|
04-21-2009, 13:55 | #1 |
İSLÂM VE EKONOMİ
İSLÂM VE EKONOMİ
ALPEREN GÜRBÜZER Ekonomi, insanın insan ile aynı zamanda tabiat-insan ilişkilerinden doğan bir ilim dalıdır. İktisat olarak da ifade edilen ekonomi kavramı, tüm sosyal hayatımızı ilgilendiren bir olgu. Bu yönüyle ekonominin sosyal ilimler arasında önemli bir yeri vardır. İslâm toplumunda kâr faktörü ekonominin ruhunu oluşturur, faize geçit verilmez bu yüzden. Ekonomik faaliyetlerin özünde sınırsız istekler veya kıt kaynaklardan kaynaklanan meseleler yatmaktadır. Kaynaklar sonsuz olsaydı, belki de ekonomiden bahsetmeye gerek kalmayacaktı. İnsanın tabiatla ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetler, ilim adamlarınca enine boyuna tartışılarak toplumun yararına ekonomik model oluşturma eğilimlerin türemesine yol açmıştır. Bu modeller arasında sermaye-emek ikiliğinin el ele verdiği sistem ancak İslâm’ın kabulü olabilir ancak. Üretim, tüketim, mübadele ve para gibi unsurlar gerek liberal, gerek sosyalist, gerekse diğer ekonomik model alanlarında farklı yorumlara tabii tutulmaktadır. Kapitalizmin ekonomiye bakışı ile Marksizm’in ekonomiye bakışı arasındaki farklı çizgileri görmek pekâlâ mümkün. Beşeri sistemlerin sundukları reçetelerin tümüne tarihi seyir içinde şöyle bir baktığımızda, insanlığa ilaç diye sundukları ekonomik reçetelerin ömürlerinin pek o kadar uzun olmadığını görürüz. Saman alevi gibi uçup gittiklerini sağır sultan dâhil herkes biliyor artık. Üç aşağı beş yukarı bu ideolojilerin temelde birleştikleri nokta, meseleyi maddi planda ele alıp insandan hareket etmemeleridir. Tarih insanı hiçe alan hiçbir sistemin ayakta kaldığına şahit olamadı bugüne dek. Oysa İslâm’ın hareket noktası insanla başlar. Yani İslâmiyet’te insan, eşref-i mahlûkattır. Dolayısıyla kıyamete gününe kadar İslam’ın soluğu devam edecek, buna inancımız tam. İnsana değer veren ilahi buyruğun hayat var oldukça baki kalması da gayet tabiidir. Demek ki; İslâm’ın değer ölçüsü insan olduğundan dolayı onu cümle âleme eşref-i mahlûkat ilan etmiş. İslâm, bireye tabii kaynakları israf etmeden harcamayı öğütleyerek, ta baştan insanı maddi arzu ve birtakım dünyevi ihtiraslardan soyutlanmasını tembihlemiştir. İdeolojiler ise sürekli insanı maddi arzu ya da nefsi isteklerinin kölesi yaparak tabiata mahkûm yapmaktalar. İslâmiyet’le İnsan ekonomik hürriyetin tadını yaşarken, ideolojilerin kapanına düşen toplumlar da ise insan maddenin esiri olarak hayatını geçirir. Aradaki farkı gördükçe Allaha ne kadar şükretsek az. Ne mutlu bizlere ki böyle bir dinle müşerref olmuşuz, çok şükür. İslâm, ferde mülkiyet hakkı tanıyarak toplumun bireyi ezme ihtimalinin önüne de geçmiştir. Kaynakların azlığı ile talebin çokluğu arasındaki dengesizliğin bunalım doğurduğunu gören dinimiz, insana kanaat şuuru vererek israfa kaçmayacak hayat tarzını da uygulatır. Çağdaş ekonomiden söz eden çevreler, maddi ve suni prensipleri ilke edindiklerinden dolayı, kitlelere israfın karşıtı olan ‘iktisat şuuru’ verme şansına sahip olamıyorlar. Zira İslâm ekonomisine vahiy’in soluğu karışmakta, dünyevî sistemlerde ise sonsuz ihtiraslar, maddi arzu ve kişisel kaprisler yer almaktadır. Yani İslam’da haram ve helâl ölçüleri hem ferde, hem de topluma çeki düzen vermektedir. İslâm’da eşya kişinin kendi istek ve kaprislerine göre hovardaca kurban edilmez. İnsan ancak bir ölçü çerçevesinde tabiatı işleme hak ve hukukuna sahiptir. Düşünebiliyor musunuz, eşyanın bile hukukunu tayin eden bir dinimiz var. Başlı başına hukuk özelliği içeren İslâmiyet, insanlığı karanlığa düşmemesi için, A’dan Z’ye her şeye nizami prensipler öngörmüştür. Yeter ki, biz o ilahi hükümleri asrın idrakine sunabilmek basiretini gösterebilelim, bak o zaman Allahın güllerinin yakamızı bırakmayacağına şahit olacağız. İnsan, İslâmiyet’i kabul etmekle, bulunacağı ekonomik faaliyetlerde vahyin ve sünnetin emirlerini göz önüne almak zorunluluğunu hisseder. Böylece haram ve helâl gibi sübjektif değerler ekonomik faaliyetlerde önemli unsurlar olmaya başlar. Nitekim meşru kazanç duygusu toplumu sardığında, ekonomik dengeler kendiliğinden rayına oturacağı muhakkak. Anlaşılan odur ki helâl daire içinde bütün üretim faaliyetleri İslâm’ın kabulüdür. Nitekim Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kılmıştır. İşte, gerçek iktisadiyat bu... Ahlâkî gerçekleri görmezden gelen ‘izm’ler, maalesef dünyamıza refah seviyesi getiremediler. İslâm’da ekonomi, sadece maddi çerçevede ele alınmaz, manevi cephesi de çok önemli. Bu amaçla İslam toplumunda üretim ve tüketimde İslâm’ın ilkelerine bağlı kalarak refah dengesi sağlanmak hedeflenir. Siyasi, sosyal ahlâkî ve kültürel öğelerin ekonomi ile ilgili bağlantılarını bizim kültürümüzde ilk kez İbn-i Haldun ortaya koymuştur. Zira ekonomi sadece maddî unsurlardan ibaret değil, sübjektif prensiplerde söz konusu. Mutlak prensip şüphesiz Allah’ındır. Sonra sırasıyla insan, hayvan, bitki ve en nihayet eşyanın hukuku gelir. İslâm çağları aydınlatan tek din. Kutsal metinlerimiz düne mahsus olmayıp, bugünde bütün insanlığı kuşatıp ihya edecek potansiyelde. İlâhi hükümler önceden insanoğlunun idrakine sunulmuş ki dünya hayatında rahat yaşayabilsin diye. O halde yapılacak tek şey asrın idrakine sunulan İslam’ın öngördüğü ekonomik faaliyetleri devlet ve bireyler arasında tam uyum haline getirmek olmalıdır. Vahiyde geçen hükümlerin ayrıntılı olarak açıklanmamasının hikmeti her devir insanının idrak seviyesine göre anlaşılabilir olması içindir. Bu yüzden İslami kaidelerde elastikiyet mevcuttur. Dolayısıyla Ayeti celililer ayrıntılardan uzak elastiki hususiyetiyle, her devrin insanının anlayabileceği bir şekilde önüne koyulup geçerli hükümler olarak nesilden nesile devam etmekte. Ayrıntılara girmek insanların kendi özel çaba ve gayretine bırakılmıştır. İşte dinimizin bu elastikiyet özelliği, İslam’a çağları aşan evrensellik özellik katmaktadır. O’nu anlamak, ayetlerden hüküm çıkarmak veyahut ta yazılı eserler ortaya koymak başta âlimler olmak üzere tüm tefekkür yeteneğine sahip tüm insanlara düşer. Hâsılı İslam’ın insan ve madde telakkisi, Rıza-ı ilahiye doğrultusunda ekonomik tasarruf hakkı tanınma yönündedir. Ekonomi kanunları kesinleşmiş umdeler değildir. Bir kimyasal maddenin hassas terazide tartılması gibi kesin veriler vermez. Ekonomiye, sadece bir düşünme biçimi, bir bakış, bir yaşama tekniği aracı olarak bakmak gerekir. Pozitif ilimlerde somutlaşan kesin bulguları, ekonomi kaidelerinden beklemek hayaldir. Çünkü üretim faaliyetlerinde bir süreç yaşanmakta ve bu sürecin gereği ekonomik ilişkilerin giderek çok karmaşık tablo arz etmesi bizi bu fikre yöneltmektedir. Ekonominin kesin doneler vermemesi, aynı zamanda üretim faaliyetlerini okuma farklılıkları, aynı zamanda değişik tahminlerde bulunmak gibi kriterler ekonomi ilminin yapısına has özelliktir. Üstelik üretim faaliyetlerinde inişler, çıkışlar, yani med-cezir manzaraları hiç eksik olmaz. Bu yüzden ekonomik faaliyetlerde yüzde yüz kesin neticeler beklemek abesle iştigaldir. Belki de bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri bulma cehti ekonomi dediğimiz olaya has bir meziyet olsa gerektir Meselelerin çözümünde mutlaka; “Vahye, sünnete, icmaya ve kıyas”a başvurmak gerekiyor. Kur’an, ana ilkeler ağıyla örülü olduğu içindir ki, herkes hüküm çıkaramaz. Kaldı ki Kur’anın zahiri (çıplak) manasını anlamak için bile âlim ve bilgelik şart gibi. Kur’an sadece ibadete yönelik hükümlerden ibaret olmayıp, sosyal hayatın her yönüne de hitap eder. Dolayısıyla bu dünyada insan, Allah’ın halifesi olma hak ve yetkisiyle sosyal hayatın mimarı olarak şan kazanmıştır. İslâmiyet, toplum içinde mevcut olan farklılıkları normal karşılamakla kalmamış, bu farklılıkları toplumun ilerlemesi için zaruri olduğunu vurgular. Mutlak eşitlikten söz etmek akla ve mantığa ters düşer zaten. Zira Marksistlerin ayrı ayrı sınıfların varlığını tanımaması hayalî bir duygudur. Bütün toplumu sırf işçi sınıfından ibaret sanmak bugünkü ilmin de kabul edemeyeceği bir husustur. Çünkü insanlar kabiliyetleri veya liyakatleri ölçüsünce toplumda yerini alırlar. Mutlak bir eşitlikten söz edilecekse, herkese imkân ve fırsat eşitliği ilkesini savunmak daha doğru olur diye düşünüyoruz. İslam’da mutlak mülkün sahibi Allah’tır. İnsanların tasarrufta bulunduğu mülk sadece izafidir. Allah (c.c) mülkünün tasarruf hakkını devlete, özel sektöre ve ferde vermiş, ama sınırlayıcı hükümlerde getirmiştir. İslam’ın kişiye tanıdığı miras hakkı ise mülkiyet hakkının devamından başka bir şey değildir. Özel mülkiyet dinimizde serbesttir. Fakat kamu yararına ters düşmeyecek biçimde izin verilmiş. Devletin ekonomideki faaliyetlerine de sıcak bakılmış, ama tebaanın hayrını gözetmek şartıyla. Hakeza ferdin girişimcilik özelliği de engellenmeyip, helal daire içinde kazanç kapılarının açılmasına müsaade edilmiştir. Kapitalizmde olduğu gibi, sınırsız kazanç ve sonsuz ihtiras İslam’ın kabulü olamaz. İslam getirdiği zekât müessesesiyle tekelci oluşumların önceden önü kesilmiştir. İslamiyet zenginlerin kazandıkları malların kirinin ancak kazandıklarından bir kısmını fakirlere verilmekle temizlenebileceğini vurgulayarak, toplumsal dengeyi sağlayan bir sistem ortaya koymuştur. Zekât, hem dini vecibe, hem ekonomi müessesi, hem de sosyal bir kurumdur. Allah (c.c) faizi yasaklayarak, insanların üretime ve yatırıma teşvik eder. Faiz sistemi, yatırım duygusunu körelttiği gibi, bedavadan para kazanan tekelci çevrelerin çoğalmasını da sağlamaktadır. İslam, bütün ekonomik faaliyetlerde toplumun iyiliğine vesile olacak girişimlerin Allah’a ibadet bilinciyle hareket edilmek şartıyla destekleyip, hatta toplumların bundan sayısız faydalar göreceğini ilan eder. Hiçbir zaman kapitalizmin başıboş plansız ekonomisine, komünizmin ferdi hürriyeti yok edici ekonomik anlayışına İslam geçit vermez. “Bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” mantığı kapitalizmin eseridir, bizim eserimiz asla olamaz. Sınırsızlık, başıboşluk ve plansızlık liberalizmin açmazıdır. İslam kapitalizmde olduğu gibi ne ferdi, ne komünizmde olduğu gibi toplumu, ne de faşizmde olduğu gibi devleti putlaştırır. Dinimiz ancak bireye, devlete ve topluma ilahi hükümler çerçevesinde ekonomik faaliyetlerde bulunma yetkisi verir. Böylece insanlık, suni putların hegemonyasından sıyrılarak, Allah’a (c.c) kul olmakla gerçek hürriyetin bilincine varır. İnsanlığa kardeşlik kavramını aşılayan sadece dinimizdir. Müslümanlar olarak Âdem (a.s.) ile Havva anamızdan geldiğimizin idrakiyle Allah (c.c) huzurunda adil muamele göreceğimizi anlarız. Zaten namaz ibadeti; zengini, yoksulu, halifeyi, çobanı vs. herkesi aynı safta sıraya dizmektedir. Bu yüzden halifeyi dilenciye eşit kılan bir sistemin adıdır İslamiyet. Üstünlüğün ancak ve ancak takvada olabileceğini beyan eder Kur’an.. Kardeşlik duygusu olmayan sistemlerin kimi insanı birkaç patrona, kimi devlete, kimi de topluma kurban etmektedirler. Günümüzde tekelcilik, karaborsa, faiz gibi faaliyetler maalesef özgürlük adına serbest bırakılmıştır. İslamiyet insanı Allah’ın mukaddes bir emaneti olarak tanımladığı için sömürülmesine de müsaade etmemekte ve hürriyet içinde yaşamasını öngörmektedir. Mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olma şuuruyla, kişilerin, kurumların toplumların ve devletlerin ancak sahip oldukları ekonomik gücün emanetçileri gibi davranmaları gerektiğini beyan eder. Aksi takdirde insanoğlu tarihte yaşandığı gibi kendi elleriyle daha çok putlar ihdas etme sapkınlığına düşecektir. Devlet başkanı idarenin en tepesinde olması o’na her şeye hâkim rolü vermiyor. Ülkenin emiri de olsa, ilahi hükümlere riayet etmekle mükelleftir. Aynı zamanda Ul’ul emr’e kanunlar çerçevesinde hareket etme zorunluluğu getirilmiştir. Kanun benim, o halde güçte benim gibi sözler ortaçağ devrine ait düşüncelerdir. Tebaa da yöneticisine kanunlar doğrultusunda faaliyet gösterdiği sürece itaat etmek mecburiyeti getirilmiştir. Hz. Ebubekir (r.a.): “Allah’a ve Peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Onların yolundan ayrılırsam sizden baş eğmenizi istemeye hakkım yoktur” diye buyurması bunun bir delili zaten. Maddi ihtiraslar, sorumsuz davranışlar, gösteriş varı tutkular vs. çağımızın kapıldığı kronik bir hastalık. Tüketim çılgınlığı git gide etrafımızı daraltan bir çember. İnsanlar Kur’an’ın sesine kulak verseler, kapitalizmin aşıladığı tüketim duygusundan kendilerini kurtarabileceklerdir elbette. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ey İnsanlar! Yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin...” buyurması buna işarettir. İslam, özel mülkiyete müsaade vermiş ama kurallara bağlamıştır. Bir kere; - Malın devamlı kullanılması, - Kazancının zekâtını ödemek, - Kamu yararının gözetilmesi, - Helal kazanma şartı, - Mülkün tasarrufatında israfa kaçmamak, - Miras prensiplerine uyma gibi bir dizi kurallar getirilmiş. Ancak bu kurallar ölçüsünce özel girişimciliğe İslam’ın açık olduğunu bir hadis ile örnek verebiliriz: “Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde kıldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir.” Peygamberimiz (s.a.v.) bu güzel beyanıyla ekonomik kayıpların önüne geçmenin mesajını vermiş tüm insanlığa.. Kapitalizmde ise bir mülkü ele geçiren insan, bir nevi o malın tanrısı oluyor. İslamiyet’te servetin bütün toplum kesimlerine yayılması esası vardır. Kur’an: “Taki o mallar, yalnız zenginler arasında dolaşır olmasın” buyuruyor. Böylece, sermayenin tekelcilikten kurtulması için geniş kesimlere yayılması amaçlanır. Ayrıca sanayide kullanılan makineler, banknot ve çekler, ticari gelirler, kiralar vs. hepsi zekâta tabidir. Zekât, tekelciliğin önünde en büyük emniyet sübabı görevi yaptığı muhakkak. Zekât sayesinde servetin belirli ellerde odaklanmasının önüne geçilerek, toplumun refahı sağlanır. Yani İslam özel sektöre bazı kaideler getirerek tekelciliğin önüne set çekmiştir. Mal, yalnız seçkin zümreye ait değildir çünkü. Öte yandan dinimiz emek-sermaye dengesini de öngörür. Yani, ne sermayenin emeği egemenlik altına almasını, ne de sermayenin ortadan kalkmasını onaylar. Dinimiz herkesin helal daire içerisinde kabiliyetleri ve liyakatleri ölçüsünde ekonomik katılımını öngörür. “İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz.” hadisi şerifi sayesinde emek-sermaye dengesi sağlandığı gibi, aynı zamanda işçi ve işveren ilişkisinin nasıl olması gerektiği önceden belirlenmiştir. Zira Hazreti Peygamber (s.a.v.): “En iyi kazanç, işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan işçinin elde ettiğidir” diye buyurmakta. İslam’da üretim araçlarının atıl bırakılması iyi karşılanmadığı için, Müslümanların sürekli yatırım içinde bulunması teşvik edilmiştir. İnsanlar arasında yetenek farklarından dolayı gelir farklarının doğacağı gerçeğinden hareketle, zekât kaidesi ve faiz yasağı gibi müeyyideler getirilmiştir. Sermayenin büyümesi, yatırımcılığın teşviki için mutlaka faizsiz sisteme de ihtiyaç vardır. Ayrıca sermaye-emek ikilisinin barışık yaşaması için, her türlü sömürgeci fikir ve duygulara da izin verilmez. Kuşkusuz, “Allah ticarete izin verdi faizi yasakladı.” düsturu esastır. İslamiyet katılımcılığı kabul görür. Ticaret, ticari ortaklık, kooperatifçilik gibi tüm katılımcı girişimler meşru sayılır. Fakat bütün bu girişimler, manevi değerlerden uzak kalmamak kaydıyla. Demek ki serbest piyasa ekonomi kaideleri İslami kurallar içinde sakıncalı görülmemiştir. Gerek iç, gerekse dış ticarette uygulanabilir serbest ticaret alışverişleri İslam’ın tasvibidir. Nitekim gümrük vergisi gibi uygulanan politikaların ilki Halife Hz. Ömer (r.a.)’nın uygulamalarında görmek mümkün. O yıllarda Müslümanlarla ticari alışverişlerde bulunan komşu ülkeler kendilerinden vergi alınması yolunda direnmişler, ama bu durumu Ebu Musa el Eş’ari Hz. Ömer’e bildirmiş. O’da buna mukabil Müslümanlardan alınan vergiye karşılık eşit bir harcın Harbilerden alınmasını emretmiştir. Bu harç nispeti %10 olarak tayin edildi böylece. Sonraları bu vergi Müslümanlardan %2,5, gayri Müslimlerden %5 almak suretiyle uygulanabilir kaide haline gelmiştir. Anlaşılan, gümrük girişi ya da gümrük vergisine benzer durumlar ilk kez Hz. Ömer (r.a.) devrine ait bir resmi uygulama. Zaten bizim serbest piyasa ekonomisinden kastımız ekonomik faaliyetlerde aşırı rekabete yol açan anlayışı olmayıp, topluma refah getirmeyi amaçlayan, aynı zamanda hizmette yarışı esas (rekabet) olarak telakki etmemizdir. Her türlü spekülatif faaliyetler İslam’ın kabulü değildir. Yani kamu ve özel sektörler arasındaki hizmette yarış işbirliği ekonomik planlamanın temeli olarak değerlendirilir. Hâsılı, İslam’ın ekonomik anlayışı hem maddi, hem de manevi sütunlar üzerine inşa edilmiştir, bu böyle biline. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
04-23-2009, 10:24 | #2 |
paylaşımın için Çok sağolun.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|