05-02-2008, 01:39 | #1 |
Dün Çağlayan, bugün Taksim... DİSK’in amacı ne?
Adına, ister "tutarsızlık" deyin, ister "samimiyetsizlik" veya "ikiyüzlülük"... Ne derseniz deyin, bu "çifte standart" izah edilemez... "İşine geldiğinde" öyle, "işine gelmediğinde" böyle hareket edersen, sorarlar adama; "Bu ne perhiz, bu ne turşu?" Sözü, dünkü "1 Mayıs kutlamaları"na,. daha doğrusu "kutlayamama"lara getirmek istiyorum... Öncelikle söyleyeyim; "DİSK temsilcileri"nin de içinde bulunduğu insanların üzerine "tazyikli su" sıkılmasını, "gaz bombaları" atılmasını tasvip etmiyorum... Buna karşılık, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin de, "polisin müdahalesi"ne tepki olarak sarf ettiği; "Bu bir devlet terörüdür!.. AK Parti Hükümeti; sadece kendisine, sadece türbana özgürlük istemektedir!" şeklindeki sözlerine de kesinlikle katılmıyorum!.. Çünkü, eğer bu müdahale bir "devlet terörü" ise, Bay Süleyman Çelebi, "28 Şubat Süreci"nde nerelerdeydi?!? ÇELEBİ O ZAMANLAR NERELERDEYDİ? Öyle ya; Aynı polis, "1997 Şubat'ı"ndan sonra da, "başörtüsüne özgürlük" isteyen "çocuk"ların ve "anne-baba"larının üzerlerine "tazyikli su" sıkmış, "buldozer"ler yürütmüş, incecik bileklerine "kelepçe"ler takmıştı!.. Dahası da olmuştu... DİSK Başkanı, dün; "İstanbul dışından gelen bazı işçi otobüsleri"nin Taksim yerine Kilyos'a yönlendirildiğini iddia edip, diyordu ki; "işçiler denize girmek için veya piknik yapmak için gelmiyordu... Onlar, miting için geliyordu!" Ne garip değil mi; "28 Şubat Süreci"nde de benzeri sahneler yaşanmıştı!.. "İHL'lerin orta kısımlarının kapatılmasını" ve "başörtüsüne yasak getirilmesini" protesto eden minnacık öğrenciler, "eylem yaptıkları semtler"den alınmış ve "20-25 kilometre uzaklıktaki semtler"e götürülüp bırakılmışlardı!.. Hem de, ceplerinde "otobüs veya minibüs parası" var mı, "geri dönebilirler mi?" diye düşünülmeden!.. Şimdi sormak gerekmez mi Bay Çelebi'ye; "O zamanlar nerelerdeydiniz?" HEP İTHAL, HEP TAKLİT! Biliyorum, şöyle cevap verecek; "Ama, Türkiye'nin özel şartları!!!" İşte ben, tam da bu "çifte standart"a, bu "tutarsızlığa" isyan ediyorum!.. Madem "Türkiye'nin özel şartları" dikkate alınacak, o halde "Taksim ısrarı"nın esbab-ı mucibesi ne?.. Madem "dünya ile birlikte" hareket edilecek; o halde "başörtüsüne özgürlük" konusunda niye "dünya"ya uymuyorsun?.. Öyle ya; Türkiye'deki başörtüsü yasağının bir benzeri, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde yok!.. Aslına bakarsanız, ben şunu da anlamıyorum: Türkiye'nin "bağımsız"lığını, "bağlantısız"lığını ve "güdümsüz"lüğünü savunan ne kadar insan varsa; birçoğunun "eylem"leri, "söylem"lerine hiç uymuyor!.. Türkiye, madem ki "uydu" değil, "öncü ve lider ülke"dir, madem "kendine özgü şartları" vardır, sormazlar mı adama; "O halde, bu taklikçilik niye?" Herhalde söylemeye gerek yok; Bu ülkenin "kanun"larından tutun da, "yaşam biçimi"ne ve "kutlama"larına varıncaya kadar, hemen her şeyi "ithal" her şeyi "taklit!" Sanıyorum 5 yıl kadar önceydi... Org. Yaşar Büyükanıt; “başkalarının kafaları ile üretilen çözümler”in sakatlığından ve bunların “vücut-kafa yabancılaşması”na yol açtığından söz ediyordu!.. Doğru bir tesbitti... Bir “çözüm”ün, “çare” olabilmesi için; onun “bünyeye uyum” sağlaması şarttı!.. Türkiye'nin problemi de, işte buydu!.. Türkiye için bugüne kadar bulunan çözümlerin hiçbiri "yerli" değildi!.. Bu ülkenin insanı; "İsviçre'den ithal" Medeni Kanun'a göre evlenir, "Almanya'dan ithal" kanuna göre ticaret yapar. "İtalya'dan ithal" Ceza Kanunu'na göre mahkûm olur, "Fransa'dan ithal" İdare Hukuku'na göre yönetilir!.. Sadece "kanun"lar mı; Kutladığımız "gün" ve "hafta"lar da ithal ve taklit!.. Alın "Anneler Günü"nü... Alın "Sevgililer Günü"nü ve alın "Kadınlar Günü"nü!.. Hepsi Batı'dan ithal, hepsi Batı taklidi!.. "1 Mayıs" da taklit!.. "1 Mayıs" da ithal!.. 1 MAYIS'IN TARİHÇESİ Yeri ve sırası gelmişken, biraz "malûmatfuruşluk" yapıp, "1 Mayıs'ın tarihçesi" hakkında bilgi vereyim: 1880'li yıllar, ağırlıklı olarak kol emeğinin kullanıldığı ve çalışma şartlarının çok kötü olduğu yıllardı. Küçük çocukların karın tokluğuna çalıştırılması ve 14-15 saate kadar varan iş günleri söz konusuydu. Şirketler eşi görülmemiş bir hızla büyürken, işçiler, işyeri güvenliği, sağlık şartları, örgütlenme ve grev gibi en temel haklarını dahi tanımayan bir siyasi ve hukuki sistem ile karşı karşıyaydılar. 1881 yılında yarım milyon işçiyi temsilen kurulan örgütlü Meslek ve Emek Birlikleri Federasyonu "8 saatlik iş günü" mücadelesini ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla mücadeleyi yükseltti. ABD'nin Chicago kentinde 40 bin tekstil işçisinin gerçekleştirdiği eylem "kan"la bastırıldı. Aynı kentte, bir fabrikada 8 saatlik işgünü için greve çıkan 1400 işçi işten atıldı. Aynı tarihlerde greve çıkanlara ateş açıldı ve 4 işçi hayatını kaybetti. Saldırılar, mücadele ateşini söndürmedi, aksine körükledi. ABD ve Kanada'da sendikalar ve diğer örgütlerin yükselttiği mücadele sonucu 1 Mayıs 1886'da yaklaşık 350 bin işçi greve çıktı. Tarih "işçi sınıfı"nın böylesine örgütlü ve kararlı tepkisine ilk defa tanık oluyordu. Tüm ülkede hayat durdu. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanıyordu. İşçilerin bu topyekün isyanı, işverenlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında, polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi öldü!.. Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar ve baskılar yoğunlaştı. Olaylara sebep oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında "idam" talebiyle dâvâ açıldı. İşçiler, "idam cezası"na çarptırıldı. Dört işçi önderi Albert Persons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies, 1 Mayıs 1886 yılında 8 saatlik iş günü mücadelesinde önderlik yaptıkları için idam edildi. İşçi önderlerinin cenaze törenine yüz binlerce insan katıldı. ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi. İkinci Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede, Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı da, "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. Hemen söyleyeyim; Bütün "ithal"liğine, bütün "taklit"liğine rağmen, 1 Mayıs'ın kutlanmasına karşı çıkmak gibi bir düşüncem yok... Benim karşı çıktığım; "Çifte standartçı anlayış!" Biraz önce de dediğim gibi; Eğer "dünya ile birlikte hareket" edeceksek, "Türkiye'ye özgü şartlar" bahanesini bir yana koyalım ve hemen her alanda uyalım dünyaya!.. Dünya ülkelerinin hiçbir "üniversite"sinde "başörtüsü yasağı" yoksa, biz de kaldıralım bu yasağı!.. Ama sen ,"başörtüsü özgürlüğü"ne karşı çıkıp, "1 Mayıs özgürlüğü"nü savunursan; bu "ikiyüzlü" tavrınla, hiç kimseyi bulamazsın yanında!.. "Özgürlük"se, herkese özgürlük!.. "İşçi"ye de, "öğrenci"ye de!.. "1 Mayıs"a da, "başörtüsü"ne de!.. NİYE ÇAĞLAYAN DEĞİL DE TAKSİM’DE ISRAR? Ama, DİSK Başkanı Bay Süleyman Çelebi dün, "sadece kendine" özgürlük ister gibiydi... "AK Parti Hükümeti sadece kendine ve sadece türbana özgürlük istiyor... Bu işçi düşmanlığıdır!.." derken aslında kendini ele veriyordu!.. Öyle ya; bunu diyen adama sorarlar; "Demek oluyor ki, sen de hem AK Parti'ye tahammülsüz, hem de başörtüsüne düşmansın!" Ne yalan söyleyeyim; böyle diyenlere ben de hak veririm. Çünkü efendim; Bay Süleyman Çelebi, 1 Ağustos 2000 yılından beri, yani yaklaşık 8 yıldan beri "DİSK Genel Başkanı"dır!.. O tarihten bu yana da; bir defa olsun "Taksim Meydanı'nda miting" yapmaya yeltenmemiştir!.. Dahasını da söyleyeyim; Necmettin Erbakan'ın Başbakan olduğu 1997'de, Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu 1998'de ve Bülent Ecevit'in Başbakan olduğu 1999-2002 yılları arasında hiçbir “1 Mayıs” kutlaması “Taksim Meydanı”nda yapılmamış!.. Ya, nerede yapılmış?.. “Çağlayan Meydanı”nda yapılmış!.. Peki, dün “DSP otobüsü” üzerinde konuşup Başbakan Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve İstanbul Valisi Muammer Güler’i “istifa”ya çağıran Süleyman Çelebi’ye şimdi sormak gerekmez mi; “Bugün DSP otobüsü üzerinden seslenen ve Başbakan’ı eleştiren sen, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu yıllarda niye Çağlayan’da miting yaptın da, Taksim için ısrar etmedin?!?” Açık söylemem gerekirse, bu “samimiyetsizliğin” altında, bir “bit yeniği” arıyorum ben... Bu çifte standartın altında, “Ecevit’i yıpratmama” duygusunun çok çok ötesinde “tezgâh”lar var gibime geliyor!.. Evet; 1 Ağustos 2000’de DİSK Genel Başkanı seçilen Süleyman Çelebi; Ecevit’in Başbakan olduğu 2001 ve 2002 yıllarında niye “Çağlayan’da kutlama”ya razı olmuştur da bugün “Taksim’de ısrar” etmektedir?!? Ne yani; Bugün, yani 2008’de “Taksim’in özel anlamı var”dır da, 1997-2002 yılları arasında yok muydu?.. O zaman niye ısrar etmedin “Taksim” diye?.. SARIKIZ’CILAR MI BASKI YAPTI? Şu soru da aklıma takılmıyor değil; Taksim’de ısrar edip, “1 Mayıs’ta kaos”a yol açma fikri Bay Çelebi’ye mi aittir, yoksa “başkaları”na mı?.. Evet, “Sarıkız”cılara mı?.. Malûm ya; Nokta Dergisi’nde yayınlanan ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu kesinleşen “günlük”te, “darbe hazırlığı” konusunda ayrıntılı bilgilere yer veriliyordu.. Eylem plânı, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün karşı duruşuna rağmen dört kuvvet komutanının yaptığı “Sarıkız” adlı darbe plânı, komutanların zamanla görüş ayrılığına düşmesi sebebiyle rafa kaldırılmış. Örnek Paşa, “daima bir ihtilal özlemi içerisinde” diye nitelendirdiği dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un isteği üzerine yaptıkları bir toplantıyla ilgili, günlüğüne 6 Aralık 2003 tarihinde şu notları düşmüş: “...önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Sonra rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekler ile temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler Sarıkız olarak anılacaktı.” İşte; hiç aklımdan çıkmayan ve “halen yürürlükte” olduğuna inandığım bu “darbe plânı” içinde DİSK’in de yer alıp almadığını gerçekten merak ediyorum!.. Görüyorsunuz ya; “Önce basın ele geçirilecek... Sonra rektörlerle temas edilip, öğrenciler sokağa dökülecek... Ardından sendikalar devreye sokulacak!” Bunların hepsi olmadı mı?.. “Başörtüsüne özgürlük” getiren Anayasa değişiklikleri üzerine “rektör”ler ayağa fırlamadılar mı?.. Akdeniz üniversitesi’ndeki olayları kim tezgâhladı?.. Ve şimdi de “sendikalar!..” Daha doğrusu DİSK ve KESK!.. Hele söyleyin; “Bit yeniği” aramakta haksız mıyım?.. Öyle ya; 7 yıl boyunca Çağlayan’da çağlayanların, bugün “Taksim” diye ağlaması; pek dürüstçe gelmedi bana!.. “Asıl amaç kaos” muydu yoksa?.. “Sarıkız”cıların talimatı olan bir kaos?!? Bunu, ciddi ciddi düşünüyorum!.. ------------ Allah rahmet eylesin Bu meslek, öyle bir meslek ki; zaman olur, "en yakının olan bir insan"ın, en zor zamanında bile yanında olamazsın!.. Ne "hastalığı" ile ilgilenebilirsin, ne de "düğün"üne veya "cenaze"sine katılabilirsin!.. Dün de öyle oldu... "Haber"lerdi, "yazı"ydı derken değerli dostum Yalçın Turgut Balaban'ın muhterem eşi Sema Emine Balaban hanımefendinin "cenaze töreni"ne katılamadım... Uzunca bir süredir, amansız bir hastalığın pençesindeydi Sema Emine Hanım... "Acı"larından kurtulup, Rahmet-i Rahman'a kavuştu ve dün Fenerbahçe Camii'nde kılanan "cenaze namazı"nın ardından ebedi istiratgâhına defnedildi.İşte ben, suyunu içtiğim, yemeğini yediğim bu hanımın cenaze namazına katılamadım. Dilerim "mekânı cennet" olur... Dilerim, yattığı yer, "cennet bahçelerinden bir bahçe" olur... Bu vesileyle, merhumeye Cenab-ı Hakk'tan af ve mağfiret, dostum Yalçın Turgut Balaban'a, çocuklarına ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Merhumeden, lütfen, dualarınızı esirgemeyiniz... Hasan KARAKAYA / VAKİT 02/05/2008
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|