|
02-11-2009, 13:30 | #1 |
sömürülen ALEVİLİK
sömürülen
ALEVİLİK ALPEREN GÜRBÜZER Allah Resulü hem dini, hem ruhani, hem siyasi, hem de devlet başkanlığı görevlerini kendisinde toplamıştı. Dolayısıyla İslam’ın ilk devirlerinde cemaat küçük olduğundan doğrudan Resulü Kibriya’nın uygulamalarını ve sözlerini takip edebilme imkânı vardı. Daha sonra İslam halkasının genişlemesiyle birlikte bu imkân ortadan kalktığı gibi bazı meselelerin nasıl olacağı noktasında farklı izahlara ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu ihtiyaca binaen İslam dünyasında sanıldığının aksine ilk ihtilafın ilk halifenin seçimi yönündeki tartışmalarla başlamamış, bilakis siyasi iddiaların odağındaki Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle alakalı bir husus olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki, Allah’ın Resulü vefatının şokunu atlatan birkaç Hazreçli kendi aralarında yangından mal kaçırırcasına ‘kim halife olacak’ sorusu yerine, ‘halife hangi kabileden’ sorusunu gündeme getirmişlerdir, derken mesele Ensar mı, Muhacir mi olsun eksenine taşımışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar Sa’d’ı hasta yatağından kaldırılıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’ diyecekleri sırada Hz. Ömer(r.a) devreye giriyor: — Ey Ebubekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun, o halde halifeliğe layık sensin, bu görev sana uygun düşer deyip her kesin gözü önünde elinden tutarak biat etmiştir. Ardından Muhacir, Ensar ve her kabile birlikte itaatlerini bildirerek biat yemini yaptılar. Zira mezheplerin ve meşreplerin doğuşu da böyle başlamıştır. Malum olduğu üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden gelmektedir. Yani mezhep bir fıkıh görüşü olup itikatla ilgisi yoktur. Mezhep İmamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları iman itibarı ile değil, sadece ibadet, muamelat gibi vs. konulara ait farklı değerlendirmeler itibariyle ortaya çıkmıştır. Mezhep denilince; ayrımcılık bölünme anlaşılıyor sanki. Oysa Mezhep yerine içtihat farklılıkları da denilebilirdi pekâlâ. O halde farklı yorumlar, ya da içtihat gerektiren konular ayrılık gayrlık anlaşılmamalı, bilakis İslam toplumunun düşünceye ipotek koymadığının bariz bir delili olarak yorumlanmalı. Aynı zamanda bu durum İslam ümmetinin ne kadar çok fikir zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesi olsa gerektir. Sözün özü, Allah Resulü vefat edince İslam toplumunun idarecisinin kim olacağı konusu gündeme gelmiş, böylece Ensar ve Muhacir topluluklarının bir arada oturup tartışmaları sonucunda ortak karara varılıp Ebubekir Sıddık (r.a) halife seçiliverdi. Bu noktada bir kısım Sünni ulema ve bir kısım tarihçilerin tereddütleri olsa gerektir ki, Hz. Ali(k.v)’in bu müzakere ve tartışmalar esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtiler, ancak Hz. Ali(k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmadığı gibi, üstelik seçilen halifeye de biat etmiştir. Sadece Allah Rasulü vefat ettiğinde hengâmede hilafet meseleleri kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü için üzülmüş, bunun üzerine Hz. Ebubekir’e beyat etmemiş, bir başka nedende beyat ettiği zaman Fatıma’nın üzüleceğini düşünerekten bu konuda altı ay sessiz kalmayı yeğlemiştir. Sonunda Hz. Ali Hz. Ebubekir’in yanına varıp; ‘bu göreve layıksın, amma velâkin Allah Resulü’nün vücudu henüz ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim’ sözünü verdi, nitekim öyle de oldu. Hz. Ali beyat etmekle kalmamış, gerek Hz. Ebubekir gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman’ın halifelik dönemlerinde her üç halifenin yar ve yardımcısı olmuştur. Hz. Osman döneminde de çok koşturdu, çok gayret etti ama, Halifenin etrafındaki Emevi dayanışma ağını aşamamış, O’nun bu samimi girişimleri ters yüz edilip, hatta yanlış algılanarak, Hz.Osman’a karşı tavır olarak gösterilmiştir. Bütün bunlara rağmen Hz. Osman’ı şehit olması anına kadar ümmetin birliği adına elinden geldiği kadar şahsi çabalarını esirgemedi. Aslına bakarsak Peygamberimizin darı bekaya irtihalinin ardından ilk halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına iyi olmuştur. Şayet başka bir kabileden olsaydı ilerisinde önüne geçilmez bir takım olaylara sahne olabilirdi, yani ortalık biranda alevlenebilirdi. Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğinin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin asıl nedeni kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğunun varlığının söz konusu olmasından dolayıdır. Nasıl ki Araplarda Kureyş ne ise, Türklerde de Oğuz boyu da odur. Her iki kabile de tarihin akışında çok büyük önem ifade ettiği gibi iki kilit isim oldukları da bir vaka. Bilindiği gibi Yahudiler Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüzüne karşı; Cebrail bizim düşmanımızdır. Eğer sana gelen Mikail olsaydı iman ederdik demişlerdi. Buradan hareketle, güya Kur’an Hz. Aliye gönderilmişte, Cebrail(a.s) Onu Muhammed(s.a.v)’e getirmiş iddiaları türeyiverdi. Belli ki bu tür iddiaların temelinde öteden beri Yahudilerin Cebrail (a.s)’a karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularının yansıması yatmaktadır. Oysa Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebubekir’in döneminde kitap haline getirildi ve adına da Mushaf denildi. Hatta Kuran’ın Mushaf haline getirilmesi ashap arasında yetişen hafızların riyaseti altında ve Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Bütün ashap kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde Hz. Peygambere indirilen Kuran’ın, aynı Kur’an olduğuna şahitlik etmişlerdir. Üstelik Hz. Ali(k.v)’in kendi eliyle yazdığı Kuran’da ortada iken nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruyorlar doğrusu anlamış değiliz. Nitekim bugüne kadar okuduğumuz Kur’an da, Hz. Osman’ın miras bıraktığı Kuranın aynısıdır. Tabii mesele burada noktalanmıyor, bir başka iddia ise; Kurandaki ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da, Hz. Osman zamanında bazı ayetler çıkarılarak şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Oysa Kuran’ın Hz. Ebubekir döneminden tek farkı Mushaf’ın bugünkü haliyle tertip üzerine yazılmış olmasıdır. Hülasa-ı Kelam; Kur’an Hz. Ebubekir döneminde Mushaf haline getirilmiş, kurulan heyetin çalışmaları neticesinde o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde yakılıp orijinaline uygun olarak Hz. Hafsa’nın evinde asılı duran Kur’an’dan altı adet çoğaltılarak büyük İslam merkezlerine gönderilmesi neticesinde günümüze kadar gelmiştir. Bütün bu gerçeklere rağmen hala deli saçması dediğimiz cin fikirlerin ortalıkta mevzu yapılması son derece çirkin olduğu gibi, bu tür tartışmaların odağındaki yine ister istemez Yahudilerin Müslümanları bölük parça etmeye yönelik oyunun bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Hz. Osman’ın Şahadeti İslam toplumunda ilklerimiz çok maalesef, bu ilklerden (büyük fitnemiz(anarşi)) biri de Hz. Osman(r.a) hilafeti döneminde İbn-i Sebe’nin provokatif girişimlerinin sonucunda ortaya çıkan eylemlerdir. İbn-i Sebe, eski bir Yemen’li Haham başı olup görünüşte Müslüman, fakat gerçekte komiteciden başkası değildir. Nitekim O, Hz. Osman döneminde fitne çıkarmak amacıyla Medine’ye gelir gelmez ayağın tozuyla istismara müsait konu olan Haşimilik ve Emevilik meselesini provoke etme planını uygulamaya koymuştur. Hatta Hz. Osman ve devlet erkânı hakkında bir sürü iftira listesi hazırlamayı da ihmal etmeyecek kadar kurnaz bir tiptir. Dahası var, O birtakım etkin yerlere gönderdiği mektuplarla Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım yürürlüğe koydu, derken bu mektuplar kısa zamanda semeresini vermeye başladı bile. Öyle ki isyancılar Medine’yi basıp Halife Hz. Osman(r.a)’ı evinde Kur’an okurken bile şehit edecek kadar gözü kara olabileceklerdir. İşte isyancıların gerçekleştirdiği ilk anarşi, ilk kan dediğimiz hadise budur. Yani ciddi anlamda fitne hareketi Halifenin şehit edilmesi ile başlayacaktır. Öyle ki bu işlenen cinayet zincirinin ilk halkası zamanla etrafa sıçrayacak ve ortalığı dalga dalga kasıp kavurmaya devam edecektir. Bundan sonraki merhalede ise Emevilerle Haşimileri birbirine düşürecek planı hayata geçirmek vardı. Nitekim sosyal ve siyasi olaylar zincirinin bundan sonraki bölümü Hz. Osman’ın kan davası şeklinde yaşanacaktı. Zira plan gereği Hz. Osman’ı Hz. Ali(k.v)’ nin öldürttüğü şaibesi yayılacak, böylece Emevilerin bam teline bu şekilde dokunulup kışkırtılması sağlanacaktır. Bilindiği gibi Kureyş’in en önemli iki kolu, Haşimilik ve Emeviliktir. Hz. Ali(k.v) ise Kureyş’in Haşimi kolundandır. O halde Hz. Ali’nin halife olması hilafetin Emevilerin elinden den çıkmasına anlamına da geliyordu. Dolayısıyla bir yandan Emeviler tahrik edilmeye çalışılırken diğer yandan da Hz. Ali (k.v)’in halife olması için gayret gösterilecekti. Hz. Osman’ın şehit olmasının ardından Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b.Avvam’ı, Mısırlılar da Hz. Ali’yi halife olma konusunda ikna edemediler, hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e başvurdular ondanda netice alamadılar. İsyancılar bu defa ültimatom yağdırarak; yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa boyunların vuracağız tehdidinde bulundular, bu elim vaziyette Ensar- Muhacir grubundan bir topluluğun ikna etme girişimleri sonucunda; Hz. Ali (k.v) ertesi gün mescitte insanlardan beyat almıştır. Anlaşıarkadas odur ki; Hz. Ali (k.v) önce halifeliği kabul etmez, ancak yoğun ısrarlar neticesinde halifeliğe geçmek zorunda kalmıştır. Artık Hz. Ali dördüncü halifedir. Şimdi Müslümanları derinden yaralayan ve İslam âleminde ihtilafa sebep olan şu üç olaya göz atalım. Bu üç olay ana başlık itibarı ile: 1- Cemel Vakası, 2- Sıffın Vakası, 3- Kerbela Vakası’’dır. Ki, bugün bile bu üç tarihi olay hafızalarımızda hala canlı ve dipdiridir. Cemel Vakası Hz. Ali(k.v) halifeliğe seçildi seçilmesine, ama önünde uzun bir mücadele dönemi bekliyordu onu. Daha işe başlar başlamaz içlerinde Talha ve Zübeyir’in de bulunduğu bir heyet Hz. Ali’ye Yüce Allahın ahkâmını tatbik için beyat ettiklerini hatırlatılarak, Hz. Osman’ın kanını döküp helal sayanların cezalarının verilmesini talep ettiler. Aynı düşünceleri şiddetle Şam’da ki Muaviye de savunuyordu. Hz. Ali (k.v), daha yeni işe koyulduğu curcunalı bir havada hemen ceza yoluna gitmenin doğru olmadığını, suların durulmasını beklemekte fayda olduğunu, devlet işlerini rayına oturduktan sonra hep birlikte halledilmesinin kanaatini taşıyordu. İşte Hz. Ali fitne içindeki bir coğrafyada Emir’ül Müminin olarak göreve bu tür taleplere muhatap kalarak başladı. Çünkü Hz. Ayşe, Hz. Zübeyir ve Hz. Talha fitne eylemlerine katıarkadas tüm isyancıların öldürülmesi fikrinde idiler. Fakat Hz. Ali bu fikirde değildi. İlmin kapısı olan Hz. Ali bu konuda deha çapındaki fikrini şöyle ortaya koyar: ‘’-.. Bir kişinin hatasıyla grubun bütününün sorumlu kılınamayacağını’’ dile getirerek suçların şahsiliği prensibini hatırlatmıştır. Hz. Zübeyir ve Hz. Talha bu sözler karşısında sanki ikna olurcasına dediler ki: ‘’-Eğer Ali birlik ve beraberlikten yana ise o zaman aramızda mesele yok demektir’’ deyip huzurdan ayrılmışlardı. Hz. Ali(k.v) biryandan da birlik ve dirlik adına Şam ve Kufe şehirlerine de kendisinin Rasulüllah’ın halifesi olarak kabul etmelerini bildiren mektuplar gönderdi. Ne yazık ki elçiler vasıtasıyla gönderilen mektuplar karşılık bulamıyordu. Her defasında eli boş dönen elçiler, bu sefer Muaviye’den bir mektup almayı başarabilmişlerdir, ama gelen bu mektupta sadece; ‘Muaviye b. Ebu Süfyan’dan Ali b. Ebi Talib’ ibareli bir satırlık gelen umursamaz cevap vardı ki, o ibare Hz.Ali’nin moralini bozmaya yetmişti bile. Bu moral bozukluğu içerisinde geçirdiği halifeliğin başlangıcında ne oluyorsa yıllardır aynı emeller uğruna beraberce İslam adına mücadele ettiği iki dava arkadaşları çıka gelip umre için izin istediler, Hz. Ali(k.v), Talha ve Zübeyir’i arkalarından uğurlarken, bir daha Medine’ye hiç dönmeyeceklerini bilmeyerekten onlarla vedalaştı ve yola koyup uğurlayıverdi. Arkadaşları Mekke’ye varıp umrelerini yaptıktan sonra Hz. Ayşe ile buluştuklarında Hz. Ali’ye isteksiz olarak beyat sözü verdikleri bildirdiler, aslında bu sözlerle beyattan vazgeçtiklerini itiraf etmiş oluyorlardı. Her geçen gün Hz. Ayşe etrafında kümelenme gitgide artıyordu, derken karar verildi; Her kim Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere gelsin çağrısı yapıldı. Bu çağrı üzerine Hz. Ayşe ve ordusu Hayber yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As; — Ey Müminlerin annesi nereye? Hz. Ayşe: — Osman’ı şehit edenleri cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum deyince, Said b. As: — Osman’ın katillerini uzaklarda aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfi, dedi. Said bu sözlerle Zübeyr ve Talha’yı kastedip, onların hilafeti Hz. Ali’ye kaptırmaları ile Osman’ın derdine düştükleri rolüne büründüklerini ima ediyordu, ama Hz. Ayşe güttüğü davada hala kararlıydı. Ayşe annemiz Have’b denilen yere geldiğinde köpek ulumalarını işitince biranda hayaline Efendimiz(s.a.v)’in bir zaman hanımlarına söylediği; ‘’Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b köpekleri uluyacak’’ Sözleri aklına düştü. Hz. Ayşe bu sözleri hatırlar hatırlamaz birden irkiliverdi, geri dön duygusu ağır basmasına bastı ama, Abdullah b. Zübeyr’in imdat çığlığı, yani ; ‘Ali b. Ebi Talib geldi, Basra’ya yetişin, kendinizi kurtarmaya bakın’ avaz avaz çağrıları bu duyguları bertaraf etmeye yetti, nitekim o tarafa doğru hareket edildi, Basra’ya yakın Hufeyr denilen yere varıldı.. Hz. Ali son kez barış umuduyla Ka’ka b. Amr’ı muharebe başlamadan görevlendirerek yaptığı bir dizi müzakerelerle barışın kapısını aralamayı başarmıştır. Fakat fitne yine boş durmadı, yine İbn-i Sebe şeytanca planla her iki tarafın çadırlarına yerleştirdiği adamlarla baskınlar düzenler, uykularından ayıkanlar gördüğü manzara karşısında karşı tarafın hışmına uğradık düşüncesiyle kılıçlarını kınından çıkarıp biranda iş savaşa dönüşmüş, derken Cemel vakası gerçekleşiverir. İşte tarihlerin Cemel vakası dediği ve on bin insanın ölümüne bir o kadar da yaralanmasına sebep olan savaş budur. Hz. Ali zaferle çıkmıştı bu savaştan, ama sıra ganimetlere gelmişti ki Hz. Ali(k.v) derhal müdahale ederek: — ‘Müminlerin annesi Ayşe ganimetlerden kime isabet edecek’ sorusunu yöneltince ganimet isteklerinden vazgeçmek zorunda kaldılar, zaten kazananda Müslüman kaybeden de. Emirül Müminin bu soruyla ganimet sadece gayrimüslimlerden alınır mesajını vermişti. Cemel vakası, galibinin de mağlubunun da pişman olduğu bir savaştı. Çünkü Hz. Osman döneminde isyan boyutunda kalan mücadelenin Hz. Ali dönemiyle iç savaşa dönüşmesi yürekleri yaktı hep. Bu savaşta Hz. Zübeyir ve Hz. Talha şehit düşmüşlerdir. Cemel Vakasını Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.leri: “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Mektubat, 15. Mektup sh.53 1986 İst.) sözleriyle Cemel Vakası’nın gerçek ruhunu ortaya koyar. Hatta satır aralarında İslâm ulemasının şu sözlerine de yer vererek: “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.” (a.g.e. sh.53) yorumunu yapar. Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet erbabı da Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır dememiştir, diyemez de. Çünkü ölçü var ortada, Resulullah (s.a.v): “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz.” diye beyan buyurmakta. Sıffın Savaşı Hz. Ali(k.v), Cemel hadisesinden sonra birliği ve dirliği kurmak adına Suriye’ye yönelir. Yani Hz. Ali Basra’da işleri hal yoluna koyduktan sonra Kufe’ye döndü yüzünü, böylece burada Şam’a yakın konaklayarak Muaviye’ye sıra sana geldi mesajı verilecekti. Ne yazık ki Hz. Muaviye Hz. Ali’ye biat etmedi, hatta kendisine sunulan barış yollarını da tıkayınca ister istemez Emeviliğin Haşimiliğe tepkisi olarak her iki ordu Cemel vakasından bir sene sonra Sıffın’de karşı karşıya geldiler. Böylece Sıffın’da boğaz boğaz boğaza gelen yiğitler bir bir toprağa düştüler. Her iki tarafta büyük kayıplar verdiler. Öyle ki; Resulüllah’ın yıllar öncesinde söylediği; Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili üzerine sen ise tevili üzerine çarpışacaksın buyurduğu mucizevî hadisi şerifi gerçekleşecektir... Bu yüzden İslam âlimleri Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin arasındaki mücadelenin içtihada dayalı savaş olduğunu belirtirler. Yani tenzil ve tevil üzerine göze alınan mücadele diye tarif ediyorlar ulemamız. Sıffın savaşı, büyük kayıpların yanı sıra Haricilerin Hz. Ali den kopmasına de vesile olur. O güne kadar sadakatle bağlı olan Hariciler hakemlik meselesi ile ihtilafa düşüp, Hz. Ali(k.v) ile yollarını ayırırlar. Sadece yollarını ayırmazlar cephe de alırlar. Onlar Kuranda ki; ‘Hüküm Allah’ındır’ ayetini Hz. Aliye karşı kalkan olarak kullanmaktan bile çekinmeyeceklerdir. Hz. Ali (k.v) bu suçlamalar karşısında: ‘’Bu sözlerle emirlik Allah’ındır demek istiyorsunuz. Oysa emirlik gerekir ki onun vasıtasıyla bütün işler görülebilsin..’’ diyerek ayetin hakiki manasını ortaya koyuyordu. Hariciler aynı zamanda iyi bir Kurra’ydı (iyi Kur’an okuyan). Fakat Kur’anın mana ve ruhundan uzak okuyucular olmaları dolayısıyla onları her önüne geleni kâfir ilan etme yoluna itmiştir. Haricilere Hz. Ali’den niye ayrıldıklarını sorduklarında verdikleri cevap; Sıffın’da hakeme başvurmasını öne sürerler. Oysa Hz. Ali başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir hile ve tuzak olduğunu defalarca telkin ettiği halde, ısrarlarından vazgeçememişlerdi, üstelik Hz Ali’yi hakem tayinini kabul etmeye de mecbur bıraktılar. Derken tarihi fırsatı kaçırmaya neden olmuşlardır. Zira bilgisizlik ve cehalet uzun yıllar kanlı yılların yaşanmasını sağlayacaktır. Yani Hz. Ali hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye de saltanat içtihadıyla bedevi (Harici) kılıçlarına maruz kalacaklardır. Hariciler, kuşkusuz İslamiyet’e derinden bağlıydılar, nevarki derinden bağlılık tek başına yetmiyor, bu yolda bilgide gerekiyordu. Demek ki samimiyet tek başına kurtarıcı amil olamıyor. Bugünde yaşadığımız kanlı kavgaların ardında hep ilimsizlik yatmaktadır maalesef. Anlaşıarkadas, Sıffın Vakası Hz. Ali (k.v.)’in hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye’nin de saltanat içtihadıyla karşı karşıya geldiği bir savaştır. İkisi de gerek hilafet adına, gerekse saltanat adına İslâmiyet’e hizmet etmek istemişlerdir, iddia edildiği gibi imamlığı elde etmek için değil. Hz. Ali (k.v.)’in Hz. Osman (r.a.) katillerinin hemen tesliminin yanlış olacağı içtihadı, Hz. Muaviye’nin de bir an evvel katillerin cezasının icra edilmesi içtihadı aralarında birtakım olayların vukuu bulmasına sebep olmuştur. Ehl-i Beyt Belli ki; Sıffın savaşı tatmin etmemişti fitne odaklarını. İbn-i Sebe Sıffin savaşından sonra yeni bir planı yürürlüğe koymak için kollarını çoktan sıvamıştı bile. Bu sefer ki senaryonun adı: Ehli Beyt Muhabbetini istismar etme planıdır. Zira İbni Sebe başkanlığında bir grup Hz. Âli’nin huzuruna çıkarak: ‘’ -Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..’’ deme cüretini gösterebilmişlerdir.. Bu duruma Hz. Ali (k.v) üzülse de, İbn-i Sebe’yi ordu içinde taraftarlarının çokluğu nedeniyle, ya da fitne ve zaafa yol açacağı endişelerinden hareketle yaktırmaktan vazgeçti, sadece onu Medayin’e sürmekle yetindi. İbni Sebe sürgün gittiği yerde de boş durmamış, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan birtakım Harici gruplarla görüştü, derken reisleri Evfa Oğlunu buldu. Ne oluyorsa bu buluşmadan sonra oluyor, bu buluşmada alınan karar doğrultusunda Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnal As’ı öldürmek üzere Muharrem ayının 17. günü üç suikastçı yola çıkarılıyor. Takdiri ilahi olsa gerektir ki Hz. Muaviye ve Amr İbnül As bu suikast girişiminden kıl payı kurtuluyorlar. Hz. Ali (k.v) ise hilafetin gereği Hz. Muaviye gibi yanında yaver ya da korumaları olmadığından İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcıyla vücuduna darbe alıyor ve zehirin vücudunda yol açtığı sızıyla yatağa düşer. Hasta yatağında iken kendisine; ‘’ -Hz. Hasan’a biat edelim mi?’’sualini sorduklarında cevaben: ‘’- Size bunu ne tavsiye ederim ne de yapmayınız derim sözleriyle aslında hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuştur. Hz. Ali (k.v) Allah Resulünün buyurduğu tenzil mücadelesini şehit düşerek bedelini ödemişti, sevdiklerine kavuşmuştu, ama ahirete irtihalinin ardından bile fitne güruhu Hicretin 39.yılında(Miladi 660) hac mevsiminde bir grup Harici kararıyla İbni Sebe’nin telkinleri doğrultusunda naaşına bile ‘hulul’ ya da ‘ulûhiyet’ isnat edilecektir. Ölen bir bedene saygısızlıkta ölçü tanınmayacaktı, böylece Şiiliğin tohumlarının atılmasına vesile olacaklardır bu olayla. Hz. Muaviye ise Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından O’na olan düşmanlığını mescitlerde Hz. Ali’ye lanet okuyarak başarkadasıarkadas hutbelerle tutumunu devam ettirdi. Hz. Hasan tıpkı babası gibi birlik ve dirlik düşüncesiyle hilafet hakkını Muaviye’ye devretmesiyle, O’nun davasının Hz. Osman’ın katillerinin intikamının alınması olmadığını, asıl derdinin saltanat olduğu mesajını verip, bu dosyayı burada kapatmak istemiştir. Zaten Allah’ın Habibi ; ‘’ Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür’’ beyan buyurarak mülk, yani saltanat dönemlerinin eşiğine gelinmiştir böylece. Corci Zeydan bu yüzden; Hilafetin babadan oğula geçiş devrini Hz. Muaviye tarafından başlatıldığını söyler. Esasen İslam da hilafetin seçime dayalı olduğunu belirtir. Zira Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe Hz. Ebubekir seçilmişti. Hâsılı; Allah Resulünün ‘’ Ey Ali ben Kur’anın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin’’ beyan buyurduğu devir böylece kapanmış olacaktır. Kerbala Üçüncü fitne olayı dediğimiz Kerbelâ olayı ise, içtihat meselesi olmayıp, doğrudan doğruya Emeviler’in ırkçılık politikalarına karşı tepkiden doğmuş bir harekettir. Yani, vakıanın temelinde din ve milliyet çatışması söz konusudur. Ki, Said-i Nursî Hz.leri bu mevzuda: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-i milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider.’’ (a.g.e. sh.55) diye aydınlatıyor bizleri. Tabii netice malum, Hz. Hüseyin ve nice Ehl-i Beyt, Yezit zulmüne maruz kalarak katledilmiş ve şehit olmuşlardır. İşte bu vahim olay Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Ayrılığın temelinde tarafların birbirini tanımamaları ve karşılıklı önyargılı suçlamalar yatmaktadır. Oysa hiçbir Ehl-i Sünnet ve Sünni çocuklarına Yezit ismi dahi vermemiştir. Aksine Sünni insanların çocukların arasında çok sayıda Ali, Hasan, Hüseyin isimleri var. Demek ki ayrılığımız ve gayriliğimiz yok. Yeter ki, birbirimizi tanımaya çalışalım, ‘iri olalım, diri olalım, gelin canlar bir olalım’ diyen arifibillah’ın sözlerine kulak verelim gerisi kolay, hasmani tutumları bir kenara atıp, İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında aramızda dolaşan tahrikçi unsurlara meydan vermemek en doğrusu. İşi kolay kılmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye? Kerbelâ Vakası’nın neticeleri üzerinde Bediüzzaman Said Nursî: “Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (a.g.e. sh.55) diye yorumda bulunur. Gerçekten de evliya aktabları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kanalıyla günümüze kadar kollarıyla birlikte uzanmış, bir kısım silsile kollarının nispetleri de kesilmiş (manevi yönden halife bırakmayan kollar), bir kısım kollar da silsileyi şerife sayesinde manevi süluk yolunu kıyamete kadar devamını sağlayacak manevi sistemi kurmuşlardır. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretleri gibi nice mürşitler Ehl-i Beyt’in manevi kanalından gelmiş, daha sonraları da Mevlâna Halid, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan-î Ahmet Yesevi, Mevlâna gibi zatlar hep bu velayet pınarından yetişmişler ve böylece çağları aydınlatmışlardır. Ehli Beyti birde Dursun Ali Erzincanlının ‘Kerbala’ albümünden etkilenerek dinlediğim ve o akıcı lisanından dinleyelim hep birlikte: ‘’Hicretin dördüncü yılı, birer yıl arayla Medine de iki doğum, iki bayram, iki ay parçası, yeryüzünün en hayırlı dedesinin gözbebekleri doğuyor Fatımat’üz Zehra’nın körpecik fidanları, Ali’yyül Mürt’eza’nın eşsiz kahramanları, ehli beytin nazlı çiçekleri, diyor o incecik sesiyle, isimlerini rahman koyuyor Cebrail nefesiyle. Siz onlara Allahın lütfü deyin birinin Hüseyin diğerinin Hasan. Onlar cennet gençliğin iki seyyidi, onlar peygamber dizinde büyüdüler, zaten onlar semada büyüktüler. Bir gün peygamberimiz oturuyorlar, Hasanla Hüseyin birbirlerini yakalamak için uğraşıyorlardı buyurdular; —Ha gayret Hasan göreyim seni, yakala Hüseyin’i ‘diyordu. Hz. Ali: —Ya Resulullah! Hüseyin den yana taraf olman gerekmez mi, Hüseyin daha küçük. Serverı Kâinat Efendimiz(s.a.v) buyuruyorlar: — Baksana Cebrail de Hüseyin’i tutuyor, ha gayret Hüseyin göreyim seni diyor. Yine bir gün Efendimiz ashabıyla yürüyorlardı. Hz Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyordu, Peygamberimiz ellerini açıyor, Hz.Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyordu, Resulüllah gülerek onu yakılıyor Nebiler Serveri, öpüyor kokluyor sonra zaman ve mekâna sesleniyor; Hüseyin bendendir, bende Hüseynidenim Allah’ı seven Hüseyni sever Hüseyin torunlardan bir torundur. Bir gün Cebrail bir haber veriyor; Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı bir yerdir, Kerb-ü beladır, orası Kerbala’dır. Hicretin 61. yılı. Aylardan Muharrem. Kan renginde Fırat. Ve dudaklar susuz, yürekler susuz. Kerbala’da bir oğul var, yoluna oğullar feda, bir torun Kerbela’da, dedesinden elli yıl uzakta, onun gibi bembeyaz giyimli, bembeyaz yüzlü. Atının üzerinden sesleniyor merhametten yoksun olanlara; Ben peygamberiniz (a.s)’ın kızının oğlu değil miyim? Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın torunu değil miyim? Şehitler Seyyidi Hamza, babamın amcası değil mi? Çift kanatlı şehit Cafer, benim amcam değil mi? Kerbela’da bir oğul var, çevresinde yeminler ediliyor şahadete ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler. Ehli beytin solan ilk çiçeği Aliyyul Ekber’dir, sonra sıra sıra soldu cıvanlar; Muhammed bin Abdullah bin Cafer, Abdurrahman bin Akil, Cafer bin Akil vs. İşte bakın biri daha yürüyor ölüme. Hz. Hasanın oğlu Kasım. Onunda yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek, lekeleri, ayak sandallarından birisinin bağı kopmuş, başına kılıç iniyor ve amca diyerek yüz üstü düşüyor Kerbela’ya. Kerbala’da bir oğul var, bir şahin var, kucağında üç yaşında bir seyyid, adı Abdullah. Ve bir ok Abdullah’ı boğazından vuruyor. Hz. Hüseyin kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor, ‘’Yarab! Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızdan ondan daha hayırlısını ihsan et. ‘’ Hicretin 61.yılı. Muharrem ayının onu, bir şehit var Kerbela’da, tam otuz üç mızrak yarası, otuzdört kılıç yarası. Ey Muhammedim! Nerdesin, nerde. Hüseyin’in başı bir yerde gövdesi bir yerde. Bu Hz. Zeynep’in feryadıdır dedesine; —Ey Muhammedim, Ey Muhammedim! Sana göklerde ki Melekler Selatü selam getiriyorlar, Hüseyin ise şu otsuz bozkırda, çölde, tozlara topraklara, kanlara bulanmış azaları kesilmiş yatıyor. Ey Muhammedim! Senin kızların esir edilmiş, zürriyetin hep öldürülmüş sabah yelleri onların üzerine toz toprak savuruyor. Abdullah b. Abbas o gün Medine’de Rasulüllah (s.a.v)’ı görür rüyada. Yanında içi kan dolu cam bir bardak ve şöyle buyurdular; —Benden sonra ümmetimin yaptığı şeyi biliyor musun? Hüseyin’i şehit ettiler. Bu onun ve ashabının kanlarıdır, bunu Allah’a sunacağım. —Ya Rasulüllah! biz asırlar sonra geldik. Eğer o gün olsaydık Kerbela’da, Allaha kasem olsun ki ashabının seni koruduğu gibi korurduk ehli beytini, ya da o uğurda verirdik canımızı. Bu sözümüzün bir ispatı olarak bu gün biz senin kapındayız. Taşıdığımız ehli beyt isimleri; kimimiz Ali, kimimiz Fatıma, kimimiz Hasan ve Hüseyin ve iftiharla senin ismini taşıyor çoğumuz. Allah ruhumuzu senin kapında, Ehli beytine layık olduğumuz bir anda alsın. Aliyyi Azharla, Zeynel Abidinle her asırda Hüseyni çiçekler açarken, yanaklarında peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara, Allah bizi onlardan ayırmasın. Bizi senden ve rızasından ayırmasın. ‘’ (Bkz.Dursun Ali Erzincanlı-Kerbala albümü) Hz. Ali (k.v) sonrasını tufan demiştik. Nasıl ki İbn-i Sebe Hz. Ali(k.v) ve oğullarını istismar etmişse, İbn-i Meymun’de evladı resul olan Caferi Sadık Hz.leri ve oğlu İsmail’i istismar etmişlerdir. Oysa Ehli Beyt sevgisi ayrılık konusu olmamalıydı. Ehlisünnet yolunun ilk imamı sayıarkadas Hasanı Basri(r.a) Hz. Ali (k.v)’in yetiştirdiği tabiinler’dendir. Ehlisünnet yolunun imamlarının çoğu Ehli Beyt’ten istifade etmişlerdir Mesela İmamı Azam Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık Hz.lerinin talebesidir. Öyle ki; İmamı Azama onu şu sözlerle över; ‘Son iki yılımı İmam Cafer’in elinden tutmasaydım Numan helak olurdu.’ İşte gerçek anlamda Ehli Beyt sevgisi bu sözlerde gizli. Ebu Hanife Ehli Beyt sevgisini açıklamaktan yüksünmemiş, bu yüzden zindanda ölmüştür. Zira İmamı Ahmed İbni Hanbelî de öyleydi. Hatta İmamı Şafii’nin Arafat hutbeleri de düşünülürse Hz. Ali ve ehli beytin kadir kıymetini onun kadar candan öven kimseye belki de bu cihanda rast gelinmemiştir dersek yeğdir. Keza İmam-ı Malik hakkında da aynı mütalaalar mevcut. Çünkü o da Ehli Beyt sevgisi taşıyan bir âlimimizdi. Hâsılı dört mezhebin öncülerinin beyan ve yaşantıları Ehli Beyt ile mütabaatı şeksiz şüphesiz tamdır. O halde herkim ki sünnidir biliniz ki alevidir, herkim ki Alevidir biliniz ki onlarda Ehlisünnettir. Zaten İslam vahdet dinidir Birliği esas unsur kabul eder. Bu yüzden Allah Resulü; Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır buyurmuşlardır. Şia Şia kitaplarında (El-Kaife’de), 12 imam ve Cafer Sadık’a atfen İslam’ın beş şartı arasında imamet de sayılmaktadır. Bu kitaptan hareketle güya; Allah Kur’an’ın gizli manalarını Hz. Ali vasıtasıyla(Cafer ilmi) 12 imam ve Mehdiye bildirmiş, arada olan imamlarda onlardan bu ilmi aldıkları tarzında bir inanış hızla yayılmaya başladı. İşte Şia’da imamların ruhban haline gelmesi bu görüşler doğrultusunda şekillendi. El Kâfi eserinde, Mehdi(a.s) kaim olunca ortaya çıkacaktır ifadeleri yer alır. Oysa Sünni siyasette imamın hüküm sıfatı yoktur, ancak ve ancak Peygamberler Allah tarafından ilahi vazifelidirler. İslam’da seçim ashabın icması, yani toplu kararı ile müesseseleşmiştir. Şia akımının en uçları Sebiler ve Gulat-ı şia’dır. Öyle ki: Hz. Ali’ye (hâşâ) sen Allahsın diye hitap edecek kadar aşırıya kaçmışlardır. Öteki Şiilerde üç aşağı beş yukarı şu kanaati paylaşıyorlar; Hz. Âlinin imamlığı veya halifeliği Allah tarafından vahiyle belirlemişte, güya Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bunu gizlemişler, hilafeti gasp etmişlerdir derler. İşte bu tür sakat görüşler Sünni siyaset doktrinine taban tabana zıttır. Üstellik bu tür zırvalar ayan beyan bir şekilde İmamı Allah tayin ediyor iddiasına kadar varacaktır. Dahası var ‘İmamlar masumdur’, yani İmamlar yanılmaz kültü yerleşecektir. Oysa Allah ve Resulünün hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaçtır. Bu arada unutmamamız gereken husus Şia akımı ile Aleviliğin aynı şeyler olmadığıdır. Her ikisinin de ortak paydası Hz. Âli’ye bağlılık olsa da yaşayışta farklılıklar söz konusudur. Hem Hz. Ali (k.v)’i samimi seven gruplar, hem de siyasi taraftarları vardır. Dolayısıyla Şiilik ile Alevilik; sevmek ve siyasi tarafgirlik noktasında ayrılırlar. Şia akımının bayraktarlığını yapanlar Hz. Âliyi sevme noktasından aşırıya kaçarak işi siyasi harekete dönüştürmüşlerdir. Hz. Âliyi sevme noktasında karar kılanlar Ehl-i Beyt sevgisi ile sınırlı kaldılar, işte bu sınırda karar kılanlar aynı zamanda Kur’an ve sünnet çizgisine en yakın olanıdırlar. Aşırılıkta karar kıarkadas siyasi taraftarlar da kendi aralarında birçok fraksiyonlara ayrılmışlardır: ‘’Hariciler, —Münafık ve Yahudi dönmeleri, —Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin taraftarları, —İran’daki Şiiler, —İran’da Mecusi dininin ruhanileri vs’’diye adlar almıştır. Görüldüğü gibi siyasi taraftarlar bölük pörçük bir yığını andırıyor sanki. Hasbi taraftarları yani sevgide sınırlı kalanlar ise Hz. Aliye yüksek teveccüh, yüksek kemalat ve ehli beyte büyük bir bağlılık göstererek yollarına devam etmişlerdir. Bu noktada ehlisünnetle ayrılık ve gayrilikleri yok, ancak Aleviliğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanan problemler söz konusu. Alevilik ne bir mezhep ne de bir fırka, belli ki bir tarikat şeklinde ortaya çıkmış sadece. Yukarda da belirttiğimiz gibi İbni Sebe Hz. Ali ve oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i istismar etmişler, İbn-i Meymun ise Evladı Resul olan Caferi Sadık ve oğlu İsmail’i. İçlerinde bu istismarın en tahripkârı İsmailiyye (Batıni) grubudur. Siyasi taraftarlık büyümeye görsün, bu tarafgirlik zaman içerisinde radikalleşerek başta İran olmak üzere yirmiden fazla Şii grupların türemesine yol açtı. Bunlar sırasıyla: —Sebeiyye, —Kamiliyye, —Ulyaniyye, —Muğariyye, —Hatabiyye, —Mensuriyye, —Numaniyye, —Yunusiyye, —Nasriyye, —Cenahiyye, —Gurabiyye, —Zekariyye, —Zerramiyye, —Mufavvize, —Bedaiyye, —Benaniyye, —Salihiyye, —Süleymaniyye, — Carudiyye, —İmamiyye —İsmailiyye’ fırkasıdır. Hasan Sabbah Hep İbn-i Sebe’den bahsettik, buna Hasan Sabbah’ı da ilave edebiliriz. Asya’da ilk defa fitne kazanı kaynatarak tarihe tabir caizse anarşizmin piri olarak geçmiştir. O anarşizmin Reisliğini yapmakla kalmamış anarşizmi müesseseleştirmiştir de. Aynı zamanda Selçuklunun amansız düşmanıydı. Hasan Sabbah Alamut kalesinde yetiştirdiği fedaileri ile İslam âlemini kana bulamak istiyordu, nevarki bu amacının gerçekleşmesinde karşısında tek engel Selçuklu vardı. Batıniler Alamut kalesini karargâh olarak kullanmışlardı hep. Bu kalede tam 33 yıl konuşlanan Hasan Sabbah’ın efsunladığı esrarkeş serseriler o günün şartlarında adeta ölüm yemini yapıp, intihar timleri oluşturarak etrafa korku salabiliyorlardı. Selçukluların dünyaca meşhur veziri Nizam-ül Mülkü şehit ettiler çirkin emelleri uğruna. Hasan Sabbah Hz. Âliyi ilah kabul eden Gulat fırkasının en ateşli müntesibi idi çünkü. Dessas planıyla genç beyinlerini yıkayarak intikam tugayları haline getiriyordu. Neyse ki İmamı Gazali gibi bir ehlisünnet âlim çıkacak, onun soluğu ile İslam dünyası bir nebzede olsa nefes alacaktır. Çünkü İmamı Gazali Selçukluların İslam siyaseti ve nizamına hizmet edecektir. O bu hizmetiyle Hüccetül İslam olmayı çoktan hak etmişti bile. Gazali manevi kargaşalığın amil yalnız müfrit Şiilere ve Batınilere değil, hataya düşmüş ve imanı sarsılmış filozoflara karşıda mücadele vermiş, fikirleriyle onları hezimete uğratmış bir deha örneği. İncelendiğinde Selçuklunun İslam siyaseti ve nizam anlayışında ayrılığa ve gayrlığa yer yoktur. Türk’ler alevi şeyhlerine, seyyidlere, onların zaviyelerine de vakıflar yapıyorlardı. Nitekim Şii âlim Abdülkealil Kazvini; “Cihana hâkim Türkler sayesinde hürriyet ve himaye gördüklerini, Rafizi ve Mülhitlerin bertaraf edildiğini, bütün fenalıkların onların uğurlu kılıçları ile yok edildiğini” tafsilatıyla anlatır. Fakat Emevilerde Selçuklu anlayışını göremiyoruz. Ki; Emevi Devleti aşırı ırkçılıkları ile yüzünden tarihe karışınca onun yerine geçen Abbasi Halifeliği mezhepler ve sınıflar arası uçurumları yatıştırmaya muvaffak olmayı başaramadı. Abbasi devrinde daha çok dini mücadeleler, Selçuklu da müfrit Şii ve Hasan Sabbah türü militan hareketler, Osmanlı da ise daha çok hoşgörü ortamı göze çarpar.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
02-11-2009, 13:32 | #2 |
ALEVİLİK-2(TARİHTEN GÜNÜMÜZE)
ALEVİLİK-2(TARİHTEN GÜNÜMÜZE)
ALPEREN GÜRBÜZER Sultan Tuğrul Sultan Tuğrul, devletini kuvvetlendirip, Anadolu yolunu açan seferini tamamladıktan sonra, Abbasi Halifesinin yardım istemesi üzerine Hilafeti Şii Büveyhililerin elinden ve Rafiziler’in şerlerinden kurtarmak amacıyla 1055 yılında işgal altındaki Bağdat’ı Şii Büveyhililer’in (Fatımi) saldırılarına son verir. Böylece Şii Büveyhililer’e esir olan Sünni halifelik Sultan Tuğrul’un girişimiyle kurtulabilmiştir. Bu sefer sayesinde Sünni halifelik kurulmuş ve Tuğrul Bey’in bu jestine karşılık halife mektubunda; O’nu doğu ve batı’nın hükümdarı ilan ettiği gibi, Onu İslam’ın dirilticisi, Sultanü’l Müslümin (Müslümanların Sultanı) ve Kasım Emir’ül Müminin(Halifenin ortağı) unvanlarıyla taltif eyler. Dünya Hakanı ilan edilmek aynı zamanda Tuğrul Bey’in şahsında Türklere büyük bir itibar kazandırır. Bu olayla birlikte Hakanlarımız kendilerini İslam’ın hadimi(İslam’ın hizmetkârı) olarak gördüler hep. Hâsılı XI. yüzyılda İslam dünyasının lideri Tuğrul Bey’dir. Aynı zamanda Tuğrul Bey Büveyhililer’in hâkimiyetine son vermesinin ardından Bağdat’ta halifenin kızı ile evlenme şerefine de nail olur. Alparslan Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için Sultanlık yolu Alparslan’a açılmış oldu. Başa geçer geçmez hemen kendisine kısa zamanda adapte olabilecek, hatta ona yön verecek düzeyde Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin eder. Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına getirilmesi isabetli oldu. Nizam-ül Mülk açtığı medrese ile de adından söz ettiren geleceğe de ışık saçan bir deha örneği. Çünkü Selçuklunun gelişim evresinde Hakanların payı olduğu gibi, Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatları de kayda değerdir. Alparslan’da İslam’ın iç düşmanı Fatımilere ve dış düşmanı Bizanslılara karşı iki büyük sefer düzenlemiştir. Diyebiliriz ki Alparslan’ın kısa süren saltanat süreci (1063–1072), Selçuklunun en parlak dönemidir. Yıldırım hızıyla gerek irili ufaklı emir, melik, yabgu türü hükümdarları ve Karahanlı hakanlarını tabiiyetine alması, gerekse içte Fatımilere dışta ise Bizans’a karşı giriştiği seferleriyle göz doldurmasını bilen ulu hakandır O. Öyle ki; Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed Alparslan’a: —Efendimiz! Nimetinden dolayı ALLAH’a hamd ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri ne eski zamanlarda ne de İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk defa siz geçiyorsunuz diye iltifat içeren sözlerine muhatap kaldı. Alparslan’da bu sözler karşısında ellerini açıp mütevazı bir şekilde ALLAH’a şükretti. Alparslan evvela Bahreyn taraflarında Karamatı sapıkları ve Şii Fatımi kalıntılarını temizleyerek işe başladı. Böylece Şii Fatımiler neye uğradıklarını şaşırırcasına Suriye’den çekiliyor ve ardından Mekke Şerifi bu durumdan memnun kalarak Alparslan’a itaatini bildirip Fatımiler yerine Abbasi halifesi ile Türk sultanı adına hutbe okutmaya başlatıyor. Dolayısıyla Alparslan’ın girişimiyle Ön Asya güvence altına alınmış oldu. Ancak Halep Emiri’nin Fatımilerin etkisiyle taraf değiştirmesi canını sıkmıştı, şöyle ki; Alparslan din kardeşliği hassasiyetiyle: —Rumlar karşısında bu hudut şehrini kılıç ile fethetmekten korkarım diyerek hücuma geçmeden önce şehrin kendiliğinden teslim olmasını bekledi hep. Fakat bu arada Romanos Diogenes’in iki yüz bin kişilik ordu ile arkadan çevrildiğini öğrenince önce barış teklifi yaptı, Romen Diojen bu teklifi reddedince Alparslan bu noktadan sonra gözünü Anadolu’ya çevirmek zorunluluğunu hisseder ve gereğini yapmak üzere derhal Malazgirt hazırlıklarına koyulur. Kıyasıya geçen Malazgirt savaşında 26 Ağustos 1071 de Bizans hezimete uğratılarak Romen Diojen esir alınır. Anadolu’yu vatanlaştıran Alparslan, emaneti oğlu Melikşah’a devrederek ruhunu ALLAH’a teslim eder. Fakat ölümü bir ecnebi tarafından değil de maalesef içerden Şii batini hançeri ile katledilmesi trajik hadise olmak bakımdan düşündürücü elbette. Doğu Roma’yı fiilen tarihten silen, Malazgirt’te Romen Diojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden Alparslan, bünyemizde taşıdığımız bir virüsle Şii batini hançerine kurban olması Selçukluyu derinden üzmüştür. Ne yazık ki Batıniler Alparslan’ın şehit olmasını bile gözüne kestirebilecek cüreti gösterebilmişlerdir. Alparslan ardından birçok evladı arasında devleti önceden veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a Nizam-ü’l Mülk gibi devlet adamını miras bırakarak kırk iki yaşında şehitlik şerbetini içerek göç eyledi ebedi âleme böylece. Melikşah-Muhammed Tapar Gerek Melikşah’ın ve gerekse veziri azamın izlediği başarılı siyasetleri sayesinde Selçuklu kısa zamanda ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticaret hayatı çok ileri noktalara taşındı. Nizamü’l Mülk Melikşah’ın Vezir-i Azamı olmanın ötesinde can dostu, aynı zamanda ışık feneriydi. Dolayısıyla bir gün Sultan Melikşah’a: —İsmaili’lerin amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut değildir. Onlar bir gün davul sesleri ile şehirleri işgal ettikleri ve mümtaz insanları kuyulara attıkları zaman benim sözlerimin ne anlama geldiği anlaşılacaktır diyerek önceden gerekli uyarısını yapmıştır. Melikşah’ın başarılarına tahammül edemeyenler sinsice Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesine yerleştirmiş olduğu fedaileri tarafından katledilir. Yani Bağdat’ta zehirlenerek şehit edilir. Gerçektende Melikşah’ın ölümü müteakip dıştan Haçlıların ve içte de Batınilerin çıkardığı cinayetler ve kargaşalıklar İslam dünyasını dehşete düşürdüğü gibi uzun süre Selçukluya baş yoldurtacak kadar uğraştırmıştır. Melikşah’ın ölümü ile birlikte başlayan saltanat kavgaları sonucunda; Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen Beylikleri ve Atabegliler’in ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Selçuklu iki devlete ayrılmak suretiyle Selçuklu Türkiyesi ile birlikte üç Selçuklu Sultanı çıkmış oldu. Ancak bu durum çok uzun sürmedi, saltanat çekişmeleri sonucunda, yarış Tutuş ile Berkyaruk arasında kaldı ve birçok emir Berkyaruk tarafına geçiş yaptı. Tutuş’un ölümü ile birlikte Berkyaruk’un adına Bağdat’ta hutbe irad edildi. Berkyaruk’un ölümünün ardından oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar aralarında kıyasıya saltanat mücadelesine giriştiler, sonunda Muhammed Tapar mücadeleyi kazanarak idari mekanizmanın başına geçti, yani Sultan oldu. Bu arada karışıklılardan istifade eden küffar, Birinci Haçlı seferi sonunda Suriye’de Haçlı Devletleri kurmayı başardılar. Sultan Muhammed Tapar Haçlı seferlerinin yanı sıra aynı zamanda Batınilerle de çok mücadele etti, hatta Muhammed Tapar Batıniliğin merkezi Alamut Kalesini kuşatarak çok sayıda birçok militanlarını öldürmeyi başardı ise de bu fitne odağını kaldırmaya ömrü yetmedi. Tarihçiler bize Hülagu’nun bir yıkıcı olduğu kadar, aynı zamanda bir kurtarıcı görevi ifa ettiğini de bildiriyorlar. Çünkü Hülagu istilası olmasaydı fitne odağı Alamut Kalesi ve Batınilik İslam dünyasını bütünüyle kuşatabilirdi. Moğol- Hülagu kasırgasıyla Alamut kalesi düşebilmiştir ancak. Batınilik o kadar tehlikeli bir akım ki, ilerde Şah İsmail vasıtasıyla en etkili öldürücü darbeyi vuracaklardır. Yani Batınilik taktikleri her daim Sünni âlemi derinden yaralayacaktır. Türkiye Selçukluları Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yerini aldı. Alâeddin Keykubad’ın vefatının ardından İkinci Gıyaseddin Keyhusrev’in Kösedağ da (1243) Moğollara teslimi ile Selçuklu ömrünü tamamlıyordu. Neyse ki; Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu ile Anadolu sınır uçlarına yerleşen Türkmen boylarının Ertuğrul Gazinin açtığı sancağın altında toplanarak tarih sahnesinde Osmanlının doğuşuna zemin hazırlayacak bir gelişmeyi başlatırlar, derken böylece bir girişimin etkisi kısa zamanda Moğol yaralarını sarmaya yetecektir. Artık tarih sahnesinde, Osmanlı var, hem de altı asırı kapsayacak ulu çınar. Bugün bile o ulu çınarın kolları gönüllerde yaşıyor, yaşayacakta. Timur Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir) yeniden hayat bulmasında en büyük emek şüphesiz Emir Timur’a ait. O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde büyük zafer kazanmış, saltanatlarına son vermekle kalmamış bir dizi reformlara imza atmakta meşhur bir lider. Şayet onda bir eksiklik aranacaksa, o da Osmanlıyla bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlarıdır. Hakeza Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneğidir. Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamışlardır maalesef. Öyle ki Timur’un Anadolu’yu istilasında küffar fırsat bulup Selanik ve başka beldelerin Müslümanların elinden çıkmasına neden olmuştur. Bu yüzden Osmanlı kaynaklarında ‘’Timur fitne zuhur’’ sıfatı ile anılmıştır. Çünkü Osmanlıda, ‘Fitne küfürden daha şiddetlidir’(El-fitne eşeddein min el-küf) ayeti her zaman ışık kaynağı olmuş, Osmanlı bu ayetin hükmüne sadık kalmıştır hep. Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece çetin ve acımasız, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Dışa karşı soğuk, içte ise merhamet abidesi bir insandır adeta. Bir defasında İbni Abidin gibi büyük bir âlimle otağında buluştuklarında, İbn-i Abidin Timur’a övgüler yağdırır, Hemen bu övgüler karşısında; Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim cevabını vererek mütevazı bir karakter ortaya koyar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Timur sülalesini Çağataylardan Barlaslara uzanan, yani Moğollara dayandırılsa da bunlar Türkleşmiş olduklarından, O bir Türk Hakanı olarak tarihte yerini alacaktır. Timur dindar bir kişiliğe sahip, öyle ki her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar gözü ve gönlü pek insan. O bununla yetinmemiş toplumun önem verdiği manevi önderlerin mezarlarını inşasını başlatmış, bizatihi kendisi başta olmak üzere mevcut merkatlara gerektiği gibi ilgilenecektir. Nitekim Piri Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin mezarını vakıf müessesesi kurarak türbe haline getirip korumaya almıştır da. Nasıl korumaya almasın ki, Meşayih’in manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ile medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleştirmişti çünkü. Zaten Onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından dahi O evliya-ı izamın merkatları bugünde canlı ve dipdiri olarak ziyaret edilebilecek halde ayaktalar hala. Timur’un hayatında net iki dönem görülür. Birinci dönemi Moğol kasırgasına karşı yaptığı mücadele dönemi, ikinci dönemi ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı imparatorluk dönemidir. O geçirdiği bu dönemlerden sonra ister istemez gözünü Çin’e dikmiştir, fakat ansızın gelen ölümle bu fethi gerçekleştiremeden kelebek misali her fani gibi bu dünyadan göç edip, ardından büyük bir eserler bırakarak öbür âleme yürüdü.. Neyse gelelim asıl konumuza. Şayet Osmanlı şarktaki Türk Devletleri, bilhassa Timur, Akkoyunlu ve Safevi İran’ın arkadan taarruzları ve Hıristiyan devletlerinin ittifakları ile karşılaşmasaydı, belki de parçaladığı Avrupa’yı tamamen fethedebilirdi. Nevar ki Timur’un Yıldırımı mağlup etmesi büyük sarsıntıydı, Timur kazandığı bu savaşın ardından Anadolu’dan aldığı 300 bin esiri İran’a götürüp Erdebil Şeyhine teslim ediverdi. Erdebil şeyhi-Şah İsmail Erdebil Şeyhinin gerçek adı Ali’dir. Erdebil Şeyhi Timur’dan esirlerin kendisine verilmesini talep eder. Bu istek karşılık bulur da. İşte bu serbest bırakılan esirler o günden bugüne Anadolu’da Alevi adı altında anılır. Aslında esirler Erdebil Tekkesine gelmeden önce Ehlisünnet itikadı üzerine idiler. Hakeza Erdebil Şeyhi’nin de kendine göre bir amacı vardı, Timur’dan Türkmen esirlerden yararlanarak irşad postundan saltanat tahtına, oradan da şahlığa geçmekti. Fakat Erdebil Şeyhi amacına ulaşamadan bu dünyadan göçtü, yerine oğlu Şeyh Cüneyd posta oturdu. Şeyh Cüneyd’de tıpkı babası gibi aynı emelleri taşıdı hayatı boyunca. Neyse ki Şeyh Cüneyd’in gizli emellerini biranda fark eden İran hükümdarı Cihan Şah, onu İran’dan dışarı sürüverdi. Şeyh Cüneyd, böylece Anadolu’ya gelmek zorunda kalır. Şeyh Cüneyd’den sonra oğlu Şeyh Haydar da Şahlık davasında bulunur, ama o da amacına nail olamaz, artık bu davayı gerçekleştirecek yerine geçen oğlu Şah İsmail muvaffak olacaktır. Öyle ki Şah İsmail 13 yaşında iken İran’da Akkoyunlu’lara harb ilan edecek kadar cesaret örneği sergiler. Bu cesareti sayesinde şeyhlikten saltanat postuna oturarak sonunda Safevi Devletini kurmayı başaracak ve Şahlık unvanını elde edecektir. Dolayısıyla Safevi’lerin ilk hükümdarı Şah İsmail ve Şah Tahmasb’dır diyebiliriz. İlk olmasına ilklerde ancak bu ikili Sünnilere karşı zulüm yapmakla işe koyuldular. Hatta İmamı Azam gibi büyüklerin türbelerini yıkacak kadar gözü karaydılar. Onların bu tutumları Osmanlı harekete geçirmeye yetmiş ve bu tür davranışlar İslamiyet’e hıyanet olarak değerlendirilmiştir. Hatta Kanuni Şah’a gönderdiği mektupla uyarmıştır Yinede Kanuni, Şii İran ahdine bağlı kaldığı sürece onlara dokunmamayı yeğlemiştir. Safevi’lerin dayandığı Alevi Türkmen kabileleri başlarına geçirdikleri kızıl külahtan dolayı o gün bugün Kızılbaş olarak anılmalarına neden olacaktır hep. Yani onlar ‘kızıl başı-bed maaş’ tabiri ile İslam dünyasında hakir görüyor ve ordularıyla Safevileri tenkil ediliyorlardı. İşte Kızılbaş lakabı bu şekilde kızıl külaha atfen dile getirilmiştir. İran’da Şah İsmail Akkoyunlu Devletine son vererek Safevi İmparatorluğunu kurduktan sonra Şah’ın üstünde hiçbir güç tanımamaya başladı. Oysa Osmanlı sisteminde Divanda müzakere esastı. Safeviler bırakın müzakereyi Şii mezhep dışında hiçbir dini oluşumu tanımıyorlardı. Zira dini taassuplarını siyasetlerine malzeme yapıyorlardı. Sünnileri ya zorla Şii yapıyorlardı ya da öldürüyorlardı, böylesine acımasızlardı. Kendileri dışındaki tüm dini cereyanların özgürlükleri zorla ellerinden alınmaya çalışılıyordu. Hâsılı Uzun Hasan ile başlayan ve Şah İsmail’le devam eden bu Türkmen bölünmesi, Şah İsmail’in şahsında Osmanlılara karşı batini muhalefet cephesi oluşturmaya yetti bile. Öyle ki, Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi Şeyhi ile birlikte coğrafyamızda sürekli ayrılık yeşertildi. Bu durum dini karar olmayıp, kesinlikle siyasi bir kararın önümüze getirdiği bir oyundu. Ve nitekim olanlar oldu, bütün Yörük Türkmen unsurlar Şah İsmail’in etrafında birleşerek yerleşik Türkmenlere karşı topyekûn savaş ilan ettiler. Şah İsmail böylece Safevi Devletinin Şahı unvanıyla, Müslümanların bir zamanlar yıktığı Pers imparatorluğunu yeniden dirilişe geçirerek bütün ihtilafların kaynağını yeniden körükleme rolünü üstlendi. Yörük Türkmenler kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş olarak ilan ederek Müslümanlar arasında ayrılık tohumları serptiler. Oysa tarihin bizlere öğrettiği önemli not; ihtilafların kaynağında göçer- konarların yerleşik hayata intibak edememenin sonucu olarak tepki hareketine dönüştüğü gerçeğidir. Tarih zaten yerleşikliği tercih eden Anadolu ile Suriye Selçuklularını, Eyyubileri ve Osmanlıyı kuran Türkmenleri bu konuda haklı çıkarmıştır. Safevi Türkmenlerden geriye baktığımızda ise onların bakiyesi sayılan İran ve Anadolu’da hala zaman zaman ciddi olaylara neden olan ayrılık tohumları niteliğinde topluluklar kalmıştır sadece. Bu değerlendirmeyi dini yaklaşımla değil, ancak siyasi gözlükle baktığımızda bu tespitimizin haklılığı o zaman anlaşılabilir. Haçlı ve Moğol saldırılarının Türkmen dağılmasının sebebi olarak gösterilse de, asıl sebep yıllardır süren Yerleşik-Yörük çekişmesinden kaynaklanır oysa. Bu iç mücadeleler sonunda Sünni Müslümanlığı bırakanlar, bizim topraklarımıza ait olmayan İran kökenli Şiiliğin bir değişik versiyonu niteliğini taşıyan ekolün peşine takılacaklardır. Türkmenlerin yerleşik hayatı seçenleri ise özünden taviz vermeyerek Türk tarihinde yepyeni bir sahife açmışlardır. Batı Türklerinin, ya da diğer bir ifade ile Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklularla başlattıkları Rönesans, Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle Türkmenlerin intiharı gerçekleşir, kelimenin tam anlamıyla Selçuklu yıkılarak 300 sene sonra ancak yeniden Fatih Sultan Mehmet’in elinde adeta bir çağ kapatılıp yeniçağın kapıları açılır. Yörükler ise, Müslümanlığı terk ederek Şiiliğe kanalize oldular. Hatta İran, Türkmenler tarafından Şiiliğin kalbi olarak görüldü. Bu durumun tehlikeli boyutlarını sezen Osmanlı, Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler sayesinde Anadolu’da Şii Türkmen yayılmasını önleyebilmişlerdir. Yavuz Sultan Selim Yavuz Sultan Selim’in neden Batıya değil de Doğuya doğru sefer düzenlediği bu gerçekler ışığında şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürükleyebilirdi. Yavuz’da gereğini yaptı. Bugün Anadolu’nun değişik yörelerinde halkımızın bir kısmı Yavuz’un davranışını dini nedenlere bağladıklarından O’na iyi gözle bakmazlar. Oysa yaptığı hamlelerle Bütün Türk İslam Âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır. Koçi Bey Osmanlı’nın gerileme belirtileri olarak Fıkhı rehberimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezarına hıyanet işlemesini ve zuhur eden Celali eşkıyasıyla nükseden bazı vilayetlerin harap olmasına bağlar. Anadolu’da Turhal civarında Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celal adında biri çıkar. Etrafına topladığı adamlarla Anadolu’yu tehdit eder duruma gelir. 1519 yılında kesik başı Yavuza gönderilir, böylece Anadolu’daki bu Celali hareketi bastırılır, ama bundan sonraki her ayaklanma ‘Celali isyanı’ , asiler de ‘Celali’ adını alacaktır. Bu bakımdan Anadolu’da patlak veren her harekete Celali isyanı büyük bir yanılgıdır. Ancak ve ancak bu harekete Anadolu evladının hain vezirler hâkimiyetine karşı giriştiği Milli bir duruşu, ya da kıyamı diyebiliriz. Yavuzun şiddeti birlik ihtiyacına binaen olmuş ve bu ihtiyaç temin edildikten sonra Kanuni’nin adalet devri devreye girmiştir. Celali hareketleri bir anlamda Türk soyluların, Alevi Türkmen ve Sünni Türkmenlerle işbirliğinin ürünüdür. Celali hareketiyle inançların genelleşmesi ideolojisi gerçekleşir. İlk bayrağı Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle beraber sonuçta, Celali ayaklanmaları sosyal gerginliğin güçlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Böylece çevre ile merkez arasında önemli kalın çizgiler ortaya çıkmıştır. Aslında devşirmelerin büyük mevkilere gelmeleri Türkmenleri sinirlenmelerine yol açmış, adına Celali ayaklanmaları denilen bir tepkiyi doğurmuştur. Tabir yerindeyse devşirmelerin silahlı kolu Yeniçeriler, Türkmenlerin ise sipahilerdir diyebiliriz. Şah İsmail mezhep taassubu ile Anadolu’ya hâkim olacağına inanıyordu, ama Yavuz tüm bu emelleri Çaldıran seferi ile boşa çıkarmıştır. Bu sefer sayesinde Osmanlı ile bu devletin arasında sınırlar belirgin şekilde çizilmiş oldu. Böylece Şah İsmail’in halifeleriyle Anadolu’daki irtibatının önüne geçilmiş olundu. Bunun anlamı Erdebil Tekkesi müntesipleriyle Anadolu’daki Alevi bağlarının kesilmesi demektir. Zira bu tarikatın Anadolu’da yakasında kalan mensupları kendileri dışında kalan Müslümanları ehli beyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği zannına kapılmışlardır. İşte bu suizan soğukluğa, soğuklukta zamanla ihtilafa dönüşüp cami ve eğitim yuvalarından uzak kalmalarına yol açtı. İşte bu uzak kalma hali neticesinde medresede öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler, sadece babadan oğla geçen kulaktan duyma bilgilerle yetindiler. Kulaktan duyma bilgilerin her zaman diliminde değişikliklere uğradığı da hesaba katıldığında Alevilik konusu gündemden düşmeyecek şekilde tartışılır hale getirmektedir. Yavuz’un ikinci seferi Memluklara karşı olmuştur. Memluklar Osmanlıya karşı Şah İsmail’le beraber birleşiyorlardı. Bunun üzerine Yavuz bir darbe ile Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra Yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve Ridaniye’de hezimete uğratır. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet Osmanlı’ya geçer. Yavuz bir taşla iki kuş vururcasına hem Şah İsmail’in gizli emellerini boşa çıkarmış hem de Ayasofya’da yapılan bir merasimle Abbasilerden hilafeti ve mukaddes emanetleri almayı başarmıştır. Dolayısıyla saltanat ve hilafeti birleştirerek İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş oluyordu. Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle karşılanmıştır. Al-i Beyt Çaldıran zaferi neticesinde İran’la Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek sevinmemişlerdir. Bu insanlar o günden beri Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlar, oysaki Al-i Beyt’e ALLAH için muhabbet etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafiye göre ise farzdır. Anlaşılan Sünni Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, sıkıntı sadece bazı sığ zihinlerde. Bakın Said Nursi; Al-i Beytt’ten Vazifei Risaletçe muradı Sünnet-i seniyyesidir. Sünneti seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost olamaz buyurarak gerçekleri gözler önüne sermiştir. Nitekim ALLAH Resulü; sizleri iki şey bırakıyorum Onlara temessük etseniz necat(kurtuluş) bulursunuz Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir, diye buyurmaktadır. İmam-ı Şer’ani Hz.leri Bir beldede seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım diyerek Al-i Beytin kıymetini ortaya koymuştur. Bir başka meselede Yezit meselesidir. Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa, şu iyi bilinmelidir ki tarihte Yezidin işlediği cinayetler yüzünden hiçbir Müslüman sorumlu tutulamaz. Çünkü Kuran’da; Hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından, cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz buyruğu var. Kaldı ki hiçbir ehlisünnet Müslüman doğan çocuğuna Yezit ismi de vermemiştir, vermezde. Tam aksine çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi verildiği sıkça rastlayabiliriz. Demek ki sanıldığın aksine Sünni Müslümanlar alevi düşmanı değillerdir. Peygamberimiz(s.av); Ehli Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur buyurmuşlardır. Aleviliğe Bakış Alevilik ve Sünnilik İslâm’ın değişik yorumudur. Aleviliğin hem hasbi(samimi) taraftarları hem de siyasi taraftarları var. Siyasi ve sembolize hale gelmiş Alevilik, Alevi halkın iyi niyetlerini istismar ederek solcu sloganlara kurban edilmektedir maalesef. Bu durumu Aleviliğin radikal hareket alanına kaydırılması olarak yorumluyor ve Alevi-Sünni çatışmasına yol açacak tezgâhın provasıdır diye düşünüyoruz. Hz. Ali’yi sevmek noktasında hiç bir Ehl-i Sünnet mensubunun itirazı olamaz. Yalnız sevmenin ölçüsünü tayin etmemiz lazım. Malum, Hıristiyanlar Hz. İsa (A.S.)’ı sevmede aşırıya kaçıp, (hâşâ) “İsa ALLAH’ın oğludur” noktasına taşıyarak, ifrata kaçmışlardır. O halde Hz. Ali (k.v.) gibi ilim kapısına ulûhiyet isnat etmek en büyük haksızlık olacağı gibi, inananlar arasında fitne sebebi olacağı muhakkaktır. İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah gibiler her devrin fitne temsilcileridirler. Bugün de İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah yok, ama onlara benzer değişik kılığa bürünmüş fitne mümessilleri iş başındalar adeta, biricik görevleri Müslümanlar arasında ayrılığı körüklemek, birlik ve beraberliği yok etmektir. Hz. Osman (R.A.) zamanında nükseden ve Hz. Ali (k.v.) devrinde doruğa ulaşan fitne hareketleri Müslümanlar arasında derin uçurumların açılmasına neden olmuştur. Gerçi Hz. Ali (k.v.) zamanında Müslümanlar arasında yapılan savaşların bir kısmı içtihat farkından doğan mücadelelerdir. Alevilerin Ehl-i Beyt sevgileri sadece Aleviliğe mahsus olmayıp, Sünnilere de has meziyettir. Çünkü Ehl-i Beyt bütün Müslümanlarca kurtuluş gemisi olarak addedilir. Cafer-i Sadık Hazretleri’nin Hacegân silsilesinin basamaklarında zikredilmesi Alevilerle Sünnilerin muhabbette, sevgide ortak paydayı paylaştıklarını göstermez mi? Cafer-i Sadık Hazretleri aynı zamanda İmam-ı Azam’ın da mürşididir ki, İmam-ı Azam: “Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu” der. Tarihi gerçekler ve Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna’da, Yunus’ta, Hacı Bektaşi Veli’de ve Hacı Bayram-ı Veli’de buluşturmaktadır. Anadolu’nun İslâmlaşmasında bu büyük zatların büyük ölçüde katkılarının olduğu herkesin kabul ettiği bir hakikattir. Önemli olan manevi sultanları saptırmadan, onları doğru anlayabilmektir. Onların ağzından sadır olmayan sözleri yine bu zatlara isnat etmek haksızlık olacaktır. Ki; icraatları, sözleri ve eserleri ortada, gerçekleri saptırmaya gerek yok. Bazılarının, Alevilik mevzusunda “rejimin emniyet sübabıdır” gibi beyanlarda bulunmasını, yeni bir ayrılık tohumunun habercisi olarak yorumluyoruz. Din-devlet ilişkilerinde devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, hatta hadim(hizmetkâr) rolü üstlenmeli. Devlet; ülke sınırları içinde vukuu bulan, değişik isimlerle zikredilen alt kimliklerin örgütlenmesine müsaade vermeli ve sivil toplum olgusunun gereğini yerine getirmesi gerekir. Çünkü sosyal devlet anlayışının temel esprisi bu temele dayanır. Çeşitli nüansları bu ülkenin gerçeği kabul edip, sivil toplum unsurlarının teşkilatlanmalarına ön ayak olmak, yardımcı olmak ve kendilerini ifade edebilecekleri sistemi getirmek Türkiye’ye hizmet olacaktır. Hem aleviler, hem de Sünniler ve diğer meşrepler ülkenin emniyet sübabıdır dersek, asıl işte o zaman devlet olarak “hakemlik” misyonumuzu yerine getirmiş sayılırız. Sivil toplum unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülük doğuracaktır. İslâmiyet, bütün dinleri, bir din olarak şemsiyesi altına alarak, aralarındaki münasebetleri bir din çerçevesinde değerlendirir. İşte İslâmiyet’in bu engin hoşgörüsü, her şeyin üstünde olan Vahy’in kudretinden kaynaklanır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), bu yüceliğin baş tacını oluşturur. Dinlerin kendi içinde mensupları, mezhepleri ve meşrepleri denilen çeşitliliği söz konusu. Bu alt kimlikleri tek unsur olarak takdim edip, işte din budur denildiğinde ister istemez kıyamet kopmakta, bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Diğer dinlerde olduğu gibi, İslâmiyet dairesi içerisinde de zenginlikler mevcuttur. İçtihat farklılıklarından dolayı mezhepler doğmuştur. Hakeza ALLAH’ı zikretmede ve nefsi terbiye etme konusunda değişik usullerin tatbiki ile çeşitli tarikatlar gün yüzüne çıktı. Tabii bu arada Ehl-i Sünnet çizgisinin dışında nükseden mezhepler ve tarikatlar da söz konusu. Ölçü; Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ahkâmına ve Sünnet-i Seniyye’ye uygun her yol İslâm’ın kabulüdür. Bunun dışında ortaya çıkan fitne ve uydurma fırkalar Firak-ı Dalle’den (sapık kollardan) sayılır. Ülkemizde bitmek tükenmek bilmeyen Alevilik meselesi, her defasında pişirilerek, ayrılık tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Alevilik, bir alt kimlik veya bir yol olarak yorumlanması gerekirken, sanki başlı başına bir dinmiş gibi lanse edilmektedir. Oysa camii, sinagog, kilise dinlerin sembolleri ve ibadet mekânlarıdır. Dergâhlar, cem evleri umumi manada ibadet yapmanın ötesinde değişik meşrebe sahip müntesiplerin semah ve zikir yaptıkları yerlerdir. Dolayısıyla ne dergâh, ne de cem evi camii’nin alternatifi olan ocaklar değildir. Bir nevi manevi sivil toplum teşkilatlarıdır. İşte bütün mesele, cem evi’nin camii’nin karşısına alternatif olarak koyulmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Dinimiz İslâmiyet olduğuna göre, O’nun mabedi de camii’dir. Semah yapılan mekânlar, dergâhlar ve cem evleri camiinin üstü değil sadece alt zenginliklerdir. Hiç bir zaman tek başlarına camii değillerdir. Tehlike cem evleri’nde değil, cem evleri’nin cami’ye karşı alternatifmiş gibi gösterilme girişimleri asıl tehlike.. Eğer Alevilik alt bir kimlik ve meşrep değil de, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi din olarak ortaya çıksa idi, o zaman cem evi’ni de bir kilise, bir havra tarzında yorumlayabilirdik. Bir kere, gerek din adına, gerek mezhep adına, gerekse meşrep adına ortaya çıkan her teşekkül, kendi tanımını, gayesini, metodunu ve uygulamasını belirtmediği sürece tartışılmaya mahkûmdur. Her hareket, tarifini, usulünü, uygulamasını ve amacını mutlaka açıklamalıdır. Aksi takdirde mezheple meşrep, meşreple mezhep, dinle mezhep ve dinle meşrebin arası sapla saman misali karışacak, birbirinin yerine geçecek ve tam manasıyla kaos ortamı oluşacaktır. Bir kilimin içinde değişik desenler mevcut, ama hiç bir desen tek başına kilim adını alamaz. Kilim, değişik tonlarla ve değişik nakışlarla işlenmiş desenlerden bir araya gelerek isim alır. Din de öyledir. Din kiliminin içinde çok çeşitli yollar, mezhepler ve meşrepler vardır. Mezhep ve meşrep gibi desenler tek başına dini temsil edemezler, sadece dinin zengin unsurları olarak telakki edilir. Elbette yeryüzünün her yeri ALLAH’a ibadet etmeye engel değildir. Fakat camii, kilise ve havra dinlerin ibadet sembolleri ve mabetleridir. Sembollerin hukukunu hiçe sayıp da, cem evi’ni camii’nin üstünde bir mevkie veya karşısına oturtmak çabalarını birbirlerinin hukukuna tecavüz olarak addediyoruz. Her kurum ve müessesenin haddini bilmesi gerekir. Medresenin fonksiyonu başka, dergâh’ın başka, hakeza cem evi’nin de başka. Bunların üstünde camii, bütün zenginlikleri bir araya toplayan mekânın adıdır. Üstelik camii minaresi, vaaz kürsüsü ve minberi ile değişik mezhep ve değişik meşreplerin mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahallidir. Minberi adeta kürsü, mihrabı bizi ötelere taşıyan remz. Hele hele bir de Cuma günümüz var ki, o da Müslümanların cümlesini haftada toplu halde toplayan bir birlik meşalesidir. Cuma günü her mezhep mensubu, her meşrep mensubu, ne medrese, ne tekke, ne de dergâhta cuma namazını eda etmeyip, camiye koşmak mecburiyetindedir. Cuma; ismiyle müsemma toplanmak demektir çünkü. Bütün bu örnekleri vermemizdeki gaye, Cem evi gibi manevi sivil toplum ocaklarının camii gibi umumu kuşatan mabede alternatif ibadet yeri gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak içindir. Unutmayalım ki; hepimiz aynı kilimin desenleriyiz |
|
02-16-2009, 11:08 | #3 |
Güzel paylaşımın için ben teşekkür ederim.
|
|
08-21-2009, 15:28 | #4 |
Alave çalıştay çalışmalarına umarım katkımız olur, tabi okursalar.
|
|
07-03-2010, 22:50 | #5 |
alevilik adına hiçbir şey yapmayan dandi şimdide kürtlüğü istismar etmeye çalışıyor.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|