteriyordu ablasına… Bir düğünlerinde olmuştu böyle konvoy, bir de şimdi... Yabancı misafirler böyle bir ilgi beklemedikleri için şaşkındılar. Konvoy, İstanbul’un caddelerinden hızla akarak evlerine ulaştırdı onları. … On beş gün göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Beş sene öncesi gibi dönüyorlardı yine. Bu sefer onları uğurlamaya daha kalabalık bir grup gelmişti. Ama engellemek isteyen yoktu. Nihat Bey’le Nermin Hanım’da pişmanlıktan eser yoktu. Vakıa, gözleri yaşlıydı. Bakışları hüzünlüydü. Fakat başka bir şeydi bu… Bilerek, isteyerek, şevkle koşuyorlardı vazifelerinin başına. Onları hicret mahallerine yeniden götürecek olan uçak gürültüyle havalandı. Nihat, kendisine bakan eşine: “Değdi mi Hanım?’’ dedi. Her şeyi terk edip sıfırdan başlamaya değdi mi? Çektiğimiz bunca sıkıntıya değdi mi? Nermin, yan koltukta oturan misafir çifti işaret etti: “Değmez mi hiç? Görmüyor musun Anna’yla eşini? Bak, merakla Yusuf Aleyhisselâm’ın kıssasını okuyorlar.” Biraz sonra Anna’nın eşi Tomy heyecanla Nihat’in yanına gelip, “Buldum! Buldum Nihat Bey!” diye seslendi. “Adımı buldum. ‘Yusuf’ olsun benim adım da…’’ Nihat hıçkırıklarına hâkim olamıyordu. Vatandan ayrılışa değil, hicretin meyvesine ağlıyordu.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|