AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...



 
Stil
Seçenekler
 
Prev önceki Mesaj   sonraki Mesaj Next
Alt 12-22-2012, 14:45   #1
Kullanıcı Adı
Ertuğrul ÖZGÜL
Arrow Said Nursi:'Bir sülâle-i mârufeye nisbetim yoktur'


Said Nursi:'Bir sülâle-i mârufeye nisbetim yoktur'


Ahmet Akgündüz'ün Said Nursi'nin peygamber soyundan olduğuna ilişkin iddialarına araştırmacı-Yazar Müfid Yüksek YeniŞafak'taki köşesinden cevap verdi.Yüksel.'Arap asıllı, Seyyid-Şerif olmak sorun değil. Sorun illa da Kürt olmadığının isbatına ilişkin özel çabadır. Problem olan, bu niyetle sergilenen olağanüstü çabadan ileri gelmektedir.' dedi.Sezai Demirci'de 'Said Nursî ‘peygamber soylu’ olmasa n’olur!' diye sordu

Ahmet Akgündüz: Said Nursi Peygamber soyundandır
Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi'nin anne soyunun İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunlarından Hz. Hüseyin'e, baba soyunun ise Hz. Hasan'a dayandığını arşiv belgeleriyle ispatladığını açıkladı. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı işbirliğiyle, İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında, şunları söyledi: "Bediüzzaman Hazretleri'nin mübarek neslini Osmanlı Arşivleri ve İstanbul Müftülüğü'nde bulunan Nikabet-ül Eşraf belgeleri arasında bulmaya çalıştık. Bitlis ve Hizan'daki nüfus ve tapu kayıtlarından sonra Bitlis'in bir dönem Musul'a bağlı kaldığını hesaba katarak, himmetimizi Irak'a çevirdik. Kıymetli kardeşim Adnan Budak Bey'in de gayretleriyle Üstad'ın şeceresi ile belgeye aylar sonra Üstad'ın dedelerinin mezarlarının bulunduğu Sincar'a bağlı Hıyal köyü yakınlarında oturan tarih araştırmacısı Dr. Mahmud Said Bey vasıtasıyla ulaştık. Osmanlı arşiv belgeleri ve özellikle Tapu Tahrir kayıtlarıyla teyit edilen bu şecerenin yazılış tarihi 1935'lere varmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Bediüzzaman Said Nursi'nin baba tarafından Abdülkadir Geylani'nin torunu Hazreti Hasan'ın neslinden ve şerif olduğunu ortaya çıkardık. Diğer taraftan da annesi tarafından Hazreti Hüseyin neslinden seyyit olduğu ortaya çıkmıştır.

Akgündüz'e cevap veren Müfid Yüksel'in "Bir sülâle-i mârufeye nisbetim yoktur'" başlığıyla bugün YeniŞafak'ta yayımlanan yazısı:

"Yıllardır Bediüzzaman hazretleri ile ilgili lehte ve aleyhte birçok tartışmaya şahit olduk. Soyu ve nesebi ile de ilgili birçok şey tartışılıp durdu. 70'li ve 80'li yıllarda Bediüzzaman'ın nasıl asla Kürt olmadığı, olamayacağı, Türk asıllı olduğuna dair iddialar sürekli serdedilirdi. Aslında bu asırda, bu coğrafyada hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede en başta hizmeti geçmiş bu büyük şahsiyetin şu veya bu nesepten, soydan gelip gelmemesi; şahsiyeti, hizmetleri ve misyonu açısından elbette ki önem arzetmemektedir. Ancak bu iddiaların, tartışmaların rahatsız edici bir yönü var. O da, Bediüzzaman'ın özellikle Kürt olmadığı ve Kürtlükle soyca vs. bir alakasının olmadığının isbata çalışılması. Bu çabanın iki sebebi vardı; biri tek parti dönemi resmi ideolojisinin İslâm kimliğine, Kürt kimliğine olan ağır ve acımasız baskısı, zulmü; ikincisi de bu baskının da etkisi ile 1950'li yıllardan itibaren dindar/İslami kesimde gelişen milliyetçi-muhafazakâr-Türkçü damar ve akımlar. Bunlar gözönüne alındığında ilkin tek parti döneminin ağır şartlarının getirdiği konjonktürün dayatması gibi görünse de, sonraki dönemlerde hiç de masumane niyetler taşımadığı görülecektir. Özellikle Kürt sorununun, Kürtlerin İslamiyetle olan münasebetine yönelik operasyonlar meyanında, geldiği vahim durum dikkate alındığında bu çabaların hangi meş'um emellere hizmet etmiş olduğu anlaşılacaktır.

Prof. Ahmet Akgündüz'ün, geçen gün Wow Otel'de, Bediüzzaman'ın soy ve şeceresini bulduğu, kesin olarak Seyyid ve Şerif soyundan geldiğini belgelerle isbata kalkıştığı basın toplantısı; bu konudaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Ahmet Akgündüz Hoca'nın öteden beri bildiğimiz edası ve basın toplantısındaki konuşmaları ve sorulara verdiği cevaplar onun da, Bediüzzaman'ın asla Kürd olmadığını kanıtlama çabası içinde olduğunu göstermiştir.

Oysaki, Bediüzzaman'ın Münâzarât'ında: "İhlâs-ı niyyeti ihlâl eden anâsır-ı garez olan neseb ve nesil ve tamâ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mâzisini muhafaza edeyim. Ben Ebu Lâşey' olduğumdan bir neslim de yokdur ki, istikbâlini temin edeyim." (Münâzarât, Matbaa-i Ebu'z-Ziyâ, İstanbul, 1329; Sahife: 158) şeklinde bir ifade açıkça yer almaktadır.

1337/1919'da ise, Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiyye âzası iken Meşihat makamına verdiği resmî evrak suretindeki Terceme-i Hâl Varakasında, "Bir sülâle-i ma'rufeye mensub ise, keyfiyet-i nisbeti" şeklindeki suâle "Bir Sülâle-i Ma'rûfeye Nisbetim Yoktur" şeklinde sarih cevap vermiştir. (Terceme-i Hâl Varakası'nın orijinali için bkz. Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi: Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, Sahife: 232)

Üstad Bediüzzaman Ondördüncü Şuâ'da da bu konuda şu ifadeye yer vermiştir:

"İDDİANAMEDE BENİM HAKKIMDA DÖRT ESAS VAR:

'Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum.

'Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehâdet ederler. Hatta Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şâkirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki, 'Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak' diye onları reddetmiş." (Bediüzzaman, Şuâlar, Ondördüncü Şuâ, Teksir Mecmuâ)'

Yine Emirdağ Lahikası'nda yer alan bir mektubunda şöyle demiştir:

"Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, al-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve al-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de al-i Beytten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim, o ehl-i vukuf sustu." (bk. Emirdağ Lâhikası-1,206. Mektup)

Son olarak, merhum Mustafa Sungur Ağabey'in cenazesinin defni akabinde Bediüzzaman'ın "Okur" soyadını taşıyan Nurs'lu akrabaları ile karşılaşıp sohbet ettim ve sordum, onlar da bana bizzat, "Meşhur/bilinen-tanınmış bir sülale ve aşiretimiz yok" dediler.

Bediüzzaman'ın soyu, nesebi şudur veya şu değildir, diye herhangi bir iddia içinde değiliz. Soy ve nesep arayışı peşinde de olmadık. Ancak bazı kaynaklardan yukarıda alıntıda bulundum.

Asıl itibarıyle, Kürtler arasında birçok Seyyid-Şerif ailesi bulunmaktadır. Kürt Teâli Cemiyeti Başkanı Seyyid Abdülkâdir de Seyyid-Şerifdi. Hz. Hasan soyuna müstenit'ti. İmam Musa El-Kâzım (Rh.a)'ın neslinden gelen Seyyid Şefik Arvâsi de Kürt Teâli Cemiyeti'nin idarecisiydi. Hatta bu ailelerin şecereleri de elimizde bulunmaktadır. Ünlü Bedirhaniler Halid bin. Velid neslinden, Hakkari, İmadiye, Bitlis ve Babanlı Kürt beyleriyle Barzani ailesi ise Abbasi neslinden gelmektedir. Bugün radikal Kürt milliyetçiliği yapanların büyük bir bölümünün Arap asıllı olduklarını bizzat tesbit etmiştim.

1-Arap asıllı, Seyyid-Şerif olmak sorun değil. Sorun illa da Kürt olmadığının isbatına ilişkin özel çabadır. Problem olan, bu niyetle sergilenen olağanüstü çabadan ileri gelmektedir.

2-Bugün birçok Kürdün İslam'la bağını güçlendiren, kavileştiren, Kürtleri diğer topluluklarla İslami kardeşlik bağı ile bir arada tutan İslâm tarihinde Ammar bin Yasir El-Bitlisî, Mevlana Abdurrahman Cami, Molla Gürânî, Mevlâna Hâlid ve Bediüzzaman hazretleri vs. gibi bu topluluğun içinden çıkmış büyük sembol şahsiyetlerdir.

3-Kürt sorunu konusunda çok hassas bir dönemden geçiyoruz. 20 küsur yıl önce "Dünden Yarına Kürtler Ve İslamiyet" başlıklı uzun bir makale yayınlamıştım. Bu makalede ve daha sonraki makalelerde Kürtlerin bir kısım örgütlü çevrelerce İslamiyet'ten, Ümmet'ten nasıl koparılmaya çalışıldığını, ateistleştirilmek istendiğini uzun uzadıya izah etmeye çalışmıştım.

4- 1996'da "Yeni Şafak" gazetesinde "Kürtleri İslamiyet'ten Kovma Çabaları" başlıklı bir dizi yayınımda; bazı çevrelerin ırkçı saikle ya da bilmeden Kürtleri İslam'dan, ümmetten iten tutumlarını örneklerle deşifre etmiştim. Hatta bunların Kürtlere Ermeni/gayr-i müslim muamelesi yaptığına ifade de etmiştim.

5-Bugün için Kürtler Ortadoğu/İslam dünyasında, Ümmet-i Muhammed (S.A.V) içinde adeta bir yol ayırımında'lar. Kuzey Atlantik'in iki yakası, 'Ortadoğu İslam dünyasının iki yakası bir araya gelmesin' diye ittihat/ittifak etmişlerdir. Burada da bugün için artık bölgenin en dinamik belirleyici topluluğu haline gelmiş Kürtleri belli bir safa, uluslararası Siyonizmin safına çekmek; İslam'dan-ümmet'ten tümüyle koparıp, İslam'a-ümmet'e düşman bir topluluk haline getirme çabasındalar.

6-Tarihte bir kısım Müslüman kavimlerin küstürülmesinin, itilmesinin İslam alemi için, ümmet için ne kadar pahalıya mal olduğunu tarihten gelen tecrübe ile biliyoruz. Bunun yakın tarihteki en önemli örneği Müslüman Arnavutlar'dır. Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun, bürokrasi ve askeriye başta olmak üzere, en kuvvetli topluluğu olan, 33 sadrazam çıkarmış Arnavutların 19. yüzyılda, 20. yüzyıl başında, her ne sebeple olursa olsun küstürülmesinin, özellikle İttihatçı idarenin 1911'de Arnavutların silahlarını zorla, onurlarını kırarak toplamasının neticede itmesinin, Osmanlı'nın merkez hinterlandı olan Rumeli'nin tamamı ile kaybedilmesinde, ikinci bir Endülüs haline gelmesinde en temel rolü oynadığını bilmekteyiz. Arnavutlarla arada oluşmuş olan bu sorunların çözümü, oluşan açığın, yaranın kapanması yönünde yirmi yıla yakındır en çok çaba sarfedenlerden biri olarak ne kadar zorluklarla karşılaştığımızı Allah (C.C) bilir. O yüzden bir zamanlar Endülüs ve Rumeli'ye yakılan ağıtların benzerinin Kürdistan'a Ağıt'a dönüşmesini istemiyoruz.

7-İki yıl önce Özgün Duruş gazetesinde "İslamiyet Kürdistan'ı Kaybediyor" başlıklı bir makale yayınlamıştım. İslam'ın, ümmet'in Kürdistan'ı kaybetmesi; kimin yararına olabilir? Kürdistan Ortadoğu/İslam coğrafyasının kalbinde yer alan bir bölgedir. Hadi sırf bu yönden bile düşünülse olayın vahameti anlaşılacaktır.(Müfid Yüksel-YeniŞafak)

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Senai Demirci: "Said Nursî ‘peygamber soylu’ olmasa n’olur!"

Evvelâ, insaf çağrısı yapıyorum kendime. Bu satırları yazarken, hiçbir yazıda olamadığım kadar insaflı olmayı telkin ettim kendime. Muhterem Ahmet Akgündüz’ün çalışması ince bir emek ürünü ve uzunca bir sabrın göz aydınlığı meyvesidir. Emeğe hürmet ediyorum. Sabrı tebrik ediyorum. Yeni bir şey öğrendik; bu güzel…

Bir: “İnanıyorum ama kalbim mutmain olsun, keyfim gele gele inanayım” diyen İbrahimî ihtiyacın farkındayız elbette. [Bakınız, Bakara, 260] Said Nursi’nin onca eseri ortada iken, henüz kalbi mutmain olmamış olanlar olabilir. Bu belge onlara itminan verir, inanışlarına keyif katar inşaallah. Diğer taraftan, “perde-yi gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam Ali’nin [ra] yolunun da hakkını vermemiz gerekiyor. Said Nursi’nin kimliğine dair bir perde açıldı: Ben hiç şaşırmadım. Kanca peygamber soyundan geldiğini öğrendiğim gün kalbimi yokladım; Said Nursi’ye muhabbetim kıl kadar artmamış! Aksi olsaydı, kıl kadar azalmayacaktı muhabbetim. Bu böyle biline…

İki: Elimizde bir senet var; doğru. Bulup getirenlere teşekkür borçluyuz. Çabaları mübarek olsun. Ama ben kalbimdeki senede dayanıyorum. Bağlılığımı geçmişe dair bir detaya değil, şimdi ve burada olan aktif ve aktüel senetlere dayandırıyorum: Söz’e, yani vahye. Böylesi Said Nursi’nin kişiler üzerinden değil, hakikat üzerinden kurduğu intisap yöntemine daha uygun. Ve bana yetiyor.

Üç: Said Nursi’nin Sözleri peygamber soyludur; aslolan da budur. Başka türlü bir soyluluk senedine ne ben ne Said Nursi ihtiyaç duyar.

Dört: Said Nursi bizi Söz üzerinden, yani Kur’ân üzerinden bağlar Peygamber’e… Başka türlü bir bağ arayışı içinde olmak vahiy üzerinden kurulan bağı göz ardı etme anlamı taşıyabilir. Niyet böyle olmasa da, aktüel ve aktif olan Söz bağını başka gözlerde zaafa uğratır. Said Nursi’nin kendisini bir şeyh gibi görüp şahsına hürmet ederek ziyaret edenlere Kur’an’a elçilik eden Risale’yi işaret ettiği sayısız belgeyle ortadadır.

Beş: Said Nursi’yi kan bağı üzerinden tanımlamak, eserlerine karşı sorumluluğumuzu geri plana itebilir. Kur’ân, İbrahim’in [as] babasını anlatırken, Nuh’un [as] oğlunu hatırlatırken, soyun kan üzerinden değil, iman üzerinden kurulması gerektiğini ima eder. İman üzerinden kurulan Said Nursi-Peygamber [asm] bağını bir de kanla desteklemek iyidir, güzeldir; amma velakin diğer türlü bağlanma cehdinden uzaklaştırabilir bizi. Kan bağı kimseye bağlanma sorumluluğu yüklemez ama iman bağı, bağlanmayı aktif bir çaba olarak omuzlara yükler. Ter dökülmeden kazanılan bir itibar sahih değildir. Uğrunda ter dökülmemiş bir itibarı bağlılık gerekçesi yapmak da sahih değildir.

Altı: İman bağı geniştir; herkesi içine alır; her türlü ırka davet sunar ve her geleni kucaklar. Ancak kan bağı dardır; kimilerini uzaklaştırır, çoğunluğu dışarıda bırakır. İnsanları baştan kaybedilmiş bir mağlubiyete uğratır. Said Nursi’ye talebe olmak, Said Nursi yüceltmesi yapmayı değil, Said Nursi’ce var olmaktır. Said Nursi’nin hikmetli ve şefkatli söylemi soya dayalı “ya hep ya hiç” hesabını bozar.

Yedi: Said Nursi, kendi soyuna sevgi isteyen Peygamber’in bu isteğini de imana endeksler. Demek ister ki “ehl-i beyt soyca dedelerinin doğal taraftarı olduğu için iman davasından yana durarak bu sevgiyi hak eder.” Bir diğer deyişle, kimse kan bağından ötürü hazır muhabbet kazanamaz, kimse de kan bağını baştan kaybettiği için muhabbetten olamaz.

Sekiz: Said Nursi ne kendi şahsına itibar arar, ne bedenine mezar talep eder. İster ki, diri ve diriltici olan Kur’an’ın mesajı dillerde ve dimağlarda dolaşımda olsun. Risale’nin Kur’an kelimeleri ve esma-i hüsna üzerinden yürüyen özel dili okuyucusunu “yürüyen Kur’ân” yapmayı amaçlar. Çok iyi bilindiği gibi, şahsı türbeleştirilen şahsiyetler, çok geçmeden nesneleşir ve tüketilmeye başlar. Çokları onların ne dediği ile ilgilenmez hale gelir, eserleri gözden ve gönülden düşer. Said Nursi’nin Sözleri halen aktif ve aktüel bir iman çabasının kayıtlarıdır. Hayat doludur; hayata çağırır. Anladığım kadarıyla, Said Nursi’nin şahsı etrafındaki her türlü yüceltmeyi engellemesi, eserlerin elçilik ettiği Söz’e emek vermeye teşvik etmek içindir. Bu da onun benzersiz şefkatinin ürünüdür.

Dokuz: Hadi ben insaflıyım diyelim. Bir de insafsızların ağzıyla konuşayım, izninizle. Said Nursi’nin Arap olduğunu ispatlama çabası, Said Nursi’yi “Kürt olma” şaibesinden(!) “temizleme” niyeti olmasın sakın! Elbette ki değil! Her hücresiyle ırkçılığa karşı imanı ortaya koyan Said Nursi’nin talebelerinin Kürt olmayı bilinçaltında “aşağı” sayması, olacak iş değil! Said Nursi’nin Kürt olmasını ya da Kürt diye bilinmesini itibar kaybı sanmak Nur talebelerinin işi değil elbette.

On: Bir başka muhtemel ve hatta vâki insafsız söz de şöyle: Soyca ehl-i beyte bağlamak, iyice kızışmış olan “mehdi pazarı”na Said Nursi’yi de sürme çalışması mı yoksa! Yine asla! Bin kere asla! Said Nursi mektebinde nezaket dersi almış bir talebe, mehdinin kim olduğuyla değil, kendisinin kim olduğuyla ilgilenir. “Mehdiye gelmişse, gelecekse, her kimse; mehdiye talebe olacak donanım var mı bende?” diye sorar.

Onbir: Said Nursi, hatırasına hürmet bekleyen biri değil, eserlerine gayret bekleyen biridir. Said Nursi’nin geçmişine yönelik belgelerden daha ziyade öngördüğü geleceğe dair değerler üretmek gerekiyor. Acil olan budur. Said Nursi üzerinden kendimize değer atfetmeye çabalamaktansa, Said Nursi’nin ürettiği değerleri insanlığa “peygamber soylu” bir duruş olarak takdim etmemiz gerekiyor.

Oniki: Değer üreten her güzel insan, kendisine gölge olunmasını değil, gövde olunmasını hak eder. Gölge geçmişe dairdir. Gölge hatıralar üzerinden uzar. Ancak gövde olmak, şimdiye dairdir. Gövde olmak sorumluluk almayı gerektirir. Said Nursi’ye gövde olmak, onun durduğu yerde, onun gibi durmayı, nihai tahlilde Peygamberce var olmayı kanıyla canıyla yine, yeni, yeniden gerçekleştirmek demektir vesselâm.

























timetürk

 

Ertuğrul ÖZGÜL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi