![]() |
#1 |
![]() MÜZİK RUHUN GIDASI MI?
ALPEREN GÜRBÜZER Müzik insanlık kadar eski, daha konuşmaya başlamadan duygularını duygu seliyle söylemeye başladığı enstrümanın adıdır müzik. Âdemoğlu anayurdu cennetten dünyaya ilk adım attığında sayısız seslerin bulunduğu alana bırakılmış oldu. İşittiği bütün seslerden kendince mana bulmaya çabaladı. Alem aslında sestir, nefes de.. Kalbin Lafza-i Celal’e eşlik ederek tempo tutması sestir, hatta sükûtta sestir. Çünkü sükût ikrardan sayılır. Seslerin ahengidir müzik. Dokunduğunuz her şeyde ses vardır. O halde müzik insanın konuşmayı bilmediği demde doğmuş. Yani dem bu dem.. Kâinat aşk üzerine kurulmuş, bundan dolayı aşk makamdır. Sevgilinin sevgide dirilişi meşk ise, meşk de aşk makamının usulüdür. Onun için derler ya aşkını meşketmeli, meşkine aşk katmalı ki aşk garip kalmasın. Demek ki meşki sevgilinin bakışlarında gümbüşlemeli. ‘Ben her yere sığmam ama mü’min kulumun gönlüne sığarım’ ilahi buyruğu gönlü dile getirir, ilahi gaipten yankılanan bu sesten gönül edeple makamlara destur ile girmek ister, zira ruh sınır tanımaz, ötelere sıçrar, gönül ruhu engel tanımaz her an âlemle beraber seyrederek devran olur. Aşk kalemle, kitapla anlaşılmaz yaşanır, mana dahi aranmaz, aşkı maşuk yapan birazda nağmelerdir, nefesde nağme çünkü. Her aldığımız nefes Huş-derdem’i soluklar, Hakka vardırır, nefes adeta gönül bestesidir seven için. Duygular sese dönüşür, sesde notayla tarifini bulur. Duyguları anlatmada kelimeler aciz kalır, ama ses öyle değil. Sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynayabilirsin. Ses ana sütü gibi ak, müzik ise onun işlenmiş halidir. Müzik ruhun gıdasıdır sözü, dergâhlarda cezbe ve vecd sayesinde lisanımıza yer etmiş, ruhunu terennüm eden güzel bir ses(müzik) çok kere ilahi tefekküre vesile olduğu bir vaka. Yanık bir ses çoğu kere ötelere taşır insanı, hatta üç boyutun dışına aştırırda... Siz siz olun batıya özenmeyin, batı eşyanın esaretine girdiğinden dolayı müziği kalbe yani ruha indirememiş, müziği şehvani arzularına hizmet aracı olarak kullanmış, Her ne kadar seslendiği müzik kilise kaynaklı olsa da, mensup olduğu dini köklerden uzak kalarak, bugün çaldığı müzikle kaybettiği ruhunu bulamıyor. Bize gelince dini mu*****iz cami ve tekke musikisi diye ikiye ayrılıyor. Tekke müziğinde hem insan sesi hem de enstrüman var, camii musikisinde ise sadece ses.. O halde seslendirdiğimiz müziğin kökeninin tekkelere ve dergâhlara borçluyuz. Türk müziğinin en büyük bestekarları Hammamizade İsmail Dede Efendi, Zeynep Abidin gibi imam ve müezzinlerdir.. Bu ırmaklardan Hafız Post’lar, Itri’ler, Hammamizade İsmail Dede’ler beslenmiştir. Müziğimizin çok özel saundu, özel etkileyici sesler, melodiler, tonlar çarpıcı ve etkileyici yönleri mevcut.. Müziğimiz kâh padişahlarımızı dinlendirmiş; sarayda Klasik Türk müziğini yeşertmiş, kâh askerimizi coşturmuş; cenk meydanların da Mehterhan’ı keşfederek askerimizi cesaretlendirmişiz, kâh halkımızın gönlü olarak; Halk Türkülerimizin doğmasına vesile olmuş, kâh dervişleri semaya doğru raks ettirerek; ilahi müziğin doğması gerçekleşmiş. Klasik tür müziğinin ruh yapısının Horasandan oluştuğunu özellikle Mevlevilik sayesinde Anadolu’ya girdiğini belirtmekte fayda var. Prof. Dr. Osman Turan; ‘’ Padişahın huzurunda on iki makam, yirmidört şube, yirmidört usul, kırsekiz musiki fasl edilip, padişah mesrur, asker cenge kaldırılırdı. Mehterhan’ın heybetli müziği Beethoven’in senfonisine ve Mozart’ın Türk marşına girerek ihtişamını göstermiştir’’ buyurarak müziğimizin gücünü ortaya koymuştur. Usul ve vuruşlarımız iki zamanlıdan başlar yüzyirmi zamanlıya kadar devam eder, yani basitten karmaşığa doğru . Makamda hakeza öyle, beşyüz civarında makamımız sözkonusu. İslamiyet’ten önce Orta Asya’da kopuzla çalıp söyleyen ozanlarımız vardı. Kökenimiz Orta Asyadır, dokuzuncu yüzyılda Orta Asyada Farabi’miz var, eserleri günümüze kadar gelmiş. Farabi döneminde müzikoterapi ile iyileştirilmeye çalışılıyordu insanlar, O dönemde bir Yunan Medeniyeti, birde Türk medeniyeti vardı. Dolayısıyla Klasik müziğimizin başlangıcı dokuzuncu yüzyıla dayanır diyebiliriz. Batı Müziği sadece on iki perdeden ibaret, çok sesliliği ortadan kaldırsalar nerdeyse müzik diye birşey kalmayacak. Fakat bizim müziğimizin böyle bir sıkıntısı yok, çok seslilik olmazsa olmazımız değil. Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin iki eşsiz şah eseri, tuğra ve fermanlar da yazı sanatımızın iki eşsiz simgeleri, Musiki de Mevbethanlar, Mehterhan ve Dede Efendiler de onurumuz. Selçuklu da Osmanlı’nın Mehterhanına benzer Mevbethanesi vardı. Mevbethane ve Mehterhan tarihin en eski orkestrasıdırlar. Tarihin bu en eski orkestraları hem Osmanlı’yı hem de Selçuklu’yu ayağa kaldırmış, Selçuklu coğrafyasını vatanlaştırmış, Osmanlı’yı ise cihangirleştirmiştir. Orta Asya’dan filizlenip Göktürkler eliyle Büyük Selçuklu’ya, ordanda uçbeyi Osmanlı’ya aktarılan müzik zenginleşerek dal budak salmıştır. Belirli bir dönemin eşiğine geldiğimizde müziğimiz dinin dışında ve dinin içinde cami ve tekke musikisi adı altında ikiye ayrılıyor. Öyle ki tekke musikisi ilahilerle yetinmeyip ayin tarzı usulda ortaya(semazanda olduğu gibi) koyabilmiştir. Zeynel Abidin Efendi fevkalede Kur’an-ı Kerimi hakkıyla okuyan zat. Sarayın baş müezzini ise Hammamizade İsmail Dede Efendi de ona eşlik ediyor. Zeynel Abidin Efendi teravih namazı kıldırıyor ama tabir caizse omuzunda büyük bir yük taşıma duygusuyla kıldırıyor. Çünkü kolay değil arkasında saf durmuş bu işin şuurunda olmuş besteler yapabilecek padişah, başmüezzin Dede Efendi ve diğer müezzinler var. Müziğimiz saray ve ordugâhlarda sınırlı kalmamış, Tekkelerde de yankılanmış ve ilahi cezbeye vesile olmuştur. Musiki sanatımız üzerinde Mevleviliğin tesiri çok büyüktür. Müziğimizi yastığımıza kılıf yapmış ve kim tarafından bestelendiği bilinmeyen türkülerle halk türküsü ürünü ortaya koyabilmişiz. Halkın ortak orkestrasıdır halk müziği. Bundan dolayı halk müziği saf, duru ve pakdır. Yöresel özelliklerimizi koruduğumuz sürece halk müziği o kadar değeri büyük olur. Başka yörenin müzik tarzını bir başka yörenin müzik enstrümanına katmamalı. Tolstoy boşuna söylememiş; bir toplumu tanımak için o ülkenin müziğini dinlemek yeterli demiş. Türk toplumunu temsil eden tartışmasız birincisi klasik müziğimiz, diğeri de halk müziğidir. Bekir Sıdkı Sezgin yurt dışında konser verdiğinde Ona yabancı dinleyiciler: — Bu müzik Türk musikisi mi? diye sorduklarında; —Evet, cevabı alınca şaşırmışlar; —O zaman biz Türkiye’yi demek ki tanımıyormuşuz. Bunun üzerine Bekir Sıdkı Sezgin nihayet kendimizden ödün verdiğimizi şu ifadelerle izah eder: —Seslendirdiğim eserler, Osmanlı döneminde bestelenen eserler olduğunu, itiraf etmek zorunda kalır ve yabancı konuklar: — Ha! Şimdi anlaşıldı, diyerek rahatlıyorlar. Dışarıda hangi tür müziğimiz olursa olsun çok beğeni ile karşılık buluyor. Semazanlarımız ilginin ötesinde ötelere taşıyor izleyenlerin ufkunu.. Müzikte güçlüyüz fakat gücümüzün farkında değiliz, bu yüzden mu*****iz küçümsenemez. Hakeza batı müziğide.. Yeter ki ön yargı ile birbirimize yaklaşmadığımız sürece her müzik toprağında anlam kazanır. Mısır ezgileriyle Türk müziğinin ezgileri Orhan Gencebay’ın zihninde bir etkileşimle adına arabesk dedikleri müzik ortaya çıkmış ve bu müzik TRT ‘nin tek tip olduğu dönemlerde yasaklanmış, yerine de alternatif bir müzik türü konulamamıştı. Üstelik arabesk dedikleri müziğin halk tarafından dinlenmesinin önüne geçilememiştir. Orhan Gencebay bugünkü haliyle yine popüler... Arabeskin tercih edilmesi halkın yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla da yakından ilgisi var. Arabesk 1940’dan itibaren kırsal kesimden şehirlere göç etmiş olanların, yoksulluğun ve acıların birikimi ile ömür tüketmiş olanların ortak paydada buluşturan müzik türü olarak günümüze kadar uzanmış, hala etkisini sürdürmektedir. Batı müziğinden de hoşlanırız fakat Türk müziğinin içine şırınga etmemek kaydıyla. Seçkinlik alameti olarak sunulmamalı. Meyve dalında güzel olduğu gibi, her ülkenin müziği de yerinde güzel. Başka yerlerden herhangi bir enstrümanı kendi musikine transfer ettiğinde müziğe darbe vurursun. Hangi müzik dinlersen dinle ama karşılıklı hudutlarını bilsin. Çünkü musiki geniş perspektiftir. Şiir ve müzik her ikiside İran cephesinden geldiği halde zamanla müziğimiz İran’la bağlantısını kesmiş halkın havasına bürünmüştür. Klasik Türk müziği konserini izleyen Piyano Hocası Azeri Profesör konserde bağlama, kabak, kemane gibi sazların olmadığına şaşırdığında orada bulunanlar: — O dediğin enstrümanlar müziğimizin folklorik kısmına aittir demişler. Profesör itiraz etmiş: - O zaman konserinizin ismini değişin, icra ettiğiniz klasik Türk müziği değil düpedüz batı müziğidir, demiştir. Yani Bach, Mozart, Beethoven müziği diyerek açıklama getirmiştir. Musiki öyle birleştirici bir unsur ki Osmanlıyı oluşturan çeşitli zenginlikler sadece onda birleşebilmiştir. Osmanlı medeniyetinde dini yaşantı musiki sanatı ile iç içedir. Maalesef Türk müziğini saray musikisi olarak nitelendirilip, klasik müziğimizi de Türk sanat müziği diye nitelendirerek karşı karşıya getirmişiz. Oysa Klasik Türk müziği tüm diğer müzikler gibi sarayın himayesinde bulunmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde batılılaşma hareketleri ile Cumhuriyet dönemini de kapsayan süreçte Klasik Türk müziğini icra eden kurumlar kapatılmış ve yok edilmiş, hatta adına bile tahammül edilememiştir. Ahmed Hamdi Tanpınar; ‘’ Hâlbuki Türk musikisi böyle bir akibete hiçde layık değildir.’ demek zorunda kalarak klasik müziğimizin çok uzağında ve çok gerisinde olduğumuzu teyid etmiştir. İstanbul’a gelen turisler dükkânlardan sokağa taşan müziğe kulak verdiklerinde böyle bir tarihi dokuya sahip olan insanların müziği bu olamaz diyorlar. Bilmiyorlar ki köklerimizden koparıldık, önce tarihi bestelere el uzatmakla başladı, sonra besteler dört satıra indi, buda yetmeyince iki satırlık cümlelerle küçültülerek birkaç tane de cümle serpiştirelerek nakarat yapıp ve avazımın çıktığı kadar bağırmayı müzik sandık. Oysa bizim müziğimiz Türk Musikisi, klasik, folklorik, askeri ve dini olmak üzere dört başlıklıdır. Müzikte iniş süreci Sultan Mahmud döneminde Mızıka-ı Hümayun’un kurulmasıyla başlamış, Mehterhan’a ve Enderun’a kilit vurularak sonlanmak istenmiştir.. Ordumuzda nerdeyse tüm branşlar var ama, müzisyen general yok, Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası var Cumhurbaşkanlığı Türk Müziği korosu yok. Rahmetli Özal köşkte ilk defa tasavvuf müziği çaldırarak bir ilke imza atmıştır adeta. Zaten müziğin kaynağı da Horasan Erenleri değil mi? Özal bu bilinçle hareket etmiştir. Okullarda kırkbeş dakika ile geçiştirilen konumdadır. Resmi radyomuzda bir zamanlar Türk müziğnin yasak olduğu dönemleri hatırlarsak okullarımzın bu durumu taaccübümüze gitmiyor. Günlük yaşıyoruz adeta. Bir toplumun içinde yaşadığı müzik, aynı zamanda o toplumun aynası oysa. Minarelerden yankılanan Hz.Bilalin müezzin olarak seçilmesi hikmetini anlamayanlar, Ezan’ın da makamlarının olabileceğini düşünemez. Cuma salası mı, cenaze salası mı, haber salası mı, sabah salası mı belli değil. Tektip sala bellenmiş o okunuyor.. Halbu ki hepsinin özellikleri farklı. Dini müzik içerisinde özel yapıda ilahiler vardır. İlahilerin arasında en önemlisi Ramazan ilahileridir. Ramazan ayının ilk onbeş gecesinde ‘’ Merhaba ey şehri Ramazan merhaba’’, son onbeş gecesinde ‘Elveda ey şehri Ramazan elveda’ ile bestelerle yankılanır camilerimizde. Demek ki müzisyenler aynı zamanda din adamlarıdır. Itri’den Dede Efendiye kadar bir dizi dehalarımız ve kıymetlerimiz var.. Eski müziği geleceğe aktarmak, bu arada batı müziğinin imkânlarını da kullanmak yerinde olurdu ama bu yapılamadı. Nasıl ki bir doktor tedavinin gerektirdiği ilaçları hastaya vermek çabasında ise musiki doktorlarında halkına aynısını yapmalı. Velhasıl müzik ruhun gıdası, onu yeşertmeli ama doğru mecrasında.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|