02-12-2009, 19:30 | #1 |
|| Sultan II. Abdülhamid - Hatıratım (Hatıra Defteri) || // TARİHE TANIK OL MÂFAD!
YENİ DEVLET TAKVİMİ
1.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Sonradan Batı takvimi benimsenmemiş olsaydı, bugün yeni bir yılımız başlardı. (1) Bizim iki tarihimiz var : biri, DİN'in ki, Muharrem'Ie, öteki DEVLETİN ki, Mart ile girer. (1) Osmanlı Devletinde Tanzimattan beri kullanılmakta olan Rûmî takvimde yılbaşı, l Mart'dır. Julien takviminin, müslümanla-rın kullandığı Hicri takvime uygulanmasıyla yapılan Rûmî takvim, bugün kullanmakta olduğumuz Gregorien takvimden 13 gün geridir. 1917 yılında Hükümet bu farkı kaldırmak istemiş ve Rûmî tarihle 8 Şubat 1332 de, 5 maddelik bir kanun çıkarılmıştır. Kanunun 1. ci maddesi şöyledir:«1332 senesi Şubatının 16. cı günü, 1333 senesi Martının birinci günü sayılacaktır.» Bundan sonra yılbaşımız «Kânunsâni» olacak. Bilmem, ilgili Daireler, Bakanlar Kurulu, Milletvekilleri, Senato ve muh terem biraderim hazretleri» (2) «Kânunsâni» deyimiyle yeni Bir yıla girmenin, biraz manâsız, biraz gülünç olacağını dü-şündüler mi?... Bir yıl, Kânunun (birinci) sinde bitiyor, ardından ge-çen yıl da (ikincisi) adile besmele çekip buyuruyor. Batı tak-viminin benimsenmesine karşı olduğum sanılmasın; tersine, uygun bulduğum içindir 'ki şu birkaç satırı yazdım. Bir yenik eksik olursa, yararı da eksik olur. Umulur ki, zaman bunu da düzeltsin. Şehzadelik Günleri 2.Mart.1333 (1917) Dün yaptığım bu yorum, bugün beni biraz düşündürdü, Şimdiye kadar sigara dumanlan arasında düşünceyle geçen günlerimin bazı hatıralarını yazmaktaki ihmalime nerdeyse pişman oldum ve üzüldüm. Uzun bir hayat ve uzun bir hü-kümdarlık çağı geçirdim. Hatıralarım, yalnız benim değil, biraz tarihin ve özellikle tarihindir.Ben Saltanatta iken, düzgün bir tahsile ve okumaya vakit bulamıyordum. Şehzadeliğim de büyük kardeşim gibi, hiçbir şeye aldırış etmezlik içinde geçmişti.Büyük kardeşim hazretlerinin çevresini alan edebiyatçılar ile, sonra beni yeren yazılar yazanlar, Sultan Murad'ı bilgin, şair, yurtsever sağlam bir kişi olarak halka tanıtmak ve sevdirmek isterlerdi. Oysa Rahmetli'nin bilginliği, olgunluğu şöyle dursun, yazısı ve imlâsı bile zayıftı. Sadrazam Fuat Paşa (3) tedavi için Nis'e giderken, gelini Nimet hanıma yazdığı bir tezkereyi o zaman görmüş ve bir suretini çıkarmıştım. Rahmetli kardeşim Fuat Paşadan pek çok korkardı. Buna o vakit «bey» olan Ziya Paşa'nın, «Veraset-i Seniyye» (4) mevzuunda broşür olarak yayınladığı mektupları sebep olmuştu. Ziya Bey'in Fuat Paşa'ya hıncı vardı. Güya, rahmetli Amcama (5) Fuat Paşayı Sadrazam yapmasını o salık vermiş de, Paşa Sadrazam olunca onun isteklerini yerine getirmemiş! Yılbaşı da l Kânunsâni (l Ocak) olarak benimsenmiş, ancak bütçe yılının başlangıç tarihi, eskisi gibi l Mart olarak bırakıl -mıştı. Abdülhamidin sözünü ettiği ve biraz da mizaha aldığı deği-şiklik işte bu değişikliktir. Çünkü böylece bir yıl, «Birinci Kanunla bitiyor, ikinci yıl «ikinci Kânun» la başlıyor. Sonradan Birinci Kânun, ikinci Kânun» deyimleri kaldırılarak bu aylar, «Aralık ve Ocak» olarak adlandırıldıktan, yeni kuşakların bu ince mizahın zevkine varmaları güçleşmiştir. (2) Sultan Mehmet Reşat. Veliahd Murat Efendî'nin Mektubu Ben, Ziya Bey'i o zaman da sevmezdim, «Ziya Paşa» olduktan sonra da... Çünkü zekâsını iyilikten çok hıncı olan kimselere karşı kullanır, hırslı ve intikam peşinden koşan bir adamdı, İşte bu (Paşayı hoş tutma) hevesile Veliaht Mu-rad Efendi'nin Fuat Paşa ailesine yazdığı mektup olduğu gibi şudur : «İffetlû Hanımefendi, Peder-i vâlâları Paşa Hazretlerinin nâmizaç oldukları ve tebdil-i ab-u hava zımnında gelecek hafta zarfında Avrupa'ya azimet buyuracakları reside-i câ-mia-i teessüfümüz oldu. Cenab-ı hak ve feyyaz-ı mutlak, ka-riben kesb-i afiyet ihsan (6) buyursun. Doğrusu şu hâle, aşırı derecede mağmum ve mükedder olduk. Ve şafi-i (7) hakikî olan cenab-ı perverdigârdan şifa-yı acil ihsan buyurması da'vatını an hulusulbâl yad-ü tezkâr eyledik. Her halde hıfz-ı hüdâda bulunmaları mütemenna-yı hulusveriyedir. (8) Merhum, bu tezkereyi yazarken ben yanındaydım, önce uzun, uzun müsveddesini yaptı. Sonra dikkatle ve ağır, ağır temize çekti. (9)Ben Selânik'e gittikten ve bu değişikliğin getirdiği bezginlik iki üç ay içinde silindikten sonra, düzenli olarak okumaya başladım. Edebiyat ile Tarih en sevdiğim bilgi dalları idi. Ben saltanatdan uzak kaldığım bu günlerde yalnız dinlenmeyi değil, şan ve şerefimin de büyük bir bölümünü kazandım. İşte bugün, Allah'a şükür, fikrimi oldukça düzgün bir üslup içinde ifade edebiliyorum. Fransızca'dan, kulak dolgunluğu ile birçok kelime bilirdim. Selânik'in uzun günlerinde bu dili, düzenli olarak öğrenmeğe çalıştım. Şimdi okuduğum gazete ve kitapları, lügat yardımı ile, fakat kolaylıkla anlıyorum. -Tanzimat döneminin ünlü sadrâzamlarından Keçecizâde Mehmet Fuat Paşa. (1815 - 1869)Ziya Paşanın Âli Paşayı Mısır'da saltanat şeklini değiştirmesi yüzünden eleştiren düzyazı eseri: «Veraset-i Saltanat-ı Seniyye.» (1868)Sultan Abdülâziz.Abdülhamid tarafından metinde yanlışlıkları belirtilmek için altlan çizilen sözcük ve deyimler siyah dizilmiştir. Eski harflerle imlâsı yanlış yazılmıştır.Metinde bu kelimenin altında 2 çizgi vardır.Mektup, bu hâlile de anlaşılacağı gibi, Fuat Paşa'nın hastalığı yüzünden Avrupa'ya gitmesi üzerine, Sultan Murad tara fından kaleme alınmış bir hatır mektubudur. Mektupta, Paşa'nın hastalığı yüzünden Avrupa'ya gideceğini üzüntü ile haber aldı ğını yazıyor, o günün diliyle Paşaya Allah'dan sağlıklar diliyor. Bu birkaç satırlık mektupta Abdûlhamid bazı sözcüklerin yanlış yazılmasını, bazılarının da yanlış kullanılmasını ele almakta ve Sultan Murad'ın da pek öyle bilgili, şair, edebiyatçı olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Çünkü başka annelerden doğan bu iki kardeş, oldum olası birbirleriyle geçinememiş, birbirlerini kıskanmaşlardır. Ben Edebiyatçıların Değil, Edepsizlerin Düşmanıyım Ah... Beni edebiyata düşman sanır ve böyle gösterirlerdi. Hayır!.. Ben edebiyatın değil, edebsizliğin, edebiyatçıların değil, edebsizlerin düşmanı idim. Ziya Bey'i Vezirlik ve Valilikle İstanbul'dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet, efkâr-ı umumiye değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğu ile halka daha müessir olduğu halde, onu Avrupa'ya sürdüğüm zaman, kaç adam sesini çıkardı?... Ben edebiyata düşman olsaydım. Kemal Bey'e (Namık Kemal) öldüğü güne kadar kesemden aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım. (10) Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya beylerin nazlarını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey'i dolgun aylıklarla rahat yaşatmaktan başka, ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhaklıklarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve tarih bilimine düşman olsaydım, bir ara tacımla, tahtımla uğraşmak istemiş olan Murad Bey'in (Mizancı Murad) her münasebetsizliğine katlanarak, istifa ettiği halde etmemiş kabul ederek devlet hizmetinde kalmasına razı olmazdım! Hayır, tekrar ederim ki ben, edebiyatçıların gerçek ve şefkatli bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edebiyatçı ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi!... (10) Ali Ekrem Bolayır (1867 - 1937) babası sürgüne gönderildikten sonra Mabeyn Kâtibi olarak saraya alınmıştır. (1888) «Ben Yangın Bırakmışım!» 3.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Bu sabah, Musahibim söyledi : Kadıköy vapurunun yan şamatalarından birinde dört-beş efendi, heyecanlı bir sohbete koyulmuşlar : İçlerinden biri, günün bütün yoksulluğunu ve hayat güçlüğünü eleştiriyor ve bundan da Hükümeti sorumlu tutuyormuş. Ama sarı bıyıklı birisi bu tenkitleri yapana kaşlarını çatarak, kaba bir tutum ve dil ile : — Bu yangını Abdülhamid bıraktı. Mithat Paşa'yı attıktan ve öldürdükten sonra, tuttuğu yolun buraya çıkması zorunluydu demiş ve bu sözü söyleyen de Selânikli Doktor Nazım Bey'miş... Bunu musahibim merak ettiği için soruşturarak öğrenmiş... Doktor Nazım Bey'in adım yirmi yıldanberi sık sık işitir-dim. Öncüleri, Ahmet Rıza Bey'le birlikte aleyhimde çalıştı. «İttihat ve Terakki» nin koyu taraftarlarından olduğunu, kimseyi beğenmez, kimseyle hoş geçinmez bir adem diye tanındığını söylerlerdi. Bana karşı olanların hayatlarım ve hareketlerini köşemden arasıra izlerdim. Doktor Nazım Bey'in, mesleği olan doktorlukla uğraşacağı yerde politika ile, ama karmakarışık bir politika ile uğraşıp didindiğini bilirdim. Yalnız övülecek bir yanım söylüyorlar; kendi adına hırsı olmamakla, hiçbir memuriyet kabul etmemekle, arkadaşları arasında mütemayiz bir vatansevermiş! Soyumdan getirerek taşıdığım unvandan (Sultan) bile adımı tecrit etmeğe kendisinde yetki gören Doktor Nazım Bey'in şahsıma değil, Kadıköy vapurunun yan kamarasından hakkımda bir kere daha savurduğu bu aşağılık hicviyeyi burada mevzubahs edeceğim. Abdülhamid bir yangın mı bıraktı acaba?.. Ve Abdülhamid'in devrine bağlanan üç yüz senelik kopuşmalar döneminden gelen kundaklar var mıydı, yok muydu?... Bunun münakaşa yeri burası değildir, tarihtir; Doktor Nazım Beyle, fikir yoldaşlarının da bir gün içine girecekleri Tarih!... Ben 1324 (1908) yılının Temmuzunda Hükümeti bu mücahitlere, 1325 (1909) Nisanında da saltanatı şevketlû biraderim hazretlerine teslim ettim. Benim zamanımda hududumuz, İşkodra'dan Basra Körfezi'ne, Karadeniz'den Afrika'nın kum çöllerine uzanırdı. «Almanac de Gotha»nın 1908 yılında yayınlananı ile bugün çıkanı karşılaştırılırsa, benden sonra gelenlere yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu aşan nüfus ve bir ordu bırakmış olduğum anlaşılır. Ben Ödedim, Onlar Borçlandı. Şöyle böyle on yıl oldu. Yani, sürdüğüm padişahlığın üç-de biri... Eserlerimin üç'de değil on'da birini vücuda getirdiler mi?... Hükümdarlık makamına geldiğim zaman, üç yüz milyon liraya yaklaşan dış borçlarımızı iki büyük harbin ve birçok ayaklanmaların gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra otuz milyona indirmeyi başardım. (11) Yani, onda birine!. Nazmı Bey'le arkadaşları ise, benim bıraktığım otuz milyon borcu, bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar... Yâni, on üç katına... Demek benden sonrakiler, Saltanat makamının güç ve kuvvetini yürüten yalnız biraderim olmadığı için benden sonrakiler diyorum — yalnız dış borçlarımızı arttırmak konusunda büyük bir marifet ve muvaffakiyet göstermişlerdir. Ben, hangi şartlar içinde ve nasıl bir zamanda padişah oldum?... Bunu hatırlatmak isterim. Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ ordumuzu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkemize savaş açmıştı. Bu bâdire-lerden o müthiş Rus muharebesi doğdu. (12) Bu savaşı doğuran iç ve dış olaylar benim saltanat günlerimin işi değil.. Ben ki padişahın ardarda hâl'inden, 93 günlük bir hükümet buh-ranından ve bir saltanat boşluğundan sonra padişah olmuştum. Millet, rüştünü, erginliğini iddia ediyordu.Kamuoyunun güvenini elinde tutan Mithat Paşayı hemen Sadârete getirdim. Rusya'nın ileri sürdüğü istekleri veya Rusya ile savaşı göze alıp almamayı yine millete bırakmıştım. Bunu konuşup tartışmak için kurulan «Meclis-i Umu-mi»ye de milletin o kadar güvendiği Mithat Paşa başkanlık etti. (11) Bugünkü paramızla borcumuz 7 tirilyon 800 milyar Türk lirası veya takriben 26 milyar Amerikan dolan kadardır.
Konu FarukARSLAN. tarafından (02-13-2009 Saat 00:09 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
02-12-2009, 19:34 | #2 |
2
(Ben Ne Şahıs Olarak, Ne Makam Olarak Sorumluyum.»
Öyleyse, 93 Savaşı ile bunun getirdiği bütün sonuçlardan ben ne şahıs olarak, ne makam olarak sorumluyum. Harbin idaresine gelince : O zaman tayin edip hizmet verdiğim kumandanlar, Osmanlı tarihinin yalnız o döneminde değil, ondan önce ve ondan sonraki dönemlerinde de eşine seyrek rastlanan kumandanlardı. Ulaşım araçlarının eksikliği, Rumelindeki müslüman halkın dışında kalan azınlıkların taa Edirne vilâyetinin içine kadar bulaşan ayaklanma ateşleri, hep benim zamanımda ve benim yüzümden oluşmuş uğursuzluklar ve felâketler sırasında gösterilmek istenirse, tarihin insaf ve adaletine dokunulmuş olur. O savaşın sürüklediği felâketler altında ezilenlerin yardımına yetiştim. O göçmen dindaşları kondurmak ve yaşatmak için mümkün olan her şeyi yaptım, İstanbul'dan Sivas'a, Halep'e kadar bir uçtan bir uca göçmen köyleri kurdum. Bunların bir çoğundaki camilerin masraflarını, ulu Allahın bana emanet buyurduğu kullarına acizane bir yadigâr olmak üzere, kendi kesemden verdim. (12) 1877 Osmanlı-Rus Savaşı. Bizde buna «93 Harbi. (1293) denir. «Millî Ticaret» adı altında üç-beş kişiyi patlayıncaya dek doyurmak için halkın midelerine girecek lokmalara kadar el uzatmak, böyle dar ve bahtsız günlerde değil, en geniş ve rahat zamanlarda bile hatırımdan geçmedi. Aklımdan hiç çıkmayan şeyler, bu Allah kullarının yiyeceği, içeceği, yakacağı, barınacağı idi. Bunları, kendimi savunmak için söylemiyorum; çünkü yerime geçenler beni o ka'dar savundular, temize çıkardılar ki, dinime ve devletime getirdikleri felâketin hatırası olmasaydı, kendilerine bunun için teşekkür bile ederdim. Ben, sayıp döktüğüm bu küçük hizmetlerimle iftihar etmeye de kendimde hak bulmuyorum; çünkü hepsi vazifemdi. Bugün üzgün ve pişman olarak görüyorum ve yaşarsam ilerde kendi kalemimle enine boyuna itiraf edeceğim ki, benim de birçok kusurlarım vardır. Haydi, o yurtsever Doktor Nazım Bey'e hak vererek kendisi ile birlikte ilân edeyim ki : — Bu yangını Abdülhamid bıraktı!... Ama o haksever doktor da eğer mert bir insansa saklamasın ki, o yangını güya söndürmek için gelenler su yerine petrol kullandılar! Yaşlılık, daha fazla yazmama engel olacak; yoruldum. Mithat Paşa için de söyleyecek sözlerim var. Vaktim olur ve Allah da isterse yarın bu konuyu ele alacağım. Mithat Paşa 4.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Hatırımda kaldığına göre, cennetmekân pederimin (13) son Veziri Mithat Paşa'dır. Son Veziri olmasa bile, son ve-zirlerindendir. Amcam merhumun maiyetinde Avrupa'dan dönerken Mithat Paşa'nın Tuna vilâyetindeki bayındırlığı ve devlet düzeni hepimizin takdirini kazanmış ve Avrupa'da gördüğü bayındırlığa hayran olan amcam, Tuna vilâyetine girer girmez hayır-dualarla hatırlamış, anmıştı. Paşanın «Şura-yı Devlet» başkanlığına getirilmesi, ona Sadrazamlık yolunu açmak içindi. Fakat Sultan Abdülâziz, Âli Paşa'yı incitmek istemediği ve Avrupa dönüşünde bu duygusu daha da güçlendiği için, Mithat Paşa Şurayı Devlet'de, yâni İstanbul'da çokça duramadı. Cennetmekân amcam, pek vakur bir hükümdardı Âli Paşa'yı böylece arkalamasında, öyle sanıyorum ki Üçüncü Na-polyon'un da etkisinin payı vardı. Fakat rahmetli, böyle bir etki altında olduğunu kimseye belli etmezdi. Bir gün Âli Paşa Sultan Aziz'e gelerek Bağdat vilâyetinin olağanüstü önem kazandığını ve Şiiliğin giderek arttığını, Acem Şahı'nın «Atebâtı» (14) ziyaret vesilesi ile oralara seyahat edeceğinin söylenti halinde dolaştığını anlatarak Vali Nakittin Paşa'nın idaresine güvenmediğini söyledikten sonra, kendisinin bu vilâyete memur edilmesini arz etti. Âli Paşa, Padişah'ın kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmayacağından emindi. Nitekim düşündüğü gibi çıktı. Bunun üzerine : «O halde Reis Paşa kullarından uygun bir Vali bulamıyorum.» dedi. Mithat Paşa da böylece Bağdad Valisi oldu. (13) Sultan Abdülmecid. (14) «Atebat-ı aliyye> Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin meşhed-i mukaddesleri mânasına gelir. «Mithat Paşa'nın Politikası Hatalı İdi.» Bağdad vilâyetinin sınırı o zaman pek genişti. Mithat Paşa, sanırım üç seneden fazla Bağdad'da kaldı. Vilâyeti iyi idare ettiğini, ve bazı bayındırlık ve düzenlemelerde başarı kazandığını işitiyorduk. Önceleri pek gitmek istemediği bu vilâyetten Mithat Paşa'nın ayrılırken çok üzgün olduğunu da işittik. Mithat Paşa'yı Bağdat'dan kaldırmak, Âli Paşa'nın yerine Sadrâzam olan Mahmut Nedim Paşa'nın hatası idi. Çünkü, rekabetinden Ali Paşa'nın bile çekindiği bir adam, Mahmut Nedim Paşa için tehlikeli bir muhalif olabilirdi; nitekim öyle oldu. Mithat Paşa, tayin edildiği Edirne vilâyetine gitmeden, bir yolunu bularak kendisini huzura kabul ettirmiş ve Mahmut Nedim Paşayı düşürerek yerine geçmiştir. Mithat Paşa iyi bir Vali idi, fakat yürüttüğü politika hatalı idi. O zaman padişahın ve vükelâ'nın gözünde şüpheli olan adamlarla sık sık buluşur ve bir şark padişahını değil, en meşrutiyetçi hükümdarları bile kuşkuya düşürecek davranış ve konuşmalar, Sadrâzamın ağzından ve konağından duyulurdu. Sultan Abdülâziz'i tahttan indirmek fikri, ilk önce Hüseyin Avni Paşa'da doğdu. Sebebi de Padişah'ın daha önce kendisini İsparta'ya sürmesiydi. Amcam merhum, ağır başlı ve herkesi de kendisi gibi eli ve yüreği açık zannedecek kadar insanlara güvenliydi. Hüseyin Avni Paşa gibi kinci bir adamı hem bağışladı, hem de Seraskerliğe getirdi, İşte amcam, bu hatasına kurban gitmiştir. «Hâl' İşine Girmiş Kimseye Güvenilmez.» Mithat Paşa, hâl' işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilâlciler sınıfına geçti. Hiç bir Hükümdar, hâl' işine karışmış bir adama güven duyamaz. Meğer ki, hâl' edilen hükümdar, yerine geçenin can düşmanı olsun. Ve dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmakta da gösterebilmiş olsun... Ben tahta çıktığım zaman, Sadrazam Mithat Paşa değildi. Kamuoyu'nun kendisine eğilimi ve güveni olması, durumun da olağanüstü tehlike ve nezaket taşıması nedenile, hemen kendisini Sadrazamlığa getirdim. Şunu temin ederim ki, Mithat Paşa idareli ve tedbirli bir Sadrâzam olsaydı, hiç olmazsa Rus Muharebesinin sonuna kadar sadaretde kalırdı. (15) Halbuki ilk günden başlayarak bana bir âmir, bir vasî kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok, despotluğa yakındı. Mithat Paşa'yı iyi tanıyanlar, re'yinde ve tutumunda ne kadar müstebit olduğunu saklamazlar. Tuna vilâyetindenberi en aziz ahbablarından bulunan ve Mahkeme-i temyizin birinci reisi iken Mithat Paşa'ya olan sevgisi nedeni ile taşralarda ömrünü yitirmeğe razı olan Ramiz Molla'nın Beyrut merkez niyabeti sırasında Vilâyet idare Meclisinde bir mesele konuşulurken : «Bu esasen Mithat Paşa'nın Tuna Valisi iken düşünmüş olduğu bir şeydir. Paşa hürriyeti yalnız kendi nefsi için isterdi; bunun dışında müstebidin müstebidi idi.» der. Mithat Paşa'ya görmeden âşık olanlardan birinin bu söz pek gönlüne dokunur ve elinde olmadan bir kırgınlık gösterir. Ramiz Molla, bu öfkenin farkına vararak Meclis dağıldıktan sonra o zatı yanına çağırır ve uzun, beyaz sakalını eline alarak : — Bak oğlum, ben bu sakalı yalnız yılların zahmeti ile değil, bir parça da Mithat Paşanın yüzünden çektiğim gurbet mihneti ile ağarttım. Şimdi seni gücendiren bu sözü, ben Paşanın yüzüne karşı da kaç defa söylemişimdir. Ben, şunun bunun hatırına uyarak değil, gerçeğe uyarak konuşan bir adamım.demiş olduğunu Ramiz Molla'nın ölümünden sonra, o çevre insanlarından biri, bir gün bana hikâye etmişti. O İşret Gecesinde Mithat Paşa'nın ikinci Sadâretinde Kanun-ı Esasî (Anayasa) hakkındaki «Hatt-ı hümâyûn» benim tarafımdan çıkarıldı. Bilindiği gibi bu hattım okunduktan sonra, akşam olunca Mithat Paşa'nın konağında toplanırlar; O zamanın hür-riyetsever şairleri, edebiyatçıları hep beraber, o gece devlet işleri konuşulacak yerde, işaret işleri konuşulur. Mithat Paşa, taa gençliğindenberi sarhoşluğu ile ünlüydü. «Kanun-i Esasî» ilânının verdiği zevke, içkinin verdiği sarhoşluk da eklenince, yemekten kalktığı zaman, düşmemesi için iki koluna girerler. Elini yıkarken dili dolaşa, dolaşa eniştesi Tosun Paşa'ya :— E, Paşa!.. Bundan sonra beni kim yerimden atabi lir?... Söyle bakayım Paşa!.. Ben bu sefer kaç yıl Sadarette kalacağım?.. demiş. Tosun Paşa da : — Bu gidişle bir hafta bile kalamazsın!...diyerek ve âdeta sürükleyerek harem dairesine götürmüş. Ben bu olayı o gece haber almıştım. Mithat Paşa'nın değerini inkâr etmem. Çalışkan, namuslu bir Vali idi. Fakat meziyetleri kadar, noksanları da vardır. Hele politikada, zamanın gerektirdiklerini, Safvet ve Ethem paşalar ölçüsünde anlamazdı.Tuna Valisi iken, Bulgarca'nın Bulgar okullarında okun- masını hem teşvik etmiş, hem arkalamış. Bunun ağır sonuçlarını hatırlatanlara da : «Hangi dilde olursa olsun, tek okusunlar» diye sözüm ona parlak bir gerekçeyle direndiğini herkes bilir. Sultan Abdülâziz'in şehadeti meselesi, derece derece yargı kurullarından geçmiş bir işti. Ben, çıkan idam kararını hafifletmekten başka bir şey yapmadım. Eğer gayritabiî bir ecelle ölmüşse, benim bunda parmağım yoktur. Ölümünden aşağı yukarı on yıl sonra, Avrupa'da basılmış türkçe bir kitapta, nasıl öldürüldüğü üzerinde ayrıntılı bilgi var ve bazı isimler açıklanıyor. Bu kitabın yazdıkları doğru ise, suçu işleyenler arasında bana nisbeti olan kimselerin bulunmaması da gösterir ki, o meselede benim ilgim yoktur. «Mithat Paşa'nın Ölümünde Parmağım Yok...» Bu bir gerçektir ki, Mithat Paşa'dan her zaman çekindim. Fakat o kadar ünlü bir insanı — hattâ mahkemeden idamına hükmolunduğu bir zamanda bile — mahkeme kararını icra ettirmeyecek kadar kurumaya lâyık görmüşken, sonra niçin ve ne menfaat umarak öldürteyim?.. Düşmanımı şehitler sırasına çıkarmak benim menfaatime elbette aykırı olurdu. Haydi, beni karalayan bu iftirayı olmuş sayarak olduğu gibi ve tamamen kabul edelim. Size kaç Halife göstereyim ki, çekindiği veya çekiştiği kimseleri bir anda yok etmişlerdir, İslâm halifelerinin en büyüklerinden biri olan Halife Abbas, Mansur'a, Devaniki hanedanının velinimeti olan Ebu Müslim-i Horasanî'yi idam ettirmedi mi?.. (16) Harun-ül Re- (16) Abûl Abbas'a Ebû Müslimin yok edilmesini ötedenberi salık veren al-Mansur, bu emeline Rûmiye kasabasında muvaffak oldu. (13 Şubat 755) şid'in, o kadar sevdiği Cafer-i Bermekî'yi idam etmekle kalmayıp akrabasına ettiği zulüm, benim Mithat Paşa'ya davranışımdan daha mı hafiftir? Özellikle ben, Mithat Paşa'nın umulabilecek saldırısına — ki meydan bulsaydı, umduğum başıma gelirdi — yalnız ihtiyat tedbiri almakla yetindim. Adamlarına hiç dokunmadım ve ailesine musta'fi maaşlar verdirdim. Yetiştirdiği vezirlerden Abdurrahman ve Halil Rıfat Paşalar gibi işe ya rayanları, taa Sadaret makamın kadar çıkardım. Ve Müşir Şakir Paşa ve Raif Paşa gibi devlet adamlarını da önemli işlerde ve mevkilerde kullandım. Fatih Sultan Mehmet'in, Halil Paşa gibi, Varna zaferinin kazanılmasına sebeb olmuş değerli bir Sadrâzamı idam edivermesi, bir halde sadece Rumları direnmeye teşvik hainliğini yaptığını gösteren mektup efsanesine dayalı bir işlem değildir. Sokullu Mehmet Paşa'nın şehadetinde Üçüncü Murad'ın ilgili olmadığı iddia olunabilir mi?.. Alemdar Mustafa Paşa hadisesinde ceddim Sultan Mahmut hazretleri, Paşa'ya hay-rihahlık gösterdi mi?.. O kadar uzaklara gidip de tarihten örnekler aramaya gerek yok. Dört yıl önce Takvim-i Vekayi'de okumuştum; Mahmut Şevket Paşa'nın öldürüleceği yer ve saat, hükümetçe daha önceden haber alınmışken, koca bir Sadrâzam ve Harbiye Nazırı, güpe gündüz ve Harbiye Nezareti'nin önünde bir yaveri ile birlikte parça parça ediliyor ve on yedi kurşun atılıyor da, yine bir polis, bir jandarma eri meydana çıkmıyor. Otomobille kaçamayan bir topal olmasaydı, belki olayın suçluları da kolluk memurları gibi ortaya çıkmazdı!... Boş Bir Meşrutiyet Hayranlığı Mithat Paşa meselesinde bu kadar direnişim, bu ismin hayatıma bir leke gibi sürülmek istenilmesindeki genel inad-dan çok üzüldüğüm ve nefret ettiğim içindir.Diyorlar ki, bizde Kanun-i Esasî'yi kuran Mithat Paşa- dır.Gerçekten öteden beri meşrutiyet yanlısıydı. Ama adını, bazı kitaplarda övgüsünü duymaktan doğmuş bir taraf-darlık... Mithat Paşa, Meşrutiyet idaresinin Avrupa'da sağlamış olduğu faydaları yalnız görmüş, fakat bu bayındırlığın öteki sebebleri ve tesirlerini incelememişti. Solfato, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi, Meşrutiyet yönetiminin de her millete, her ulusal bünyeye yaramayacağını sanırım. O vakit, faydalı olamıyacağım sanırdım, simdi ise, zararlı olduğu kanısındayım.Mithat Paşa, Kanun-i Esasî'nin mutlaka ilân edilmesini teklif ettiği zaman, hiçbir devletin Kanun-i Esasî'sini incelememiş ve bu konuda temelli bir bilgi edinmemişti. Akıl hocası, Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde önemli bir hukukçu değildi. Hele memleketi, hiç tanımazdı. Sanırım ki bu anlayış kıtlığı yüzünden Mithat Paşa ile «Taif» kalesine kadar beraber gitti. 93 de (1877) Ziya Paşalar, Kemal Bey'ler, Abidin Paşa'lar Kanun-u Esasî layihasını hazırlamaya çalıştıkları gibi; sır kâtibim Sait Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i Har-biyye Nazırı Süleyman Paşa da bir lâyiha düzenleyip sundular. Ama bu kişilerin hiçbiri arasında fikir birliği yoktu. Kemal Bey bu konuda, hem Mithat Paşa'ya, hem de kendi arkadaşları ile Sait Paşa'ya karşı idi. Bana yirmiye yakın arîza verdiler. Yıldız Sarayı'ndan Harbiye Nezareti'ne aktarılan evrak arasında saklıdır. Bu kâğıtların, tarihî olmaktan öte bir değerleri olmadığı için, yağma edilmemiş, ya da satıimamıştır umudundayım. Şunu da söyleyeyim, o zaman aydınlar arasında Kanun-i Esasî'ye karşı olanlar, tarafdar olanlardan çoktu. Ethem Paşa (17), Safvet Paşa (18) ve öteki vezir ve tanınmış devlet adamları, bir millete hazırlanmadan bir kalemde tam bir hürriyet verilmesine karşı idiler. Hattâ, Tunuslu Hayrettin Paşa gibi sözünü esirgemez bir vezir bile Sadrâzam'ken bana bir ara : «Eclâfı (19) kanun ile silâhlandırmadan önce, birçok düşünmek gerekir,» demişti. Bu deyim aynen Hayrettin Paşa'nındır. (17) Abdülhamid'in babası Sultan Mecid'e ders vermiş, Fransa'da okumuş bir Sadrâzamdır. Oğullan ressam Hamdi bey, mü ze müdürü Halil bey tanınmış değerli kimselerdir, (18) Mehmet Esat Safvet Paşa (1814 -1883) Hariciye Nâzın ve Sadrâzam oldu. «Mithat», «Deva-i Devlet» Demekti.. Fakat ben o zamanki ceryanın önüne geçemezdim. «Mademki millet, kendi mukadderatını bir de kendisi idare etmek tecrübesinde bulunmak istiyor, Milletin istediği olsun» dedim. Ve eldeki lâyihalar arasında Mithat Paşanınkini küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen Hatt-ı Humayûn'u çıkardım. Mithat Paşa'nın lâyihasını öncelikle kabul etmek zorundaydım. Çünkü, «Mithat» adının ebced hesabile «Deva-i devlet» (20) olduğunu keşf ve ilân etmiş olan hasta bir halka, yine onun hazırladığı devayı vermek zorunluydu... Başka türlü susturamazdım. Rusya muharebesini Mithat Paşa hazırlamış t ve Millet Meclisi harbin cereyanına tanık ve gözlemci olmuşken, sonunda her felâket ve uğursuzluğu, özellikle benim sırtıma yıkmak bile istemişlerdi. Hâlâ bu direnmeler ve saldırılar öteden beri sürüp gidiyor. Açık alınla iddia ve belgelerle ispat ederim ki, millet, «Ayastafanos Muahedenamesi»ni imzaladı. Bense, «BerlinEclâf: Baldırı çıplak, edebsiz takımı anlamına gelir.«Deva-i devlet» ve «mithat» kelimelerindeki harflerin, eb cet hesabı ile, her iki kelimede 452 rakamını tespit etmesine işa ret edilmek isteniyor.Kongresinin kararlarını ortaya koydum. Ben harbin millet için bir âfet olduğunu, tahta çıktığım günden, indiğim güne kadar, dikkatimden hiçbir zaman uzak tutmadım. «Filibe Vakası»m savaşsız geçirdiğim için uzaktan yakından ne kadar söze geldim. Yunan'la savaşı kabul ederken o kadar düşünmüştüm ki, bu gerekli ve haklı endişeleri bile, aleyhimde bulunanlar, türlü türlü biçim ve manâya sokarak telli pullu yalanlar ortaya çıkardılar. Bu dünya savaşına (21) girip girmemeyi çok düşünür, hele yeneceğine yüzdeyüz inanmadan taraflara iltifat etmezdim. Bence, bir millet için âfetlerin en büyüğü savaştır. Zaferle sona erenleri bile milleti bitirir, yorar. «Beni Övdüler, Onu Yerdiler.» Mithat Paşa Sadaretinde milletin kendisini sevdiğine o kadar inanmıştı ki, azlettiğim anda büyük bir ihtilâl çıkarak benim hâl' ve belki de Mam edileceğimi bile saklamaya gerek görmezdi. Halbuki, ben onu Avrupa'ya uzaklaştırdığım zaman, hiç kimse ağzını açmadığı gibi, birçok vezirler ve devlet adamları beni kutlamışlar, şairler, bana övgüler, ona yergiler yazarak, gazetelerle, kitaplarla bunları yayınlamışlardı. Hattâ o kimseler arasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bu olayla ilgili bir macerayı, sonradan yayınladığı «Hâtırat»da da otuz bu kadar yıl sonra itiraf ediyor (22) Mithat Paşa'nın saflığına ölçü olmasaydı, şu meseleyi burada açıklamayı gerekli görmezdim. Kendisine hürriyet vermiş olan bir velinimetin, — henüz eserinin mürekkebi kurumadan — sadâretten ve memleketten uzaklaştırılmasına halkının sustuğu, aydınının teşekkür ettiği bir milletin Meşru-Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918).Sergûzeşt-i hayatım.tiyet İdaresine ne kadar lâyık olduğunu ben söylemek istemem. Beni İstibdat îdaresi'nin en büyük taraftarı ve dünyanın en büyük müstebidi ilân edenler, hakikati —hiç olmazsa ben dünyadan el çektikten sonra — itiraf etsinler ve onlar da benden el çeksinler.Mithat Paşa'yı niçin yargılattığımı ve mahkûm ettirmiş olduğumu da ikide birde beni suçlamak için soruyorlar. Konu FarukARSLAN. tarafından (02-12-2009 Saat 19:49 ) değiştirilmiştir.. |
|
02-12-2009, 19:48 | #3 |
3
Sultan Abdülaziz Öldürülmüştür.
Ortada, uydurulmamış, herkesin bildiği, belli bir olay vardı ki o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülâziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?... Ben hâlâ o inançtayım ki Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce, doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir. intihara kalkışan bir kimse, iki kolunun damarlarını birden nasıl kesebilir?. Bunu daha o zaman, doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti. Ahmet Mithat Efendi merhumun «Üss-i inkılâp»ındaki şüpheli satırlar, Mithat Paşa'nın mahkemesinden de, mahkûmiyetinden de önce basılmış ve yayınlanmıştı; hem de dört yıl önce... Ahmet Mithat Efendi ise, paşanın düşmanı değil, yetiştirmesi, yakını idi. Mahkeme, açık yapıldı. Muhakeme usulleri dışına çıkıl-mamıştır. Tanıklardan başka, bazı suçluların itirafları da var. Cinayet ve temyiz mahkemelerinin bu kadar önemli bir davada hak ve adaletten uzaklaşacak kadar vicdansız ve pervasız üyeleri ve kurulları bulunduğunu ileri sürmek, içlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu bütün milleti aşağılamaktır! Adalet mercilerinden geçmiş olan bir hükmü, bir de vezirler, devlet adamları ve din bilginlerinden kurulu bir fevkalâde Heyet'e inceleterek fikirlerini istedim. Hiç kimseyi madde ve manâ olarak baskıya almamış olduğum da içlerinden bazılarının, büyük bir özgürlükle fikirlerini söylemiş olmalarından bellidir. Dikkat olunursa, bunların arasında şahsıma bile söz dokunduranlar oldu. Böyle olduğu halde, toplanan oylar, hüküm giyenlerden yana bir çoğunluk sağlayamamıştı. Ben bu konuda mahkemelerden de, vezirler, devlet adamları, din bilginlerinden kurulu fevkalâde Heyet'den de insaflı kalarak hükümlülerin hayatlarına merhamet ettim : idam hükmü hiçbiri hakkında uygulanmadı.Şimdi, mahkeme kararından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl delilini de ben öne süreyim : Sultan Azizi hâl' etmek fikri, en önce Serasker Hüseyin Avni Paşa'ya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları, olaya âdeta sürüklenerek karışmışlardır. Hüseyin Avni Paşa Serasker'i, padişaha düşman eden sebeb, bir aralık rütbe ve nişanlan alınarak memleketi olan İsparta'ya sürülmüş olmasıdır. Kinci Hüseyin Avni Paşa bunu unutmadı; ve eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraflar, falanlar hep be-hânedir. (Martin-i Hanri) tüfeklerinin satın alınması sırasında Hüseyin Avni Paşa, hazine zararı karşısında köpüren titiz bir kişi olmadığını âleme göstermişti!.. Ama Hüseyin Avni Paşa kinci olduğu kadar ihtiyatlıydı. Sultan Aziz, intihar etmek değil, yaşamak, ve kendisinin aranacağı bir günü görmek isterdi. Topkapı'dan Sultan Murad'a gönderdiği o acıklı mektup da bunu ispatlar. Hâl' edilmiş hiçbir hükümdar yoktur ki, halkın kendisini nedametle aramakta olduğunu görüp işitmeden ölmeyi istesin. Sultan Murad'ın hastalığı daha ilk gün, biat töreni sırasında hissedilmiş ve görülmüştü. Sultan Aziz, belki gafil avlanmıştı ama, kendisinden yana olanlar pek çoktu. Kısa bir süre içinde, Abdülâziz'in lehinde toplumdan büyük tepki doğacağını kurnaz Serasker hâl' sırasında gördü. Tehlikeyi ne suretle olursa olsun kaldırmak, onun için bir zorunluktu. İşte Sultan Aziz'in şehadet sebebi budur! (23) Amcam Abdülâziz'in kendisini öldürmeyip «öldürüldüğü» böylece tahakkuk ettikten sonra, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı ikinci derecede kalır. (Bu satırları yazdıktan sonra hatırıma geldi, unutmamak için kaydediyorum. Hüseyin Avni ve Mithat paşalarla, ken-dilerile işbirliği yapmış arkadaşları Beşiktaş'taki" «Muvak-kithane»de, Harbiye Okulu öğrencilerinin gelişini heyecanla beklerken, belirli saatin gelip geçmiş olduğunu sanarak, «Ah, Süleyman Paşa, bizi ele verdi, hiyanet etti.» diye birbirlerile konuşmuşlardı. Bu olay, hiç kimsenin inkâr edemiyeceği bir gerçektir.) Evet, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı meselesi, suçun yaratılmadığı, hükmün zorlanmadığı belli ol- (23) Abdülhamit ve Murad birbirlerini hiç sevmezlerdi. Abdül-hamid'in hâl' edilmesinden sonra tahta çıkan kardeşi Sultan Reşat, Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye şu olayı anlatarak bu düşmanlıkların Sarayda nasıl kullanıldığını açıklamıştır. «Bir gün Şehzade Abdülhamid Efendi ile beraber, Sultan Aziz'in huzuruna çıktık. Hamit efendi, büyük birader Murad efendinin Sultan Aziz'i ne suretle fasl-u mezemmet (arkasından konuşmak) etmekte olduğunu nakletti. O da bana: «Sen de işittin mi?» diye sordu. Ben cevaben «Biraderin ağzından efendimizin senasından başka birşey işitmedim, dedim. Dışarı çıkınca Hamit efendi: «Tu senin suratına, beni rezil ettin» dedi. Bir gün de Murad'ın dairesine gittiğimde kendisini Sultan Aziz hakkında pek hiddetli bir halde gördüm; yanında duran hançeri göstererek: «Bir gün gidip şu hançerle o koca karnını deleceğim» dedi. Ben de «Pek iyi edersin birader, sen onu öldürürsün, kısas olarak seni de öldürürler; Hamit efendi tahta çıkar. Bu suretle sevmediğin Hamit efendiye hizmet etmiş olursun» dedim. duktan sonra, ikinci derecede kalır. Yanlış varsa, hâkimlerine aittir. Mithat ve Mahmut Paşaların bir gece, adlan belli subaylar ve askerler tarafından Taif kalesindeki mahpeslerin-de boğulmuş olduklarını iddia ediyorlar. Doğru olsa bile, bu işe ben ne katıldım, ne de rızam vardır. Hatırıma gelen bir olayı buraya olduğu gibi aktarmak, tarihi ve tarihle birlikte ileri sürdüklerimi aydınlatmak ve pekiştirmek isterim. Şerif Abdülmuttalibin ihbarı Hükümlüler Taife gönderildiği zaman Mekke Emiri, Şerif Abdülmuttalip idi; ve Şerifin, Amcamın hâl' işine karışmış olanlara karşı açık bir düşmanlığı vardı. Ayaklarına zincir vurduğunu işitmiş ve kötü tutumundan vaz geçmesini kendisine hemen emretmiştim. Şerif Abdülmuttalip bilindiği gibi, Hicaz Valisi ve Komutam Osman Paşa tarafından tutuklanarak Emir'likten azl edildi. Şerif o zaman bana yazdığı dilekçede «Mithat ve Mahmut paşaları Mısır'a kaçırmak için bazı yabancılar tarafından girişimler olduğunu, kendisinin bu girişimleri önlediğini ve başına gelenlerin de bundan ileri geldiğini» söylüyordu. Şerif Abdülmuttalib'in hiçbir sözüne ve davranışına inanmazdım. Bununla birlikte, iddiası, dikkate alınmayacak kadar önemsiz değildi. Bu Paşalar kaçarlarsa, muhafızlarını şahsen sorumlu tutacağımı ve hiçbir mazeret ve behane kabul etmeyeceğimi Osman Paşa'ya hatırlattım, îrademi tebliğ eden, o zamanki Başkâtibim Rıza Paşa idi. Rıza Paşa, özü, sözü doğru bir adam olduğundan, bu münasebetle hükümlüler üzerinde fazla baskı yapılmaması ve eziyete konulmamasının da bu arada hatırlatılmasını, insanlık adına benden rica etti. Takdir ile kabul ettim. Sarayın evrakı arasında müsveddesi hâlâ mevcut olsa gerek... Şimdi düşünüyorum :Olabilir ki muhafızlar kendi başlarından korkarak böyle bir olup-bitti'yi ortaya koymayı, kendi menfaat ve selametlerine uygun görmüşlerdir. Yalnız hemen belirteyim: bana gelen raporlarda her ikisinin de normal olarak öldükleri bildiriliyor ve doktor raporları ile de bildirileri belgeleniyordu. İşte Mithat Paşa hakkında söyleyeceğim sözler bunlardır. Tekrar ederim ki, nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada daha ne kadar kalacağım belli değildir. Ölüm bana o kadar yaklaşıyor ki, âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam, pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım.-Daima iman etmiş olduğum Allah'ın huzuruna adalet ve lüt-fundan emin olarak çıkacağım. Balkan Hadiseleri 5.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Doğu Rumeli konusunda benim zaaf göstermiş olduğumu pek çok iddia ettiler. «Zaaf göstermek», var olan kuvvetten faydalanmamak demektir. Hangi kuvvet vardı da Doğu Rumeli'deki egemenlik hakkımızı savunmak için kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibinin çıktığını bugüne kadar duymadım. Bulgar Prensi Du Battenberg Filibeyi bir baskınla işgal ettikten sonra Hükümetimiz olaydan haberdar olabildi. O da, Rus sefirine gelen bir telgrafdan, Telgraf Nazırı İzzet Efendi'nin bana bilgi vermesi ile sağlanabildi. Sadrâzam. Sait Paşaydı. Tahttan ayrıldıktan sonra okuduğum bazı beyan ve yazılarında Sait Paşa'nın olayları kendi lehine bozduğunu hayretle ve üzülerek gördüm. Sait Paşa, Bulgarların saldıracaklarını daha önceden bilmediği gibi, olay İstanbul'a aksettikten sonra da bir süre tereddüt ederek —Devlet Şurası Başkam Akif Paşa'nın açıklamaları üzerine— inanabildi. O sıralar bu mesele için Fili-beye Asker göndermek hem güç, hem de tehlikeliydi. 93 seferinin perişan ettiği Ordu daha toplanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Askerin ihtiyaçlarının karşılanması, memurların aylıklarının verilmesi için bile güçlükle para bulunuyordu. Vilâyetler vardı ki ordaki jandarmalar, yirmi aydan, otuz ay-danberi aylık almıyordu. Böyle bir zamanda, sırf nâmdan ibaren kalmış olan bir hükümranlık hakkı namına, sonu karanlık ve meçhul bir savaşa girmeyi ben tehlikeli gördüm. Balkan Hadiseleri Güya, Saray'ı korumakla görevli ikinci tümenden bir kaç tabur ayırmamak için bu meselede benim azimsizlik gösterdiğimi söylediler. İkinci Tümenin bir kaç taburu gidip gitmemiş... Bunun, sonuç üzerine nasıl bir etkisi olabilirdi?... Daha toplu ve bize bakarak daha hazırlıklı olan Sırp ordusunu yenen o vakit ki Bulgar ordusunu, ikinci tümenin bir kaç taburu darma dağın edecekti?... Büyük devletlerin bu konudaki niyet ve tutumları da apaçıktı. İlk tahminler, darbenin Rus tarafından gelmiş olduğu noktasında iken, sonradan görüldü ki Rusya bu meselede Bulgarlara karşı ve düşman durumundaymış... Koca imparatorluğu şiddetli sarsıntılardan korumak için arasıra küçük fedâkârlıklar lâzımdı. Doğu ve Batı'nın aleyhimize yürüdüğü bir sırada ben her tarafa meydan okuyamazdım. Eğer Bulgar'ların Filibe'ye girmeleri üzerine hesapsız kitapsız meydana atılsaydım, Bulgarlarla Sırplar düşman de- ğil, dost ve müttefik olurlar ve yalnız Doğu Rumeli meselesini değil, Makedonya meselesini de beraber hallederlerdi. Bulgarların Doğu Rumeli'ye saldırısı üzerine, Balkan dengesinin bozulduğu iddiası ile Alasonya hududunda yığınak yapan Yunanlılar da Yanya havalisi ve Adalar üzerindeki isteklerini kabul ettirmek için onlarla birleşir ve İşkodra'ya inmeyi amaç edinmiş Karadağ'ı bu fırsattan yararlanmaktan alakoymak kimsenin, kârı olmazdı. «Gavriyel Paşa» adlı bir Bulgarin Doğu Rumeli valiliğinden uzaklaştırılmış olmasından ötürü gözüm kızsa da işe girişseydim, 1328 (1912) yılındaki felâketi o zaman, yâni or-dusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir sırada, kendi elimle hazırlamış ve felâketi davet etmiş olurdum. Sonradan kopan Balkan Savaşı, benim kalbimi çok kanattı. Yalnız bir şeyle avunuyorum ki ben 1301 (1885) yılı Eylülünde hazımlı ve ihtiyatlı tutumumla bu faciayı 28 yıl geciktirmişim... Sait ve Kâmil Paşalar. Sait Paşa'yı yakından tanıyanlar, tereddüt etmeden kabul ederler ki Paşa, bu gibi önemli meselelerde açık bir fikir söylemez, daima: «Şöyle yapılırsa bu, böyle yapılırsa şu mahzur vardır,» demek alışkanlığındaydı. Oysa ki, oyalanmak değil, kesin bir karara varmak sırasındaydık. Kâmil Paşa'yı ilk defa Sadaret mevkiine getirmekle, Doğu Rumeli meselesini geçiştirdim. Kâmil Paşa'nın bu Sadaret'ini benim Doğu Rumeli konusundaki temayülümü hissederek savaştan yana olmamasına bağlayanlar yanılırlar. Kâmil Paşa'yı daha önceleri gözüme kestirmiş ve sadarete getirmeyi kararlaştırmıştım. Sait Paşa'nın, Kâmil Paşa'yı kendisine rakip gördüğünü anlar ve Vekiller meclisinde, arkasından hafifsemeye çalış- tığını işitirdim. Suriye Valisi Hamdi Paşa'nın ölüm haberini selâmlık resmînde aldım. Suriyenin ehemmiyeti sebebiyle valilik için kimin uygun olacağını Üryânîzade Ahmet Esat Efendi'den sormuştum. Efendi. Evkaf Nazırı Kâmil Paşa'nın o yörede memuriyeti ve iyi şöhreti olduğunu söyleyerek Suriye Valiliğine tâyini reyinde bulundu. Kâmil Paşanın Vekiller arasından uzaklaştırılması için, yine Vekiller arasında bir ceryan olduğunu anladım, İşte Kâmil Paşa'nın Sait Paşa'nın yerine geçme sebebi budur. Sait Paşa, gerek Sadrazam'ken, gerek değilken, kendi-sile ne zaman istişare etsem, kesin bir kanaat söylemezdi. Sorumluluktan, kamuoyundan, tarihten ve bunlar kadar, benden korkardı. Bu korku ve kuşkular onda, kafi bir söz söylemek kabiliyetini yok etmişti. Sait Paşa'yı tahta çıktığım güne kadar tanımazdım. O sıralar, Ticaret Nazırı Damat Mahmut Paşa tavsiye etti: Mektupçusuymuş... Gerçekten muktedir bir kâtiptir. O zamanlar pek meşhur olan Ziya Paşa'dan, Kemal Bey'den ve benzerlerinden aşağı kalmayan bir kâtip... Babiâli'nin «Arz» larını bizzat inceler ve günlük işlerle de uğraşırdı. Hükümet gücünün Saray'da toplanması, onun fikriyatını yaptığı bir düşüncedir. Babıâli Hükümetin, Saray da Saltanat'ın merkezi olduğuna göre, saltanatın hükümete üstünlüğü gerekirmiş. Bunu söyleyen bizzat rahmetli Sait Paşadır.Fakat ben Saltanattan çekildikten sonra yayınladığı hatıralarında hiç de böyle söylemiyor; ama benim sözüm, Ba-bıâlînin kayıtları ile de pekiştirilmiştir. «Hazine-i evrak». dan aşırılmış vesikalar varsa, Yıldız Saray'ından giden evrakla tamamlanabilir.Tunus, Mısır meselelerinde de hep kem-küm ile günler ve aylar geçirmişken, hatıralarında kusuru bana yüklüyor. Halbuki, bana kusur suretinde isnat ettiği şeylerle ben iftihar ederim. O meseleleri, birer savaş vesilesi yapmak fikrinde değildim. Ben, daima harbin aleyhinde bulundum. Tunus'da direnseydim, belki Suriyeyi, Mısır'da inadım tutsaydı, muhakkak Filistin ve belki Irak'ı kaybederdim. Yalnız Sait Paşa'nın nimeti inkâr değil, hakikati da tahrif etmesine teessüf ediyorum. Sözde hâkimiyetleri koruyacağım diye, gerçek hakimiyetleri tehlikeye koymak akıl kân değildir. «Sait Paşa Bazen Cesurdu.» O kadar kararsız ve vehimli olan Sait Paşa, bazan da cesur olurdu; Mısır meselesinde bir aralık İngiltereye savaş açmakta ve karadan asker göndermekte direndi, İngilizlerin Mısırı ele geçirmelerinde Fransızların muarız olmasına bel bağlamıştı... Ben engelledim. Bununla beraber, Gazi Ahmet Muhtar Paşa da hazır olduğu halde, durumun bir kere de «Meclis-i Vükelâ» da konuşulmasını tavsiye ettim. Muhtar Paşanın kafi ve haklı mukavemeti üzerine bu tehlike savuşturuldu; Fransa da bugüne kadar, ne elini uzattı, ne sesini çıkardı. Bu Devlet, inşallah korktuğum neticelere uğramaz; iradesi metin olmayan biraderim hazretleri, devlet işlerile bizzat ve yakından uğraşamadı. Bundan sonra gelecek birader ve oğullarıma nasihat ederim ki artık, uzun, kısa savaşlarla uğraşmasınlar. Bir kere daha demiştim; zaferle biten savaşlar da, mağlubiyetle biten savaşlar kadar milleti yorar. «Şan ve şeref» gibi şeyler, her yanı mâmur, günü ve geleceği güvenli memleketlerde hoş görünür. Harabelerde aç ve çıplak dolaşanların «şan ve şeref» iddiasında bulunmaları ve bu «şan ve şeref» peşinden koşmaları kadar hem gülünç, hem feci bir şey yoktur. Saltanatımın son dönemlerinde bir Balkan Birliği ortaya koymayı tasarlamıştım. Paris Sefiri Münir Paşa bu konuda gizli, açık çalışıyordu. Balkan devletleri iki tehlike karşısında idiler: Rusya, Avusturya.. «Daha Kuvvetli Bir Rusya Doğabilir!» Durumun ilerde ne şekil alacağı bilinmez. Rusyanın Birinci Dünya Savaşında parçalandığı görülüyorsa da kaderi daha iyice belirmemiştir. Bir yılı aşkın zamandanberi içini saran ihtilâlden kurtulursa, -daha büyük olmasa bile- daha kuvvetli bir Rusya meydana gelir. Şimdi orada olan, fikir mücadelesidir. Fransa ihtilalindekinden daha şiddetli bir fikir mücadelesi... Ben Balkanları bu iki ortak tehlike karşısında uyarmaya çalışıyordum. Bosna - Hersek meselesinde kuru bir namdan ibaret olan hakimiyetten vaz geçmek gibi sözde bir fedakârlığa karşılık, yararlı tavizler alacaktım. Romanya Kralı Karol, başta güvensizlik gösterdiyse de yavaş, yavaş yola geliyordu. Başlayan konuşmalar tam meyvesini vereceği zaman, Temmuz inkılâbı ortaya çıktı. Hattâ Münir Paşa İstanbul'a gelmişken, şehre uğramadan döndü. Benden sonra, iç ayrılıkları yatıştırmaya çalıştılar ve bu ittifakı sağlamadan dünyaya meydan okudular. (24) İşte benim o kadar istediğim ve çalıştığım ittifak, hiç istemediğim bir biçimde gelişti, yâni aleyhimize dönüştü. Ve günün birinde dört Balkan Devleti birden üzerimize atıldılar ( 25)10 Temmuz 1908.1912 Balkan Savaşı. Hüseyin Avni Paşa 6.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Bugün Mithat Paşa için yazdıklarımı bir kere daha okuyunca, bunları söylerken susarak geçiştirdiğim bir noktayı yazıp yazmamak hususunda ciddî bir tereddüde düştüm. Allah'tan ve tarihten saklanacak bir şey yoktur!. Ne kadar saklansa, ne kadar örtülüp gömülse bir gün bütün teferruatı ile ortaya çıkar. Benim gibi, otuz bu kadar yıl Osmanlı Devleti'ni idare etmiş bir padişah, kendisi için zehir gibi acı bir hakikat da olsa, bildiklerim ortaya dökmelidir. Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın İngilizlerden para aldığını bilirdim. Bir devlet adamı, başka bir devletten para alıyorsa, onun hizmetini de görüyor demektir. Demek ki rahmetli amcam Sultan Abdülâziz'in düşürülmesi ve biraderim Murad'ın tahta çıkarılması yalnız Hüseyin Avni Paşa' nın kin'ini değil, bir başka devletin de hırsını doyurdu!... Daha önce de yazdığım gibi, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülâziz tarafından nişanları ve rütbeleri alınarak memleketi olan İsparta'ya sürgün edildiği zaman, beş parasızdı, üstelik hastaydı. Amcamın iradesi evinde kendisine tebliğ edildiğinde, şaşkına dönmüş ve elinde, avucunda bir şey olmadığını düşünerek, o güne kadar kendisine bir varlık sağlamadığı için çok pişman olmuştu. O günlerde «Ah elime bir daha fırsat geçerse, ben yapacağımı bilirim,» dediğim işitenler çoktur. Hüseyin Avni Paşa'nın meziyyetleri olduğu gibi, elbette kusurları da vardı. Kendisine çokça güvenir, bildiklerini kimsenin bilmediğini sanırdı, iyi bir asker olduğunu kabul ederim. Fakat ihtiyatsızlığı, boşboğazlığı, gururu ile kötü bir devlet adamı idi, ama - itiraf ederim - sürgüne gönderildiği tarihe kadar namusluydu. Sürgünde çektiği yoksulluk ve acıların sebebini, namusunda aramak gafletine düştü; bütün talihsizliği budur! «Padişahı Eski Seraskerini Bağışlamıştı, Ama...» Ispartada dar günler geçirdiğini, yoksulluk çektiğini işitiyorduk. Bizim gibi Amcam'da bunları işitmişti. Sanırım bu yüzden kendisine acıdı ve yaptıklarını bağışlayarak İstanbula dönmesine izin verdi. Az sonra Aydın Valiliğine tayin edildiyse de, sürgünde geçirdiği on bir aylık zaman içinde hastalandığını ileri sürerek Avrupa'ya, kaplıcalara gitmek istedi, gitti. Padişah'ı, eski Seraskerini bağışlamıştı ama, eski Seraskeri padişahını bağışlamamıştı! Hüseyin Avni Paşa, kininin homurtuları içinde yaşıyor ve bunu kimseye belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. Avrupa'ya gidince, kaplıcalardan çok, devlet kapılarını çaldı; Fransa ve Ingiltereye gittiği zaman da İngilizlerin kucağına düştü. Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum; Hüseyin Avni burada iken mi İngiliz Sefareti ile uyuşup anlaştı, yoksa oraya gittikten sonra mı İngiliz Hariciyesi, Paşa'nın kininin homurtularını duyup onu tuzağa düşürdü, bilemem. Ancak çok sonra Londra Sefirimiz Musurus Paşanın bana bildirdiğine göre, Hüseyin Avni Paşa, İngilterede bir elden, yüklüce bir para almış ve Sefirimiz bu olayı pek geç öğrenebilmiş!. Bu haber bana ulaştığı zaman. Hüseyin Avni Paşa ölmüştü. Fakat bir Osmanlı Seraskerinin yabancı bir devletten para alması küçümsenecek bir iş değildi ve üzerinde ehemmiyetle durdum. Zaten Avrupa dönüşü, gerek Saray'a, gerekse yakın dostlarına getirdiği ağır hediyelerin, sürgünden yeni dönen ve yoksulluk çeken bir Paşanın varlığının çok üstünde olduğu, o günler gözümden kaçmamıştı. Rahmetli Amcamın buna nasıl dikkat etmemiş olduğuna hâlâ şaşarım; hem de kendisine, değeri çok yüksek, tarihî, murassa bir çift şamdan getirmiş olmasına rağmen!. Bu bir çift şamdanın Paristen üç bin altına satın alındığını da sonradan tahkik edip öğrenmiştim. Mithat Paşa İngilizlere Güveniyor. Musurus Paşa'nın bunu bana bildirdiği günler, Mithat Paşa'yı Sadrazam tayin ettiğim günlerdi. Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa'nın yoldaşıydı. Birlik olup Amcamı tahttan indirmişlerdi. Mithat Paşa da Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden yana bir politika izliyor ve her halinden, İngilizlere güvendiği görülüyordu. Büyük bir güvensizliğe kapıldım. Mithat Paşa'yı suçlayacak hiç bir delilim yoktu. Fakat Amcam Abdülâziz Han'ın İngiliz parmağı ile devrildiği apaçık ortadaydı. Sadrazamım da, bu işi yapanların başında geliyordu. İyi niyetle de olsa, Devletimin düşmanına sırtını dayamış ve onların sözünden çıkmayan bir insana mülkü teslim etmek cinnet olurdu. Dikkatle hareketlerini takibe başladım. Hayatımda hiçbir şey beni bu derece sarsmamıştır. Bir mülkün Sarasker ve Sadrazamlık mevkiine yükselen bir kimsenin, yabancı bir devletden para almış olmasını havsalam kabul etmiyordu. Eğer Mithat Paşa da ayni yolun yolcusu ise, devlet tuzağa düşmüş demekti. Halbuki Devlet'in başında büyük gaileler vardı. Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydik. Ruslar, savaş açmak üzereydiler. Tersanede toplanan yabancı devletler, Ruslarla birlik olmuş, Sırbistan ve Karadağa toprak verilmesini Bulgaristana muhtariyet adı altında İstiklâl tanınmasını istiyorlardı. Girit karşıktı. İstanbul bile her gün yeni bir karışıklığa sahne oluyordu; Mithat Paşa takımının Fatih ve Beyazıt medreselerinden ayaklandırdığı çömezler, Saray kapısına kadar geliyor ve «Yaşasın Kanun-u Esasî, Yaşasın Mithat Paşa» diye bağırıyorlardı. «Kanun-u Esasi» çıktığına, Mithat Paşa Sadrazam olduğuna göre, bunlara ne gerek vardı?.. Her gün yeni bir fitne, ortalığı altüst etmekteydi. Umumî Vaziyet Karanlık Giderek Mithat Paşanın tutumu da bana güven vermemeğe başladı. Bu dönemde bir savaştan o kadar çekindiğim halde, adini adım savaşa gittiğimizi görüyordum. Tersanede toplanan büyük devletler Hariciyye vekillerinin konferan-, sı, Devletimize verilmiş bir ültimatomla son buldu. Ya dediklerini harfi harfine yapacak, ya da Rusya ile savaşta karşı karşıya kalacaktık. Mithat Paşa, İngilizlerle Fransızların bizimle birlik olacaklarını söylerken, İngiliz Hariciye Vekili Salsbery, elcilikten gönderdiği özel bir memurla bana, «Ruslarla savaşı kabul ettiğimiz takdirde, hiç bir yardımda bulu-namıyacaklarını» açıkça bildiriyordu. İyice bunalmıştım, fakat sabrederek olayların önüne geçmeğe çalışıyordum. Mithat Paşa, büyük devletlerle uyuşmaya yanaşmıyordu. Heyeti Vekile'de büyük devletlerin tekliflerini red etmeyi kararlaştırdılar; Bu savaş demekti. Kendisini hemen Saray'a çağırttım ve böyle, vebali ağır bir kararı büyük devletlere bildirmeden önce, Devlet ileri gelenlerinden bir umumi meclis toplamasını kendisinden istedim, İsteksizce kabul etti ve böyle yaptı. Öyle yaptı ama, elaltından da istediği kararı almak için hazırlıklar yapmayı ihmâl etmedi. Nitekim kendisinden sonra ilk sözü, emmim Abdülâzizin Hâl'inde işbirliği yaptığı, eski Sadrâzam Mehmet Rüştü Paşa aldı ve «Erbab-ı namus için tek yol vardır, ben konferans tekliflerinin katiyen reddedilmesine taraftarım,» deyip çıktı. Bir toplulukta, eski sadrâzam gibi bir devlet büyüğü işi kahramanlık edebiyatına dökerse, gerisinin nasıl sökeceği bellidir. Karar, Mithat Paşanın istediği gibi çıktı. Osmanlı Devleti böylece, savaş halinde olduğu Sırbistan ve karadağ' dan, başka, Rusya, İngiltere, Avusturya - Macaristan, Almanya, Fransa ve İtalya ile de savaş haline girmiş oldu. Sadrazam Ordu Mevcudunu Bilmiyor... Sadrazamdan (26) ve Serasker Paşa'dan (27) ordunun ne durumda olduğunu sordum. Bana iki yüz bin askerin silâh altında olduğunu ve düşmandan gelecek her saldırıyı kar-, şılayacak güçte olduklarını söylediler. Bu sırada Gazi Ahmet Muhtar Paşa'dan bir telgraf aldım. Kumandasındaki askerin otuz bin olduğunu bildiriyor ve bu kadar küçük bir kuvvetle düşmanın yüzbinlerce kişilik saldırısına dayanamıyaca-ğını söylüyordu. Hemen Sadrazamı ve Saraskeri saraya çağırttım ve kendilerine telgrafı gösterdim. Sadrâzam, ordu mevcudunu bilemeyeceğini söyleyerek işin içinden çıktı. Serasker kemküm ediyordu. Bu kadar sorumsuz ve kolayca suçu başkasının sırtına yükleyebilecek kişilerle bir savaşa girmenin delilik olacağına inandım. Fakat halk Mithat Paşaya bağlanmıştı ve kendisinden bir mucize beklemekteydi. Onu uzaklaştırmak bir devlet hatası olacaktı. Emrindeki askerin mikdarını bile bilmeyen bir Sadrazamla zafere değil, ancak yenilgiye gidilebilirdi. Bununla beraber sabrettim ve onun eksiklerini kendim tamamlamağa çalıştım. Mithat Paşa, aklına geleni yapmak istiyordu. Övgülerle inhasını sağladığı Maliye Nazırını, bir süre sonra işten uzaklaştırmak istedi. Kanun-u Esasi'ye göre, sebep sordum. Başarılı bir devlet adamı olduğunu, ancak - iş icabı - uzaklaştırılması gerektiğini söyledi. Ben, başarılı bir kimseninSadrâzam Mithat Paşa.Serasker Redif Paşa.işinden uzaklaştırılmasının Kanun-u Esasî'ye uygun olmayacağını bildirdim. Bu sefer de aldığı bir kararla devlet hazi-nesine 35.000 lira zarar getirmiş olduğunu ileri sürdü. Yazdı-ğı üç tezkere, birbirini tutmuyordu; işin aydınlığa kavuştu-rulmasını istedim. Öfkelenip küplere binmiş ve bana izahat verecek yerde, tezkereyi getiren memura : «Bundan sonra 'Maliyeye gelenlerin hepsini «Mabeyn-i Humayun'a, (Saray) göndereceğim, oradan karşılık verilsin,» demiş. Bir Sadrazamın bir Padişaha böyle cevap verdiği, bilmem özendiği İngiltere ve Fransada görülmüş müdür?.. Buna rağmen sabrettim. Başına Buyruk Sadrazam. Mithat Paşanın konağında hemen her akşam kemal Bey, (Namık Kemal) Ziya Bey, (Ziya Paşa) ve Rüştü Paşa'larla diğer arkadaşların toplanıp içtiklerini ve ileri geri konuşmalar yaptıklarını öğreniyordum. Bir seferinde Mithat Paşanın «Hanedan-ı Osmaniden artık hayır gelmez. Cumhuriyete gitmekten başka çare kalmadı. Bunu nasıl sağlamalı dersiniz? Bu meseleyi sizin gibi bir kaç kişi anlar. Âlemde bugüne kadar 'Al-i Osman' denilmiş, bundan sonra da 'Al-i Mithat' denilse ne olur?. Siz ne dersiniz?» dediğini de yine o mecliste hazır bulunan bir kimseden öğrendim. Nihayet Zaptiye Nezaretinden bir tezkere geldi. Mithat Paşanın konağında her akşam yiyip içenlerden birinin «Mithat Paşa İstiklâliyeti aldı. Bu sayede Murad'ı bermurad ederiz» dediği bildiriliyordu. Daha önce de biraderim Sultan Murad'ı kadın kılığına girip saraydan kaçırmaya kalkmışlar ve bu işe yeltenenlerin, Mithat Paşa gibi Mason oldukları ortaya çıkmıştı, İngiltere, her türlü fitneyi, masonluk kanalından yürütmeğe devam ediyordu.Mithat Paşa, bir yandan Saray buhranı yaratmak, bir yandan ülkeyi savaşa sürüklemek felâketi içinde bulunması yetmiyormuş gibi, bir yandan da müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilâyetlere azınlıktan Valiler tâyin etmek, ordunun temeli olan Harbiye Mektebi'ne Rum talebe almak gibi akıl almaz işlere koşulmuştu. Bunlar, o gibi işlerdi ki, ma-zaliah devleti temelinden yıkabilirdi. Ben bu kararnameleri imzalamadım. Bunun üzerine bana bir mektup gönderdi. Edeb'den ve edebiyat'dan uzak bu mektubunda hatırımda kaldığına göre «Kanun-u Esasî'yi ilândan maksadımız, Saray'ın istibdadına hâteme (son) vermek zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir,» diyordu. Bütün işlerimi bıraksam da Mithat Paşanın yanlışlarını düzeltmeğe çalışsam, bunu başaramıyacağımı iyice anladım. Osmanlı mülkü temelinden sallanıyordu. Bütün bunların üstünde de Sadrâzam'ın, ister masonluğundan gelsin, ister daha hususi sebeblerden gelsin, körükörüne İngilizlere bel bağladığım görüyordum. Artık duramazdım; Kanun-u Esasî'nin bana verdiği hakka dayanarak kendisini Sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettirdim. Brendiziye gitti. Gitti ama Saray'dan ayrılırken : «Bu millete Allah Rahmet eylesin» demek hodgâmlığını (bencilliğini) da gösterdikten sonra... |
|
02-12-2009, 19:53 | #4 |
-4-
Mithat Paşa'nın Sürgün Günleri
7.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Demek mülkün bekâsını kendi vücuduna bağlı sanıyormuş; O gider gitmez koskoca Osmanlı ülkesi batacak, biliyormuş? Halbuki umduklarının hiç biri olmadı. Ne içde halk onun peşinden ayaklanıp kendisini aradı, ne hatta en yakın arkadaşlarından bile bir ses çıktı. Ama dışarda ve tabiatı ile İngilterede kıyamet koptu. Gazeteler, Mithat Paşa uzaklaştırıldıktan sonra Osmanlı İslâhatından hiçbir şey beklenemeyeceğini yazar oldular. Böyle olacağını zaten biliyor ve bekliyordum. Mithat Paşa nasıl İngiltereye bel bağlamışsa, İngiltere'de Mithat Paşa'ya bel bağlamıştı. Bize tavsiye ettikleleri ıslâhatın Osmanlı Devletini daha çabuk batıracağını benim kadar İngilizler de biliyorlardı ama, acaba Mithat Paşa gerçekten biliyor muydu?.. Eğer İslâhat, Osmanlı ülkesini kurtaracak bir tedbir ise, Tersane müzakereleri sırasında Kanun-u Esası ilân edilmiş ve yapılması düşünülen İslahat büyük devletlerin hepsine yazı ile bildirilmişti. Bu takdirde İngiltere'nin, Rus sefirinin ağzına bakarak bizden Bulgaristan'a istiklal, Sırp ve Karadağlılara da toprak vermemizi istememeleri gerekirdi. Çünkü bütün tavsiyelerini yerine getirmeyi kabul etmiş ve yapmak yoluna girmiştik. Halbuki Ruslardan fazla İngilizler bizi bu yapılamaz fedakârlıklara zorlamakta idiler. Biz, bu haysiyet kırıcı tekliflerini red ettiğimiz için İstanbuldan Elçilerini çekiyorlar, savaş haline giriyorlar ve lütfen üzerimize kuvvet göndermemek dostluğunu gösteriyorlardı!... Bütün istediklerini yapmak karşılığı gösterebildikleri dostluk, bundan ibaretti!... Ama kendi adamları saydıkları Mithat Paşa uzaklaştırılınca, «İslâhat» birdenbire ehemmiyet kazanıyor ve güya bu işi başarabilecek tek adamın işten uzaklaştırılmasını Osmanlılığın ölümü imiş gibi gösteriyorlardı. Ben, su içen kuzuya kurdun ne söylediğini işitmiştim. İngilizlerin Mısır'a nasıl iştahla baktıklarını biliyordum. Keşke Sadrâzam'ım Mithat Paşa da benim kadar bilmiş olsaydı. «Haddini Bilmek Ne Müşkül.» Hiç bilmiş olsa, doğru İngiltereye gider, oradan da mektuplar yazarak halâ devlet işlerine karışır mıydı?.. Bilmiş olsa, ve daha mühimi haddini bilmiş olsa, İngiliz Hariciye Ve-kili'nin masasına kolunu yaslayıp Osmanlı Sefiri Musurus Paşayı Vekil ile birlikte karşılar mıydı?, Ah, bilmek ne kadar zordur, hele haddini bilmek ne müşkül!. Fakat hemen söyleyeyim, «Padişah» demek, bağışlamak demektir, cezalandırmak demek değil!. Dinimiz de bunu emreder; bir insanı doğru yola getirmek, bin hayır işlemekten üstündür. Mithat Paşa, gerçi baştan sona «yanlış içinde» 'değildi. Sadece zaman, zaman yanlışlıklar yapmıştır.. Meziyetleri olan bir devlet adamı idi. Bazı işlerin üstesinden gelmesini biliyordu. Vali olarak iyi imtihan vermiş, gittiği yerlerde devletin yüzünü ağartmıştı. Devletin en üst kademesinde kullanılmasında bazı mahzurlar çıkmışsa da, başarılı olduğu seviyede kullanılmasında kendisinden istifade edilebilirdi İngilizlere satılmış olabileceğine inanmıyordum! Bu sebeple çağırdım ve kendisini Suriye Valisi yaptım. Sonra da İzmire getirdim. Eğer amcamın ölümüne karışmış bir kişi olduğunu bilseydim, hiç bir zaman kendisini Avrupadan geri çağırmaz ve kendisine yeni vazifeler vermezdim. Fakat bu mevzuda açtırdığım bir tahkikat, Mithat Paşanın bu işe karışmış olduğunu gösteriyordu. Hâl' edilmiş bir Padişahı, şahsî sebeplerle öldürmek veya öldürenlere yardım etmek, ya da bildiklerini gizlemek, hem devlete, hem hanedana karşı işlenmiş ağır bir suçtu! Göz yumamazdım. Muhakeme edilmesine izin verdim. Konsolosluğa Sığınan Vezir! Keşke izin vermeseydim ve keşke Avrupadan hiç çağırmasaydım. Kendisinin pek önem verdiği adalet'in karşısına çıkacağım anlar anlamaz, buna herkesten önce kendisinin taraftar olacağı yerde soğuk kanlı bir cani gibi davranarak ve bir Osmanlı Veziri olduğunu aklına bile getirmeden doğruca İngiliz Konsolosluğunun yolunu tuttu. İngiliz Konsolosu, o günlerde izinli olduğu için, onu bulamayınca, Fransız Konsoloshanesine sığındı. Başka hiç bir delil olmasa, bir Osmanlı Veziri ve Valisi olarak mahkeme huzuruna çıkacağı yerde, bir yabancı konsoloshaneye sığınmayı düşünmüş ve bunu yapmış olması, başlı başına suçlu olduğunun reddedilmez vesikasıdır. Devletimizin bütün tarihinde böyle bir emsal gösterilemez! Dosta düşmana, Osmanlının başını yere eğen bu olay bana bildirildiği zaman, kahroldum! Çünkü bu yaptığı, işlediği iddia olunan cinayetten de ağır ve bağışlanmaz bir davranıştı. Hemen Adliye Vekili Cevdet Paşa'yı işin takibine memur ettim, îşin aslım elbette bilen İngilizler, pek arkalamadılar. Fransızlar da küçük bir direnişten sonra teslim etmeyi kabullendiler. Mahkeme safahatı ve neticesini anlatmıştım. Mithat Paşa'nın emmim sultan Abdülâziz'in ölümünde suç ortağı ol-masını da bağışlarım da, bir Osmanlı Veziri ve Sadrazamı olarak yabancı bir devletin hizmetinde bulunmasını asla ba-ğışlayamam! Çünkü tutuklanacağı sıradaki tutumu ve İngiliz Konsolosluğuna sığınmak istemesi, kime güvendiği ve kimin hizmetinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur! Böyleyken, valilikleri sırasında devlete ettiği hizmetleri hatırlayarak idam cezasını hapse çevirdim. Onun ölümünden, beni sorumlu tutmak istiyorlar. Tutsunlar. Yarın huzuru Rabb-ül âlemin'e vardığımızda yü-züm ak, alnım açıktır. Olsa olsa Allahım, devletine ihanet den bir Sadrazamı bağışladığım için bana hesap sorabilir. Ben, Rabbim'in bu yoldaki cezasına razıyım! Namık Kemal 9.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Kemal Bey, (Namık Kemal) benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi!.. Kendilerine «Yeni Osmanlılar» dedirten birkaç kişi arasında en çok gözümün tuttuğu, Kemal Bey'dir. Fakat çok karışık ve çapraşık bir insandı. Aile hayatı ile hususi hayatı nasıl birbirini tutmazsa, kalem hayatı ile düşünce hayatı da öylece birbirini tutmazdı. Herkesin aşağı yukarı ne yapabilip ne yapamayacağım kestirebilirdiniz de, Kemal Bey'in ne yapabilip ne yapamayacağım bir türlü kestiremezdiniz; çünkü bunu kendisi de bilmezdi! Mizacında birbirine zıt iki ayrı insan yaşayan nadir kişilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu yakından tanıyanlar, Saray'la iyi geçindiği günlerde «Osmanlı Tarihi» yazdığım, arası bozuldumu «Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten» (28) diye ejderha kesildiğini çok iyi bilirler. Çabuk tesir altında kalan — belki de — çok samimi bir insandı. Birkaç saat içinde onu kendiniz gibi düşündürebilirdiniz de, kaç saat veya kaç gün bu düşünceyi taşıyacağım bilemezdiniz. «Namık Kemal Hanedana Bağlıydı.» Kanun-u Esasî'nin kaleme alındığı günlerde o da bir taslak hazırlamıştı. Mithat Paşa'nın çok yakın dostu olduğu halde, bu konuda bir türlü anlaşamıyorlardı. Önceleri buna çok şaştım; ama sonraları sır çözüldü, her şeyi anladım: (28) Namık Kemal'in Hürriyet kasidesinden. , Mithat Paşa temelde Al-i Osman'a karşı, Kemal Bey Al-i Osman'dan yana idi. Hanedana büyük saygısı vardı. Bütün İslâhat düşüncelerini bu hanedanın iradesi içinde gerçekleştirmek istiyordu. Buna karşılık Mithat Paşa, bir fırsatını bulup hanedân'ı devirmek ve yerine kendisi geçmek fikrindeydi. Tuhaftır, Mithat Paşa'nın bir akşam «Âl-i Osman'ın yerine Al-i Mithat» gelse ne lâzım gelir?» dediğini ertesi günü gelip bana haber veren Kemal Bey'dir! Kanun-u Esasî'nin komisyonda görüşüldüğü günlerde idi; Saray'a gelmiş ve hemen «huzur»a çıkmak istemiş. Bana Sait, Paşa haber verdi, işlerim vardı, bir başka gün kabul etmek istedim, direnmiş, «Hemen görmeliyim, maruzatım ehhemdir» (29) demiş. Kabul ettim. Pek perişan bir hâli vardı. Yüzü sararmış, elleri titriyordu. Gerekli tazimden (saygı) sonra : — Aman hazırlanan Kanun-u Esasiye müdahale ediniz, yoksa maazallah Devlet-i Osmaniye'nin sonu gelecek, dedi. Kendisini biraz teskin ettikten sonra, olup biteni anlattı. Mithat Paşa, yakın arkadaşı olduğu için kendisini baskı altına almış, direnmeye yüzü tutmuyormuş... Ayrıca Süleyman Paşa ile de fikir birliği kurmuşlar, Padişah'ın bütün haklarım Meclis'e devrediyorlarmış!.. Bu dediklerini başa-rırlarsa, maazallah Devletin sonu gelirmiş!. Ne yapıp yapıp bu teşebbüslerini ben önlemeliymişim!. Bu dediklerinden benim de haberim vardı. Bu teşebbüsleri biraz da üzüntü duyarak takip ediyordum. O günlerde, «Kanun-u Esasî»nin ilânı noktasında samimi idim. Muhterem pederim Sultan Abdülmecit'in fikirleri beni zaten bu noktaya getirmişti. Bu konuda Mithat Paşa ile hiçbir ihtilâfımız yoktu. Fakat ben Saray'ın, Meclis'e yardımcı olmasından yanaydım. Mithat Paşa Saray'ı bir kenara koymak istiyordu. O gün gördüm ki Kemal Bey de tıpkı benim gibi düşünüyor. Bundan çok memnun olduğumu saklayamam.. (29) Ehhem: Çok mühim. «Namık Kemal Vatanperverdi.» Bununla beraber, Kemal Bey'i biraz daha söyletebilmek için bu sözü edilen maddelerin hangi maddeler olduğunu sordum. Büht-ü hayretle (şaşarak) gözlerini açtı : — Aman Efendimiz — dedi — bu Meclis türlü anâsır'dan (çeşitli milletlerden) meydana gelecek. Her şeyin iyisini düşünmek kadar, kötü gelirse tedbirini de ihmâl etmemek gerekir. Osmanlı mülkü sizin şahsınızda birleşmektedir. Hakiki sahibi Allah ise siz Yeddi Emini'siniz. Bir ihtiyaç vukuunda Meclisi toplamak nasıl yeddi şahanenizde ise. müzakereler sona erdiğinde tatil etmek de elbette yeddi şahanelerinde olmak hikmet-i devletdendir. Neden korktuğunu anlamıştır. İtiraf ederim ki vatanperver bir insandı. Mülkün bakâsını her şeyin üstünde görüyordu. Nasıl oldu da beni tahtımdan devirip biraderim Murad'ı yeni baştan tahta çıkarmak hevesine kapıldığını anlayamadım. Biraderim Sultan Murad'ın kendisi gibi mason olduğu için mi, yoksa biraderime her şeyi daha kolay kabul ettirebileceğini düşündüğünden midir, hâlâ yerine koyamıyorum. Bir gün Tarih, kendilerine «Genç Türkler», «Jön Türkler» dedirten kimselerin neden Mason olduklarını elbette araştıracak ve ortaya koyacaktır. Benim tahkik ederek öğrenebildiklerimin hemen hepsi Mason'dular ve yine hemen hepsi, «İngiliz Locası»na bağlıydı! Bu localardan maddi yardım görüyorlardı. Bu yardımların «insanî» mi, «siyasî» mi olduklarını tarih elbette öğrenecektir! Daha önce de söylediğim gibi, Kemal Bey'in Magosa'ya gidişi, Midilli'ye gönderilişi hep kalemine ve vatanseverliğine kıyılamadığı içindir. Yoksa çok daha ağır cezalara çarptırılması icap eden işlere girip çıkmıştır, İstanbul'da kalması mahzurluydu. Çünkü, çevresine toplananlar onu kışkırtıyorlar, diledikleri gibi kullanıyorlardı. Nitekim bu yüzden hapsettim, sürgün ettim ama, muhabbetimi bir gün bile eksiltmedim. Nerede olmuş olursa olsun, kendisi ve ailesi refah içinde yaşamıştır. Bana olan minnet ve şükranını anlatan mektupları Yıldız evrakı arasında saklıdır. Aranırsa, elbette bulunur. Çünkü bu kusurunu, rahmetli, kendisi dahi bilirdi. Allah rahmet eylesin! Yanlış Söylentiler 10.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Mithat Paşa'nın cülûs'umden (30) önce benimle pazarlık yaptığı söyleniyor. Güya Mithat Paşa, daha biraderim Sul-tan Murad taht'da iken benimle konuşmuş ve padişah ola-bilmekliğim için bana bazı şartlar koşmuş! Bu şartlar, Ka-lun-u Esasî'nin ilânı, Ziya Bey ve Kemal Bey'in Saraya alınması, Biraderim Sultan Murad iyileştiği takdirde benim tahttan feragat etmem gibi maddelermiş!. Bununla da ye-tinilmemiş de biraderim Murad'ın iyileşmesi halinde tahtdan feragat edeceğime dair benden bir de tezkere alınmış!. Ben bu tezkereyi ele geçirmek için Mithat Paşa'yı perişan et-mişim!. Bunların aslı yoktur. Gerçek şudur ki, Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa benimle biraderimin hastalığı sırasında bir görüşme yapmışlar, fakat bunların hiçbirini ne şart olarak ileri sürmüşler, ne de hattâ ;sözkonusu etmişlerdir. Bu görüşmede, yalnız biraderimin rahatsızlığı bana bildirilmiş ve tahta geçeceğim tebşir edilmiştir. Ancak Mithat Paşa, biraderimin Kanun-u Esasî'ye mütemayil bulunduğunu, bu yolda bazı hazırlıkların olduğunu söyleyerek benim bu konudaki fikirlerimi öğrenmeğe teşebbüs etmiştir. Ben de Kanun-u Esasi'nin ilânından yana olduğumu kendilerine söyledim. Gerçekten o yıllarda böyle düşünmekteydim ve nitekim Mithat Paşa'yı uzaklaştırdıktan sonra da hem Kanun-u Esasî'yi ilân ettim, hem Meclisi — savaş içinde olduğumuz halde — topladım ve bütün savaş boyunca Meclis çalışmalarım sürdürdü. 30) Cülus: Taht'a çıkış. Padişahından Senet İsteyen Vezir, Mecnun Olmalıdır... Gerisi yalandır. Ben, nasıl bir padişah olmalıyım ki, Vezirime senet imzalayayım?.. Vezirim nasıl bir mecnun ol-malıki, Padişahına şart koşabilsin!. Bunlar, düşüncesi kıt kimselerin sonradan yakıştırdıkları şeylerdir. Mithat Paşa, harîs ve atılgan bir Vezirdi ama, deli değildi. Ziya Bey'in, Kemal Bey'in Saray'a yerleştirilmesi, cülus edecek bir padişaha şart koşulmaz. Bunlar o çeşit maddeler değildir. Hem sonra Ziya Bey ile Kemal Bey Saray'a alınsalardı, bunlar benim ellerimi kollarımı mı bağlayacaklardı? Bir sözümle kendilerini işlerinden çıkaramaz mıydım ki, böyle akıllara sığmaz bir şart dermeyan edilsin!. Sırası gelmişken söyleyeyim, Ziya Bey, nimete ve mevkie doymaz bir adamdı. Kemal Bey ne kadar samimi ise, Ziya Bey de o kadar harîs ve hesabı idi. Kendisini Vezirlik mertebesile Suriye Valiliğine tayin ettiğim halde, memnun değildi; gözü Sadrazamlıktaydı. Mithat Paşa'nın her balamdan o kadar benzeri idi ki, Mithat Paşa, Avrupa'ya uzaklaştırıldıktan sonra İstanbul'daki arkadaşlarına Ermeni cemaati yolu ile nasıl paralar, hediyeler göndermişse, Ziya Bey de (Paga) Suriye'den (yaranına) hediyeler gönderiyor, yazdığı yazıların İstanbul matbuatında imzasız çıkmasını sağlamağa çalışıyordu. Suriye vilayetinin işlerini ne dereceye kadar gördüğünü bilemem. Fakat İstanbul'da bazı kimselere günde on-onbeş mektup gönderdiğini yakından bilirim... «Allah Taksiratını Bağışlasın.» Bir ara İzmir'e geldi ve burada yabancı bir gazete muhabirine — sözüm ona — bir beyanat verdi. Bu beyanatında — laubali bir eda ile — Kanun-u Esasi ile idare edilen memleketlerde padişahların, milletin bir «hizmetçisi» olduğunu söyleyecek kadar edeb dışı davrandı. Hangi idare olursa olsun, bir Hükümdar milletinin hizmetindedir, ama hizmetçisi değildir! Kanun-u Esasi ile idare edilen memleketlerde de hükümdar, millete ait işlerinin bir kısmını kurduğu Meclise gördürür ama, hizmetçilik etmez! Şımarık Ziya Bey — böyle söyleyerek — yüzyıllar boyu Osmanlı mülkünün gözbebeği gibi sakındığı Padişahlığı aşağılatmağa çalışmış ve ona hakarete cesaret etmiştir! O zaman Sadrazam Mithat Paşa idi. Mesele çıkarmamak için bunlara bile göz yumdum, işitmezlikten geldim. Yalnız, İstanbul gazetelerinde Ziya Bey'in (Paşa) Milletvekili çıkması için İstanbul'da taraftarları tarafından birkaç bin imza toplandığını gördüğüm zaman Sadârete bir tezkere ile, «Hükümdarına kargı edeb dışı davranışları görülmüş bir kimsenin Meclise alınmasını doğru bulmadığımı» bildirdim. Bunu, benim müstebidliğime vesika diye göstermek istiyorlar. Acaba pek hayranı oldukları İngiltere Kralı, Kraliyet'e hakaret etmeyi meslek edinmiş birinin Meclise alınmasını alkışlarla mı karşılar, yoksa vetosunu basar mı?.. Mithat Paşa, Maliye Veziri Galip Paşa'nın azlini benden niye o kadar İsrarla istemişti? Halbuki Galip Paşa, sadece fikirlerini dobra dobra söylemeye alışmış bir devlet adamı idi ve edeb dışı söz söylemek yaradılışına aykırı düşerdi.İşte Ziya Bey için söyleyeceklerim : Allah taksiratını bağışlasın!. «Kızıl Hayvan!» l.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Musahibim evvelki gün fransızca 'küçük bir kitap getirdi. Adı : «Piyer Kiyar'ın Hatırasına»dır. Methiye ve hicviyelerden yapılmış bir kitapçık. Övülen, Piyer Kiyar, yerilen de ben.. «Piyer Kiyar'ı, ismen bilirim. Yirmi üç yıl önce İstanbul'a gelmişti. Ermeni mekteplerinde fesad muallimi idi. Üç dört sene kaldıktan sonra da def olup gitti. Tuhaf!. Bana : (Kızıl Hayvan - Bete Rouge) lakabını takan Piyer Kiyar'mış.. Sözü bilirdimse de ortaya atanını bilmezdim. Taşıdığım yabancı ülke nişanları kadar, yine o yabancı ülkeler tarafından bana yakıştırılmış böyle birçok unvanlarım vardır! Ben, bunlarla iftihar etmekte haksız değilim, İşte bakınız, «Kızıl Hayvan» payesinin verilme sebebini bu kitaptan öğrendim. Ve öğreten de Aharonyan, Çobanyan adındaki iki Ermeni hatibinin hararetli nutuklarıdır! Musahibimin getirdiği kitapta ünlü, ünsüz bir sürü Fransız Edebiyatçısının da nutuk tarzında hicviyeleri var ise de «Kızıl Hayvan» isminin niçin konmuş olduğunu, insan dış düşmanlarından değil, iç düşmanlarından işitmek ve öğrenmek ister. Böylesi daha belgeli ve güven verici olur. Aharonyan efendi de, Mösyö Çobanyan da ağız birliği edip allandıra ballandıra anlatıyorlar ki : Piyer Kiyar, Ermeni okullarına öğretmen olarak 1893 yılında İstanbul'a gelmiş, Ermeni gençlerine felsefe ve edebiyat tarihi ile birlikte «Türklerin boyunduruğundan kurtulmak için çalışmak» dersleri vermiş!.. Ermeni öğrencilerinin felsefe ile edebiyat tarihi derslerinden ne kadar yararlandıkları belli değildir ama, ihtilâlciliği öğretmek ve inandırmakta o kadar başarı kazanmış ki; «Sason» meselesinde, «Zeytun» meselesinde, yâni. Ermeni kanının dökülüp, Ermeni ocağının sönmüş olduğu her meselede, bu Piyer Kiyarı minnet ve şükranla anmak, Ermeni cemaatına kutsal bir vazife olmuş!. Pîyer Kiyar Ele Geçiyor.. Zabıta bir aralık, Ermeni hesabına çalışan bu Fransız-dan şüpheleniyor ve tutukluyorsa da, Fransız sefaretinin müdahalesi üzerine ben serbest bırakıyorum. Gerçekten de bu mesele ve sefaretin bu yoldaki müdahalesi hatırıma geldi. Piyer Kiyar, hapisten çıkmış ama, kendisini emniyette göremediğinden, — ki, yemin ederim şahsı için bizim taraftan hiçbir tehlike mevzubahs değildi ve bunu kendisi pek iyi bilirdi — İstanbul'u terk ediyor. Ve o kadar sevdiği Ermenileri de demek ki, önce Allah'ın koruması ve esirgemesine, sonra da benim şefkat ve merhametime bırakıp gidiyor. Bunu söyleyenler, birçok Fransızla beraber, mösyö Aharonyan ve Çobanyan efendilerdir. Mazlum Ermeni milleti adına heyecanlanmış ve ayaklanmış bu fedakâr mücahit, yani Piyer Kiyar, İstanbul'daki — mikdarı her halde çok olmayacak — aylığını bırakıp Fransa'ya dönmek zorunda kalıyor; ve Ermeni kıyımını haber seriyor! O vakte kadar koca Avrupa'nın bu faciadan haberi yokmuş ve hükümetler de bizden yana çıkıp işi susmakla geçiştiriyor muş.. Bunu söyleyen ben değilim; birçok Fransız ve Ermeni hatibi ile muharrirleri... Hattâ, İstanbul'daki saygı toplantısında Hüseyin Cahit Bey bile bulunmuş ve işitmiş!. Piyer Kiyar Avrupa'ya gittikten ve Ermenilerin yürek paralayan maceralarını hiçbir şeye aldırış etmeyen men-faatçı insanlık dünyasına haber verdikten sonra bile Ermenilere olan muhabbetini tatmin edememiş ve bu sevdanın hızı ile (Illustration) un muhabirliğini kapıp gittiği Yunan Ordusunda gönüllü bulunmuş ve Türklerle savaşmış da!... Bu da o kitapta yazılı!. Şimdi, (Kızıl Hayvan) diye aşağılanan bu insan, tüm ademoğlundan sorar ki, Meselâ izmirli Übeydullah Efendi kalkıp tâ Hindistan'a gitseydi ve orada azınlığı değil, çoğunluğu yapan Müslümanların, bizim Ermeniler kadar da temel haklara sahip olmadığını görüp, üzüntüsünden ve kederinden bu çaresiz kalmış Müslümanlara : «Sizin de yoksul olmamak, zulüm görmemek, hakarete uğramamak gibi bir hakkınız vardır» deseydi ve demekte ısrar etseydi, en çok in-sansever, haksever ulularından geçinen Hindistan Valisi bizim Türk hocasının sarığına teşekkür mü ederdi?... |
|
02-12-2009, 19:57 | #5 |
-5-
Ermeni Meselesi
12.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Dün yazdığım satırları bugün bir daha okudum. Gladis-ton'un «Kızıl Sultan»! tarih sahnesinden çekileli sekiz yıl on bir ay oldu. Acaba Ermeni vatandaşlarım hallerinden daha memnun ve geleceklerinden daha güvenli midirler?.. Fitneyi Bastırmak îçin Elimden geleni yaptım.» Çok geçmeden buna Fransızlar ve İngilizler de katıldılar. Osmanlı ülkesinden koparılacak yeni parçada, onlar da söz sahibi olmak istiyorlardı, ilk Ermeni komitesinin Türkiye'de değil de Pariste kurulmuş olması, her şeyi ortaya koyar. Fitnenin başı dışarda idi. Ben, fitneyi bastırmak, bu iyi Osmanlıları, yanlış yollara sapmaktan kurtarmak için elimden geleni yaptım. Bir yandan kendilerine şefkatle muamele ettim, bir yandan Katolik ve Ortodoks Ermeniler arasındaki anlaşmazlığı kullanarak, uzun müddet, bir fikir etrafında toplanmalarını engelledim. Fransızlar, Katolikleri himaye ediyorlar, Ruslar, Ortodokslara arka çıkıyorlardı. Ben, bazen birini, bazen ötekini tutarak, ama her ikisinin de Osmanlı Reayası olduğunu hatırdan çıkarmayarak, tahrikleri önlemeğe çalıştım. Önce birbirlerini kırdılar, sonra dönüp Müslüman ahaliye saldırdılar. Bu oyunu, ben de dünya da biliyordu. Çünkü Bulgaristan'da denenmiş ve sonunda Bulgaristan'a muhtariyet adı altında bağımsızlık kazandırmıştı. Onun için zabıta kuvvetleri ile, Ermeni - Müslüman çatışmasını önlemeğe çalışıyordum. Ermenilerin muradı, Müslümanları kışkırtmak, üstlerine saldırtmak, sonra da dünyayı ayağa kaldırtmaktı. Bundan sonra Avrupa devletleri işe karışacaklar, bu iki unsurun bir arada yaşayamayacaklarını ileri sürerek muhtariyet isteyeceklerdi. Papazlar, Öğretmenler, Ajanlarla sürdürülen bu tahrikler, önceleri pek itibar görmedi. Birçok Osmanlı Ermeni, bu kışkırtmaları hoş karşılamadı. Bunun üzerine kurulan çeteler, önce bu namuslu Ermeni vatandaşlarımı yola (!) getirmek için bunları kesip öldürmeğe başladılar. Bu namuslu Ermeniler, bir taraftan hükümetten, bir taraftan çetelerden çekmiyorlardı. Sonra, sonra bunlar da çeteleri desteklemeye, beslemeye, saklamaya başladılar. Türk Kılığına Girmiş Ermeni Eşkıyaları Birinci safhası böyle biten oyunun ikinci safhasına geçildi. Türk kılığına giren Ermeniler, kendilerine yardım etmek istemeyen kendi vatandaşlarını öldürüp sonra da «Görmüyor musunuz, sizi Türkler kesiyor, siz hâlâ bizimle birlik olmuyorsunuz» demeğe başladılar. Bir yandan da Türk köylerine giriyorlar ve Müslüman halkı türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Bunların içinde, vücudu bıçakla yarılıp içine barut doldurulduktan sonra tutuşturulanlar da vardı! Bu Ermeni tahrikçileri özellikle Sason bölgesinde tahriklerini sürdürüyorlardı. Bu Ermeni - Müslüman kavgasını sona erdirmek için, müşir Zeki Paşa emrindeki orduyu, bu sahaya sevk ettim ve ayaklanmayı bastırdım. Büyük devletler elçileri, birbirleri peşinden Saraya koştular; zavallı Ermenilerin kılıçtan geçirildiğini ve bunun zulüm olduğunu söylüyorlardı. Hele İngiltere elçisi, hemen bir tahkikat heyetinin kurulmasını istiyor ve buna öncülük etmek için de bir İngiliz Askerî Ataşesinin hemen olay yerine gönderileceğini söylüyordu. Bütün elçilere ve bu arada daha sert bir dille İngiliz Elçisine, bunun bir asayiş meselesi olduğunu, Ordunun buralardaki eşkiyaları temizlediğini söyledim ve ilâve ettim : «Ataşe göndermenize müsade edemem. Çünkü bu günlerde buralarda bir İngiliz Ataşesinin görünmesi, yatışmış toplumları yeniden birbirine düşürebilir.» Elçi yanımdan hayret içinde ayrıldı. Çünkü ben o günlerde İngiltere'nin uzak doğuda Ruslarla başlarının iyice derde girmiş olduğunu biliyordum. Hem Rusya, hem İngiltere, hem de Almanya'dan çekinen Fransa ciddî bir müdahalede bulunamazdı. Nitekim bulunmadı da.. Fakat bunu izleyen yıllar İngiltere Ermeni meselesini ayakta tutmak için, elinden geleni yaptı. Çünkü bu suretle Mısır'da giriştiği işleri örtmüş oluyor, dünyanın dikkatini Türkiye üzerinde uyanık olarak tutuyordu. |
|
02-12-2009, 20:00 | #6 |
-6-
Jön Türkler
14.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Ne kadar garip bir tecellidir ki, Amcam Abdülaziz Han'ı düşürmek için Avrupa'ya kaçan Genç Osmanlılar, eninde sonunda muradlarına ermişler, hem Abdülaziz Han düşmüş, hem de hemen peşinden açılan 93 Rus Savaşı Rumeli'nin yarısını alıp götürmüştü. Tıpkı onlar gibi, beni düşürmek için Avrupa'ya kaçan Jön Türkler de muradlarına ermişler, beni düşürmüşler ve girdikleri Cihan Savaşı'nda da Osmanlı İmparatorluğu'nu elden çıkarmışlardır. Her iki gurup da memleketin okumuş yazmışlarını içine alıyordu. Her iki gurup da Batıcılığa hayrandı. Her iki gurup da memleketin tek kurtuluşunu Meşrutiyette görüyorlardı. Her iki gurup da emellerine Ordunun bir parçasını vasıta etti. Her iki gurubun dayandığı ordu da içinden parçalandı. Evet, ne kadar daha garip bir tecellidir ki, ben bu olayların her ikisinin de içinde yaşadım. Amcamın öfke ile yapamadığını, ben sabırla yapmayı denedim. Amcamın ceza ile başaramadığını, ben bağışlayarak elde etmeğe çalıştım. Ama yine de muvaffak olamadım! Ve daha garip bir tecelliye bakınız ki, «Genç Osmanlılar»! da «Jön Türkleride Osmanlı İmparatorluğunu par- çalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!. Bunların dediği yapılırsa Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!. Bari son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?... İnşallah!.. Osmanlıyı Üleşmekte Anlaşan Batı Evladım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati koskoca yeryüzünü gezip tozdukları halde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdad kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleri ile ba-tırdılar!.. Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yani bütün büyük Avrupa devletleri menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır; düşmandılar. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleri ile dalaşıyorlar, ama Osmanlıları üleşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu halde, bu düşüncede olan devletlerin, kendilerini arkalamalarından da mı bir manâ çıkaramıyorlardı? Söyledim, iyne söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlarmıydı ki Osmanlı ülkesi birçok milletlerin biraraya gelmesinden meydana gelmiştir.. Böyle bir ülkede Meşrutiyet, ülkenin unsuru aslîsi için (Temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı, Fransız Parlamentosunda bir Cezayirli mebus varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap mebusu bulunmasını istemeğe kalkıyorlar!. Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini davasına vermiş vatan evlâdının cibiliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sadece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını ken-dilerinden çok, adanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti; hem öldüler, hem vatandan oldular!. «Fikirleri» de, «Tesirleri» de Mahdutdu.. Kendilerine «Jön Türkler» denilen kimseler aslında üç -beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa'da benim aleyhimde çalışmışlar — benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden — yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu —büyük devletlere arkalarını dayayarak— buluyorlar, yabancı postahanelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir tesirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi... Fakat ben buna rağmen, ken'dileri ile ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bazı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesi ile büyücek yardımlarda bulundum, bazı kimselerin memlekete- para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefeti — yanlış da olsa — namuslu kalsın diye!. Ahmet Rıza Nasıl Geçiniyor? Beni bu yardımlara iten sebepler de vardı. Ahmet Rıza Bey, Bursa'da Maarif Müdürü iken, Paris'te ihtilâlin yüzüncü yılı sebebi ile açılan sergide Bursa İpeklilerini teşhir etmek bahanesi ile Avrupa'ya gitti ve bir daha dönmedi. Oradan bana bir «Islâhat Layihası» (Reform Raporu) gönderdi. Okudum, hiçbir şey yoktu. Ne memleketi tanıyor, ne tekliflerinin ne getireceğini hesaplayabiliyordu. Bir kenara koydum. Ardından, «Meşveret» adı ile bir gazete çıkarmaya başladı. Paris Sefaretimize «ne ile geçmiyor?» diye sordurdum. «Patiste türkçe dersleri vererek» diye cevap verdiler.. Paris-te, hem de Türkçe dersleri vererek geçinmek ayrıca bir gazete çıkarmak... ve bunun da külfetlerine katlanmak!.. Buna, hayatında bir kere fırından ekmek almamış basit bir cariye bile inanmaz.. Dolaylı yollardan para göndermeğe başladım, çünkü başka çare yoktu!. Ya, Mizancı Murat? Biraz da Mizancı diye tanınan Murad Bey'den bahsedeyim; bu, bir başka garabettir. Murad Bey, delikanlı yaşında Kafkasya'dan kalkmış, okumak için Kırım'a gideceğine, İstanbul'un yolunu tutmuştur, İstanbul'da ilk çaldığı kapı,. Mithat Paşa'nın konağıdır. Hemen Mithat Paşa tarafından kabul edilir, dinlenir ve bir tezkere ile Rüştü Paşa'ya gönderilir. Murad Bey bir süre Rüştü Paşa'nın katipliğini yapmış.. Paşanın ölümünden sonra, Mülkiye Mektebine tarih hocası oldu. İngiliz politikasına tarafdar olarak biliniyordu. Nitekim ben İngiliz Politikasına tarafdar olan Sait Paşayı Sadrazamlıktan uzaklaştırınca, o da «Mizan» adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Bu gazetesinde bana övgüler yayınlıyor, ama kabineye memur ettiğim devlet ileri gelenlerine ver yansın hücum ediyordu. Hükümet, gazetesini yıllar sonra kapattı. Ben kendisini korudum ve «Duyunu Umumiye» komiserliğine tayin ettirdim. Bir gün, Rusya'ya kaçtı. Oradan Avrupa'ya geçti. Londra'da Lord Salisbery ile görüşüp Mizan'ını Mısırda çıkarmak müsaadesi alabildi. Tekrar Avrupa'ya geçti ve en sonra Ahmet Celalettin Paşa aracılığı ile yeniden İstanbul'a döndü.Bu dönem içinde nasıl geçindiğini, nasıl bu uzun seyahatleri yapabildiğini, gazetesini hangi para ile çıkardığını araştırmak istemiyorum. Masonların Beslediği Jön Türkler!.. Ahmet Celalettin Paşa'nın Mısır'da Ali Kemal Bey'-den (31) aldığı bir mektubu görmüştüm. Bu mektup her halde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sükuti, Dr. Bahattin Şahir, Dr. Nazım, Dr. İbrahim Temo'nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımı ile yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar elile para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gönderiyordu. Avrupa'da, Mısır'da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddi bir zarar vermediler. Fakat Mason Locaları, bütün takiplerimize rağmen, «İttihat ve Terakki»ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak ahline geldiler. İşte Jön Türk'ler ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin hikâyesi de budur. Evet, hikâyesi budur ama, neticesi de bugün maalesef gözlerimizin önündedir. Bana diyeceklerdir ki, «Bütün bunları biliyordun da ni-çin engel olmadın, niçin devletin yıkılmasına göz yumdun?..» (31) izmit'te linç edilen İtilâfçı yazar Ali Kemal. «Yalnızdım»... Haşa!. Göz yummak şöyle dursun, her an tetikte yaşadım. Fakat önleyemezdim, önleyemedim de.. Çünkü yalnızdım. Onların arkasında bütün düşman dünyası vardı. Mizacım ve şartlarım başka türlü olmama elverişli değildi. Dostlarım beni, yumuşak başlı olmakla, düşmanlarım, zalim gaddar olmakla suçlarlar.. İki taraf da yanılır.. Ben ne bir Yavuz Selim Han idim, ne de Yavuz Selim Han'ın ül- kesi benim buyruğumdaydı. Birkaç kelle koparıvermek, laf söylerken kolaydır. Her koparılan kelle, insanın önünde bir uçurum açar. Bu uçurumu doldurabiliyorsan, gözdağı verebilirsin ve gözdağı verdiklerin dediklerinden çıkmazlar. Ama uçurumlar kapanmıyorsa, hiçbir şey yapmak mümkün değildir. Ben, doğuştan merhametli bir insanım. Fakat devletin merhametle idare edilemeyeceğini de bilirim. Ne yaptıysam, yapabildiğimdir. Yavuz Selim Han da benim zamanımda padişah olsaydı, o da benim gibi yapardı. Gerekeni yaptım, faydalının peşinden koştum, ahâliyi ezdirmemeğe çalıştım, beyhude kan dökülmesinin her yerde karşısına çıktım. Memleketim, Jön Türklere gösterdiğim şefkatin değil, Jön Türklerin bağışlanmaz gafletlerinin kurbanı oldu; işte o kadar!... |
|
02-12-2009, 20:05 | #7 |
-7-
33 yıl süren siyasetin sırrı...
17.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Musahibim iki gündür neden yazılara devam etmediğimizi sordu durdu; düşünüyorum. Vatanımın nereden nereye geldiğini düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar?. Vatan elden gittikten sonra.. Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti. Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halice kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid'i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi! Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa, bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde' kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı. Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini (32) kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemiyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik. Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı... (32) 1877 Osmanlı - Rus Savaşı. 18.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Amcamın şehadeti ve biraderim Murad'ın aklına zarar getirmesinden sonra tahta çıktığım zaman, dışta ve içde büyük meselelerle karşı karşıya kaldım. Payitaht (Başkent) karmakarışıktı. Birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde iki padişah düşürülmüş, biri şehit edilmiş, biri mecnun olmuştu. Ordunun ve Devletin ileri gelenlerinden bazıları bu işlere karışmışlar, suç işlemişlerdi. Korku içindeydiler. Hem devleti ellerinde tutuyorlar, hem de korkuyorlardı. Yıkmak için aralarında birleşebilmişlerdi ama, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İşin elebaşısı Hüseyin Avni Paşa, kendisini sürgüne gönderen padişahı tahttan düşürmüş, şehit ettirmiş, muradına ermişti ama, iş birliği ettiği arkadaşlarının ayrı havalar çalmasından tedirgindi. Mithat Paşa ve arkadaşları, hesap verme korkusu içinde Saray'ı bütün haklarından tecrit etmek sevdasına düşmüşlerdi. Sadrazam Rüştü Paşa, her iki. tarafa da güvenemiyor, ama onlardan da bir türlü ayrılamıyordu.. Durmadan konaklarda toplanıyorlar, konuşuyorlar, fakat bir karara varamıyorlardı. Bunun haricinde olan devlet büyükleri, olup biteni ibretle seyrediyorlar, bazıları bana gelip bunun önüne geçmemi benden istiyorlardı. Kararsızdım. Mithat Paşa, halka bir kurtarıcı gibi görünmekteydi. Avrupa devletleri de kendisini destekliyorlardı. Halkın vicdanı ve o günlerdeki Avrupa efkârı umumiyesiyle beraber olmak, aklın ve siyasetin icabıydı; ben de öyle yaptım, Mithat Paşayı sadrazam tayin ettim. Malî duruma gelince : Hazine borç içindeydi. Varidat her yıl biraz daha azalıyordu. Tanzimatdanberi her şeyimizi Avrupa'dan getirtir olmuştuk. Yerli tezgâhlar birer birer sönüyordu. Her tarafı Avrupa bezleri kaplamıştı. Kurulmuş birkaç fabrika bile kapanacak hale gelmişti. Gümrük varidatı büyük devletlerle yaptığımız anlaşmalar yüzünden hiç mesabesine inmişti. Kendi yağımızla bile kavrulamıyorduk. Yol yoktu. Haberleşme güçleşmişti. Geniş imparatorluk toprakları kendi kaderine terk edilmiş gibiydi. Yeni yeni okullar açılmış, birçok gençler Avrupa'ya gönderilip okutulmuştu gerçi... Fakat gerek bu okullardan çıkanlar ve gerekse Avrupa'da okuyup gelenler, daha devlet kadrolarım dolduramamıştı. Kadroların büyük kısmı ekalliyetin elindeydi. Hele Hariciye Nezaretinde tek tük gençlerimiz işi yavaş, yavaş ele geçirmeğe başlamıştı; fakat Avrupa devletlerindeki temsilciliklerimizde, sefaretlerde Rum soyundan memurlarımız vardı ki, bazıları Yunanistan'a hizmet etmeyi, Osmanlıya hizmetin üstüne çıkarıyorlardı. Amcam Abdülaziz Han'ın zamanında Ordunun ve Donanmanın büyük bir kuvvet haline gelmiş olduğu bir hakikattir. O kadar ki, Ordu'nun kuvvetinden Ruslar, Donanma'nın gücünden Fransızlar ve İngilizler bayağı ürkmüşlerdi. Ordunun, Sırbistan ve Karadağ muharebelerinde Rus gönüllü subaylarını perişan etmesi herkesin gözünü açtı. Bu yüzdendir ki uydurma israf ve sefahat şayialarile Amcamı halkın gözünde küçük düşürmeğe var güçleriyle çalıştılar ve sonunda emellerine ulaştılar. Böylece, yalnız Abdülaziz Han'dan kurtulmakla kalmadılar, onun kurduğu Ordu ve Donanmayı da parçalamaya muvaffak oldular. Çünkü, Hanedana baş kaldırmış subaylarla, Hanedana bağlı kalmış subaylar ortaya çıktı ve bunlar birbirlerine güvenemez oldular. DÜNYADA YALNIZIZ. Tahta çıktığım günlerde bu hakikatleri bilmiyordum. Bunları Rus muharebesi sırasında birer birer ve tecrübeyle öğrendim. Bir şey daha ortaya çıktı ki : DÜNYADA YALNIZIZ. Düşman vardır, fakat dost yoktur! Salip, her zaman müttefik bulabilmekte, fakat Hilâl, her zaman yalnız kalmaktadır .(Osmanlıdan menfaat bekleyenler ona dost görünmekte, fakat umduğunu bulamadığı zaman, hemen düşman kesilmektedir. Ben de siyasetimi bu esas üstüne kurdum. Düşmana, düşmanın silâhı ile gitmek şarttı!. Osmanlı ülkesinin o yıllarda hangi buhranların içinde olduğunu kısaca anlattım. Şimdi o yıllarda dünyanın ne hallerde olduğunu da kısaca anlatmalıyım ki, otuz bu kadar yıl güttüğüm politikanın mesnedleri (dayanak) ortaya çıksın. Tahta geçtiğim yıllarda dış politikada ilk gözüme çarpan şey, Prusya'nın Fransa'yı yendikten sonra (32) Alman birliğini kurmuş olması oldu. Muktedir bir devlet adamı olan Bismark, küçücük Prusya'dan koskoca bir Almanya çıkarmasını bilmişti. Birkaç yıl içinde doğup gelişiveren bu Devlet, Avrupa kuvvetler dengesini bozmuş, bütün Devletlerin dış politikalarında büyük değişiklikler gerektirmişti. O zamana kadar İngiltere ile yarışan Fransa bu yarışı bırakmadı ise de hafifletti. Kendi güvenliğini sağlamak için Ruslarla anlaşma yollarını aramaya başladı. Bu yüzden bizimle yürüttüğü politikayı yeni baştan gözden geçirdi. Nitekim bu korku yüzünden hemen daima Osmanlı ülkesindeki ihtilâflarda sürekli olarak Rusları desteklemiştir. Ruslar da Batı'da kuvvetli komşuları Almanların hesabını yapmaya başladılar. Avusturya, dostu düşmanı karıştırarak politikasını yeniden kurdu. Yalnız İngiltere, adalarına ve üstün donanmasına güvenerek Bismark Almanyasiyle pek ilgilenmedi. Hattâ bundan yararlanarak öteki Avrupa devlet-lerinin kendi güvenlikleriyle uğraşmasını fırsat bilip Akde-niz'de Osmanlı toprakları üzerinde ve Asya'da, yeni haklar sağlamak yolunu tuttu. Gladiston «Yapabildiğini yap, kaza-labildiğini kazan» politikasiyle cihangir bir devlet kurma yo-lundaydı. (32) 1870 - 1871 Fransız - Prusya savaşı, 79 günde Prusya orduları Paris'e girdiler ve Fransa'ya diz çöktürttüler. Benim tahta çıktığım yıl, İngilizler Hindistanı ele geçirmişlerdi. Bir yandan Hind yolunun güvenliğini sağlamaya gayret ediyorlar, bir yandan Çin'e, Orta Asyaya girmeğe çalışıyorlardı. Ruslar da bu yıllarda gözlerini Orta Asya'ya çevirdiler. Bu yıllarda Fergana'yı alarak Hotant Hanlığı'nı ele geçirdiler (33). Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden) sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya yahudileri teşkilâtlanmıştı. Mason Locaları yolu ile «Arz-ı mev'ud»un peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana da gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı benden toprak istemişlerdir. Tabii red ettim. Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücümüz yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti. (33) Rusların Fergana'ya girişi: 1876. Bunu Kırgızistan. Türkistan, Tacikistan'ı istilaları takip etti. İngilizlerle Ruslar, Asya' da büyük bir rekabet içindeydiler. Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulmasıyla bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama, bana uzak da görünmüyordu. Almanların her yıl biraz daha güçlenmesi, Fransızları, Rusları olduğu kadar İngilizleri de tedirgin etmeğe başlayacağım görüyordum. Bunun sonu birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı.Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.Büyük Devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında görmüştüm ki bunların niyetleri, iddia ettikleri gibi Hıristiyan tebanın hukukunu temin değil, önce muhtariyetlerini, sonra İstiklâllerini temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamaktır. Bunu, iki surette temin etmeğe çalışmaktadırlar. Birincisi, Hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak.. İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için Meşruti İdareyi getirmek... Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşruti İdarelerin bir millî vahdet halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini fark edemeyen bazı Türk münevverleri, maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler. Ben bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?.. Yine İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han'ın Orduyu ve Donanmayı güçlendirme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi Ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana başkaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı. Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek Orduya verilen emekler boşa gitmemişti.Buna karşılık bu muharebe, Donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşıları vardı. Bu, donanma İngilizlerin elindeydi demektir. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere'ye itimadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti. Öyleyse, bir donanmamız yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla, İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan, fakat mazarratı olan birşeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Halic'e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz'de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur. Buna karşılık Ordunun yeni silâhlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim, büyük bir asker olan Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı. Abdülaziz Han'ın halinde donanma işe karıştı da onun için Abdülhamit donanmayı battal etti derler, yalandır. Ben bir Padişahın iki parça gemi ile tahttan düşmeyeceğini herkesten fazla bilirim. Biraderim Murad'ı tahttan indirdikleri zaman ortada gemi mi vardı, top mu? Bu cehaleti bana yakıştıranlar, sadece kendi cehaletlerini ortaya koymuş olurlar. Evet, benim Avrupa devletleri ile bir başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da birçok Müslüman ahâliyi idareleri altına almış büyük devletler de benim hilâfet silâhımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlının işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi.! Ben «Beklediğim güne» kadar bu silâhı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs, ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışardaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdim. Donanmayı muattal bırakmak İngilizleri ve Fransızları tatmin etti ama, Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti.Blund adlı bir İngilizle, Cemaleddin'i Efganî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti, bunlar Hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke Şerifi Hüseyin'in Halife ilân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddin Efganî'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara «mehdi»lik iddiası ile bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal red ettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebül Hûda Esseydî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını, Efganî'nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hâmit yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim. Hilâfet mevzuunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildir. Çünkü Asya'da yüz elli milyon Müslümanı idareleri altında tutuyorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde Hilâfetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı, Seyyit'ler, Şeyhler, Dervişler gönderip Asyadaki müslümanları Hilâfete manen bağlamağa hususî bir itina gösteriyordum. Buharalı Şeyh Süleyman Efendinin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan Umumî Valileri oradaki Müslümanların Osmanlı Devletiyle yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylamış oluyorlardı. İngiltere pirelendi. Almanya, büyük donanma hazırlıklarına girişince, İngiltere pirelendi. Açık denizlerde güçlenecek bir Almanya, İngiltere için büyük tehlike idi. Bu yıllarda İngilizler, Ruslara Osmanlı İmparatorluğunu bölüşmek teklifini yaptılar. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hem Rusların Asya'da ilerlemelerine engel olmak, hem Almanya'ya karşı bir müttefik elde etmek. Aslında Rusların Akdeniz'e inmesini İngilizler hiçbir zaman istememişlerdir. Fakat Asya'daki menfaatleri büyük, Almanya üzerindeki kuşkuları canlı olduğu için, bu fedakârlığı göze alır göründüler. Ruslar, İngilizlerin bu gizli teklifini red etti. Çünkü ben bir yandan Çara yaklaşıyor, bir yandan Almanlara yanaşıyordum. Benim Almanlara yanaşmam demek, Almanların Hindistana kadar uzanan bir sahada hareket kabiliyeti kazanması demekti. Bunu ne Çar ister, ne İngiliz hükümeti razı olurdu. Nitekim bir yandan Ruslar, bir yandan İngilizler bana daha dostane davranmaya başladılar. Niyetim Almanlarla birlik olmak değil, birlikmiş gibi görünerek ittifakımı, dünya denizlerine hakim devlete pahalı satmaktı. İngiltere, Hindistan ve Asya güvenliğini, ya Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sahip olarak, ya Osmanlının müttefiki olarak sağlayabilirdi. Tek başına sahip olamazdı, çünkü dünya ayağa kalkacaktı. Ruslar, paylaşma teklifini red etmiş olduklarına göre, bana yanaşmaktan başka çareleri yoktu. Bu sebeple hem siyaset olarak bize yaklaştı, hem de içimizden idareyi ele geçirmek için Mason localarını kul-lanmaya başladı. Jön Türklerin gafletini, İngiltere nasıl Ma-son locaları kanaliyle kullanıyorsa, Almanya da bunların öte-ki parçasını yine Mason locaları kanaliyle kullanmaya başladı. Böylece Jön Türklerin Selanik teşkilatı Almanların. Manasta teşkilatı İngilizlerin eline geçmiş oldu. İngilizleri ittifaka zorlamak için, Bağdad Demiryolu inşaatını Almanlara verdim. İngilizlerin öfkesi büyük oldu. Bu yüzden bağımıza Makedonya gailesini çıkardılar. Umursamadım. Çünkü ipler elimdeydi. Nasıl olursa olsun, beklediğim tekliflerle karsıma çıkacaklardı. İngilizler, Manastır İttihatçılarını, Almanlar Selanik İttihatçılarını durmadan kışkırtıyorlar, Devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesine zorluyorlardı. İngilizlerin Manastır İttihatçılarıyla başarıya ulaşması benim için bir felâketti, çünkü hemen beni bertaraf edecekler ve muradlarına ereceklerdi. Almancı İttihatçılardan korkum yoktu. Onların başarısı, İngiltere'yi daha da korkuturdu. Alman Mason Locaları kanaliyle tesir altında tutulan Selanik İttihatçıları, Enverler, Niyazilerle harekete geçtiler. Şemsi Paşa vuruldu, Manastır İttihatçıları teşebbüsü elden kaçırmıştı. İngilizler, benim de mutemedim olan Ebül Hûda Esseydi'yi kullanarak gizli görüşmelere başladı. Ruslar, ancak o zaman hazırlıksız avlandıklarını farkedebildiler. Başlarındaki Asya gailesi ve içlerindeki Anarşist denilen kundakçılar Çar'a göz açtırmıyordu. Buna rağmen Çar. bana hususî bir mektup yazarak bilgi istedi. İngilizler nedense gizli müzakereyi durdurdu. Beklediğim büyük savaşın yaklaşmakta olduğunu görüyordum. Fakat benim için hadiseleri kendi haline terk etmekten ve kardeş kam dökülmesine engel olmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Gerisi herkesin malumudur. Selanik İttihatçıları beni tahttan indirirken, İngilizlerle bir anlaşmaya varmak ve yaklaşan büyük muharebeye, denizlere hakim bu devletle ortak olarak girmek artık bir hayal olmuştu. |
|
02-12-2009, 20:19 | #8 |
-8-
İstihbarat
20.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi İngilizleri istediğim ittifaka sürüklemek için Anadolu -Bağdat Demiryolu hattını Almanlara verdiğimi söylemiştim, Bunun, ayrı ve hoş bir hikâyesi vardır. Bunu da anlatmalıyım. İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların «hayır» demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım —nice aylar sonra fark edebildi-im— bir biçimde yanaşmaya başladılar. İngiliz Elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yer altı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki de fine bile (!) bulunabilirmiş!. Kaldı ki yer altından çıkacak eski paralar, kırık deştiler, heykelcikler define değerindey-miş! Bunlara bakarak belki tarih değişecek, çok kıymetli bilgiler elde edilecekmiş!... Bana eski Mısır yazısının okun-masının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümetinin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlaya-caklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralar-da bulunacak tarihi eserleri de — hiçbir bedel istemeden — ze bırakacaklarmış!... İngiltere ile yakın ilişkiler kurmak muradımdı. Bu tek-lifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. He-men Sadrazam Halil Rıfat Paşa'yı çağırdım, İngilizlerin tekliflerini anlattım ve bu gelecek heyetlerin çalışmalarını dik-katle takip etmesini kendisine tenbih ettim. Rus Elçisi Bariz Bir Tebessümle Dinliyordu... Gerçekten İngilizler çok geçmeden bir takım bilginleri İstanbul'a gönderdiler. Ben kendilerini topluca kabul ettim ve çalışmalarında başarılar diledim. O akşam verdiğim ziyafete öteki elçiler de davetli idi. Bilhassa Rus elcisinin bu müsadeden memnun olmadığı açıkça görülüyordu. Elçiye, tarihe ve medeniyete İngilizlerin yardım etmek istediklerini söylediğim zaman, Sefir, bariz bir tarzda tebessüm ederek konuşmamı dinliyordu. Bilginlerin bir kısmı Kayseri'de, bir kısmı Musul'da, bir kısmı da Bağdat'a yakın bir noktada kazılara başladılar. Kazılan yerli amelelerle yapıyorlar, biz de bütün çalışmalarını izleyebiliyorduk. Bu kazılardan birkaç kırık küp, desti, heykelcik ve birkaç lâhit'den (mezar) başka bir şey çıkmadı, İngilizler, küflü bakır paralara kadar çıkardıkları bu eşyaları bize teslim ediyorlardı. Bu kazılar hakkında bilgi vermek için İngiliz Elçisi sık sık Huzur'a alınmasını istiyordu. Konuşuyorduk. Ben bütün bu fırsatları değerlendirerek yapmayı düşündüğüm ittifakın zeminini hazırlıyordum, istiyordum ki, bu teklifi ben yapmayayım, bana İngilizler yapsınlar. O zaman teklif sahibi onlar olacaklar ve ben uygun bulursam kabul edecek, bulmazsam red edecektim, böylece daha fazlasını koparmaya çalışacaktım. İngiliz Aldatmacası Bu arada, yine anlayamadığım bir şey oldu. İngiliz Elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi. Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işden anlar kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler! Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız gelen haberlerden, Musuldaki ve Bağdat'da-ki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende arttırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, Petroldü! Daha önce Eflâkde (Romanya) petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığım biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz Elçisi, ayrı bir haber vermek vesilesile huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer muvafık bulursam, «İngiltere Hükümetinin» buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı : Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı. Açtıkları Kuyuları Kapattım. îttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi red ettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat'da açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım! İngilizler darılıp kazılari olduğu gibi bıraktılar. Fakat hemen ardından, Cema-leddinî Efganî yolu ile Hilâfet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz Emîrini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyücek bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler,, buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa'yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler. Ruslar, bu İngiliz teklifini sert bir dille red etti. Çünkü İngiltere, tıpkı Osmanlı ülkesinde yaptığı gibi, Rusya'da da Çar'ı meşrutî idareye zorlamak için ayaklanmalar düzenliyordu. İşte İngilizlerle böylesine çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı. Girit ihtilâfında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı. Yunan Savaşında Ordumuzun başarısı, Almanların gözünü açmıştı. Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus. İttifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman Ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için, Almanlara yaklaştım. Aslında ikimizin de düşünceleri başka, başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Vilhelm İstanbul'a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım. Kayzer de tantanalı nutuklar söylüyor, misafirperverliğimizi övüyor, ve dünya yüzünde dağınık yaşayan üç yüz milyon Müslümanın dostu olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Şam'dan, Çar'a bir mektup gönderdi ve «Türkiye'nin, ölmekte olan değil, bütün canlılığı ile yaşayan bir ülke olduğunu» yazdı ve «müslümanların ve halifelerinin şerefine dokunmaktan uzak dur» ihtarını yapmaktan da çekinmedi. Akılları — Fikirleri Petrolde Asıl anlatmak istediğim bu değildir. Ancak Kayzer'in bu davranışları bende çok iyi duygular yaratmıştı, kendisine son derece dostane davranıyordum. Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nâm ile Musul'a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini tenbih ettim. Aradan çok kısa bir zaman geçmişti. İmparator hâlâ memleketimizin misafiriydi. Salahattin Efendi'den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı. Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklifi ile 'de gelseydi, ben ona bazı şartlarla bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama, casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu. Tahsin Paşa (34) bunu İmparatora duyurmak teklifinde bulundu. Red ettim. «Bırakalım, arasınlar,» dedim, «bulurlarsa, petrolü ceplerinde götürmeyecekler ya.. Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!» Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika'ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktı. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Salahattin Efendi'nin Amerika'da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü.Salahattin Efendi'nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarım ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile, yanaşmadıklarını söyledi. "Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusunu almıştık. Japonya'dan bir mütehassıs gurubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştım. (34) Tahsin Paşa Mâbeyn Başkâtibidir, İttihatçılar «Kara Tahsin» derler. Osmanlı Devletinde İstihbarat 22.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Osmanlı'da töre budur : Padişah, tebasının ne düşündüğünü, hangi şikâyetleri olduğunu, bir yandan kendi Valilerinden, Kadılarından Hükümet yolu ile öğrenir, bir taraftan ülkenin dört bucağına serpilmiş tekkelerin şeyhlerinden, dervişlerinden haberler toplar ve buna göre ülkeyi idare eder. Ceddim Sultan Mahmut (Mahmut II) buna gezginci dervişleri de ekleyerek istihbaratı genişletmişti. Ben tahta çıktığım zaman durum buydu ve böylece devam ediyordu. Bir gün Londra Sefiri Musurus Paşa'dan Eski Sadrazam ve Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın İngilizlerden para aldığını öğrendim. Devleti Padişah adına idare eden bir Sadrazam kendi devletine ihanet ediyorsa, istihbaratı da elbette kendi işine geldiği gibi Saray'a duyururdu. Tedirgin olmuştum, müteessirdim. İşte bu günlerde Mahmut Paşa bana geldi ve Jön Türklerden bazıları hakkında haberler getirdi. Getirdiği haberler mühimdi. Kendisine bunları nasıl öğrendiğini sordum. Hususî bir istihbarat teşkilâtı kurmuş, bazı kimselerin yakınlarını para ile elde etmişti. Bu kimseler kendisine görüp duyduklarını haber veriyorlar, o da bunları değerlendiriyordu. İsterse kardeşimin kocası olsun, Devletin bir paşasının Devletten gizli ve ayrı bir istihbarat kurması doğru olamazdı. Kendisine teşkilâtı hemen bana devretmesini ve bundan böyle bu işlerle uğraşmamasını söyledim. Teşkilâtı bana devretti ama, bundan çok alındı. Şahsıma Bağlı Müstakil Bir İstihbarat Teşkilâtı Kurdum.. Yabancı devletler, kendi emellerine hizmet edecek kimseleri Vezir ve Sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmiş-lerse, Devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilâtı kurmaya bu düşünce ile karar verdim, İşte, düşmanlarımın Jurnalcilik dediği teşkilât budur!. Bu jurnalların hakikî olanlarının yanında iftira mahiyetinde olanlarının da bulunduğunu elbette biliyorum. Ama ben hiçbir jurnala, titiz bir tahkikten geçirmeden inanmadım ve onun icabına el sürmedim. Ceddi Azizim Selim Han (Selim III) «Yabancıların elleri ciğerlerimin üstünde geziniyor, aman biz de yabancı devletlere elçi gönderelim ve onların ne yapmakta olduklarım bir an önce öğrenmeğe çalışalım» diye feryat etmişti. Ben bu yabancı elleri ciğerlerimin içinde duyuyordum. Sadrazamlarımı, Vezirlerimi satın alıyorlar ve mülküme karşı kullanıyorlardı! Ben, nasıl olur da Devlet Hazinesinden beslediğim bu insanların ne yaptıklarını, neye hazırlandıklarını öğrenmeyebilirdim! .. Evet, jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimeti ile gırtlaklarına kadar dolu oldukları halde, Devletime ihanet edenleri tanımak, takip etmek için!... Kendi devletini yıkmak, kendi Padişahının canına kasd etmek karşılığı, yabancı devletden para alan Sadrâzamları gördükten sonra!... 23.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Tahtdan uzaklaştığımdan bu yana benim aleyhimde bir sürü makale yazıldı, birçok kitap yayınlandı. Düşmanlarımın kaleminden kan damlıyor. Neler yapmamışım, neler çektirmemişim münevverlerimize!. Bunlar, benim zaman-ı idaremde de yazıyorlar, çiziyorlardı ama, bu yazdıklarını, ya Avrupa'da bastırıyorlar, ya Mısır'da yayınlıyorlardı. Şimdi, Babıâli Caddesi bunlarla dolmuş!. «Düşenin dostu olmaz,» demişler.. Ben zaten kimseden dostluk beklemiyorum. Ama fisebîlûllah düşmanlığı bir türlü kavrayamıyorum. Diyelim ben Padişahken benden korkuyorlardı, onun için yazıyorlardı aleyhimde.. Peki şimdi benim neyimden korkuyorlar da durmadan kalemlerini işletiyorlar?İşte bir köşedeyim. İşte kimse ile alışverişim yok. Benden istedikleri nedir?... Acaba nankör tabiatları —gördükleri iyilikten— vicdan azabı mı çekiyor?.. «Hep, Akıllı İnsan Aradım.» Ben, akıllı insanların düşmanıymışım!. Bunu utanmadan yazabiliyorlar. Eğer «akıllı» dedikleri, kendileri gibi ise, ben öyle akla hayatımın hiçbir gününde itibar etmedim. Yok, eğer gerçekten akıllı insanlara düşman olduğumu söylemek istiyorlarsa, bir tek örnek versinler, hepsini kabul edeyim. Ben bütün hayatımda akıllı insan aradım. Ne yazık ki bulamadığım için, bazan bu kitapları yazanlar gibilerini de kullandım. Hiç akla ve bilgiye düşman olsaydım, Darülfünunlar açar, Mülkiye-i Şahane gibi Devlete ve Millete bilgili insan yetiştiren mektepler kurar mıydım? Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, horozdan kaçan genç kızlarımızın okuması için Dar-ül Muallimat'lar kurar mıydım?.. Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, Galatasaray Sultanisi'ni Avrupa'nın Üniversiteleri ayarına çıkarıp, orada talebelere hukuk dersleri okutur muydum? Ben, Mülkiye-i Şahane'ye felsefe dersini koydurduğum zaman, bütün talebe «Bizi gâvur yapmak istiyorlar» diye ayaklanmıştı. Ama ben gâvurluğun bilgide değil, cehaletde olduğunu biliyordum. Israr ettim, okudular, adını sadece «Hikmet»e tebdil ettik. Darülfünun'da da bu dersi «Fizik» diye okuttuğum gibi... Ben yalnız mektepler açarak okumuş insan yetişmesine çalışmakla kalmadım, kendi kendilerini yetiştirmek yolunda olanları da teşvik ettim.Cevdet Paşa'yı Ahmet Mithat Efen-di'yi, Şemsettin Sami Efendi'yi, hattâ kendisini büyük tarihçi sanan Murad Efendi'yi ve daha nicelerini maddeten ve manen destekledim ve eser vermelerini sağladım. Diğer edebiyatçıları nasıl himaye ettiğimi daha önce söylemiştim. Darüsşefaka, benden önce kurulmuştu. Ama bir türlü yürümüyordu. Devletimin yetimlerine hizmet etmek için kurulmuş bir mektebi, bugünkü hale getiren benim.|Fakat ne kadar gariptir ki, bugün bana düşmanlık edenlerin hemen hepsi, benim açtırdığım mekteplerde okumuş oldukları halde, bana «Akla ve bilgiye düşmandı» demekten maalesef utanmıyorlar. Okumuş Adamdan Korkmadım. Hayır, ben hiçbir zaman okumuş adamdan korkmadım. Fakat birkaç kitap okumakla kendisini allâme sayan ahmaklardan çekindim ve onlardan uzak durdum. Avrupa milletlerinin laboratuvarlarına imreneceğine, kılık kıyafetlerine imrenen frenk delisi şaşkınlar, benim yanımda itibar görmediler. Bundan pişman değilim. Hiç, her köyde bir cami ve caminin yanında bir mektep görmek için otuz bu kadar yıl çabalamış bir padişah, bilgi ve akıl düşmanı olabilir mi? Benim zamanımda basılmış kitaplara baksınlar, bir de sonrakilere.. Avrupa'nın ne kadar büyük filozofu, âlimi, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur. Benim korunmak istediğim Avrupa'nın bilgisi değil, Avrupa'nın düşmanlığı idi. Binlerce talebeyi Avrupa'ya göndererek okumalarını ben sağladım. Bunların içinden üç-beş çürük adam çıktı ama, pekçokları Devlet'e hayırlı hizmetlerde bulundular. Ben bunlarla iftihar ederim. Benim Saltanatım günlerinde insanlar belki fazla gevezelik edememişlerdir ama, fazlası ile okumuşlar, öğrenmişler ve imünevver insan olmuşlardır.Fındık kadar marifet gösteren bir insan, benden ceviz kadar ihsan görmüştür.Nasıl teşvik etmezdim ki, başımıza ne gelmişse, dünyada ölüp bitenlerden haberimiz olmadığı için gelmiştir. Tahta çıkar çıkmaz, o günlerde bazı Avrupa memleketlerine bile girmemiş telgrafı bütün ülkeye yaydım. Otuz bin kilometrelik telgraf hattı benim sürekli takibimle döşenmiş, köylere kadar götürülmüştür. Tahtelbahirin (Denizaltı) tecrübeleri benim kesemden verilmiş para ile İstanbul'da yapıldı.Jö günlerde dünyada, denizin altında giden bir gemiden İngiltere'nin bile haberi yoktu! Benden sonrakiler işin ucunu bırakmışlarsa, elbette bu günah bana yazılmayacaktır.Hayır, tekrar ediyorum ve kırık kalbimle temin ediyorum ki ben iyi, güzel, faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım; bunlara düşman olanlardan başka 24.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Bu sabah Musahibim neden yazdığımız bu hatıratta ken-limi müdafaa eder gibi göründüğümü sordu. «Sizin zamanı levletinizdeki icraatın Osmanlı mülkünün bekası için tutul-nası gerekli tek yol olduğundan kimin şüphesi var?.» dedi. Yaz öyleyse dedim, cevap vereyim. Benim tarih huzu-runda ve Allah huzurunda hiçbir tereddüdüm yok. Ne yaptıysam, mülkün bekası, ahâlinin refahı ve huzuru için yaptım. Kendi duygularımı bir kenara koydum.Bir insanda ateş böceği kadar aydınlık gördüysem, onun kim olduğuna, niyetinin ne olduğuna bile bakmadan, yıldız muamelesi yaptım ve işbaşına geçirdim. Kusurları bağışladım. Bencillikleri hoş gördüm. Vatan haini olduğuna inandığım insanları bile, şahsen suçlamadım, adaletle muhakeme ettirdim. Hâkimlerin verdikleri cezaları hafiflettim. Bazılarını, «Kul kusursuz olmaz» diyerek bağışladım. Bunu herkes bilmiyorsa, tarih ve Allah- elbette bilecektir. Bu noktada hiçbir huzursuzluğum yok. Ermeni Kundakçılarını Alkışlayan Münevverlerimiz Fakat bugün, ülkemin içine düştüğü faciayı görüyorum. Ordumuz bozgun halinde payitahta (başkent) çekiliyor. Bütün İmparatorluğu, bir daha ele geçmez şekilde kaybediyoruz. Bu mağlubiyetin müsebbibleri var, hainleri var, suçluları var, yardakçıları var... Bunlar kendilerini tarihin adaletinden, milletin husumetinden kurtarmak için beni suçluyorlar. «Bu yangını Abdülhamid bıraktı» diyorlar. Koskoca bir ülke kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru değerlendirmeleri için yazıyorum. Kimi suçlayacaklarını bilsinler, kimin yakasına yapışmak gerektiğinde şaşırmasınlar diye.. Tarihin hükmünü beklemeden, dosdoğru düşünebilsinler, bir daha ne yapmaları gerektiğini idrak etsinler diye.. Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba ile kasd eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce, kim olduklarım tanısınlar diye... Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kasd eden eli bombalı ırkdaşına «şanlı avcı» (35) diyecek kadar hayasız olmamıştır! Üzerime yağmur yerine iftiralar yağıyor. Sait Paşa bile, vicdanının kara mürekkebine kalemini bandırıp beni karalamaktan çekinmezse, ben elbette hakikatleri yazacağım. Kimseyi ne suçluyorum, ne kendimi müdafaa ediyorum, sadece hakikatleri yazıyorum. Her şey anlaşılsın, her şey bilinsin diye.. «Abdülhamid gençleri denize atıp boğdurdu» demek kolaydır.İnsan, kuş değildir ki sahibi çıkmasın.. Benden sonra bunca yazdılar, çizdiler. Bir tek gencin denize atıldığını ispatlayabildiler mi?.. Ama hâlâ söylemeğe devam ediyorlar. Vatan evlâtlarım, benim için her zaman gözbebeğim olmuştur. Nicelerinin suçlarını bağışlamışım, birçok kabahatlerine bilerek göz yummuşum. Nasıl olur da ben, o evlâtlarımı denize artırabilirim. Bunu yapmak değil, düşünmek bile bir cinayettir. Benden sonra olup bitenlere bakıyorum da bu sözleri uyduranların bunları yapabilecek tıynette olduklarım üzülerek anlıyorum. Demek beni de kendileri kadar gaddar sanıyorlarmış!, Padişahına Gaddar Olan Meslekdaşına Acır mı? Şimdi hatırıma geldi. Rus muharebesinin sürdüğü günlerde idi. Süleyman Paşa, Tuna ve Balkan ordularının Başkumandanlığını yapıyordu. Bir gün kendisinden bir telgraf aldım. Bu telgrafta, kendisi gibi paşa olan bazı ordu kumandanlarını tutuklayıp mahfuzen İstanbul'a gönderdiğini yazıyor ve bunların vatan haini olduğunu ileri sürüyordu. Her biri için de bir suç bulunmuştu. Kimi ordunun erzakım çürütmek, kimi aldığı emri kendi bildiğine göre değiştirmek vesaire... Paşalar, İstanbul'a gelince bizzat soruşturmalarım yaptım. Gördüm ki bunlar, vaktiyle Süleyman Paşayı, Ab-dülaziz Hanın hâl'i işine karışmasından ötürü tenkit etmişler.. Süleyman Paşa da eline kuvvet geçince, bunları tutuklayıp suçlayarak kurşuna dizilmeleri için İstanbul'a mahfuzen göndermiş! işin tahkikine memur ettiğim Rasim Paşa verdiği raporda, Süleyman Paşa'yı suçluyor ve bu paşaların hiçbir kusurları olmadığını açıkça söylüyordu. Harp günleriydi. Süleyman Paşa'ya ağzımı açıp bir tek şey söylemedim. Gönderdiği paşaları da muhakemeden geçirdikten sonra, gönüllerini alıp başka vazifelere yerleştirdim. Süleyman Paşa, hâlâ Sadrazam Ethem Paşa'ya telgrafla soruyordu : «Ne oldu?. Paşaları cezalandırdınız mı?.» Devletin paşalık mertebesine çıkardığı bir namuslu asker, düşmanla işbirliği yapmak, ordusunu kaçmaya teşvik etmek gibi bir vatan hainliği yapmadıkça, nasıl bir kusuru olursa olsun, tutuklanmaz, elleri bağlanmaz. Hele bunlar, vaktiyle yaptığınız bir işden ötürü sizi haklı olarak tenkit etmiş insanlarsa... Ama insan, Devletinin Padişahına karşı gaddar olabilirse, meslekdaşına mı şefkatli olabilir?.. Süleyman Paşa'nın iyi asker olduğunu söylerler. Yenilmiş ve düşmanı İstanbul kapılarına getirmiş bir baş kumandanın nasıl iyi bir asker olabileceğini münakaşa etmek istemiyorum. Ama hiçbir kusuru bağışlamasını bilmeyen kindar bir adam olduğunu bilirim. Ruhlarında şefkat taşımayanların mükemmel olabileceklerine inanmıyorum. Yazdığım şeyler beni yordu, daha çok ruhum yoruldu bugün. Süleyman Paşa meselesine — Allah izin verirse — yarın devam edeceğim... (35) Tevfik Fikret. 25.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Süleyman Paşa'yı da benim mağdurlarım arasında sayarlar. Güya ben Süleyman Paşa'yı, Mithat Paşa'nın arkadaşı olduğu ve Amcam Abdülaziz Han'ın hâl'inde rol oynadığı için sürgün etmişim!.. Harbiye Mektebi Kumandanı iken, Abdülaziz Han'ın tahttan indirilmesinde büyük rol oynadığı bir hakikattir. Fakat Katlinde bir iştiraki olmadığı meydana çıktı. Bir paşa, bir Padişahın düşürülmesinde rol sahibi ise, yerine gelen Padişahın kendisine güvenmeyeceği ortadadır; başkasına oynadığı oyunu kendisine de oynayabilir. Fakat ben buna rağmen, çoğu zaman insanların kabiliyetlerine ve hizmet imkânlarına bakarak karara vardım. Memleketin kabiliyetli insana çok ihtiyacı vardı. Yapacak iş çok, yapabilecek ehliyetli insan azdı. Bu sebeble Süleyman Paşa'yı ve onun gibileri — işten uzaklaştırmak şöyle dursun — işe sevk ettim. Sırbistan ve Karadağ cephesinde harp yeniden patlamak üzere idi. Süleyman Paşa'yı «Büyük Asker» diye göklere çıkarmışlardı. Osmanlı mülkünün bu nazik devresinde kendisini buraya, Balkan Orduları Baş Kumandanı olarak gönderdim. Bu sırada Ruslarla savaşa tutuştuk. Savaş aleyhimize gelişiyordu. Süleyman Paşa'nın bir kısım kuvveti ile Tuna Ordusunu desteklemesi faydalı olacaktı, emir verildi. Zağra ve Pilevne Zaferler! Süleyman Paşa, kumandası altındaki askeri mecburî yürüyüşle Dedeköy üzerinden Zağraya indirdi. Burasını tahkim ettikten sonra Eski Zağra üstüne yürüdü. General Gurko'nun kuvvetlerini iki günde perişan ederek çekilmeğe mecbur etti. Tam bu günlerde de Gazi Osman Paşa, düşman elinde olan Pilevne üzerine yürüdü ve bir günde ele geçirdi. Rusların yedi bin, bizim — Allah'a şükür — yalnız bin askerimiz kırılmıştı. Üstüste gelen iki zafer haberi, Orduyu da Milleti de şahlandırdı. Muharebenin o güne kadar iyi idare edilmediği hakkındaki kanaat umumî idi. Saraydaki büyük Kumandanlardan kurulu Harp Divanı'nın kararı ile Sarasker Abdülkerim Nadir Paşa ile Redif Paşa'yı Başkumandanlıktan azlettim ve yerine müşir Mehmet Ali Paşa tayin edildi. Bu sırada Süleyman Paşa'dan bir telgraf aldık. Hıfzı Paşa kumandasında elde tutulan bir mikdar kuvvetin cep heye gönderilmesini istiyordu. Halbuki bu kuvvetler, cephenin yarılması halinde düşmanı tutacak kuvvetlerdi. Har Divanı Süleyman Paşa'ya durumun bildirilmesini uygun gördü ve bildirdi. Süleyman Paşa'dan Küstah Bir Cevap.. Süleyman Paşa'dan edeb dışı bir karşılık aldık : «Burada ben muvaffak olmazsam memleket elden gider, o zaman Payitahta da ihtiyaç yoktur» diyordu. Bu şımarık ve küstah cevabı Harp Divanı, ne meslek terbiyesine, ne devlet memuru vekârına sığdıramadığı için, ittifakla Süleyman Paşa'nın azline karar verdiler. Süleyman Paşa'nın Balkan Orduları Baş Kumandanlığı, Gazi Osman Paşa'ya tevcih edilecekti. Ben, müdahale ettim ve önce durumun Gazi Osman Paşa'ya bildirilmesini, Osman Paşa'nın mütaleası alındıktan sonra karara varılmasını istedim. Tahmin ettiğim gibi Gazi Osman Paşa bulunduğu yerden ayrılmasının çok mahzurlu olacağını anlatarak, bu vazifenin Süleyman Paşa'ya verilmesinin doğru olacağını mütalea olarak bildirdi. Cephede düşmanla dövüşüp zaferler kazanan Osman Paşa gibi bir askerin mütaleası ehemmiyetli idi. Süleyman Paşa'nın son telgrafından da anlaşılacağı gibi, kendi düşüncelerinin daima dünyanın nizamı olduğuna inandığını bildiğim halde, Başkumandanlığa getirilmesini Harp Divanına teklif ettim. Harp Divanı benim isteğimi hoş karşılamadı, fakat bununla beraber Süleyman Paşa, yalnız Balkan Orduları değil, Tuna Ordularının da Başkumandanı tayin olundu. Şimdi insaf ile düşünülsün; Ben Mithat Paşa'nın arkadaşlarına, Abdülaziz Han Emmim'in tahttan düşürülmesine karışmış insanlara düşman olsaydım, Süleyman Paşa'yı Harp Divanına mı verir, yoksa Balkan ve Tuna Ordularının Başkumandanı mı yapardım?. Acaba benim yerimde hangi Padişah olsaydı, kendisine böyle küstahça ve hattâ hakaret dolu telgraf çeken paşasını bağışlardı? Ben mi kin güdüyorum, yoksa, kendisini tenkit eden paşaları, cephede dövüşen askerin gözü önünde tutuklayıp «kurşuna dizilsin» diye İstanbul'a gönderen Süleyman Paşa mı?.. Ruz-i Mahşerde Bunu Bana Sormayacaklar.. Ben, tırnağının ucu kadar memlekete faydası dokunacak kimselerin boyunca günahlarını gözümü kırpmadan bağışla-mışımdır. Çünkü benim bulunduğum yer, şahsî kayguların çok üstüne çıkılması gerekli olan bir makamdır. Yeryüzünde bunu bana soran olmasa bile, ruz-i mahşerde, her yaptığımın hesabının sorulacağını bilir ve iman ederim. Padişah olarak elbette benim de kusurum olmuştur; fakat hangi kusurum olmuş olursa olsun, kin gütmek, devlet ileri ile duygularımı karıştırmak gibi bir kusurum — elhamdülillah — olmamıştır. Ruz-i mahşerde böyle bir suale muhatap olmayacağım. Rusların Balkanlarda ilerlemesi ve bazı kalelerimizi ele geçirmesi, Bulgarları azdırdı ve buralardaki Türklere, tarifsiz zulümler, işkenceler ve hakaretlerde bulunmaya başladılar. O derece ki, hemen bütün Avrupa gazeteleri bu insanlık dışı davranışları yazıyorlar ve Bulgarlara lanet ediyorlardı. Ben, bu haberlerin İstanbul ve taşra gazetelerine aksetmemesine büyük bir dikkat gösteriyordum. Çünkü buralarda da Müslüman ahalinin galeyana gelmesi ve buradaki gayri müs-lim ahaliye misliyle mukabele etmesi pek mümkündü. Bu takdirde, bütün Avrupa bir kere daha bizim aleyhimize dönecek, gayr-i müslimleri himaye iddiasile İngiliz ve Fransız Donanması İstanbul önlerinde görünecekti. Süleyman Paşa'nın Aklı - Fikri Şöhret Yapmakta.. Fakat cepheden Süleyman Paşa durmadan telgraf çekiyor ve mezalimi anlatarak bunların İstanbul ve taşra gazetelerinde yayınlanması için gazetecilerden kurulu bir heyetin kendi yanına gönderilmesini istiyordu. Çünkü aklı fikri şöhret yapmaktaydı. Bunlar, gazetelerde yazıldıktan sonra, ne olup bitebileceğini aklından dahi geçirmiyordu. Bütün ısrarlarına rağmen gazetecileri göndermedim ve haberlerin yayınlanmasını önledim. Kendisine bu husustaki düşüncelerimizi yazdıktan sonra da cevaben hepimizi korkaklıkla, vehimle suçlayacak kadar ileri gitti. Şimdi düşünüyorum : Bu işde bir hata varsa, acaba mezalimi gazetelere yazdırmayıp zaten ızdırap içindeki ülkeyi yeni kargaşalıklara ve tehlikelere düşürmemek mi, yoksa yazdırıp, tamiri imkânsız felaketlere yol açmak mı?.. Bu kadarcık şeyi düşünemeyecek bir Paşa'yı Orduların Başkumandanı yapmak hatasını ben kabul ederim. Ama Süleyman Paşa'yı, şişiren yardakçıları da paşalarının «Benim istediğim olsun da memleket ne olursa olsun» diyecek kadar hadgâm ve basiretsiz olduğunu kabul etsinler! Rus Savaşını Süleyman Paşa'nın Başkumandanlığında kaybettik. Harp Divanı, Başkumandan'ın hataları yüzünden savaşı kaybettiğimiz kanaatindeydi. Kumandanları kullanamadığı, askeri kullanamadığı, bu yüzden hem bozguna sebep olduğu, hem savaşı kaybettiği ileri sürülüyordu. Muhakeme edilmesini istediler. Askerî bir işti, karışmadım. Muhakemesi askerler tarafından yapıldı ve kabahatli bulundu. Cezayı bağışladım, kendisini İstanbul'dan uzaklaştırdım. İşte Süleyman Paşa hikâyesinin iç yüzü... Bu onun için ağır bir ceza olmuşsa, benim takdirimle değil, Allah'ın takdiriyle-olmuştur. Başkaca taksiratı varsa Allah bağışlasın... «93 Muharebesini Tarih Şaşırmadan Yazacaktır.» 26.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi 93 Muharebesi, içimde kırk yıl durmadan kanamış bir yaradır. Önlemek için çok uğraştım, muvaffak olamadım. Sonra kazanmak için didindim, gece uykularımdan, gündüz huzurumdan oldum, kazanamadım. Tarihin şaşırmadan karar verebileceği bir hadisedir bu... On binlerce okka evrak arşivlerdedir. Yazılmış sayısız kitap ortadadır. Bu savaşın içine zorla itilmiş bir Padişahın nasıl çırpındığını, tarih şaşırmadan yazacaktır. Bu sebeple müsterihim. Düşmanlarım, pek çok şeyleri olduğu gibi, 93 Rus Savaşını da benim sırtıma yıkmağa çalışıyorlar. Onlara göre, bu savaşı ben istemişim. Büyük devletlerin aracılıklarını ben önlemişim! Prestij kazanmak için savaş açmışım. Sonra, hiçbir savaş bilgim olmadığı halde, Saray'dan savaşı idare etmişim. Birçok kıymetli kumandanları,kıtaları başından uzaklaştırıp, yerlerine cahil kimseleri getirmişim. Orduyu silâhsız, erzaksız bırakmışım, böylece de zorla kendi Ordumu yendirmişim! Evet, bunları yüzleri bile kızarmadan yazabiliyorlar ve herkesi inandırmaya çalışıyorlar, însan bunları gördükçe, okudukça, «Arşivleri de mi yok ettiler acaba?» diye düşünmekten kendini alamıyor. Mithat Paşa ve taraftarları — çok yanlış olarak — İngilizlere güvenip o kadar ileri gitmişler, öyle bir savaş tohumu serpmişlerdi ki, buna karşı durmak, neredeyse vatan hainliği haline gelmişti. Savaşı önleyemeyeceğimi anladıktan sonra, savaşa hazırlanmaya başladım. Serhatden Saraya Döşenen Telgraf Memleket içindeki yollar yeterli değildi. Haberleşme at sırtında yapılıyordu. Ordu bir kere serhadde gönderildikten sonra, ondan haber almak günler, bazan haftalar mese-lesiydi. Bazı Avrupa memleketlerinde «Telgraf» adile bir haberleşme vasıtası kullanılmaya başladığını duymuştum. Hemen harekete geçtim ve Belçika'dan bir uzman getirttim. Adı Jan Dikru idi. işinin erbabı bir adamdı. Zamanın en kuvvetli bataryaları ile donanmış bir telgrafhane merkezini Saray'da kurdurdum. Her vilâyet kendi sahasındaki telgraf direklerini dikti, teller bağlandı ve hatlar işledi. Telgrafhaneyi bu Jan Dikru idare ediyordu. Kendisini çağırdım ve bizim adamlarımıza 6 ay içinde bütün işleri bir başlarına yürütecek ölçüde öğretecek olursa, kendisine bir Osmanlı nişanı ile 2000 altın vereceğimi söyledim. Hemen Saray'da bir okul açtı ve üç guruba böldüğü ta lebelerine gece gündüz ders vermeğe başladı, İki buçuk ay sonra gerek Anadolu ve gerekse Rumeli'nin belli başlı vila yetlerini merkeze bağlayan şebekeyi kendi başlarına idare edecek kabiliyette telgrafçılar yetiştirdi. Hiç değilse böylece haberleşme sağlanmıştı. Ordu mevcudunun Doğuda seksen bin, Rumelinde iki yüz bine ulaştığını bildirdiler. Sadrazam Ethem Paşa, Serasker Redif Paşa, Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa, Bahriye Nazırı Rauf Paşa ve Tophane müşiri Mahmut Paşaları Saraya davet ettim ve bir Harp Divanı kurdum. Kendilerine ne düşündüklerini sordum. Günlerce süren konuşmalardan sonra bu Harp Divanı şu kararları aldı :— «Tuna Ordusu» adını alan ve Rusları sınırda kar şılayacak kuvvetlerin basma Abdülkerim Nadir Paşa geti rilecek. — Telgraf yolu ile ordularla muhabere imkânı sağ lanmış olduğuna göre, Saray'da Tecrübeli paşalardan bir Harp Divanı kurulacak. Bu divan, kendi aralarında iş bö lümü yaparak Ordunun iaşe, ikmal, teçhizat işlerini dakikası dakikasına takip edecek, savaşın gelişen yeni şartlarına gö re, Başkumandanları dakikası dakikasına uyaracak ve iş lerini kolaylaştıracak.— Osmanlı mülkünün bütün gücünü ve varlığını, Har bin icaplarına göre ve benim adıma 'kullanacak,Osmanlı mülkünün en yetkili paşalarıydı. Kararlarını kabul ettim. Ordu İçindeki İkilik Bu müzakereler sırasında Sadrazam Ethem ve Serasker Redif Paşalar, Ordunun çeşitli kademelerinde subaylar arasında bir huzursuzluk olduğunu bana bildirdiler. Hüseyin Avni Paşa'nın yetiştirmesi bazı paşalar ve subaylar, Ab-dülaziz Hanın düşürülmesini tasvip ederken, bazı paşalar ve subayların tasvip etmemesi ve ayıplaması Orduyu içinden bölmüştü. Bunların birbirine güveni yoktu. Açıktan hiçbir huzursuzluk belli olmadığı halde, her iki tarafta da «bizden», «sizden» sözleri kullanılıyordu. Müteessir olmuştum. Bu yüzden — maazallah — her şeyi kaybedebilirdik. Çaresini sordum. Abdülkerim Nadir Paşa, sürtüşme ihtimali olan subayları ayrı ayrı cephelerde toplamayı teklif etti. Serasker Redif Paşa, bunun Orduyu karmakarışık edeceğini, askerin tanıdığı subayın kumandasında savaşa katılmasının iyi neticeler vereceğini anlattı. Uzun müzakerelerden sonra bu çeşit sürtüşmeler çıkarsa, bunların kurulacak Harp Divanı'nın alacağı tedbirlerle önlenmesi, işin icabına uygun olacağı kararlaştırıldı. Ben asker değildim. Askerin haleti ruhiyesini de bilmezdim. Fakat bana Abdülkerim Nadir Paşa'nın teklifi daha uygun geliyordu. Birbirlerini anlayacak insanların yanyana olması, elbette maslahata daha uygun düşerdi. Fakat önümüzdeki zamanın kısalığı, askerin haleti ruhiyesi üzerinde ileri sürülen fikirler dolayısı ile, karara ben de katıldım, İşte bizi Ruslara yendiren en büyük hatalardan biri! Ordu İçindeki İkilik Bu müzakereler sırasında Sadrazam Ethem ve Serasker Redif Paşalar, Ordunun çeşitli kademelerinde subaylar arasında bir huzursuzluk olduğunu bana bildirdiler. Hüseyin Avni Paşa'nın yetiştirmesi bazı paşalar ve subaylar, Ab-dülaziz Hanın düşürülmesini tasvip ederken, bazı paşalar ve subayların tasvip etmemesi ve ayıplaması Orduyu içinden bölmüştü. Bunların birbirine güveni yoktu. Açıktan hiçbir huzursuzluk belli olmadığı halde, her iki tarafta da «bizden», «sizden» sözleri kullanılıyordu. Müteessir olmuştum. Bu yüzden — maazallah — her şeyi kaybedebilirdik. Çaresini sordum. Abdülkerim Nadir Paşa, sürtüşme ihtimali olan subayları ayrı ayrı cephelerde toplamayı teklif etti. Serasker Redif Paşa, bunun Orduyu karmakarışık edeceğini, askerin tanıdığı subayın kumandasında savaşa katılmasının iyi neticeler vereceğini anlattı. Uzun müzakerelerden sonra bu çeşit sürtüşmeler çıkarsa, bunların kurulacak Harp Divanı'nın alacağı tedbirlerle önlenmesi, işin icabına uygun olacağı kararlaştırıldı. Ben asker değildim. Askerin haleti ruhiyesini de bilmezdim. Fakat bana Abdülkerim Nadir Paşa'nın teklifi daha uygun geliyordu. Birbirlerini anlayacak insanların yanyana olması, elbette maslahata daha uygun düşerdi. Fakat önümüzdeki zamanın kısalığı, askerin haleti ruhiyesi üzerinde ileri sürülen fikirler dolayısı ile, karara ben de katıldım, İşte bizi Ruslara yendiren en büyük hatalardan biri! Ruslar İstanbul Kapısında Bundan sonraki savaşın yarısını da Süleyman Paşa'nın, kendisini tutan Paşaları ve Subayları ileriye alması, kendisine karşı olduklarını sandıklarını da türlü yollarla muattal hale koyması aldı götürdü. Rusları İstanbul kapılarına kadar indirdi. Doğu cephesinde de kendisine çok bel bağladığımız iyi bir kumandan olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın da muvaf- fak olamaması aynı sebeplerdendir, İşte Rus Savaşı'nın iç yüzü. 93 Muharebesi, ibretle bakanlara çok şey söylemiştir. Onda bir şey görmek isteyenler, çok şeyler görmüşlerdir. Fakat hiçbir şey görmemek için gözlerini yumanlar, papağan gibi ezberledikleri sözleri durmadan tekrar etmişler, «Abdülhamid, Abdülhamid» diye sayıklayıp durmuşlardır. Ben Abdülkerim Nadir Paşa gibi muzaffer Serdar-ı Ekrem'e orduyu teslim etmeseydim, acaba bana kim hak verirdi? Bu, gerçekten tok gözlü Askerin ihtiyarlık zaafile yanlış kararlar alabileceğini nerden bilebilirdim? Muharebe planına Süleyman Paşa'dan başka kimse itiraz etmedi. Almanların en büyük kumandanlarından Moltke bile, dört kalenin ehemmiyetini kabul etmiş bir askerdi. Savaş kapıya geldiği gün Seraskeri değiştirmek, akıl kârı mı idi?.. Sonra bunlar, Osmanlının yetiştirdiği en tecrübeli, en okumuş kimselerinden değil iniydi?.. Kimi yerine koysam, Rusları yenebilirdi acaba?.. Süleyman Paşa'nın Başkumandanlığında ne hale düştüğümüz görülmedi mi?.. Gazi Osman Paşa gibi mübarek bir asker bile o kertede mesuliyet almaya yanaştı mı?.. Savaşı neden kaybettiğimizi bilmemiz lâzımdır. Fakat şunu bunu suçlamak için değil, bir daha memleketimizde aynı yanlışları yapmamak için... Yunan Muharebesinde Bu Hataları Yapmadım.. Ben Yunan Muharebesinde bir daha bu hatalara düşmedim. Ordunun içinden bölünmesinin ne olduğunu biliyordum. Bir Kumandanın nefsine güveni olması gerektiğini biliyordum, İyi hazırlanmış bir orduyu müdafaaya sokmanın, onun kuvvei maneviyesini törpülemek olduğunu biliyordum. Ordular arasındaki sayı üstünlüğü, bütün bunlardan sonra gelir. Fakat bunu öğrenebilmekliğim için, Rus yenilgisinin acısını, yirmi bu kadar yıl içimde taşımam gerekliydi. Dünyadan çok ahirete yakın olduğum şu günlerde bir vicdan muhasebesi yaparak düşünüyorum ki, BÜYÜK HATA taa Dedemin günlerinden bu yana yuvarlana yuvarlana gelmiştir. Yeniçeriliği ortadan kaldırmışız ama, Yeniçeriliği bozan sebepleri ortadan kaldırmamışız. Bu ocağı söndürmek bize, —dün kulumuz olan— Mehmet Ali Paşa'nın at oynatarak Kütahya önlerine gelmesine, Ruslarla Aynalıkavak Muahedesinin yapılmasına, Tanzimat Fermanı'nın çıkarılmasına patlamıştır. |
|
02-12-2009, 20:34 | #9 |
-9-
«Tarih Değil Hatalar Tekerrür Ediyor.»
Hem bari orduyu politikadan çekebilseydik... Yeniçerilerin bire kadar kırılmasının üstünden kırk yıl bile geçmeden Hüseyin Avni Paşa'nın ordusu Amcam Abdülaziz Hanı tahtından indirdi. Hanedana karşı olanlar, Hanedandan yana olanlar diye bölündü yeni baştan ordu, 93 Muharebesini kaybettik. Biraderim Muradı da beni de tahttan indiren aynı ordudur. 93 Muharebesini niçin kaybettiysek, Balkan Harbini de onun için kaybettik. Tarih değil, hatalar durmadan tekerrür ediyor. Bugün bir vatan kaybediyorsak, sebebi yine odur. Osmanlı Tarihini anlayanlar bilirler ki, bu ülke kuvvete dayanarak değil, adalete dayanarak kurulmuştur. Eğer Osmanlı Orduları gittikleri yere adalet yerine zulüm götür-selerdi, bu imparatorluk kurulmadan çekirdek halinde parçalanırdı. Adalet meşruiyetin temelidir. Meşruiyyet, hükmetmenin mesnedidir. Kuvvet, meşruiyyetin müeyyidesidir. Bu halde kuvvet meşruiyyete, hükmetme adalete dayanmak zorundadır. Her kim ki adaletsiz hükmetmeye, meşruiyetsiz kuvvet kullanmaya kalkarsa, yıkılır. Ordu, gayesi içinde elindeki kuvveti kullanırsa meşru, gayesi dışına kayarsa gayr-i meşrudur. Belki bazı şeyleri yakar, yıkar ama, sonunda kendisi de yıkılır. Ve maalesef bu enkazın altında bazan bir devlet de çöker. Gaflet İçindeki Münevver... 28.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Hatırıma gelmişken şunu da kaydedeyim : Düşmanlarım benim sansür memurlarımdan çok şikâyet etmişlerdir. Ben evham ve korku içinde yaşarmışım da bu yüzden pireyi deve görürmüşüm. Benim memurlarım da böylece gazetelerin haberlerini, yazılarını anlaşılmaz hâle koyarlarmış!.. Hayır, ben «evhamlı» olmamaya dikkat ettiğim kadar, «gafil» olmamaya da dikkat ettim. Çünkü gaflet, evhamdan da büyük zarar getirir. Mekteplerimde okuttuğum, Avrupa'ya gönderip dünyayı öğrenmelerini sağladığım insanların bazıları, kabiliyetsiz çıkıyorlar, Avrupa'da neye bakıp neyi görmeleri gerektiğini kestiremedikleri için memlekete zararlı fikirlerle dönüyorlardı. Kendilerini, yanlış yetiştirdiklerinden dolayı cezalandıramazdım. Ama başkalarını da yanlış yetiştirmelerine izin vermek hakkım değildi. Bir küçücük kasabamızda yüzde ellinin üstünde gayr-i müslim varsa orada kaymakamın ve memurların gayri müslimlerden seçilmesini adaletin icabı görüyorlardı da, koskoca 250 milyonluk Hindistan'ın İngiltere Parlamentosunda bir tek temsilcisi olmadığını düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. İngiltere'de Meşrutiyeti görmüşler ve hayran olmuşlardı. Ama İngiltere'de Meşrutiyeti kimin kullandığına bakmamışlardı bile... Bu cahilane fikirlerini gazetelerde yazmak, memleketi böylece altüst etmek istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman «Zalim» diye bana hücum ediyorlardı. Avrupa'ya giden bazı gençler, orada lâboratuvarda ne olup bittiğine başlarını bile çevirmeden kadınların erkeklerle dans ettiklerini görüyorlar, içki içtiklerine hayran ka-liyorlar ve memlekete gelince, Avrupa Medeniyetinin üstünlüğü diye bunu öğütlemeğe çalışıyorlardı; yanlıştır diyordum. O zaman beni örümcek kafalı olmak suçluyorlardı. Vatan Hainlerine Karşı Sansür Yine Avrupa'ya gönderdiğim gençlerin bazıları, Fransız İhtilali'ni okuyup öğreniyorlar, bu ihtilalin neden koptuğunu araştırmadan buna özeniyorlar ve memlekete geldikleri zaman, halkı ayaklanmaya çağırmayı vatanseverlik sayıyorlardı; izin vermiyordum. O zaman, tıpkı ülkemin düşmanları gibi bana «Kızıl Sultan» diye hücum ediyorlardı. Ben bu fikirlerin memleketimde yayınlanmasına engel oluyordum. «Sansür» işte budur! Çeşitli çalkantılar içinde ayakta durmağa çalışan ülkeme, şifa yerine zehir sunmak isteyenlerin önüne geçmenin adı «Sansür»dür. Yazdım, yine yazacağım. Söyledim, yine söyleyeceğim; benim ülkemde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi bilgin faydalı bir yazı yazmış, konferans vermiş yahut kitap çıkarmış da ben bunu önlemişim? Bırakınız önlemeyi, ben buna destek olmamışım? Bu kendini bilmez, yaşadığı ülkeyi bilmez, görüp okuduğunu bilmez bazı kalemler, bazı kelimelerle beni taşlamak hevesine düşmüşler ve memurlarım ülkenin vahdetini ve huzurunu korumak için bunları engel-lemişlerse, kendilerine memleketim namına teşekkür ederim. İyi etmişler, berhudar olsunlar!.. «Zulümle Değil Şefkatle» Bahçıvan çiçeklerini nasıl muzır böceklerden korursa, ben de memleketimi sözde fikirlerden korudum; onların, devletimi kemirmesine müsaade etmedim. Fakat bu gençlere, yanlış fikir sahibidirler diye zulümle değil, şefkatle muamele ettim. Pek çokları ile teker teker uğraştım, onlara doğru yolu göstermeğe uğraştım; onların gençlik ateşini memleketin hayrına çevirmeğe çalıştım, İçlerinde muvaffak olduklarım da oldu, olmadıklarım da... Harcadığım emekler helâl olsun. Bu gayretlerimi, vicdanları satın almak için değil, vicdanları aydınlatmak, için kullandım. Dünyaya nefesle, âhirete nefisle bağlı olduğum su günlerde apaçık söylüyorum ki, benden sonra devlete el koyanlardan hiçbiri, benim kadar fikre saygılı olmasını bilmedi-ler. Hürriyet, hürriyet diye devlete oturdular, fakat gelir gelmez Hürriyeti yalnız kendileri için istediklerini de ortaya koydular. Onların anladıkları hürriyetin, bana sövüp sayma, kendilerini alkışlama hürriyeti olduğu eserlerle ortadadır. Köprü üstünde muhalif muharrir öldürmek hürriyeti de buna dahil!..Allah memleketimi bu çeşit hürriyetlerden korusun!.. 31 Mart Hadisesi 31.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Tarihi koyarken elimde olmadan titredim. Gerçi, yeni tarih hesabile o güne daha on üç gün var. Bu isim, rakam olmaktan çıkmış, bir tarih dönemine nişan olmuştur. Otuz-bir Mart Hadiselerinin ortaya çıkacağını, önceden pek az kimseler hissettiler. Fakat hakikati, sebebi ve sebep olan hiçbir kimse temamile bitmemiştir. Bu meselenin kapalı kalmasını asla istemem. Hiçbir yönünü saklamadan, değiştirmeden yazacağım. Otuzbir Mart Hadiseleriyle benim kesinlikle ilişiğim yoktur. Hattâ kendiliğinden gelmiş ibu fırsattan yararlanmaya bile tenezzül etmedim. Eğer hadiselere girmek isteseydim ve istifadeyi düşünseydim, bugün Beylerbeyi'nde değil, Yıldız Sarayı'nda bulunurdum. 10 Temmuzda pek zayıf oldukları halde, benim hoşgörümü zaafıma veya kuvvetimden yararlanmak yolunu bilmediğime bağlayarak (İttihat ve Tarakki Cemiyeti) yukardan atıp tutmaya başladı. Bakston'a verilecek ziyafet meselesinde Kamil Paşa'nın haklı itirazı Babıâli ile (İttihat ve Tarakki) Genel Merkezinin arasını açtı. «Nigenban-ı Meşrutiyet» (Meşrutiyet bekçileri) olmak üzere Üçüncü Ordudan getirilen Avcı taburları ve bu taburlardan İkinci Fırkanın bir taburunu birdenbire tepelemeğe kalkışması, İstanbul'daki askerlerin kalbini kırmıştı. İttihat ve Tarakki, her gün biraz daha düşüyordu. İki taraf gazeteleri ise, hususiyetle İslâmları birbirine düşürmekteydi. Kâmil Paşa, kat'i tedbirlere baş vurmanın yeri ve zamanı geldiğini söyledi. Edirne'de bulunan 2.ci Ordu Kumandanı Ferik Nazım Paşa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin her işe karışmasından ve Cemiyete bağlı subayların tavır ve tutumlarından iyice usanmıştı. Kat'i tedbirler alınmasını bana yazı ile bildiriyordu. Avcı taburlarını geri çevirmeyi ve buradaki askerleri yatıştırıp azaltmayı kararlaştırmıştık. Tertip Başka Takdir Başka Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, kabiliyetli bir asker ise de yumuşak bir adamdı. Ayrıca da Cemiyete kendisini iyice kaptırmıştı. Nazım Paşa'nın o günlerde efkâr-ı umumiyede bir yeri vardı. Vaktile Erzincan'a sürülmüş olması, siyasî bir sebebe bağlı olmamakla beraber, Paşa'yı halka sevdirmişti, istediğim, huzuru,, durumu eski haline getirmek ve Millî Murakabenin rahatça işlemesini sağlamaktı. ,. Nazım Paşa ile olan bu macerayı unuttum ve Harbiye Nezareti'ne getirilmesini kabul ettim. Bahriye Nazırı da Cemiyet'e gönlünü kaptırmışlardandı. Bu nezarete de, vekâleten Hüsnü Paşa'nın getirilmesini uygun buldum. Bazı gazetelerle Milletvekilleri ve Ayan azaları bunu, Meşrutiyete bir darbe gibi gördüler. Kâmil Paşa Kabinesinde bulunan İttihatçı Nazırlar hemen çekildiler. Adliye Nazırı Man-yasî zade Refik Bey, az sonra ölümle neticelenecek bir hastalıkla evinde yatıyordu. Cemiyetin bazı ileri gelenleri ve özellikle Selânikli Rahmi Bey'le aralarının açık bulunduğunu işitiyordum. Manyasîzade fikir bakımından Kâmil Pa-şa'ya yatkındı. Bu yatkınlığından yararlanmak istemediğim halde, Cemiyet ileri gelenlerinden Kâmil Paşa zade Sezai Bey'le, binbaşı Enver Bey, evine kadar gidip ölüm döşeğinde istifasını imzalattılar. Bir Zırhlının Tehdit Ettiği Millet Meclisi Nazım Paşa, ilkin «Nigenbân-ı Meşrutiyet» taburlarını yanyana göndermeye teşebbüs etti. Fakat o gün toplanan «Meclisi Mebusan» (Millet Meclisi) Kâmil Paşa Kabinesini düşürmeğe karar verince, her teşebbüs öylece kaldı. Bu celsenin nasıl yapıldığı malûmdur. Başta Enver Bey olduğu halde bir sürü subay ve er, resmî ve sivil elbise ile Millet Meclisi'nin içini tutmuşlar, ve bir Zırhl'yı Millet Meclisi'nin hizasına getirmişlerdi. Millet Meclisi'nin aldığı kararı bana Reis Ahmet Rıza Bey getirdi. Ve Milletin bu arzusunu bana tebliğ ederken, böyle hürriyet aşkı içinde yapılmış müzakerelerin ve kararların «Zaman-ı hümayunumuza şeref bahş» olacak tarihî başarılarından biri olduğunu da çocukça bir safvetle söylemeyi unutmadı. Milletin bu mevzuda ne kadar istekli olduğunu bilmem. Fakat Kâmil Paşa'nın böylece düşürülmesi hayırlı değildi ve hayırlı olmadı. Millet Meclisi'nin çoğunluğuna dayanan Cemiyet, Hüseyin Hilmi Paşa'nın Sadaretini istiyordu. Güçlükleri çoğaltıp sürdürmemek için kabul ettim. Benden emin değildiler. Bu sebeple Dahiliye Nezareti'ni de (İçişleri Bakanlığı) pek güvendikleri Hüseyin Hilmi Paşa'ya verdiler. Kâmil Paşa'yı tutanlara, öteki muhalifler de katıldı. İki taraf açıktan çekişmeye başladılar. Gazeteler, Meşrutiyeti değil, İttihat ve Tarakki ileri gelenlerile, Kâmil Paşa ve Kâmil Paşa'dan yana olanların şahsî gaye ve ihtiraslarını düşünüyorlardı. Hürriyet, bizim kabiliyetlerimizi tamamile gösterdi. Nerelere gücümüz yettiğini, nelerin karşısında durakaldığımızı Meşrutiyet sayesinde ve üç dört ay içinde tamamile öğrendik. Tehlike açıktan açığa görünüyordu. Fitne Patlıyor.. Bu sırada «İttihadı Muhammedi» heyeti ortaya çıktı. Bir bu eksikti. Bu cemiyeti kurmuş olan Derviş Vahdeti, Kıbrıslı bir serseri imiş... Kâmil Paşa'nın oğlu Sait Paşa bu sırada en çok çalışıyordu. İsmail Kemal Bey'le öteki muhalifler de Sait Paşa ile beraberdiler. Asker arasına büyük bir fitne salındığını haber aldım. Bir ihtilâlin kopmasını, hususiyle askerin bu işlere karışmasını, hem şahsım için, hem Devletim hesabına çok tehlikeli görüyordum. Hüseyin Hilmi Paşa'ya keyfiyeti bildirdim. Hattâ bir gece, Harbiye Nazırı ile Hassa Ordusu Kumanda- m Gazi Muhtar Paşa zade Mahmut Paşa'yı Saray'a çağırdım; Sadrazamla birlikte vaziyeti uzun uzun müzakere ettik. 'Ahvalin vahametini takdir ettiklerini ve gerekli tedbirleri hemen alacaklarını söylediler. Fakat tedbirler alındıkça durum büsbütün karışıyordu. Ortada aciz vardı. Gazeteler, Cemiyetler, kulüpler, körükleye, körükleye «31 Mart» yangınını ilân ettiler. Vak'anın mesuliyetini paylaşmamak için ben karışmadım. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti yürekten isteseydi, ayaklanmayı iki saat içinde bastırırdı. Çünkü adamlarımın tahkik ve teminlerine göre, ilk hareket üç-beş askerden çıkmış... Bunları kandıran, «Hamdi Çavuş» adlı bir Arnavud'u bulan ve para veren de Kâmil Paşa zade Sait Paşa idi!.. «Hem Padişahtım, Hem İftiralarla Tahkir Ediliyordum.» Sait Paşa'yı Meşrutiyet'ten sonra yalnız bir kere huzuruma kabul etmiştim. Sebebi de o sırada Sadrazam bulunan babasına, aleyhimde yayınlanıp köprü üstünde satılan «Mah-keme-i Kübra» adlı bir hicviye ile benzeri yayınların hükümetçe resmen yasaklanmasını hatırlatmaktı. Sait Paşa'yı bir yaverim sıfatile çağırıp Sadrazama «îrâde» tebliğ ettirmiştim. «Mahkeme-i Kübra» bir zamanlar Avrupa'da basılmıştı. Muharriri de, Harp Okulu öğretmenlerinden —ismini şimdi hatırlamıyorum— bir binbaşı olduğunu soruşturarak öğrenmiş ve kendisini sürmüştüm, İstanbul'da da basılıp dağıtıldığını oğlum Ahmet Efendi büyük üzüntü içinde ve ağlayarak haber verdi. Kâmil Paşa'nın oğlunu işte bu üzüntü içinde çağırdım. Kim olsa böyle davranırdı. Böyle davranması hakkı ve vazifesi idi. Hem padişahtım, hem de en ağır iftiralarla açıkça tahkir ediliyordum. Milletimi candan bağışlarım. Üç beş adamın yaygarası, sevgili Milletimin hayatı değildi. Altı yüz seneden beri «Baba» demeğe alıştıkları bir Padişaha, benim sadık memleketimin ruhu sövüp sayamaz!.. Sadede gelelim : Hüseyin Hilmi Paşa ile arkadaşlarında beceriksizlik olmasaydı, «31 Mart» vak'ası bir saatten fazla sürmez, belki de hiç olmazdı. Yangın bacayı sardıktan sonra, Hüseyin Avni Paşa Kabinesi istifa etti. Ayasofya Meydanına toplanmış olanlar, Kâmil Paşa'nın Sadrazamlığını, Nazım Paşa'nın Harbiye Nazırlığım istediler. Hırsları körükle-memek için, tarafsız Tevfik Paşa'yı Sadrazamlığa, Gazi Et-hem Paşa'yı da Harbiye Nezaretine getirdim. Ahmet Rıza Bey'i Adamlarım Korudu.. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin nerede saklı olduklarını biliyordum. Babıâliden gece ve gizlice Makrıköydeki evine araba ile götürülen Ahmet Riza Bey'i muhafaza için, güvendiğim adamları görevlendirmiştim. Ali Kabulî (36) Bey'in katlinde parmağım göründüğünü, sonradan gazetelerde okudum. Bu iftirayı da nefretle red ederim. Eğer intikam almak gerekseydi ve ben de buna tenezzül etmiş olsaydım, Ali Kabulî Bey gibi, İnkılâp'da dördüncü, beşinci dereceyi bile tutamamış ve daha doğrusu hiçbir şey yapamamış bir suçsuz adamı mı öldür/türdüm. Gazi Muhtar Paşa'nın oğlu Mahmut Paşa'yı, Cemiyet ne olur - ne olmaz diye bana karşı aldığı tedbirler arasında Hassa Kumandanı tayin ettirmişlerdi. Bununla beraber, 31 Mart gürültüsü sırasında Mahmut Paşa'yı ölümden kurtarmış olan benim. Bu gerçeği, Yıldız ve Kadıköy telgrafha-nesindeki vesikalar ispatlar. 31 Mart'ın gerekçesini, «İttihat ve Tarakki Cemiyeti» ile, bu Cemiyete dayanan Hükümetin tecrübesizliği ve tedbirsizliği hazırladı. Başta Kâmil Paşa zade Sait Paşa ile İsmail Kemal Bey oldukları halde, bir takım İttihat Tarakki muhalifleri bu durumdan yararlandılar. (36) Ali Kabulî bey (ölümü 1909) 31 Mart olayında öldürülmesi ile adı duyulmuş bir deniz subayıdır. «Asâr-ı Tevfik» zırhlısı kumandanıydı, isyancılar, şeriata ve padişaha düşman olduğunu askerlere fitleyerek gemiden aldırdılar. Yıldız Sarayına, Abdül-hamid'in penceresi önüne getirdiler. Yıldız'daki saat kulesinin yanında isyancı askerler tarafından Abdülhamid'in gözleri önünde öldürüldü. Mizancı Murat Asılsaydı, Acırdım. Matbuat, bilmeyerek ve tehlikeyi hissetmeyerek ateşi körüklüyordu. Nisan'ın birinci günü yayınlanan gazeteler, genellikle ayaklananların şakşakçısı olmuş ve Murad Bey'in «Mizan»! en ileri giderek, subaylarını öldüren erlere «Gazilik» dağıtmıştı. O günkü «Mizan»ı okuyan inanır ki, bu ayaklanmanın düzenleyicisi ve elebaşısı Murad Bey'dir. Halbuki, tertipçilik şöyle dursun, ayaklanmanın olacağından bile Mizan yazarının haberi yoktu. O kendi kendine öyle bir süs vermiş ve her şeyde olduğu gibi, bu işte de öğünüp durmuştu. Eğer bu mesele için Murad Bey, asılanların arasına karıştırılmış olsaydı, pek günah olacaktı. Ben Murad Bey'i hiçbir zaman sevemedim. Şimdi sağ mıdır, değil midir bilmem. (Ölümü 1912) Başkalarının ispat ettikleri gerçekten çok, kendi hayaline inanır ve tapar bir idamdı. «Mizan» gazetesini ilk defa İstanbul'da çıkarırken, Muhacirin Komisyonu Reisi Yusuf Riza Paşa aracılığı ile bana yaklaşmıştı. Yusuf Riza Paşa, o zamanki Sadrazam Kâmil Paşa'nın can düşmanı idi. Murad Bey, Kâmil Paşa'ya karşı yaptığı şiddetli hücumlarla Riza Paşa'nın maksadını ye düşmanlığını iyice okşuyordu. Ermeni Meselesinin en buhranlı bir döneminde bana, Baş Mabeyincim Hacı Ali Bey aracılığı ile bir «Muhtıra» verdi. Huzuruma kabul ederek uzun uzadıya konuştum. Daha önce de birkaç kere görüşmüştüm. O akşamki tutumundan, bana akıldânelik etmek istediği açıktan açığa anlaşılıyordu. Sonradan yayınladığı muhtıradan başka mâruzâtı da vardı. Keşke bunları da neşr etmiş olsaydı! Murad Bey'in hayâl ile muhali gerçekleştirmek için pek çok şeyler ileri sürdüğü görülür ve elbette bana hak verilirdi. Murad Bey, iyi niyet sahibi bir adamdır. Yalnız kendisine çokça güveni ve hüsne de ifrat ölçüsünde düşkünlüğü vardı. Bu kusurları yüzünden hiçbir işde muvaffak olamadı. 31 Mart patırtısına Murad Bey'i hadiseler değil, kendi kendisi karıştırdı. Üçüncü Ordu'dan gelen subaylarla, sonradan Cemiyete katılanları, asker - sivil herkesi tahkir eden tutumu ile dünyayı kendi başına yıktı. Vukuatın ve acemi bir idarenin her gün bir başka bir çimde hazırladığı yanıcı maddeler, bir gün elbette patlayacaktı. Hatta 31 Mart'a kadar gecikmesi bile şaşılacak şeydir. Hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığım bu zamanda yemin ile temin ederim ki ben, bir fenalık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin gecikmesinde, bu hayırlı çalışmaların tesiri olduğunu sanırım. Halk Sinirleniyor, İttihatçılar Gözdağı Veriyorlar.. Halk sinirlendikçe, İttihat ve Tarakki'nin ileri gelenleri kasılmayı ve gözdağı vermeyi arttırıyorlardı. 31 Mart'dan bu- iki ay önce, «Perapalas» otelinde verilen pek parlak ziyafette Meclis'i Mebusan Reisi Ahmet Riza Bey, İttihat ve Tarakki'ye karşı gelenleri kahr edip yok edeceklerini şatafatlı bir nutukla açıktan açığa ilân etmişti. Basın'ın bu nutuk etrafında kopardığı gürültü, 31 Mart'ın acıklı aksi değil midir?... Cemîyet'in gazeteleri, etrafı ölümle, yangınla korkutu-yorlardı. Kuvvetlerine güveni olanlar, hiçbir zaman korkutmak tenezzülünde bulunmazlar. Birdenbire iktidar mevkiine hakim olan efendiler, bu ürkütme edebiyatı ile bir kere daha zaaflarını ilân ediyorlardı. Küçük ve ehemmiyetsiz olaylar bir kenara bırakılırsa, 31 Mart Vakasının başlıca sebepleri ve müessirleri yazdığım hadiselerdir. Ayaklananlar arasında, Saray'a uzaktan yakından ilişiği olanlardan hiç kimsenin bulunmaması da gösterir ki, ben o meselenin içinde değildim. 10 Temmuzdan sonra verilmiş bir iki jurnalin kâğıtlarım arasında bulunması, güya benim Meşrutiyetten sonra böyle şeylerle uğraştığımı ispata yetermiş!.. Tütün kıyıcısı Mustafa Efendi, bir iki defa, şunun bunun kâğıtlarını getirmişti. Sadece, durumu anlamak ve öğrenmek için kabul ettim. Başkâtip Cevat Bey'in, Mustafa Efendi'yi, böyle şeylerle beni meşgul etmemesini ihtar ile ayıpladığını ve çekiştiğini işitmiş ve Cevat Bey'e hak vermiştim. Hareket Ordusu'nun Selanik'ten hareket ettiğini ilkin Osmanlı Bankası haber verdi. Gelecek kuvvetin derme çat-ma şeyler olduğunu ve «Gönüllü» namile peşlerine takılan kafilenin mahiyetini anlamakta gecikmedim. Güçlü Bir Hassa Ordusu Vardı.. Hassa Ordusu'nun İstanbul'daki er'leri, gerçekten iyi ha-zırlanmış, hem Hilâfet Makamına, hem şahsıma sadık, seç-kin askerlerdi. Hareket Ordusu'nun yolda durdurulmasını, başta Nazım Paşa olduğu halde, sadık devlet ileri gelenleri bana tavsiye ettiler. Kabul etmedim. Edirne'deki ordunun, kısmen Hareket Ordusuna katılmış olduğunu da haber yer- diler, hiç telâş etmedim. Çünkü yaptıklarımda, beni korkutacak bir şey yoktu. Ayastafonos'dan İstanbul üstüne yürüdükleri zaman, İstanbul'daki askerlerin kışlalardan çıkarılmamasını ve mukabelede bulunulmamasını şiddetle istedim ve tenbih ettim. Başla içinden çıkıp da meselâ Kâğıthane sutlarına yayılsalardı, bu askeri, Selânik'in derme çatma askeri mi yenerdi?... (Ben, askerlerimin arasında kan dökülmesini istemedim. Görüyordum ki, artık bana Milletin güveni yoktur. Ortalık yatışınca, kendiliğimden istifa edecektim. Bu isteği daha önce de açıklamıştım, engel oldular. Ahmet Riza beyle ilk görüştüğüm zaman, eski muarızım bana demişti ki : — Efendim, artık Milletinizle aranızda hiçbir uyuşmazlığınız yoktur. Zat-ı hümayununuz bundan sonra başımızda olarak, Mikado'nun Japonya'ya ettiği hizmetleri kendi mülkünüze yapacaksınız. .(*) Japonya'yı Osmanlı ülkesine benzetmek ve bunun Padişahından onun imparatoru gibi başarı beklemek ne kadar uygun olur bilmem! Japonya Atlas Okyanusu'nun bir tarafına çekilmiş, adalara yerleşmiş, tek din, tek millet olarak millî birliğini sağlamış büyük bir cemiyet, Dünyada hiç benzemediği bir kıta varsa, o da bizim biçare memleketimiz. Kürtle Enmeni'yi, Rumla Türk'ü, Arapla Bulgar'ı nasıl birleştirirdim?.. Yanlıştan Yanlışa... Benden sonra idareye el koyanlar, aleyhimizdeki milletlerin arasındaki uyuşmazlıkları ortadan kaldırdılar, bizi tutan ırklar arasına da uyuşmazlıklar yerleştirdiler. Bir «Kilise kanunu» ile Rumlar, Bulgarların kucağına atıldı. Türklerde de milliyet gayreti, din gayretinin üstüne çıkartılarak, Araplar küstürüldü. Bunlar yanlış hareketlerdi. İçimizi, Milliyet kavgalarile altüst edenler, gariptir ki, dışımızı da «İttihad-ı İslâm» (Panislâmizm) davalarile telaşa düşürüyorlardı. Mikado Hatso Hito, hiçbir vakit böyle engeller ve Japonya da böyle güçlükler karşısında bulunmadı. Ben, meselâ Doğu Anadolu'da küçük bir yol yaptırsaydım, Rusya kıyamet koparırdı. Bununla beraber yavaş yavaş çalıştım. Oralarda okul gibi, yol gibi imar işlerinin büyük bir bölümü, benim zamanımda ortaya konmuştur. Bu konuda, benden önce gelen padişahların hepsinden daha mutluyum. Mikado'nun çevresinde toplanan devlet büyüklerini ben bulamadım. Gerek olanlarda ve gerekse benim yetiştirdiklerimde daima bir şey vardı ki, her ilerleme hevesini nefessiz bırakıyordu. Benim, kişiliğimdeki tereddüdü de sebeb olarak ileri sürenler var. Bunun tesiri yoktur, demem. Ayıptan ve kusurdan arınmış bir Allah vardır. Yalnız, ilerlemeye düşman olduğum iddiasını red ederim. * Japon imparatoru Mikado, ülkesinde «meici dönemi» diye tanımlanan, Batı teknolojisini benimseme ve Japon kültürü ile kaynaştırma hareketine öncülük etmişti. Padişah, Tarih ve Allah Huzurunda Hesap Verir.. Ben bu hâli o zaman Ahmet Riza Bey'e söyleseydim, belki de telaş ve korkuya kapılıp kendimi savunduğumu sanacaktı. Hükümdarlar, fertler karşısında değil, dünyada tarih, ahirette Allah huzurunda saltanat günlerinin hesabını verirler. «Mebusan Meclisi« ni ikinci defa açarken, ilk kapanışın sebebini, milletin gerekli olgunluğa erişmemiş olmasına bağlamıştım. Bu sözlerimi o kadar ayıplayarak tenkit edenler, otuz seneyi aşkın bir zaman sonra gelen ve içlerinde, öncekilerle mukayese edilemeyecek kadar okumuş, aydın adamlar bulunan mebuslar, daha mı olgun ve doğru çıktı? Birinci dönem toplantı, şöyle böyle geçebilmişti; ikincisi karmakarışık. Bu tereddüt o dereceye vardı ki, Trab-lusgarp elden giderken muhalifler, sevinçlerinden meclis salon ve koridorlarında hora teptiler. Sonra da hükümetten yana olanlar, alkışlarla savaşı kabul etti. Gazeteler bir şey yazmıyorlarsa da yakınlarımdan işittiklerime göre, mebus efendilere, «vagon işleri» gibi büyük kazançlı işler veriliyormuş. Milletin hayatile ilgili işlerin en önemlisini, millî murakabe ile vazifeli olanların bir ticaret, hem de âdı, kanunsuz bir ticaret şekline, hâline getirmeleri de gösterdi ki, ben, Meşrutiyetle idare edilmek için gerekli olgunluk ve doğruluğu, milletimin daha kazanamadığını tahmin etmekte hiç de hata etmemişim!.. İtiraf ederim ki ben, Mebusan Meclisini açmak konusunda, kendi taç ve tahtımın ve şahsımın menfaatlerini de Devletin menfaatleri kadar düşündüm; ancak, istibdadımı sürdürmekten başka bir şey düşünmediğimi iddia veya zannedenler, garezkâr değilseler, haksızdırlar! Meşrutiyet ilân edildi de ne oldu?.. Devletin borcu mu azaldı?.. Memleketin yolları, limanları, okullarımı çoğaldı. Kanunlar şimdi daha akıllıca, daha mantıklı mı düzenleniyor. Şahsiyet haklan, evvelkinden daha çok mu sağlandı?.. Ahâli, daha mı dört başı mamur? Ölümler azaldı da doğumlar mı çoğaldı?.. Dünya efkâr-ı umumiyesi, daha mı bizden yana?.. İşte bir sürü soru ki, ne kadar çoğaltılsa, hiç birine müsbet karşılık verilemez! Meşrutiyetle yönetilmeye karşı olduğum ve hele böyle bir fikir ve kanaatim olduğu sanılmasın!.. Doktor olmayan veya kullanmasını bilmeyen adamların elinde «şifalı ilâç» bile «öldüren zehir» olur. Üzülerek söylüyorum ki, hâdisât, pek az zaman içinde beni doğruladılar. Mahlu Bir Padişah 1.Nisan.1333 (1917) Beylerbeyi Martın 31'nden Nisanın 13 üncü gününe kadar çok üzüldüm, İstanbul'da düzen baştanaşağı bozuldu. Neferler, rast-geldikleri bazı subay ve sivilleri öldürüyorlar.. Hükümetin kolluk gücü zayıf... Dokuz aylık çılgınlıklar, Saltanat ve Hilâfet nüfuzunu olağanüstü sarsmış... Böyle olmasaydı, zaten devletsizlik ve karışıklık sürmez, belki de,hatta çıkmazdı. Askerin karşılık vermesini istemediğim gibi, Tüfekçilerimden Halil Bey'in karşı koymak için yaptığı teklifini red ettim. Bu sadık bendemin (kul) ayaklarıma kapanarak ve ağlayarak söylediği şu sözlerini hatırlıyor ve her düşündükçe, efendisine bağlılık yolunu darağacına kadar götürmüş olan Halil Bey'i, bu iyi kalpli, merd Arnavudu, rahmetle ve fatiha ile anıyorum. — Müsaade buyurunuz Padişahım!.. Uzun yıllar ekmeğinizi yedim. Etim kemiğim, çocuklarımın etleri, kemikleri, sizin ekmeğinizle oluştu! Üç buçuk serserinin taç ve tahtınıza saldırmasına karşı susarsak, yalnız vicdanımız önünde utanmakla kalmaz, kavmimiz (milletimiz) önünde de rezil ve haysiyetsiz oluruz!. Zavallı Halil Bey!.. Bunları bana o kadar samimiyetle söylemişti ki, kendime hakim olmasaydım, belki de sözlerinin tesirine kapılırdım. Asılırken, acaba bana kırgın değil miydi?..Padişahı ondan razıdır. Allah da razı olsun!Hareket Ordusu, korkak görünen kahramanlara, ya da kahraman görünen korkaklara ne kadar benziyordu. Millî Meclisin Ayastafanosta toplandığını işitmistim. Saltanat günlerimde hâl edilmek tasası beni sık sık huzursuz ederken, gariptir ki, 31 Mart'dan Millî Meclisin karar aldığı güne kadar güven ve rahat içindeydim. Çünkü, davranışlarımdan kuşkum yoktu. Hükümetin halka gözdağı veren gücünü ît-tihat ve Terakki Cemiyeti, Cemiyetin kuvvetini de 31 Mart Olayı kırmıştı. Eğer Saltanat ve Hilafet makamlarının etki gücünü iyi kullanmamış olsaydım, gerek İstanbul'da, gerek Vilâyetlerde kan gövdeyi götürürdü. Güya ben, Bosna-Hersek'ten başka ayrıca fedakârlıklarda bulunarak, Avusturya'dan şahsım ve saltanatımın devamı için korunmamı istemişmişim! Bu iftirayı nefretle red ederim. Ben, hiçbir zaman devletlerden ve yabancılardan korunma dilenmek tenezzülünde bulunmadım. 31 Mart'da ve bunu izleyen günlerde ne isteseydim; yapabilirdim. Birbirini kıskanan devletler, gözümün içine bakıyorlardı! Kaçmaya Tenezzül Etmedim. 10 Temmuzdan 31 Mart'a kadar oluşan olaylar, milletin kabiliyet ve istidadını, ne derece olgunlaşıp, ne derece adaletten yana olduğunu göstermişti. Ben isteseydim, hâl kararı verilmeden, o kararın çıkmasını imkânsız kılacak bir durum yaratabilirdim. Buna tenezzül etmedim. Canımı korumak kaygısı ile kararsız ve perişan olduğum sanılırken, ben, sağlam bir yürekle tanrıma sığınmış, olup bitenlerin bana ne getireceğini bekliyordum. Son saate kadar kaçabilirdim de... Ben bir süre Avrupa'ya çekilseydim, aradan çok geçmez, yine dönerdim. Bunu bildiğim halde bile kaçmaya tenezzül etmedim. Halbuki, 31 Mart günlerinde düşmanlarım, saklanacak, kaçacak şehirler ve evler aradılar. Demek ki, o böbürlendikleri yiğitlik de yalanmış! Esat Paşa'nın Küstahlığı Beni hâl'den çok, hâl'in bana ulaştırılma biçimi üzdü. Ayandan, mebuslardan bir heyet seçmişler. Paldır küldür odama kadar geldiler. Bunların içinde bulunan Tiran'lı Esat Paşa, gayet kaba, küstah bir tavırla yüzüme karşı :— Seni Millet azletti: dedi. «Hâl» kelimesini bile bana karşı «Azl» (37) şekline koyarak aşağıladılar. Zavallı Millet!.. Kendisini bekleyen acı sonu bilseydi!.. , Bu Esat Paşa'nın-kim olduğunu herkes bilir. Fakat bildiğim bazı şeyler vardır ki, az kimselerce bilinir. Erzurumî Hafız Mehmet Paşa'yı severdim ve şahsına güvenim vardı. Bana, Müşir Derviş Paşa tanıtmıştı. Hafız Mehmet Paşa, Draç Mutasarrıfı iken, bu Esat Paşa'nın küçük kardeşi Gani Bey (38), bir takım uygunsuzluklarda bulunmuş. Draç Sancağının Tiran kazası ileri gelenlerinden olan Gani Bey, Toptanı ailesine bağlıydı. Orda kalmasını uygun görmedim. Tutuklayıp İstanbul'a gönderdiler. Muhacirin komisyonu reisi Yusuf Riza Paşa aracılığı ile bana bir telgraf göndermişti. Tutukluluğunu kaldırdım ve Saray'da alakoydum. Bu olay, hatırımda kaldığına göre, Filibe ve Yunan hadiselerinden bir iki yıl sonra 303 (1886) ta-rihlerindeydi. |
|
02-12-2009, 20:52 | #10 |
Azl Eden Utansın
Eşkiya Ruhlu iki Kardeş Saray'da rahat durmadı. Harput'a sürdüm. Arnavutluk durumunun bir aralık gösterdiği şekil sebebile bir kötülükte bulunmayacağına kefil olarak İstanbul'a getirdim. Yaverlik vermiştim ve kaymakamlığa (Yarbay) kadar çıkarmıştım. Gani Bey, eşkiya ruhlu bir adamdı. Kardeşi Esat Paşa da, daha temiz bir yaradılışda olmadığı gibi... İtiraf ederim ki, ben Gani Bey'e fazla meydan vermiş olmakla uygun ve doğru bir harekette bulunmamışım... Yaşasaydı, elbette yine Harput, belki de daha uzaklara def ederdim. Gani Beyin ölümü, ne siyasî bir olaydır, ne de bir intikam eseri. «Bursalı Hafız» adında ve kendi ayarında bir yaratıkla anlaşmışlar, öteye beriye gözdağı verip haraç alırlarmış. Bir vurgun parası yüzünden aralarında kavga çıkmış. Gani, Hafız'ı öldüreceği sırada, Hafız daha tetik davranıp Gani'yi öldürmüş. Olay bundan ibaret... Kan davası geleneği yüzünden kardeşinin kanını gütmek zorunda olan ağabeysi Esat Paşa, Hafız'ı kovalayacak yerde, birkaç gün önce Büyükada'da Gani Bey'in saldırıya uğradığından ötürü öldürüldüğünü duyunca sevincini göstermekten başka bir kusuru ve hele cinayetle hiçbir ilişiği olmayan, Rıfat Paşa'nın oğlu Cavit Bey'i güpegündüz, köprü üstünde öldürttü. Gönderdiği katil de Hacı Mustafa adlı bir Arnavuttu. (37) Padişahların tahtlarından indirilmelerine «hâl» denir Bir görevlinin işine son verilmesine, kovulmasına «Azl». (38) Haydar Gani Toptanî, Abdülhamit devrinin sayılı kabadayılarından. Tüfekçilerden olup adam dövdürür, halkı yıldırırdı. Beyoğlu'nda öldürülüşü, dedikodu uyandırmıştı. Azl Eden Utansın Azl Eden Utansın Rıfat Paşa'nın şahsile, ailesi fertlerini ikinci bir intikama hedef olmaktan korumak maksadile ve yine Rıfat Paşa'-nın ricası üzerine, Cavit Bey'in katiline verilmiş olan idam cezasını, süresiz küreğe çevirdim. Ben, Esat Paşa'yı kötülükten uzaklaştırmak için, bir süre jandarma kumandanlıklarında kullanmıştım. Onu Millî Murakabe'ye kabul edenler, Gani Bey'in her surette kardeşi olan bu adama o kadar itibar ettiler ki, bir Halife'ye, ilâhi kaderin vermiş olduğu bir hükmü ulaştırmaya görevli ve içlerinde Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlarımdan adamlar da bulunan heyet arasına girebildi ve bunların arasından, kendisine fenalık etmemiş ve birçok fenalıklarına tahammül göstermiş bir Halife'ye, bir Padişah'a edebsizce :— Seni Millet azl etti!... demeğe imkân ve kudret buldu. Azl olunandan çok, azl eden utansın! Selanik Göçü Selanik Göçü 3.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Allah'nın rîza'sından sonra, Halk'ın riza'sı gelir. Halkın rızası yoksa, orada meşruiyyet yok demektir. Yeniden kurulan Mebusan Meclisi beni istemediğine göre, elbette saltanattan uzaklaşacaktım. Beni mahzun eden, saltanattan uzaklaşmak değil, reva görülen muameledir. Esat Paşa'nın edeb dışı hitabından sonra, Arif Hikmet Paşa'ya döndüm : «Şeriata ve Mebusan Meclisi kararına boyun eğiyorum,» dedim. «Vicdanan müsterihim. Ancak 31 Martta patlak veren olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilişiğim olmadı. Bunun iyice bilinmesini isterim. Milletim, sebeb olanları arayıp bulmalı, cezalandırmalıdır. Osmanlı ülkesine yapılmış büyük kötülüktür. Bunu mülküme reva görenlerden huzur-u rabbülâleminde de (Allah önünde) şikâyetçiyim! Yalnız bir ricam var : Biraderim Sultan Murad'ın da ikâmet ettiği Çırağan Sarayında son günlerimi çoluk çocuğumla geçirmek isterim. Bunu temin ediniz. Yarın sabah, bahçeden geçer, daireme yerleşirim.» Arif Hikmet Paşa, eski yaverlerimdendi. Heyetin içinde en edebli görünen oydu. Benim hitabım üzerine, fark edilecek kadar kızardı ve sonra : «Bu husus heyetimizin salahiyeti dışındadır. Arzuyu şahanenizi Meclise arz ederiz efendim» diyerek cevaplandırdı. Orada bulunan Başkâtip Ali Cevad Bey'e : «Takip ediniz ve neticeyi bana bildiriniz» diyerek konuşmayı bitirdim. Çıktılar. Oğlum Abdürrahim Efendi, yanıbaşımda ağlıyordu. Harem cihetinden feryatlar yükselmekteydi. Saray avlusundan askerlerin, saray dışından da «Culûs»u ilân eden topların sesleri geliyordu. Garip bir şey, son derece rahattım. Üstümden bir dağ kalkmış gibiydi; hem de hayatım emniyette olmadığı halde... Amcam'ın basma gelenler aklımdaydı. Ab-destli olduğumu düşünmek, bana ayrı bir kuvvet verdi. Sükûnetle bekledim. Zor Yerdeydim. Zor Yerdeydim. içeriye oğullarım, kızlarım, musahiplerim ve yakınlarım girip çıkıyordu. Her biri bir başka şey söylüyor, ağlıyor, üzülüyorlardı. Ben de beyhude olduğunu bildiğim halde, yine onları teselli etmeye çalışıyordum. Nihayet beklenen haber geldi : Başkâtip Ali Cevad Bey, Selânîk'de bir konağa yerleşeceğimi ve gitmek için hemen hazırlıklara girişmemi tebliğ ediyordu. Zor bir yerdeydim. Bir başıma gitmeğe kalksam, çocuklarım buna fazı olmayacaklardı. Onları yanıma alsam, her hangi bir hadisenin gözleri önünde olmasını istemiyordum. Etrafımda çığrışan evlâtlarıma bakıp Ali Cevad Bey'e : «Her türlü şahsî teminatı veriyorum! Hiçbir şeyde gözüm yok. Milletimden son istediğim, şu birkaç zamanlık ömrümü çoluk çocuğumla Çırağan Sarayındaki dairede geçirmektir. Beni bu kadarcık isteğimden mahrum etmesinler... dedim.Başkâtibin üstüne bir lâubalilik çökmüştü. Bana cevap verecek gibi oldu, yüzüne baktım, sustu ve çekildi. Bu hareketinden, kararın kesin olduğunu anlamıştım. Başkâtibim de mevkiini kaybetmemek için-, yeni iktidar sahiplerine şirin görünmeğe çalışıyordu. Nitekim az sonra tekrar geldi ve Selânik'e gitmek zorunda olduğumu, Ferik Hüsnü Paşa başkanlığında bir heyetin beni Saray'dan çıkarmak için beklediğini — bu sefer yüksek sesle — bildirdi. Bu davranışından belli ki heyet, kapının önündeydi. «Heyeti içeriye alınız» dedim. Ehliyetleri Olsa Billahi Bayram Ederdim. Ehliyetleri Olsa Billahi Bayram Ederdim. Hakikaten başta Hüsnü Paşa olmak üzere kalabalıkça bir heyet odaya doldular. Arzumu tekrarladım. Hüsnü Paşa, son derece edebli bir dille kararın değişmesine imkân bulunmadığını, Meclis'in benim İstanbul'da kalmamı mahzurlu gördüğünü, ailemden dilediğim kimseleri yanıma alabileceğimi, gerek benim, gerek beraberimde götürdüklerimin hayatlarının, Ordunun namus kefaletinde olduğunu söyledikten sonra : — Sultanım, —dedi— eğer sözlerime inanmıyorsanız, buyurun, tabancamı size vereyim, arabada ve bütün yol boyunca tam karşınızda oturacağım. En küçük bir emniyet-sizlik hissederseniz beni öldürün! Kararı verenlerin, fikirlerini değiştirmeyeceklerini anlamıştım. Çünkü kendilerini İstanbul'da emniyette görmüyorlardı. Selanik üstünde direnmelerinin sebebi de buydu; orada çevreye hakimdiler. Kalmakta direnecek olsam, büsbütün kuşkulanacaklardı. Kendisini güvende hissetmeyen insan kadar tehlikeli bir şey olmadığını bilirim. Başka birşey söylemedim. «Peki» dedim ve üzerimiz'dekilerle çıktık, eşya almak için bekleyecek zamanları bile yoktu.Haricen, Selanik İttihatçıları ile Manastır İttihatçıları birleşmişlerdi ama, İngilizler, Almanlarla birleşmemişlerdi Her an yeni bir patlama olabilir, ve patlamaya önayak olanlar, beni yeniden tahta çıkarmak hevesine düşebilirlerdi. Bu yüzden benim, İstanbul'dan uzak olmam gerekiyordu. Evet, bütün bunların hesabını yapabiliyorlardı ama, benim ne Almanların, ne İngilizlerin tahta çıkaracakları bir padişah olmayacağımı bilmiyorlardı! Allah hiçbir hükümdara, taç ve tahtını yabancı bir devlete borçlu olmak zilletini göstermesin! Trende yolboyu, için için ağladım ama, kendime değilr vatanımın içine düştüğü karanlığa!.. Halbuki yerime gelenlerin, devleti götürmek için küçük bir ehliyetleri olduğuna inansam, vallahi ve billahi bayram ederdim! Selanik'te İlk Günler Selanik'te İlk Günler 4.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Selânik'de Alâtini köşkü, deniz görür, hoşça bir yerde kurulmuştur. İçinde geçirdiğim mihnet ve mahpusluk günlerini bir kenara koyabilsem, pek sevimli bir köşk diyeceğim. Fakat bu sevimli köşke bir gece karanlığında girdiğim zaman, yalnız bundan sonra geçecek hayatımın ne olacağını anlamakla kalmadım, beni buraya gönderenlerin pek perişan kimseler olduğunu hemen fark ettim. Korkuyorlardı. Her şeyden ve her şeyden korktukları için de benden korkuyorlardı. Yoksa bir padişah, tahtından indirilmiş de olsa, örtüsüz ot yataklarda yatmak için memleketin bir ucundan öbür ucuna gönderilmezdi. Ancak büyük bir korku, insanı bu kadar saygısız yapabilirdi! Bize ilk gece yemek olarak Allah eksikliğini göstermesin bir kuru pilavla biraz yoğurt çıkardılar. Selanik Valisi şahsım için bir tabla yemek göndermişti, geri çevirdim. Çatal kaşık, bardak olmadığı için çocuklar ve büyükler ellerile yiyebildiklerini yediler ve yattılar. Ben, eski püskü iki koltuğu birbirine yaklaştırarak uykuya çekildim. Kapılar üstümüzden kilitlendi. Yalnız benim odamda küçük bir mum yanıyordu. Mithat ve Mahmut Paşaları (39) Taife gönderdiğim zaman, oradaki ihtiyaçlarının neler olabileceğini düşünüp icabını yapmak için tehalük (heyecan) gösterdiğimi hazin, hazin hatırladım. Beni tahttan indiren Askerler de benim kanımı taşıyorlardı. Hiç vakitleri olsa, akılları başlarında olsa, padişahlarına acımasalar bile, masum çoluk çocuğa böyle davranırlar mıydı?.. Muhafızımız Fethi Bey Söz Anlar Bir Zabitti.. Muhafızımız Fethi Bey Söz Anlar Bir Zabitti.. Perde yoktu ama pencereler, pancurlar sımsıkı kapalıydı. Çocukların hava ve güneş görebilmeleri için pancurların aralanmasına ancak aylar sonra izin alabildik... Bizi muhafazaya memur müfrezenin kumandanı Fethi Bey (Fethi Okyar) söz anlar, aklı başında bir subaydı. Benimle ve çocuklarımla münasebeti daima gereken nezaket içinde olmuştur. Zaman, zaman hepimizin ihtiyaçlarını soruyor, elinden gelenleri hemen yapıyor, gelmeyenleri de İstanbul'a yazıyordu. Fakat emrine verilmiş bazı subay ve erler vardı ki, bunların sebebsiz düşmanlıklarını anlamak mümkün değildi. Tehdidkâr (ürkütücü) tavırlarla bahçede gezinirler ve kapalı pancurlara gazap dolu bakışlarla bakarlardı. Oğlum Abdürrahim Efendi, Kumandan Fethi Bey'in müsaadesile ara sıra bahçeye, çıkar, bu subaylarla ahbablık ederdi. İçlerinde çok iyileri olduğu gibi, bize düşman olanları da bulunduğu için, oğlumun ara sıra ağlayarak köşke döndüğünü görürdüm. Tahkik ederek öğrenirdim ki, ekmeğimle büyümüş, açtığım mekteplerde okumuş, memleketi batırmak isteyenlerin tesirinde kalarak bana düşman olmuş bu subaylar, bana sövüp sayabiliyorlardı... Ellerine fırsat geçse, va-, zifeleri bizi korumak olan bu subayların hepimizi öldürebileceklerini anladım. (39) Taif'te boğularak öldürülen Sadrâzam Mithat Paşa ve Damad Mahmut Paşa. Birden Bir Silâh Patladı.. Birden Bir Silâh Patladı.. Selânik'e gelişimizin üstünden bir yıl kadar geçmişti. Bir gün, balkonda ayakta duruyordum. Birden bir silâh patladı ve kurşun başımın üstündeki duvara çarpıp balkonun altındaki çakılların içine düştü. Baktım, bahçedeki taflanların arkasında bir subay vardı, saklanmıştı. Bağırdım :— Kimisin, çık dışarı!.. Önce taflanlar kımıldadı, sonra bir subay yavaş yavaş ayağa kalktı. Topçu Yüzbaşısı Salim adında biri imiş. Elin de hâlâ tabancası vardı." Bana tekrar ateş edebilirdi. Önce, balkondan çekilmeyi düşündüm, sonra işler bu raddeye gelmişse, kader-i ilâhiden kaçılamayacağını düşündüm. Subay da o sırada tabancasını mahfazasına koymuştu. Tekrar kendisine :— Ne istiyorsun?...diye sordum. Cevap vermedi. Ağır ağır bahçenin sonlarına doğru uzaklaştı. Uzaklaşırken bile yüzüme gazapla bakmaya devam ediyordu. Bu sırada silâh sesine öteki muhafızlar ve ailem yetişti. Köşkü feryatlar doldurdu. Musahibim Selim Ağa ile oğlum Abid ve Kahvecibaşım Ali Efendi o sıra bahçede geziniyorlarmış. Onlar da silâh sesi üzerine balkonun altına geldiler. Ali Efendi'ye :— Kurşun işte surda duruyor. Alıp bana getir!.. Dedim. Zavallı Ali Efendi o kadar korkmuş, ürkmüştü ki, hayatında ilk ve son defa emrimi yerine getiremedi. Her tarafı titriyordu. Sapsarı kesilmişti. Güçlükle duyulabilen bir sesle : — Af ediniz bu naçiz (değersiz) kulunuzu sultanım, ya-pamıyacağım.. Demek kurşunu gösterdiğim yerden alırsa, kendisini öldüreceklerini sanıyordu. Can korkusunun ne demek olduğunu bilirim, kendisine kırılmadım! Hemen Kumandanı Arattım. Hemen Kumandanı Arattım. O sıra, Muhafız Kumandanı Fethi Bey, gitmiş, onun yerine Kolağası Rasim Bey adında bir zabit gelmişti. Hemen Kumandanı arattım. Köşkte değildi. Haber verdiler, koştu geldi. Kendisine : — Yüzbaşı Salim bizi vurmak istedi. Silâhile ateş etti. İşte kurşunun duvarda açtığı delik, işte kurşun düştüğü yerde duruyor. Bu ne iştir?.. Bana o kurşunu düştüğü yerden alıp getiriniz, hatıra olarak saklamak istiyorum. - dedim. Rasim Bey, sert bir askerdi ama, terbiyeli idi. Benden özürler diledi. Salimi hemen uzaklaştıracağını ve Divan-ı Harbe vereceğini söyledi. Beni yatıştırıcı bazı sözlerden sonra, bahçeye indi, çakılların arasındaki kurşunu alıp cebine koydu ve bana getirmedi. Kendisinden bunu tekrar istediğim zaman, kurşunun bir delil olduğunu, bu sebeble teslim edemeyeceğini, bağışlanmasını istedi. Sustum, olay böylece kapanmış oldu.. Belki şahsî kusurumdur. Belki yiğit yaratılmamışım; fakat yalnız «öldürmek» kadar, «öldürülmekten» de korkarım! Ne bir cana dokunabilirim, ne canıma dokunulmasına razı olabilirim. Hayatta tek istediğim şey rahat döşeğimde ölmektir. Öyle olduğu halde, birçok defalar ölümle yüzyüze geldim. Ermeni Komitacılar üstüme bomba ile saldırdıkları zaman, Caminin önü mahşere dönmüştü. Havada kol, bacak uçuyordu. Tuhaftır, korkmadım. Arabaya atlayıp atları sürerek Saray'a tek başıma gittim. O andaki bütün gailem, ölenler ve yaralananlardı. Yüzbaşı Salim'in kurşunu da bir arşın tepemde duvarı deldiği zaman, katiyyen korkmamış-tım, telaşa kapılmamıştım. Ama, yine söylüyorum, öldürülmekten her zaman nefret ettim ve korktum. Ama o saat çatıp gelince, hiçbir şey duymuyorum. «Ölüm Vuslattır.» «Ölüm Vuslattır.» Bunları yazmaktan maksadım, hayatım ve ailemin hayatı, Meşrutiyet Devleti'nîn ve Ordu'nun kefaleti altında olduğu halde, öldürülmek tehditlerinden ve teşebbüslerinden uzak yaşamadığımı anlatmak içindir. Şahsî servetimi Ordu'ya bağışlamamı ısrarla istedikleri günlerde de aylarca, «çoluk çocuğumla birlikte öldürüleceğim» tehdidi altında yaşadım. Sinni kemale (olgunluk yaşına) ermiş bir insan için ölüm vuslat'dır (Allaha kavuşmak) fakat, nedense öldürülmek benim için hayat boyunca bir nefret ve korku kaynağı olmuştur. Beni baskı altında tutanlar, her halde bu hissimi keşf etmişlerdi. Alâtini Köşkünde geçen hayatımın güzel tarafları da vardı. Çoluk çocuğumla başbaşa yaşamak, onların küçük dertlerine derman olmak veya olamadığım için üzülmek, güzel şeylerdi. Kızlarım mandolin çalarlar, şarkı söylerlerdi. Onlar şarkı söylerken denizi seyr etmek ve koyu bir çay içmek benim için saadetin ta kendisiydi. Yeterli âletim olmadığı için ince marangozluk yapamıyorum diye üzüldüğüm günler bile hafızamda güzelce kalmıştır. Olayların ehemmiyeti, buudlarım (boyutlarını) değiştirmişti. Hükümdar iken, Yemen İsyanını ehemmiyetli görürdüm; ülkemin sorumlulu- ğundan uzaklaştıktan sonra mesela, Muhafız Kumandanımız Fethi Bey'in yerine başka bir kumandanın gelmesi benim için ve hepimiz için «ehemmiyetli» oluverirdi. Bize okumak için kitap, gazete verilmezdi. Bu yüzden dünyada olup bitenlerden habersiz yaşıyordum. Benim gibi, bütün hükümranlık yıllarında istihbarata büyük ehemmiyet vermiş bir insanın, mahallesinde olup bitenlerden bile haberdar olamaması cidden çok sıkıntılı bir şeydir. Zamanla buna da alışır gibi oldum. Fakat oğlum veya musahibim bahçede gezerken subaylardan bir şey öğrenmiş ise, bu sözlerin hikmetini (gerçeğini) anlamak için tefsir üstüne tefsir (yorum) yapardım. İnsan kolay kolay alıştığı şeylerden uzak-laşamıyor... İkindi ezanı okunuyor. Bugün de bu kadarla kalsın. Hatırıma gelen bazı şeylere, inşallah yarın devam ederim. Padişahın Şahsi Serveti Alınıyor Padişahın Şahsi Serveti Alınıyor 5.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Benden sonra Yıldız'ın (Sarayı) hazinesinden başka, eşyalarının da yağma edildiklerini işitmiştim. Buna Biraderim Padişahın nasıl göz yumabilmiş olduğunu hâlâ anlamıyorum. Çünkü bunlar Milletin malı idi, onları saklayıp gözetmek de — hükümet kadar— Padişahın da vazifesiydi. Her neyse.. Selânik'e geldiğim zaman, beraberimdeki birkaç parça mücevherle, İsviçre ve Berlin Bankalarındaki nukût (para), esham ve tahvilattan başka hiçbir servetim yoktu. İttihatçılar, bu sefer de bu paraya göz diktiler. Bir sabah Muhafız Kumandam Fethi Bey'in beni görmek istediğini söylediler, «buyursun» dedim. Geldi. Evza-u etvarı (davranışı) hürmetkar, konuşması nazikti. İlk evvel hâl ve hatırımı sordu. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığım öğrenmek istedi. Bu meyanda izhar ettiğim (açıkladığım) bir iki arzumu hemen yerine getireceğini vaad ettikten sonra, başını önüne eğerek bir müddet sustu. Bir şey söylemek istediğini, fakat nereden gireceğini düşündüğünü hemen anladım. Sözü bu kerre memleketin durumuna, Ordu'nun ihtiyaçlarına, hazinenin memur aylıklarını bile veremeyecek hâle geldiğine getirdi. Hele Ordunun ihtiyaçlarını sayıp dökerken, bir Erkân-ı Harp (Kurmay) vukufu içinde dile getiriyordu. Sözünü şöyle bağladı : — Ordu, yardımlarınıza muhtaçtır.Benim gibi mahlul (düşürülmüş) bir padişah Orduya nasıl yardım edebilirdi! Çoluk çocuğumla birlikte sürülmüş, bir köşke haps edilmiştik. Gazete okumaya bile hakkımız yoktu. Devletin verdiği 1000 lira ile yaşıyorduk. Bu, yaşamamız için bile yetmiyordu. Teaccüple (hayretle) sordum :Nasıl yardım?..Bankalardaki nukût ve tahvilatınızı Ordu'ya bağış lamak suretile.. «Çoluk-Çocuğum Ne Olacaktı!» «Çoluk-Çocuğum Ne Olacaktı!» Beni tahttan indirdikleri, Selânik'e gönderdikleri, köşkün pancurlarını açmamıza bile izin vermedikleri zaman şa-şırmamıştım da, bankalardaki mevduat ve tahvilatımı benden istedikleri zaman hakikaten şaşırmıştıtaı. Çünkü bunlar, benim Şehzadeliğimde bile sahip olduğum servetin yarısı de-ğildi. İhtiyaç oldukça, şahsî servetimi severek devlet ve millet işlerinde kullanmış, bunu geri almayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Şimdi, elimdeki son istinadgâhımı da (dayanağımı) almak istiyorlar ve beni amansız bırakmaya hazırlanıyorlardı. Kendimi düşünmekten çoktan el çekmiştim. Fa- kat çoluk çocuğum ne olacaktı?.. Geniş bir aile babası idim. Onların hayatlarını düşünmek vazifemdi. Elimdeki kırpıntı kabilinden servet, onların geleceklerini emniyet altına almak şöyle dursun, günlük gailelerini bile bertaraf edemezdi. Bunları — hiddete kapılmadan — yavaş yavaş, Fethi Bey'e anlattım. Sonra dedim ki :— Biraderim Sultan Reşat Hazretleri benim hâlimi bilir. Devletimden esirgenecek bir kuruşum bile yoktur. Bunların hepsini Orduya versem, bir bölüğün bile ihtiyaçlarını ancak karşılamış olurum. Devleti Osmaniye benim üç beş kuru şumla ayakta kalamaz! Fethi Bey, başını önüne eğmiş, beni dinliyordu. Hiçbir .şey söylemedi. Sonra kendisine sordum : — Bu, Biraderimin emri midir?...Ordu ye Hükümetin sizden ricasıdır efendim, dedi.Peki, çoluk çocuğum ne olacak?..Zatı Devletinizin ve evlâdü ayalinizin hayat ve maişet leri, Devlet ve Ordunun kefaletleri altındadır.Cevap verirken, «Devlet»i, «Ordu»dan ayırdığına dikkat ettim. Ordu, devlet içinde devletmiş gibi konuşuyordu! Bundan çıkan manâ : Bugün İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Devlet olduğu, Hükümet, Meclis-i Mebusanın sivil kuvvetini, ORDU'nun da askerî kuvvetini temsil ettiğiydi.. Demek «Hanedan» süsten ibaret kalmıştı. Dehşete gark oldum.. Bu, Osmanlı tarihinde ilk defa, «Gayr-i mesul» (sorumsuz) bir heyetin, Devlet'i toptan ele geçirdiğini gösteriyordu. «Gayr-i Mes'ul Bir Heyet Devleti Toptan Ele Geçirm «Gayr-i Mes'ul Bir Heyet Devleti Toptan Ele Geçirmişti.» Sükûnetimi muhafaza ederek sordum : — Devlet adına kim, Ordu adına kim bana bu teminatı verecek?.. Fethi Bey, sözün nereye vardığını hemen fark etti. Telaşla toparlanarak :— Malum-u devletiniz, İstanbul'dan ayrılırken hayatını zı Ordu tekeffül etmişti. Bu sebeble böyle konuştum. Elbet, Devletin teminatı altında bulunacaksınız..Ben vahameti görmüştüm. Ortada Devlet yoktu. Böylece, benden sonra olup bitenleri de bu konuşmadan öğrenmiş oluyordum. Bütün dikkatimi toplayarak sordum :— Ordu adına kim, Devlet adına kim sizi bu hususu teb liğe memur etti?..Fethi Bey'in iyice canı sıkılmıştı. Konuştukça bazı şeyleri ağzından kaçırmakta olduğunu fark etti. Kendisinden beklemediğim bir sertlik içinde kısaca cevap verdi :— Bunları açıklamaya mezun değilim. Vazifem size bir tebliğde bulunmak ve fikrinizi öğrenmektir. Cevabınız ne ise, bunları bağlı bulunduğum makama yazacağım!..Öğreneceklerimi zaten öğrenmiştim. Devlet kalmadıktan sonra, Devlet adına konuşanların isimlerini öğrenmenin hiçbir faidesi yoktu. Son derece mülayim davranarak konuştum : Ha Kendi Evlatlarım, Ha Millet, Farkı Yoktur.. Ha Kendi Evlatlarım, Ha Millet, Farkı Yoktur.. — Evlâdım! Biz geldik, işte gidiyoruz. Dünya malında gözümüz kalmamıştır. Allah'a şükür, hiçbir zaman da olmuş değildir. Benim üç buçuk kuruşum, ha sulbümden (benden) hasıl olmuş evlatlarıma, ha ecdadımdan tevarüs ettiğim evlatlarıma kalmış, bunun hiçbir farkı yoktur. Benim evlatlarım da Devletin evlatlarıdır. Görüyorsunuz, evlenme çağına gelmiş yetişmiş kızlarım var. Okumak çağına erişmiş oğullarım var. Bunlar devletin kızları, oğullarıdır, iyi yetişmelerinden ben değil, devlet istifade edecektir. Padişahlığım sırasında bunların durumunu düşünmüş, kızlarıma birer damat aramıştım. Sözlüdürler. Benim, Biraderim hazretlerinden ve Hükümet ye Ordudan talebim şudur ki, bu kızlarımın evvela buradan çıkmalarına, sonra da evlenmelerine izin versinler. Oğullarımın da tahsil ve terbiyeleri temin olunsun... Bundan ötesi kolaydır. Söylediklerimi lütfen bağlı bulunduğun makama yaz. Benim bu dileğimle alâkadar olsunlar ve tez vakitte bana sevindirici bir haber getir.. Fethi Bey tereddüt içinde sordu :Banka mevduat ve tahvilâtınızı Orduya teberru ettiğinizi yazabilir miyim?..O kolay şeydir. Önce bu ricalarımı lütfen yazınız.Çıkarken memnun değildi. Benden istediği cevabı alamamıştı. Ben ise hiç memnun değildim. Hem Devletimin içine düştüğü çukuru görüyor, hem çoluk çocuğumun nafakasına göz dikildiğini öğreniyordum. Çocuklarımın İstikbalini Düşünüyorum. Çocuklarımın İstikbalini Düşünüyorum. Bir hakikattir ki, Selânik'e geldiğim ilk gündenberi, çocuklarımın ve bilhassa kızlarımın istikbali, beni baba olarak çok meşgul etmiştir. Kızlarım sözlü idiler. Abdürrahim Efendi, tahsil çağına gelmişti. Kızlarımı bir an önce evlendirmek, bu suretle benimle mahpus hayatı yaşamalarından kurtarmak istiyordum. Gerçi onlar, benimle beraber olmaktan memnun görünüyorlar, çektikleri acıları bana duyurmamaya çalışıyorlardı ama, ben nasıl bir sıkıntı içinde olduklarını yakinen biliyordum. Bu sebeble Fethi Bey'e söylediklerim bir hakikatin ifadesiydi. Hükümetle veya Saray'la muhabere etmem mümkün değildi. Ancak muhafızım Fethi Bey vasıtasile 3. cü Ordu ile irtibat kurabiliyordum. Böylece bir mektup yazdım. Bu mektubumda, tahsil çağım geçirmekte olan Abdürrahim efendinin İstanbul'da bir mektebe yerleştirilmesini, kızlarımın, sözlüsü olan Ahmet Eyyup Paşazade Fuat, Sait Paşazade Fuat ve Ahmet Nami bey'lerin birer hafta ara ile Se-lanik'e gelmelerine izin verilmesini ve Muhafız Kumandanı Fethi Beyin dairesinde bir imam tarafından evlendirilerek köşkten ayrılmalarına müsaade edilmesini istedim. Bu mektubumun karşılığını bekledim günlerden birinde Fethi Bey geldi:— Ferik Hadi Paşa Hazretlerinden bir telgraf aldım, dedi. Hükümet, Yabancı bankalardaki nükût ve Eshaminizin (Hisse senetleri) Selânik'e celbine karar vermiş ve bu vazifeyi Maliye Vekili Cevit Beye tevdi etmiştir. Bu hususta tanzim edilmiş bir Vekâletname var, imza buyurmanızı rica için tasdi, ettim! Benden Korkacak Kadar Zayıftılar!» Benden Korkacak Kadar Zayıftılar!» Etvar-ı evzaı ile (Durumu, tutumu) yine nazik, fakat bu kere «asker» di. Rasta (sağlam) olmaktan çok, müte-hakkim görünüyordu. Vaziyetin nezaketini hemen kavradım. Elimdeki servet büyük değildi. Öyleyse, bunu ordu için kullanmaktan -çok, beni istinatgâhsız (dayanaksız) bırakmak istiyorlardı. Öyle ise, bu servetle bir işe teşebbüs edeceğimden korkuyorlardı. Yine öyle ise, iktidarı ellerinde tutanlar, benden korkacak kadar zayıftılar!Benim, Ordu'dan bazı ricalarım olmuştu Fethi Bey?...Hükümet ve Ordu, arzularınızı yerine getirmeğe ha zırdır! Zatı Devletleriniz Vekaletnameyi imza buyurunuz, gerisini bendeniz temin ederim!.İşi olup bittiye getirmek niyetindeydiler. Sükûnetle cevap verdim :— Sinni âhire (Son yıllara) vasıl olmuşum. Bu para be nim için değildir. Söylediğim gibi çoluk çocuğumun sefalete duçar olmaması içindir. Buna şahsen karar vermek hakkını kendimde bulmuyorum. Görüşeyim, size haber veririm. Çekilmesi gerekirken, tereddüt etti ve tekrar konuştu: — Ne zaman cevap verebilirsiniz acaba?.. Çünkü Ordu benden acele neticeyi bekliyor. Müsaade buyurursanız, tan zim edilmiş vekaletnamenin suretini de takdim edeyim.Cebinden bir zarf çıkardı ve yemek masasının üstüne bıraktı. Ayakta söyleyeceklerimi bekliyordu:— Herhalde uzun sürmez!. dedim. Askerce bir selam verip odadan çıktı. «Getirdikleri Hürriyet - Müsavat - Adalet İşte Buy «Getirdikleri Hürriyet - Müsavat - Adalet İşte Buydu!..» Hemen Vekaletnameyi tetkik ettim. Bu Vekâletname Maliye Vekili Cavit Bey'e, gerek Doyçe Bank, gerek Kredi Li-yone ve varsa, diğer ecnebi bankalardaki bütün tıükût ve tevdiatıma, benim malik bulunduğum hukuku aynen devr ediyordu. Eşhas-ı bilâda (vatandaşlara) MEŞRUTİYET'in tanıdığı hakları acı acı gülümseyerek hatırladım. Bir de bana «Müstebit» diyorlardı. Ben bütün müddeti saltanatımda hiç bir kimsenin bir çöpüne bile dokunmayı aklımdan geçir-memiştim. Onlar, bir sabık Padişahın elindeki üç beş kuruşu almak için Hükümet kararı alıyorlar ve bunun adına Meşrutî idare diyorlardı! Getirdikleri HÜRRİYET, MÜSAVAT, ADALET buydu! Vaziyet hem ciddi, hem vahîmdi. Tasarruf, DEVLET adına yapılıyor, Vazıülyedlik hakkı (El koyma) Ordu'ya bırakılıyordu. Böyle bir hareket, yalnız Tarih-i Osmanî içinde değil belki tarih-i âlem (Dünya tarihi) içinde dahi görülmemişti! Bana baş vurmadan bu varlığın elde edilmesi için bankalar ve bankaların bağlı bulundukları devletler nezdinde bazı teşebbüslerde bulunmuş olacakları hatırıma geldi. Demek bu yoldan bir netice alınamayınca, vekâlet yolunu ihtiyar etmek gerekmişti. Bu günler, hayatımın en elîm (acılı) günleriydi. Yalnız ben değil, evlad-u ayalim de (çoluk çocuğum) tazyik ediliyordu. Muhafız zabitler (subaylar, eğer istedikleri parayı Ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanmasile topa tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten perva etmiyorlardı. Gerçi Vekâletname, bu servetin bana teslim edilmesi üzre Cavit beye selâhiyet veriyordu. Fakat, benim gibi eli kolu bağlanmış, bir köşke hapsedilmiş kimsenin bu parayı muhafaza edebileceği, kimseyi inandırmazdı. Çoluk-Çocuk Ağlaşıyorlardı. Çoluk-Çocuk Ağlaşıyorlardı. Bir aile divanı kurarak vaziyeti kendilerine izah ettim. Bu paranın bana değil, kendilerine ait olduğunu ve kararın da benim tarafımdan değil, kendileri tarafından verilmesi iktiza ettiğini anlattım. Çoluk - çocuk ağlaşıyorlardı. Hepimizi Öldürülmek korkusu sarmıştı. Öldürülmektense, istedikleri paranın verilmesinin daha münasip olacağını beyân ettiler. Hiç bir şey söylemeden odama çekildim. Üstüme çullanılarak benden istenen servet, herkesin marufudur (bildiği) gerçi, fakat şahid-i âdil olan Tarih huzurunda tadat (saymak) edeyim; bunlar, Şehzadeliğim sırasında sahip olduğum servetin yarısının çok dûnundaydı (altında). Cülus bahşişini kesemden verdiğim gibi, devletin her müzayakasında (sıkıntısında) kesemden sarf ettim ve bunları geri almak aklımdan bile geçmedi. Bugün «Servet» diye sıkboğaz ettikleri şeyler de, yine Devleti Osmani'nin tealisi (ilerlemesi) için sarf edilmiş paraların, birtakım hisse senetlerinden ibaretti. Selanik Limanı'nın yapılması için hisse senetleri çıkarılmıştı, yardım maksadile bunlardan bir kısmını, şahsi servetimle satın almıştım. Anadolu Şimendüfer yolunun ilerlemesi için sermayeye ihtiyaç vardı; bu maksatla da tahvilât çıkarılmıştı, bunlardan da mubayaa ederek memleketime hizmet ettim. Çoluk çocuğumun, Avrupa'da ikmali tahsil etmeleri maksadile Kredi Liyone bankasına elli bin lira yatırmıştım. Avrupa'ya gittiklerinde bu paradan istifade edeceklerdi.İşte bugün servet diye benden istenen buydu!. Memleketimden esirgeyeceğim hiç bir şeyim yoktur. Severek bu son üç beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat Hayatımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazifeli olanlar, bizi ölümle, topa tutmakla tehdid ediyorlardı! Kendi hayatımdan geçtim, fakat çoluk-çocuğumun hayatı ne olacaktı?.. Teminatı, Millet Meclisi Vermeliydi... Teminatı, Millet Meclisi Vermeliydi... Saraydan ayrılırken, Ordu, benim ve benimle birlikte olanların hayatlarını şeref sözü ile garanti etmişlerdi. Fakat çok geçmeden bu garantiyi verenler, bizi topa tutacaklarını söyleyebildiklerine göre, teminâtın kifayetsiz olduğu anlaşılmıştı. Mademki Meşrutî bir idare vardı; bu teminâtın Meclis tarafından verilmesinden daha doğru ne olabilirdi?'Bu sebeble bazı şartlar tesbit ettim.Evvela, kızlarımın evlenmeleri ve oğullarımın tahsili temin olunacaktı, Saniyen, ikamet etmekte olduğum Alâtini köşkü namıma satın alınacak ve tamiratı lâzimesi yapılacaktı. Salisen, Evlâd-ü îyalimin refah ve maişetleri temin olunacaktı. Rabian, bendegânımın (yakınları) hürriyeti şah-siyeleri iade olunacaktı. (40) Hâmisen, Eyyamı mahdudemi (sayılı günlerimi) kimseye muhtaç olmadan geçireceğim bir meblâğ (para) tahsis olunacak ve hayat emniyetim kefalet altına alınacaktı. Bunları Fethi beye bildirdim. Üstünden bâr-ı azîm (büyük ağırlık) kalkmışcasına ferahladı, bunların temin olunacağını söyledi. Kendisine, bu teminatın Meclis-i mebu-san tarafından verilmesini istediğimi de ilâve ettim ve kendisine bir arzuhal (dilekçe) uzattım. Bu : (Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere hitaben arz-ı halimdir) ibaresile başlayan bir dilekçe idi. Bu dilekçemin, Mebusan meclisinde okunmasını ve istediklerimin sarih olarak tekeffül edildiğinin bana yazı ile bildirilmesini istiyor, sonra da servetimi sön kuruşuna kadar Ordu'ya hediye etmeye hazır olduğumu anlatıyordu. Fethi bey, dilekçeyi aldı gitti. Ben merakla neticeyi bekliyordum. Bir gün Fethi bey hemen beni görmek istediğini bildirdi. «Buyursun» dedim. Odaya girdiği zaman, yüzünün asık ve sararmış olduğu gözümden kaçmadı. Demek iyi haberler getirmiyor. (40) Abdülhamid ile birlikte Selânik'e gitmiş olanlar da şahsî hürriyetlerini kullanamamakta, köşkten dışarı çıkamamakta, aile ve yakınları ile görüşememekteydiler. Bu yoldaki başvurma-larına da itibar edilmemekteydi. Bir Hacâlet Belgesi Bir Hacâlet Belgesi — Mahmut Şevket Paşa Hazretlerinden bir şifre aldım. Takdim ediyorum. dedi ve çözülmüş bir şifreyi bana uzattı. Hayretlere gark olarak okuduğum şifre aynen şudur; bundan, Rabbime şekvam (şikayetlerim) baki, tarih-i âdile tevdi ediyorum.Şifre : Harbiye Dairesi 6011 Üçüncü Ordu Kumandanlığına C. 24 Haziran sene 325. (Sadeleştirilmiştir.)«Geçenlerde Hakan-ı Sabık'ın verdiği cevapta mevcut var-lığmı İkinci ve Üçüncü orduların noksanlarının ikmali için verdiği ve Alâtini köşkünün namına Batın alınmasile ölümünde yine hükümete bırakılmasına razı olunmak için askerin şeref ve namusuna sığındığı bildiriliyordu. Şimdi, başka şartlar döşenerek kaytarılıyor; Hakanı müşarünileyhin hayatlarına Osmanlı Ordusu teminattır. Bu teminat varken, Büyük teşrii kuvvetlerden (Yaşama gücü) ibaret olan Ayan Meclisi ve Mebusan meclisinden teminat isteniyor ve kendi» lerinin bugün de Osmanlı ordusunun muhafazası altında bulundukları hatırlanmıyor. Osmanlı Ordusu hayatlarına teminât iken başka garantiler istemesinin, Ordunun şeref ve namusuna dokunacağı _ve her yıl değişmekte olan Ayan ve Mebusan Başkanları tarafından bu yolda verilecek bir teahhüt yazısının, hakiki bir kıymet ve ehemmiyeti olmayacağı unutuluyor. Bu hâlin, ordu subaylarınca duyulması takdirinde yaratacağı kötü tesirlerin dereceleri iyice düşünülmelidir.» Burası da böylece bilinmelidir ki kendilerinin vefatı halinde, Bankalar mevduatının hükümetçe elde edilmesi kendiliğinden doğacaktır. Bu telgrafın kendilerine ulaştırılmasile birlikte, Müşarünileyhe tekrar müracaat buyurunuz; Almanya'dan getirtilen banka memurları daha uzun bir zaman bekleyemeyeceklerinden, evvelce bildirildiği gibi, memurları huzuruna kabul ile kendilerine verilecek hesapna-meyi (bilanço) imza edip etmeyeceklerini kesin olarak öğreniniz; namuslu insanların öğütlerine kulak asmayarak şu felaketli hale düşmelerine sebep olan tereddütlü mizaçlarım bırakıp, erkekçe davranmalarım halisane arz eyleyiniz, Cevabınızı bekliyorum, efendim. 25. Haziran. Sene 325. Hareket Ordusu Kumandanı Birinci Ferik Mahmut Şevket* Demek Devlet Yoktu Demek Devlet Yoktu Bana: «Ya paranı, ya canını» deniyordu ve bu şifre telgrafın altında da Osmanlı Devletinin birinci Ferik mertebesine yükselttiği «Hareket Ordusu» kumandanının im/ası vardı: Mahmut Şevket Paşa! Yıkılmıştım. Beni, öldürmekle tehdid ettikleri için değil, bir ordu kumandanının kendisini Meclisi mebusan ve Ayandan da üstün gördüğü ve bunu böyle görmeyenlere şaşacak kadar ileri 'gidebildiği için yıkılmıştım. Demek Devlet yoktu! Saray da, Hükümet de, Mebusan ve Ayan meclisleri de yoktu... Hatta ve hatta Ordu da yoktu!.. Sadece ikinci ve üçüncü ordular var ve bunların bağlı olduğu Hareket Ordusu vardı. Onun kumandanı bana: «Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek, bizi buna zorlama, gönül rızanla ver de elimizi kana bulamayalım» diyor, diyebiliyordu! Fethi beye baktım. Yüzü sapsarı, başını yere devirdi. — Getir Vekâletnameyi, imzalayacağım!., dedim.Hiç bir boz sarf etmeden kâğıdı önüme koydu, imzaladım. Büküp cebine koyarken birden ayaklarıma kapandığını gördüm. — Bu türlü hizmetleri yapacak tıynette insan olmadığıma inanınız Hakanım. Ağlıyordu. Tutup ayağa kaldırdım. Sırtını sıvazladım. Gözlerinde yaşlarla çekilip gitti. Allah bana bu günleri göstereceğine, keşke canımı alsaydı! Seccadeyi serdim, namaza durdum. Gözlerimden sel gibi yaş gidiyordu. Ta be sabah başımı secdeden kaldırmadım: «Yarabbi, sen devletimi eşkıyanın şerrinden koru!.. Yarabbi, senden başka mesnedimiz kalmamıştır!.. Yarabbi, bana başka felâket gösterme!.. Dini mübin-i islâmı küffar elinde kahrolmaktan yalnız sen kurtarabilirsin!..»Yazık ki Yüce Rabb'im duamı kabul etmedi, bana nice, nice felaketleri daha seyrettirdi. «Ne günahım vardı acaba, ne günahımız vardı,» diye düşünüyorum!.. Servet, Orduya Teslim Ediliyor. Servet, Orduya Teslim Ediliyor. 7.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Olup bitenlerin gerisini yazmaya hiç hevesim yok... Fakat madem başladım, anlatayım. Ertesi günü Fethi Bey beni ziyarete geldi, meğer ziyaretinin sebebi veda imiş... Anlaşılan imzamı almakla vazifesini yerine getirmişti ki, yerine Kolağası Rasim Celaleddin adında biri tayin edilmişti. Daha önce de söylemiştim, tıpkı çocuklarım gibi, benim gözümde de ehemmiyetli hadiseler mahiyetlerini değiştirmişlerdi. Muhafız Kumandanlarının birinin gitmesi, ötekinin gelmesi hepimizi birden ilgilendirdi. Acaba daha sert bir rejime mi tâbi tutulacaktık?.. Çünkü gelen kumandan, sert çehreli bir askerdi. Fakat ben, bir şey istemeğe hakkımız olmadığım, verilenle yetinmeğe mecbur olduğumuzu anlamıştım. Onun için Fethi beyin gitmesi, Rasim beyin gelmesi mühim değildi. Taksiratımız ne ise, onu çekecektik. İşte bu yeni kumandan Rasim bey, bir gün odama geldi ve yarın, banka memurlarının, nükût esham ve tahvilâtları bana teslim edeceklerini haber -verdi. Demek bankalar, imzaladığım Vekâletnameyi muteber (geçerli) saymamışlar ve tevdiatımı bana teslim etmeyi şart koşmuşlardı. Bunun, benim için farklı bir tarafı yoktu. Bu işe beni sokmasalar, daha memnun olurdum. Çünkü bu gaileden ailem perişan olmuştu. Abdürrahim Efendi oğlum, sinir nöbetleri geçiriyordu. Üstelik sarılık olmuştu. Kızlarımın durmadan burnu kanıyordu. Refikam yatağa düşmuştu. Banka memurlarının gelmesi demek onların bir kere daha heyecanlanması demekti. Banka Memurları: Banka Memurları: «Ekselansları İle Başbaşa Kalmalıyız,» Dediler. O sabah; muhafız subayları sivil elbiseler giydiler. Bütün gece yatak odalarının önündeki bahçede dolaşıp durmuşlar, ağır sözler söylemişler, hepimizi tehdid etmişlerdi. Gözümüzü kırpmadan sabahı bulmuştuk. Sabah namazından sonra oğlum Abdürrahim Efendi'yi çağırdım. Yatıştırıcı bir sesle, kendisine aile servetimizi Ordu'ya hibe edeceğimizi, benden sonra ailenin en büyüğü olduğu için yanımda bulunmasını söyledim. Gözyaşları içinde bağışlanmasını istedi. Subayları görmekten korkar olmuştu. Bunun üzerine 5 yaşındaki Abid Efendi'yi yanıma aldım ve yemek salonunda banka memurlarını karşıladım. Banka memurları ile birlikte Alman Konsolosu da gelmişti. Üçüncü Ordu Kumandanı Hadi Paşa ile Ali Riza Paşa ve muhafız kumandanı Kolağası Rasim bey, arkasında yürüyorlardı. Kendilerini birinci kat yemek salonunda karşıladım, içeriye Doyçe Bank mühürü ile mühürlü on dört çanta getirildi. Banka memurları birden dönüp paşalara: — Ekselansları ile yalnız görüşmek mecburiyetindeyiz. Bu sebeble bizi başbaşa bırakmanızı rica ederiz, dediler. Konsolos da aynı sözleri tekrarladı. Hadi ve Ali Riza paşalar birbirlerine baktılar, sonra ikisi birden Rasim beye döndü. Vazifelerinin o esnada hazır bulunmak olduğunu anlamıştım. Müdahele edecek oldum; Konsolos büyük bir saygı içinde, bunun bir usul meselesi olduğunu kafi bir dille anlattı. Paşalar çekildiler. Ben de bizi, merdiven başından seyr eden çocuklara elimle işaret ederek odalarına girmelerini sağladım.Kendisini, Doyçe Bankın 2. ci direktörü olarak tanıtan bir memur, vekâletname icabı getirdikleri çantaları açacaklarını ve içindekileri birer birer sayıp teslim edeceklerini söyledi. Ancak, buna başlamadan önce, içinde bulunduğum şartlar sebebile, bu mevduatımı isteyip istemediğimi bana açıkça sordu ve şunu ilâve etti: «Rızanız yoksa, bize şifahen vereceğiniz emirleri harfiyen yerine getireceğiz.» Hemen Çantalar Açıldı. Hemen Çantalar Açıldı. Serbest irademle mevduatımı bankalarından çektiğimi, kendisine cevaben bildirdim. Sonra yanımda oturan küçük oğluma dönüp sordum:— Öyle değil mi, Âbid efendi?Zavallı masum gözlerimin içine bakıyordu. Başımı salladım, o da salladı. Sonra memurlara dönüp şimdi «vazifenizi yapınız» dedim. Hemen çantalar açıldı, birer birer sayıldı, zabıtlar tutuldu. Bunları imzaladım. Büyük bir hürmet, ama tuhaf bir üzüntü içinde, çıkıp gittiler. Sonradan, çocuklardan öğrendiğime göre, paşalar odadan çıkınca, bahçedeki subaylar paşaların etrafım sarmışlar, bizi nasıl yalnız bıraktıklarını yüksek sesle ve ayıplar dille sormuşlar, paşalar şaşırıp kalmış, banka memurları çıkınca, başta Hadi pasa, koşarak içeri girdi. Ben kendisine: — İste bunlardır, lütfen kaldırsınlar!dedim. Subaylar, bir yağma heyecanı içinde çantaları bir anda ortadan kaldırdılar. Biz de böylece biraz ferahlıya-bildik. Kızlarım evlendiler, benimle Selânik'e gelenlerden bazıları İstanbul'a dönebildi, ben de huzur içinde şükran secdesine kapandım. Doyçe Banktaki varlığımın kendi rızam ve muvafakatim ile münhasıran ikinci ve üçüncü orduya bağışladığımı bildirir el yazımla bir mektup istendi, yazdım. Onlar da bana, isteklerimin yerine getirileceğini bildiren mazbatalar imzaladılar. Ayrıca üçüncü ordu kumandanlığından da bir teşekkür mektubu aldım. Bütün bunların hiç bir değer taşımadığım biliyordum, biliyorum. Fakat tarihtir, saklıyorum. Benim hesabım ruzî mahşerde görülecektir! Hatıra Yazmak Yüzünden. Hatıra Yazmak Yüzünden. 7.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Ben Saray'da yaşamaya ve pek dışarı çıkmamaya alışık olduğum için, köşkte fazla sıkılmıyordum. Fakat bizimle birlikte gelen musahipler, kâtipler, şehzadelerim sıkılıyorlar, köşkün bahçesine olsun çıkmayı nimet biliyorlardı. Kumandandan kendileri için müsaade istedim. Nezaret altında hava alabiliyorlar, güneş görüyorlardı. Yalnız bunların içinde Ali Muhsin bey adlı kâtibim, bahçeye çıkacağına, herkesin köşkten ayrıldığı saatte yanıma geliyor, eski günleri benimle konuşmaktan zevk alıyordu. Bir gün bana: — Bu hatıralarınızı niçin yazmıyorsunuz, Sultanım? dedi. 33 yıllık saltanatımda öyle hadiseler geçmişti ki, bunların iç yüzünü yalnız ben biliyordum; veya benim çevremde bir kaç kişi.. Ben yazmaz, onlar söylemezlerse, tarih bu hakikatleri nereden öğrenecekti? Bir gün Ali Muhsin beye: — Ben söyleyeyim, sen yaz... dedim. Çok sevindi ve hemen kalemi kâğıdı alıp yanı başıma diz çöktü. Hatırıma gelenleri anlatıyor, o da kâğıda geçiriyordu. Artık, herkesin bahçeye çıktığı zaatleri hemen birlikte geçiriyorduk. Zaman zaman kendisine, muhafızların bu yazılardan kuşkulanacaklarını ve iyi saklamasını ten- bih ediyordum. O da merak etmememi söylüyor ve yaslan bilmediğim bir yerde saklıyordu. Ali Muhsin Bey, Hapis Ediliyor Ali Muhsin Bey, Hapis Ediliyor Derken Ramazan geldi. Yazılara ara verdik. Bir müddet Ali Muhsin beyi göremedim. Yanıma gelmiyordu. Merak edip soruşturdum, çocuklar ramazan itikâfına (41) girdiğini söylediler. Alt odaların birinde su ve ekmekle oruç tutuyor, dua ediyor, kimse ile görüşmüyormuş.. Müsterih oldum ve Ali Muhsin bey'i biraz daha takdir ettim. Bir gün oğlum Abdürrahim efendi, Ali Muhsin beye acıdığından mı, yoksa boş bir sırasına gelip ağzından kaçtığından mı bilmiyorum, köşkün mahzeninde haps edildiğini söyleyiverdi. Şaşırdım. Kendi halinde bir kâtibin haps edilmek gibi nasıl bir suçu olabilirdi?.. Subaylardan birini çağırıp sordum, «Hastadır Hakan'ım dedi, doktor kendisini tedavi ediyor, mahzende değil, bizim aramızdadır, merak buyurmayın.» Meğer öğretmişler de bana bu yolda malûmat vermiş!.. Ramazan ilerliyordu. Ali Muhsin bey hatırımdan çıkmıyordu. Sordukça, sağlığının düzeldiğini, yakında iyileşeceğini söylüyorlardı. Nihayet, dayanamadım. Rasim beyi çağırıp sordum. Önce, söylemek istemedi. Üsteledim. «Kendisine hatıralarınızı yazdırıyormuşsunuz... Bunu yapmak yasaktır. Maiyyetinize bu yasağı hatırlatmış olmamıza rağmen Ali Muhsin bey bunu dinlememiş ve hatıralarınızı yazıp karyolasının altında saklamış. Ele geçti. Durumu 3. ncü Orduya yazdım, cevap bekliyorum,» dedi. (41) Kendilerini Allah'a adayan Müslümanlar. Ramazandan üç ay önce başlayarak üç aylık veya Ramazan boyu sürdürerek bir aylık itikâfa girerken, yâni o süre içinde kimse ile konuşmaz, su ve kuru ekmekle yaşarlar, yalnız Allah'a dua ederler. «Demek Hatıraları Ben Yazsam, Mahzene Beni Kapatac «Demek Hatıraları Ben Yazsam, Mahzene Beni Kapatacaklardı.» Bu kerre şaşırmak sırası bana -geldi. Hatıralarımı yazmak suç ise, bunun, maiyyetime değil, bana söylenmesi gerekirdi. Bu hatıraları Ali Muhsin bey değil de ben kaleme almış olsaydım ve ele geçseydi, demek beni mahzene atacak ve haps edeceklerdi! Rasim Beye bunu söyledim. Özür diledi. Vazifesini yaptığı için bağışlanmasını istedi. Ben Ali Muhsin beyin serbest bırakılmasını, aramıza dönmesini, üst makamlardan gelecek emirlere göre hareket edilmesini )Rica ettim. Söz verdi. «Serbest bırakacağım, fakat aranıza dönemez,» dedi. Razı oldum. Çocukların bana haber verdiklerine göre, ertesi günü Ali Muhsin beyi serbest bırakmışlar, fakat köşke dönmesine izin vermemişler. Nereye götürüldüğünü, nerede yaşadığını bilmiyorum. Yalnız Doyçe Bankdaki varlığımı üçüncü ve ikinci ordulara teberru ettikten sonra kızlarımın ve maiyye-timdeki bazı kimselerin İstanbul'a dönmelerine izin verdikleri zaman, tirene binenler .arasında, zavallı Ali Muhsin bey de varmış!.. Tirende bile bizimkilerle görüşmesine müsaade etmemişler. Anlıyorum ki, Ali Muhsin beye bazı teklifler yapılmış ve bu namuslu adam tekliflerini kabul etmediği için bizden uzaklaştırılmıştır. Yoksa böyle bir şey olmasa, niçin İstan-bula dönen musahiplerimle bile görüştürmesinler?.. Şimdi Beylerbeyi sarayında bu hatıralarımı musahibime yazdırırken acı acı düşünüyorum; acaba bu son yıllarımın sadık bendesi de bir gün benim hatıralarımı kaleme aldığı için yakalanacak ve haps edilecek mi?.. Kim bilir!.. Acaba beni bu kadar çenbere alanlar, hatıratımdan ürkenler, her şeyi diledikleri gibi değiştirebileceklerine inanıyorlar mı?.. Sultan Hamit, otuz üç yıl, dünyanın gözü önünde yaşadı. Ne yaptıysa, ne ettiyse, herkes gördü, herkes kendisine göre değerlendirdi. Ben, yanlış anlaşılacağım için bunları yazmıyorum; tarihe kolaylık olsun diye yazıyorum. Ne ben, ne onlar tarihi değiştiremeyiz. Tarih hükmünü verecektir. Fakat onların bu korkulan, kendilerini daha bugünden ele vermiş oluyor.Rabbim insanları, kendi vicdanlarile cezalandırmasın!.. Bu, cezaların en büyüğüdür! ilâve :AIi Muhsin beyi benim hâtıralarımı yazdı diye hapsettiren kumandan, hâlâ benim muhafızımdır. Selanik'ten isteyerek yanımda getirdim. Bana hürmetkar, fakat hizmet ettiklerine sa-dıktır! Zamanı saltanatımda tanımış olsaydım, ben de kendisini zindancı yapmakta tereddüt etmezdim. Bu işini zevk duyarak yapıyor! Bir gün bu hatıratı ele geçirirse, bu satırlarımdan acaba memnun mu yoksa mahzun mu olacaktır? Sultan Reşat Selanik'e Geliyor. Sultan Reşat Selanik'e Geliyor. 8.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı Bir gün odama Rasim bey girdi ve mûtadın hilâfına bana bir kaç gazete getirdi. Ne kadar şaştığımı söylemeğe lüzum görmüyorum. Çünkü buraya geldiğim gündenberi de-faatla (bir çok defa) gazete verilmesini her iki muhafız kumandanından da rica etmiştim. Her ikisi de birer bahane bulup vermemekte İsrar ettiler. Hatta Rasim bey benim İsrarım üzerine : «Âl'i penahım, beni mazur görünüz! Bu günlerde çıkan gazeteler o mertebe aleyhinizde yazıyorlar ki, bunlara ben dahi tahammül edemiyorum. Kerem ediniz, sizi müteessir görmeğe gönlüm razı olamaz!» gibi sözlerle, güya beni vikaye (korumak) ediyormuş gibi davranarak maa-zeret dermeyân (ileri sürmek) etti, ben kendisine gülerek: — Aman Rasim bey, ben zamanı saltanatımda bile nice yazılar okudum ki, şenî küfürler dolu idi, yine de aldırmadım. Eğer mahzâ (sadece) maazeteriniz buysa, hiç mühim değil, beni, memleketimin ahvalinden mahrum etmeyin!»dedim.Fakat bütün bu konuşmalar hiç bir şeyi değiştirmemişti. Şimdi Rasim Bey'in yanıma gazetelerle geldiğini görünce, mühim Vak'alar olduğunu anladım. Bana gazeteleri verdikten sonra, Zatı Şahane'nin (Padişah) bir seyahate çıkacaklarını, Rumeliye müteveccih olan bu seyahat sırasında Selânik'e de uğrayacaklarını söyledikten sonra, şahsi merakı imiş gibi göstererek, bunu nasıl karşıladığımı sordu. Çok münasip karşıladım. Bu seyahatin memleket için hayırlı olacağını umduğumu da söyledim. Gitti. Seyahat Günü Geldi Çattı Seyahat Günü Geldi Çattı Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, Tahsin Paşa gel'dî. Bu Tahsin Paşa, alaydan yetişmedir. Arnavuttur. Kaypak bir yaradılışı vardı. Bu yüzden kendisini Halep'e sürmüştüm. Bana kırgındır. Benim de kendisine muhabbetim olmadığını saklayamam. Biraderim Hazretlerini kıskanacağımı sandığı için midir nedir, seyahati pek şatafatlı bir dille anlattı. Ben de kendisine, Biraderim Hazretlerinin muvaffakiyetlerini kendi muvaffakiyetim kadar arzuladığımı söyleyerek, hayırlı olmasını diledim. O da -geldiği gibi- şatafatlı tavırlarla çıktı, gitti. Beni neye hazırlamak istediklerini pek kavrayamadım. Biraderim, ülkenin hükümdarı idi, kendi ülkesinde bir seyahate çıkıyordu. Selânik'e de uğrayacaktı. Memleketimde olup bitenlerin hiç birinden bir haber sızdırmadıkları halde, bu haberi türlü vesilelerle ve türlü yollarla bana duyurmak istemelerini neye bağlayabilirdim? Ülkede maazallah bir muharebe olmuş olsa, Padişah elbette geziye çıkmazdı. Olsa olsa, bir huzursuzluğu bastırmak için olabilirdi. Rumeli üzerinde bir seyahat olduğuna göre, acaba yeni hoşnutsuzluklar mı belirmişti?.. Bu mevzuda hiç bir hükme var amadan seyahat günü geldi çattı. Şehir ve liman donandı, bizim köşk de donandı. Bir sabah, Biraderim Zat-ı Şahane'yi getiren donanmanın limana girmek üzere olduğunu haber verdiler. Dürbünle seyretmeğe başladım. Muhafız subayları da donanmayı görebilmek için, balkona çıkmalarına izin vermemi rica ettiler. Memnuniyetle kabul ettim. Hep birlikte gözlemeğe başladık. Hakikaten güzel bir şenlikti. Donanma top atışlarile şehri selamlıyor, şehir top atışlarile donanmaya cevap veriyordu. Nihayet şehrin biraz açığında demirlediler. Halit Ziya Bey Geliyor. Halit Ziya Bey Geliyor. Subaylar, görevleri başına döndü, ben oğlum Âbit efendi ile hâlâ balkondaydım. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, Nuri ağa, Padişah-ı Âlempenah'ın şehre çıkmadan önce, Başkâtibi Halit Ziya Bey'le (42) selâmı şahanelerini bana iblağ» etmek istediğini ve 'kabul etmek isteyip istemediğimi sordu. Hadi Paşa hazretlerile birlikte muhafızlar bölümünde emirlerimi bekliyormuş! Hiç, bir Padişahın elçisi kabul olunmaz mı?.. «O nasıl söz» diye Nuri Ağa'ya çıkıştım. Zavallı boynunu büküp «emirlerin bu yolda olduğunu» söylemekle iktifa etti. Biraderim hazretlerinin bu nezaketine, Allahülâzim (Allahın büyüklüğü) minnettar kaldım. «Şeref bahşederler, buyursunlar» dedim...Nuri Ağa çıktı, ben de arkasından dış kapının önündeki (42) Halit Ziya Uşaklıgil. mermer merdivenlerin başına kadar yürüdüm. Çünkü gelen, her ne kadar Saray Başkâtibi ise de gönderen Devlet-i aliy-yenin padişahı idi; Bizzat teşrif ediyor demekti. Muhafız Kumandanlığı dairesinden; önde Halit Ziya bey, arkasında Hadi Paşa ve Kumandan Rasim bey çıktılar. Merdiven başında beni bekler görünce, üçünün da şaşırdıkları belli oldu: Başkâtip, hemen saray usulü resmi tazimini yaptı. Paşa ve Kumandan askerce selamladılar, içeri aldım. Başkâtibi sağ başıma oturttum, diğerlerine de oturmalarını işaret ettim. Başkâtip Halit Ziya bey, Biraderimin selâmı şahanesini iblağ ederek söze başladı. Zat-ı şahane'nin hatırımı sorduğunu, bu seyahatin Arnavut kulları arasındaki nifakı bastırmak ve Rumeli ahâlisini yakından görmek için ihtiyar ettiğini söyledikten sonra, benim fikrimi almak istediğini de sözlerine ekledi. Ben de «taraf-ı şahanemden getirilen selamlara iltifatlara hususi suretde teşekkür ettim. Zat-ı Hazret-i Padişahi'ye ihtiramat-ı fâikamın (üstün saygılarımın) ve samimi şükranlarımın arz edilmesini kendisinden rica ettim. Sonra kısaca Rumeli'nin siyasi halini anlattıktan sonra, bugünlerde yapılan seyahatin son derece faydalı olacağına kani bulunduğumu ve muvaffakiyetlerine duacı olduğumla sözlerimi bağladım. Seyahat Günü Geldi Çattı «Taraf-ı Şahaneye Arz Edersiniz,» Dedim. Başkâtip, Zat-ı Hazret-i Padişahî'nin her hangi bir arzum olup olmadığını öğrenmek istediğini söyledi. Elbette söylenecek pek çok şey vardı. Ancak böyle bir fırsattan yararlanarak bunları saymayı doğru bulmadığım için, şükranlarımı teyit (pekiştirmek) ettim ve oğlum Âbit efendinin tahsiline başlayabilmesi için İstanbul'da kendisine münasip bir mahal gösterilmesini, mesela bu iş için Maslak köşkünün hatırımdan geçtiğini söyledim. Üzerimde son derece iyi tesirler bırakan Başkâtip Halit Ziya bey, Maslak köşkünün boş olduğunu, tahsisi mümkün olabileceğini söylemez mi?.. Bana acaba kendi re'yinin Biraderim Hazretlerinin tensibinden üstün olduğunu mu anlatmak istiyordu?.. Mahluğ (düşürülmüş) bir padişah da olsam, Biraderim hazretleri bu derece söz sahibi olmaktan çıkmış da olsa, bunu Âl-i Osman mensubu olarak kabul edemem! Ben başkâtipten bir talepte bulunmadım. Kendisinden bir ihsan da kabul edecek değilim! Bu yüzden kısaca: «Taraf-ı Şahaneye arz edersiniz» dedim. Halit Ziya beyin yüzü kızardı. Ne demek istediğimi anlamıştı. Fakat Hadi Paşa ve Ra-sim bey son derece rahattılar... Abit efendiye ait içinde bir kaç parça mücevher ve as-ham bulunan çantanın (43) bulunması yolundaki maruzatımı da bitirdikten sonra, yine geldikleri gibi, kapıya kadar teşyiğ (uğurlamak) ederek birbirimizden ayrıldık. Gerek bana verilen öç beş gazeteden ve gerekse Rasim Bey'in, Tahsin Paşa'nın, Başkâtip Bey'in kırık dökük bilgilerinden, ülkemi fena akibetlerin beklediğini anlamakta güçlük çekmedim. Bana, dua etmekten gayri yapacak iş kalmıyordu. Ben de onu yapmakla iktifa ettim. |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|