AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-18-2009, 23:47   #1
Kullanıcı Adı
Gökmen
Post Kalbin Zümrüt Tepeleri..Bir Hülâsa -6-
Bir Hülâsa -6-

Yolun Bazı Projektörleri

İman, kalbin canı; ibadet, onun damarlarında akıp duran kanı; tefekkür, murâkabe, muhasebe ise onun bekasının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı; ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm; tefekkürsüz, muhasebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar, sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da kat’iyen kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dâhil olanlar, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar: Düşe-kalka yürür, müsabakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini bir vefasız, aşılmaz tepenin yamaçlarında tüketirler.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. وَلٰكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ fehvâsınca da, insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: “Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.” buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkati çekmektedir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî-mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir latîfedir. Kur’ân bize: “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...”1 duâsını öğütlemede, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle: “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
***
Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Tevbede duygu, düşünce ve davranışların, muhalefetten muvafakata, muarazadan mutabakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutabakat ve muvafakatının sorgulanması bahis mevzuudur. Tevbe, “seyr ilâllah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillâh”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır. Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla onda fâni olma bir inâbe; ondan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi bütün mü’minlerin halidir ve ezanları da: “Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!”dır.2 İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde itibarıyla “Rabbinize inâbe ediniz.”3 müntehâ itibarıyla da: “Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi.”dir.4 Üçüncüsü enbiya ve mürselînin hususiyetleridir; şiarları da, “Ne güzel kuldur. Çünkü her zaman (Allah’a) rucûdaydı.”5 şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
***
Müslüman, ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibarıyla kat’iyen muhasebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hatta yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: “Tevbe edip Allah’a dönün!..”6 ve “Rabbinize inâbede bulunun!..”7 ümit edalı, rahmet şiveli ilâhî nefahâtıyla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış, ona bir baksın!..”8 yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarıyla teyakkuza geçer; kendine çekidüzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar mevsimi gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır.. zaman zaman cismaniyete toslayıp sarsılsa da: “Sineleri her zaman Allah’a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir.”9 ilâhî beyanına göre her zaman tetiktedir.
“Fütûhât-ı Mekkiyye” sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hafızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdanî ızdıraba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfara sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehalet eder, nihayet, temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
***
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta Hakk’ın kitabına yönelmek, onu anlamaya çalışmak, hayatı ondan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak; kâinat kitabındaki ilâhî sırları keşfedip ortaya koymak ve insana her an ayrı bir imanî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tespitlerle, imandan mârifete, mârifetten muhabbete, muhabbetten ruhanî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk hâline getirmek, sonra da ahiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın (tefekkürde icmalî mânâsını bulan) nurlu yolu..!
***
İnsan, imanı hesabına, beden ve cismaniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır.
***
Hüzün, insanın insanlığı idrakinden kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basiretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin sürekli Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek şeyleri duyup, hissedip O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, “çâre! çâre!” çığlıklarıyla O’na dehalet etmesi bakımından da çok lüzumlu ve çok gereklidir. Hüzün vardır, ibadet ü taatteki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubûdiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır.. ve bu bir avam hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya (Allah’tan başka her şey) meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır.. bu da bir havas hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nâsut âleminde, diğer ayağı da lâhut âleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki âleme karşı muvazene ve temkine riayet etmeye çalışır; çalışırken de her an muvazeneyi bozdum veya bozacağım endişesiyle ürperir ve sürekli hüzünle inler ki bu da asfiyanın hüznüdür.
***
Cenab-ı Hak nurlu beyanında, bizi huzuruna celp ve maiyyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itaplarının, yavruyu onun şefkatli kucağına çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerim’de havf u haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici ise de diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir. Cenâb-ı Hak’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve yönlendirmeden uzak, yararsız, hattâ zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arz eder. Cenâb-ı Hak, nûrefşân ve ümitbahş beyanında yer yer: “Eğer gerçek mü’min iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”10 buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini; “Sadece ve sadece Benden korkun.”11 diyerek de hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: “Her an üzerlerinde nigehban bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler.”12 ve: “Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua ederler...”13 gibi pür-envar beyanlarıyla, havfla mâmur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder. Eder, zira hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır.
***
Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir.. nebiler, sürekli içinde âdeta İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrak ufuklarında her zaman: “Cenâb-ı Hak azametle dağa tecellî edince, dağ şâk şâk oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı.”14 gerçeğinin tulû ve gurubları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Haşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bilebilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hattâ zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.” buyurur.
***
İmam Şafiî: “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım.. günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” der. Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; yeis çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-savurduğu hengâmda da recâ seralarına sığınmak da ayrı bir yaklaşım keyfiyeti sayılabilir. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir... Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecellî etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir hâlinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insan yanlı olmaları itibarıyla, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhirî esbap açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir. Havf u recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nuranî kanat olarak kullanmaktır.
***
“Nefis dünyaya karşı âh u efgân içinde.. hem de kurtuluşun, dünya ve içindekilerini terk etmeye bağlı olduğunu bildiği halde. İnsanoğluna öbür âlemde, buradan göçmeden bina ettiği evlerin dışında, içinde oturacağı bir yuva yoktur. Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harap etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harap oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar...” (Hz. Ali)
Tam ihlas, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takva da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zira, اَلْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ câmi hadisi; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadis; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriat’ın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu.. ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini.. ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğunu beyan buyurmaktadır.
“Zinhar halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Bir gün mutlaka geldiği gibi gidecek olan dünyanın ziynet ve debdebesini bırak!”
Asr-ı Saadet’le insanlığın tanıdığı vera, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdeta semavîleşti ve her mü’minin gâye-i hayali hâline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca imam hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını veriyor.
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri bütün bir ömür boyu “Günahım!” deyip feryat ediyordu. Bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrağa zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına ait bir kalemi, sahibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbn Mübârek anlatıyor. Üzerinde başkasına ait bir hak var olduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değil.. meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz da bu vadinin hâl tercümanlarından!. ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhanîleri aşan hayatlarıyla lebâleb..
İ’tizar: Kalb ve ruh ufkunda farklı bir buudda yeni bir seyahate sülûk etme iştiyakıyla beklerken Muhterem Hocamızın muhtelif makalelerinden istifadeyle hazırlanmış bir derleme.

Dipnotlar
1. Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
2. Nûr sûresi, 24/31.
3. Zümer sûresi, 39/54.
4. Kaf sûresi, 50/33.
5. Sâd sûresi, 38/44..
6. Nûr sûresi, 24/31.
7. Zümer sûresi, 39/54.
8. Haşr sûresi, 59/18.
9. A’râf sûresi, 7/201.
10. Âl-i İmrân sûresi, 3/175.
11. Bakara sûresi, 2/40;
Nahl sûresi, 16/51.
12. Nahl sûresi, 16/50.
13. Secde sûresi, 32/16.
14. A’râf sûresi, 7/143.

 

Gökmen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi