08-10-2009, 10:29 | #1 |
D.Mehmet Doğan "Türklerle Kürtleri kim ayırdı?"
Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevatın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir macera filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar... Bir de büyük düşmanlar bizi “aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla davet etmişlerdir!
Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyanın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir? Cevabı meçhul olmayan bu soru yerli macera filmi meraklılarına “nayır, nolamaz!” dedirtebilir. Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse ısbat edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünya Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir. Dünya müslümanlarına Türklerin mağlub olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır! Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Neticede, Misak-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyaset takip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rıza göstermiştir. Türkiye müslüman ahalinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünya hükümranı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur! “Bu anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir. Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “ne yapalım?” mevzulu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bazı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur! O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübadele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların farkedilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyaseti tutturulmuştur. Fakat bu “Türk” siyaseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyaseti”, tarihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. İcad edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyaseti izlenmiştir. Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dininden, imanından uzak tutulmuştur. Hatta dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir tarihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir. Küçük bir oligarşik zümre dışında, umumen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamamen çıkarılmış, dil, tarih yeniden oluşturulmuş, geriye kala kala vatan kalmıştır! Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi? Din beraberliği, his beraberliği, gönül beraberliği iç içe idi. Dil, yani osmanlıca denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhal olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili haline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiç bir müslüman türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu. İslâm düşmanlığı siyaseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihni yapısına ağır hasarlar verilmiştir. vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|