|
02-14-2009, 14:15 | #1 |
Sarmaşıklar
Uzak bir ülkede bir kadın yaşamaktadır. Adı Mary ya da Isabella olan.-
Bildik ama bu sefer devasa bir dalganın sesi gitgide yaklaştı. Yaklaştı ve en sonunda kadının bir yangından artakalan kor nefesine çarptı. Kadın, bedenini ölü bir eşya gibi bıraktı ıslak zemine. Ayaklarını birer yama gibi döşedi soğuk taşa. Üzerine, oracıkta onu hep bir dost sıcaklığında bekleyen o eski paltoyu çekiverdi boylu boyunca. Yine o iki büklüm olmuş heykel duruşunda kalakaldı bedeni. Yüzünü dizlerine gömdü. Yine o kimsesizliği çekti içine derin derin. Evden her atıldığında dış kapının hemen yanındaki bu minik balkoncuğa sığınır, burada öfkeli fırtınanın dinmesini beklerdi saatlerce. İnsanın derisine arsızca yapışan soğuk havanın etkisiyle iki büklüm ve yenik bir suskuyu sarardı gövdesine. Kim inanırdı bu mimar çiftin hayatlarının bu denli yaralı olduğuna? Adamın geceleri bu denli sarhoş olduğunu kim tahmin edebilirdi ki? Bir zaman anaforuna düşmüş gibi döndü dünya. Hiç durmadan sendeleyen ruhunu çivilediği şu kör noktada, yediği darbeler bir heyula gibi yüreğinin ardına düştü. Sızdığı bu karanlıktan küçük arka odaya açılan kapının dibini anca seçebiliyordu. İçerden sızan cılız ışıklar değil ama yoldan geçen arabaların farları bir firari yakalamış gibi üzerine düştü ve sonra aldırmadan sürünerek teğet geçti. Kadın, canhıraş nefesleri kesilsin, sakinleşsin için bir derin nefes çağırdı kendine. Bir hamlede içti nefesi ve dehşetle sıkılan boynunu hiç kıpırdayamayan, suskun, donuk saydam bir heykele dönüştürdü. Ardı hiç kesilmeyecek sandığı gözyaşları, paltoyu ıpıslak edene dek oturdu. Burnu hiç durmadan aktı ve o bir heykel gibi kıpırdamadan durması gerektiğini bilerek bu sessiz karanlık içinde yediği darbelerin kendi bedeninden kopup dağılmasını bekledi. Biliyordu ki ağrı en az bir hafta dinmeyecek, kolları sızlayacak, moraracak, bu acıyla göğsü minik bir serçe gösü gibi daracık kalacaktı. Ve biliyordu şimdi sıcağından hissetmediği o can yangısı git gide bedeninde ışıyacak, an be an sızısı artan bir yaraya devşirecekti kendini. Yoldan usul usul geçmekte olan genç bir çiftin ayakseslerini duydu. Yoldan geçen genç kızın gizli saklı gülüşleri, her adımla ayaklarının altında ezilen ıslak toprağı uyandırdı. Tam o anda içeride bir gümbürtü koptu. Gölgeleri yutan o karanlık kuytuda, bir kenarda solgun, ölüme dayanmış bir aşk merdiveninin zorlukla ayakta duran küçük saksısı devrildi. Dağlar devrildi kadının kesik kesik yol alan nefesinin üstüne. Kızına bir şey olmasındı da! Korkuyla titreyen bacaklarına iyice dayadı gövdesini. Küçüldü. Küçüldü. "Tanrım!" dedi... - Uzak bir iklimde, başka uzak bir ülkede başka bir kadın yaşamaktadır. Adı Züleykha ya da Yasemen olan. - Hayal meyal bir ev belirdi genç kızın hayalinde. "Okutun bu çocuğu, okutun", dedi yaşlı kadının biri. Yaşlı ve güngörmüş kadınlar, onlar bilirdi. Bir genç kız, dev bir üniversitenin kapısında kalakaldı aniden. Elinden tutan kimsesizlik onu yurt odalarının kalabalığına oradan da dev amfilere taşıdı. Önünde bilim varsa karanlık ardında demekti. Kimya biliminin ışığı aydınlattı ufkunu önce. Sonra beyaz önlüğü karalandı. Kapkara bir bozgun yığıldı aydınlık laboratuarın önüne. Ardından amfilerin kalabalığı sıyrıldı gölgesinden güneşin gökten çekilişi gibi... Şimdi geçmiş ve karşısındaki kalabalığın dengesiz duran iskeleti ona kimsesizliğin, örselenmişliğin adını aynı desenin farklı renklerinde sunuyordu: Sarmaşık... maşık... aşık... ışk... aşk... Sonra bir anda dev bir amfide en arka sırada, en tepede buldu kendini. Dirseklerini sıraya dayamış dersi dinlerken, kürsüdeki dev bilim adamının sesi dört bir yanda çınladı: "Kızım sen nerden geldin? Hangi hakla? Sana diyorum." Önce bir şey anlamadı. Ta ki bir alev topu yüzünü yalayıncaya dek. Kendini işaret eden bir kalemin ucunda. O bilim insanının parmakları arasında. Tarihe ne isterse yazardı o kalem. Bütün kafalar ona döndü. Ağır bütün silahların namluları gibi... Kursağına yürümüş sabrını bir kenara tükürüp "Senin geldiğin yerden" demek istedi. Edebi iteleyemedi. Sustu. Başı döndü. İlkini orada yaşadı o korkunç nefes darlıklarının. Orada sendeledi yüzden fazla insan içinde. Bir o. "Çık dışarı!" dedi, kürsüdeki dev bilim gölgesi. Bu ses ona gelene kadar tüm yeryüzünü dolaştı, öyle ki nefretle değmediği, acıyla mühürlemediği tek karış toprak kalmayıncaya dek. Bu sözün eteğinin sürünmediği tek bir gölge kalmadı. "Çık dışarı!" Kürsüdeki adamın parmaklarının arasındaki kalem geleceğine bir çarpı atarken o susakaldı... Ne direşken, ne yeğin bir emirdi. Ne karşı konulamaz bir bilim ışığıydı o ses. Gözleri kamaştıran, aklı alan. Harfleri anlamlı bir cümle olacak şekilde bir araya getiremedi, ta ki "Çık dışarı" emri insanların bakışlarında dev bir çığa ve yankıya dönüşünceye dek... Görklü bir aydınlığın muti tilmizine emre itaat lazımdı. Kızlar gülüştüler. Erkekler başlarını çevirdi. Kimisi söylendi. Koskoca bir amfide gülünecek acınacak bir oymuş gibi, sanki o küçücükmüş hatta bir noktaymış gibi üzerine üzerine yıkıldı gözler. Alaycı sözler çamur gibi atıldı yüzüne... İçi bulandı. Nasıl böyle olabilirdi hayat? Nasıl bu kadar acımasız? Aklı almadı. Sıraya zincirlenmiş , prangalanmış gibi dondu kaldı. Hemen sonra şimdi dirilmiş bir ölü gibi duydu o sözü. Anladı ve uzun eteklerine dolandı sözler, afalladı. Bir elinde paltosu bir elinde kitaplar koşarak çıktı amfiden. Ders koptu. Haftasonları çok kereler film izlemeye geldiği bu sinema amfide film onun için sonsuza dek koptu. Bu onun için şimdilik derin bir kopuşun sadece başlangıcıydı. Dersi yarım bırakarak çıktı ve hiç bir şey düşünemeden yürüdü. Yürüdü. Şehrin acımasız ve hırçın ayazından kendini biraz olsun korumak için yüzünü, avurtlarını paltosunun kol yenleriyle kavradı... Sakladı... Gözleri hayretten, şaşkınlıktan kocaman bir soru mührü olmuş. Nereye gidildiğini bilmediği bir durağa geldi. Usulca oturdu. Otobüs bekleyen kalabalıkların içinde saklandı. Sindiği bu kalabalık kuytuda boğazına zamanın bileyip durduğu bir hançer dayandı. Acıdı yandı kavruldu boğazı oluk oluk. Damar damar soyuldu canı. Boğuldu. Kılığını kırk yaran, onu kapılardan çeviren zihniyet yıllar sonra, güçbela bulduğu işi de çekip alacaktı ellerinden: "Bu sarmaşık desenle girilmez. Bu ışkla... bu ışıkla... bu aşkla... bu kılıkta girilmez." Bir yere girilmez ise çıkılmazdı da.Beyaz önlüklüler daldı aydınlığına ve yine boyadı, kendi koyu karasına. -Yine o başka ülkedeki o başka mimar kadın, Mary Isabella.- Şehrin acımasız ve hırçın ayazından kendini biraz olsun korumak için yüzünü, avurtlarını avuçladığı paltonun kol yenlerine dayadı. Yıllar, hatıralar o eski paltonun yenlerinden karanlığa yeniden gömüldü, ruhuna bir daha ele geçmez zamanların, o paramparça lime lime olmuş kol yenlerinde gençkızlığının suskun ama hayat dolu şarkılarını duydu. Eşi, ona bu paltoyu nişanlıyken almıştı. Nasıl böyle olabilirdi hayat? Nasıl bu kadar acımasız. Aklı almadı. Sindiği kuytuda boğazına zamanın bileyip durduğu bir hançer dayandı. Acıdı yandı kavruldu boğazı oluk oluk. Damar damar soyuldu canı. Boğuldu.Yıllarını verdiği bu ev ve bedeni arasındaki mesafe "çık dışarı"sözünün engin (!) ufuklarında kayboldu. Eridi. Saatler sonra ışığın köşesine çekildiği anlarda sesler de gömüldü gecenin koynuna. Soğuktan kaskatı kesilmiş bedenini ve buz kesmiş yüzünü zorlukla çekti yeniden yaşamın ölgün kıyılarından. Önce iyice ıslanmış ve buzlanmış paltoyu iteledi üzerinden, sonra balkonun soğuk taşlarında kendinden ayrılmış gibi duran sert kütleleri, ayaklarını kıpırdatmaya uğraştı. Olmadı. Zorlukla nefes alıp veren bir taşa dönüşmüşlüğünü nice zor kramplardan sonra kırabildi. Bir heykelin, bir taşın yeniden toprağına karışması gibi kalktı yavaşça. Acıyla. Geriye. Eve dönüşün sızısı ve kızına duyduğu özlem, bu taşlaşmış bedeni yumuşak bir hamurla kardı. Yatağına varması uzun zaman alsa da. Uzak şehirlerden gelmiş gibi yorulsa da şu kısa kısacık mesafede. Odanın sıcaklığı okşadı önce buz kesmiş yüzünü. Yediği darbelerden ve soğuk havaya direnmekten iyice yorgun ve hasta düşmüş gövdesini ılık bir tatlılık kapladı. Acıyan boğazı ılıdı. Loş ışıkta elini camın buğusuna götürdü. İçeride olduğunu dışarıdan görmek istedi. Dışarıda suskun bir sis ışıkları boğuyordu. Yıllardır oturduğu köşeye, yatağın tam o ucuna iliştirdi gölgesini. Yıllardır yorgunlukla prangalanmış ayaklarını dayamaktan mı bilemedi, kırıktı yatağın kenarları. Nefesini tutarak içeriden gelen aldırışsız, sakin ve sıradan bir gecenin loş rahatlığına çağıran sesini duydu. Televizyonun sesi, kısık ve içtensiz. Ve ellerini yatağa dayayıp başını şuracıkta yatan küçük kızın korunmaya muhtaç zayıf bedenine çevirdi. Yine aç yatmıştı. Akşamın hengamesinde bir çocuğun hafızasında kazınan bu şiddet. Hatırlamamaya, o ana dönmemeye çalıştı. Başı döndü. Ve döndü. Göğsünde derinden vuran bir zonklama nefesinin dinmeyen hırıltısına eşlik etti ve binlerce defa aynı ana döndü zaman... Dalgalar büyüdü büyüdü ve hızla çarptı odanın duvarlarına ve zihnine. Omuzları çöktü. Sessizlik omuzlarına çullandı arsızca ve sökün etti bir acı mahpusluk rüyası. Nereden atıldığı belli olmayan kör kurşunlar gibi yuttu sessizliği... Ve o hep aynı metalik tad zihninde birdenbire sese dönüştü. Binlerce defa başı vurdu sert duvara. Gırtlağına kadar çıkmış ölüm, tek nefesle geri döndü. Tek nefesle bildi. Yaşıyordu. Yaşıyordu. Ve yaşarken yalnız bir fısıltı sadır oldu nefesinden; "Tanrım uzak ülke neresi?" Bilemedi. Saçları. Elini ağrıyan başına götürdü. Tutam tutam ağarmış saçlar döküldü parmaklarına. Dolandı hayata tutunur gibi. Ve düşüverdi ayaklarının dibine. Gecenin gölgesi takıldı saçların peşine. Örselenmeye alışıktı da bu seferki bambaşka bir yangıyı sürüklemişti peşinden. Ateşle sıvazlanmış yaşlar süzülürken hıçkırıklara boğuldu. Bu sağanak altında göğsündeki acı sarsılış, hırıltılı nefesinin ferini iyice azalttı. Yaşıyordu ve yaşayacaktı. -Yine o genç kız başka bir kara parçasında Züleykha Yasemen...- Omuzlarına düşmüş örtüyü çekip koyuverdi çantasının üzerine... İçinde saklanmış minik tokaları almadan. Paltosunun üzerine dağıldı saçları. Kıyıya vuran hırçın ama yenik dalgalar gibi.Durakta otobüs bekleyen kalabalık, bu hırçın dalgaların mavi suskunluğunu duymadı. Genç kız, örtüyle ilk tanışmasını anımsadı gözbebeklerinde zaman hızla akarken. Yıllar önce o mağazada kendine bir desen beğendiğinde ve satıcı kız ustalıkla katlayıp o ipek örtüyü poşete usulca koyuverdiğinde nereden ah nereden bilecekti o sarmaşık desenli ipek örtünün karşılığında tüm ömrünün, hayatının isteneceğini... Tüm ömrünün, tüm kelimelerinin, tüm sevgilerin, tüm varlığın kendisine sorulmadan birer birer çekip alınacağını. Bilemezdi bu kadarını.. Sadece tuhaf açıklaması zor bir aşka tutulmuştu. Kimselerin duymadığı bir nağme duymuştu. Yahut kimselerin görmediği bir suret. Anlatamazdı. Açıklayamazdı ne kendine ne insanlığa. Ve bilemedi o bir bakışla içinin aktığı sarmaşık desenli ipek örtünün dallarına katran karası yangınların tutunmuş olduğunu... Hayatı hallaç pamuğu gibi atılan yaralı bir neslin, örselenmiş, hırpalanmış hafızasından şimdi nasıl bulup çıkaracaktı hayallerini? Umutlarını. Güzelliğini. Boynunu ısıtan örtü, bir yanardağın zirvesinden aşağı hızla kayan lavlar gibi düştü omzuna. Bebeği kucağında ölüveren bir kadın gibi boşandı ve düğümlendi nefesi... Önce anlayamamaktan doğan duygusuzluk. Yanan heryerin ilk anki buz tutan soğukluğu. Sonrası kahırdı,taşı taş üstünde tanımayan. Ve çaresizlikten doğan o bezgin ve çıplak öfke. Ve yapış yapış sorular, cevabı kendinden menkul. Bir kadındı. Ne fark ederdi yahut bir siyahi. Veya varlığına kastedilmiş bir Kızılderili. Yahut toplumun dışladığı bir engelli ya da bir savaşın ortasında kalmış annesinin elinden tutan küçük bir çocuk. Gadre uğramışlığına saf varlığının, varoluşunun kendisinden başka bir izah getiremeyenlerdendi o. Ve yaşarken yalnız bir fısıltı sadır oldu nefesinden ; "Tanrım uzak ülke neresi?" -Birinci kadın yine o aynı başka ülkede. Mary Isabella.- Ağzındaki o pas tadını yuttu metal kırbaçların sesleri... Ağzına bir de kan tadı eklenmişti şimdi. Bacaklarını karnına toplayıp yavaşca yaslandı yatağın demir başlığına. Yatağın yumuşak ve yalnız kucağına kusmak istedi ağrılarını... Uykuya sarıp da sunmak istedi sancılarını. Ruh denizinin kor dalgaları yanaklarında daha ince perdeden bir şarkı gibi geçerken, dayadı can kulağını yanında kıvrılıvermiş yatan küçük kızının sessiz ve derin nefesine. Ölmek zor değildi de zor olan küçük bedenli dev ruhlulara mutlu bir yaşamı çizecek simli bir kaleminin olmamasıydı. Hep kendisine inceden bileylenip duran zaman vardı ya. Ah dargın değildi. Yaşamın kendisi hışımla çekilip ellerinden alınan kadınlar gibi ıssızlığı dil edinmişti. Yaslanıp durduğu o masum öfke harf suretinde açığa çıkmasın diye susuyorduysa da. Ya içinde ağzını can kulağına dayamış kanlı harfler; onları ne yapacaktı? İçerisinde bir çığ gibi katlanarak güçlenen sesi durdurmadı; "çık dışarı!" Ah yurtsuz kalmışların kaderi! Ah şu sırları dökülmüş aynanın tuzla buz oluşu gibiydi onların varı yoğu. Yeri, bir dört duvarı olaydı. Şu modern barakadan çıkmayacak bir leke gibi her atıldığında, naçar adımını sessizce duran balkoncuğa atıp oracığa sinmezdi. Asla çıkmayacak bir koku gibi. Sayrılardan sıyrılır gibi uykunun merhametli göğsüne düştü başı. Nice sonra kendine geldiğinde dolaptan çantasını çıkardı... Sabah olmak üzereydi. Kızını kucakladı sıkıca sardı sarmaladı ve bir hamlede ayırdı geçmişi geleceğinden... Geçmiş, bir samurayın kılıcından damlayan kan gibi sıçradı eteğinden. Dışarıda hasret ayazı aydınlık bir sabahı kucaklıyordu. Kımıltısız geçmiş, o abus çehresindeki dik ve mağrur bakışlarını tek bir noktaya "farkındalığa" yöneltmişken. Kimse "o acı anı" yaşarken bilemedi bir başkasının o çok farklı olan hayatının devamını / bir diğer anlamını / ya da o anlamı bambaşka bir dünyada bambaşka şekillerde yaşıyor olabileceğini. Belki de hiçbir ülke sanıldığı kadar uzak değildi. Ruhun desen çıkarabildiği her kuytu o uzak ülkeye giden yolun aydınlık bir harfiydi. Berceste / 80
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|