12-16-2008, 14:07 | #1 |
Yerellİkten evrensellİĞe
YERELLİKTEN EVRENSELLİĞE
ALPEREN GÜRBÜZER İnsan çoğu zaman kucağında yaşadığı toplumda şahsiyet buluyor. Giyim zevkimizden tutunda soframıza kadar uzanan bir dizi unsur, yaşadığımız toprağın bize sunduğu yerel avantajların bir sonucudur. İstesek de istemesek de birçok alışkanlıkları kendi iklimimizden alırız hep. Gerek dini inançlarımız, gerek ailevi hayatımız ve gerekse toplum ilişkilerimize kadar her şey yaşadığımız yerel coğrafyamıza aittir. Yerel değerlerle hemhal olmadan bir insanın evrensellik iddiasında bulunması deli saçması gibi bir şey zaten... Zira evrenselliğe giden yol yerellikten geçer. Şayet bir insan içinde bulunduğu toplumun ilişkilerinden hareketle insanlığın müşterek kullandığı değerleri yakalayabiliyorsa işte o zaman ancak evrensel olabilir. Nitekim İslam’da zekât müeyyidesi yerellikten evrenselliğe gidişe en iyi misaldir. Malumunuz olduğu üzere zekât olayında yardımın gerekli yerlere iletilmesi esastır. Bu durum dine davette de öyledir. Allah Resulünün ilk tebliğini en yakınından başlaması, sonra çevresine taşımasıyla birlikte Mekke’nin fethiyle nihai hedefe erişerek bu davet süreci tamamlanmıştır. Bütün bunları misal vermekten amacımız konuyla bağlantı kurabilmek içindir. Yani, İslamiyet ilk safhada doğduğu yerel coğrafyada filizlenmiş, daha sonrada neşvünema bularak evrenselliğin zirvesine erişmiştir. Bu topraklarda yaşamanın bize kazandırdığı birçok nimetler var, dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.. Coğrafyamız içerisinde farklı kültürler, farklı ırklar, farklı dinlere mensup insanlarla bir arada bulunmuşluğumuz bize dezavantaj olmamış, bilakis gönül dünyamıza zenginlik katmıştır. Toprağımızın bağrında yeşerttiğimiz tüm yerel değerler günümüz insanının tenine, hatta ruhuna da yansımıştır. Binlerce yıl bu topraklardan arda kalanlar bize miras kalmış adeta. Aslına bakarsak bir bakıma birçok değerleri hazır bulduk, dolayısıyla bu yönden şanslıyız dersek yeğdir. Şöyle ki; avantajlarımızın en büyüğü hiç kuşkusuz yüce dinimizin esasları olup, dini değerlerimizden sonra sırasıyla aile, çevremiz ve içinde yaşadığımız toplumun derin sinesi gelir. Avrupa’da birçok insan İslamiyet’i seçerken bu tür avantajlardan yoksun kalarak hidayete ermişlerdir. Hatta bunun en tipik misali; Roger Graudy’dir. O, Müslümanlığı Katolik Fransa’da hazır bulmadı çünkü. Yerel değerlerimiz yılların birikimi ve kucağında yaşadığımız toplumun bize armağanı olmasına rağmen başkalarına karşı hala kendimizi üstün görüyor olmamız bir çelişki elbet. Şayet üstünlük duygusundan temel amaç; İnanıyorsanız üstünsünüz prensibi ise buna elbette ki itirazımız olamaz. İtirazımız sadece Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, İmamı Gazali vs. gibi dehalar yaşadığı çağlarda ışık olmalarına rağmen, XIX. yüzyılda bizim diyebileceğimizin aydınımızın olmayışınadır. Üstünlük duygumuzu her nedense X. yüzyıla endeksleyerek geçmişin ihtişamıyla oyalanıyoruz. Oysa yaşadığımız çağda bütün ilmi ve teknolojik faaliyetleri maalesef küçümsediğimiz Hıristiyanlar üretiyor. O halde yerel değerlerimizi evrenselliğe giden yolda engel koymamalı. Allah(c.c) her şeyi bir kanuna bağlamış çünkü. Avrupa keşfettiği kanunlarla kanun yaratmıyor, yaratılan kanunları açığa çıkarıyor sadece. Yerçekimi kanunu Allahın bir kanunudur demekle iman gücümüzü pekiştiririz, ama akait boyutunda kalmamalı, hem imanı yön hem de evrensellik her ikisi de gerekli. Yerel değerlerimize bağlılığımız batıya kapalı olmamızı gerektirmez. Batıya açık, ama aynı zamanda kendi toplumuna da kapalı olmayan anlayış kabulümüzdür. Batı klasiklerini okurken, İbn-i Rüştü, Gazali’yi, hatta Mevlana’yı teğet geçmek haksızlık olup, bu durum kendi toplumumuzun yerel mimarlarına kapalı hale gelmek demektir. Elbette Proust’u, Balzac’ı Tolsty’u, Dostyoveski’yi, Camu’yu, Sartre’yi vs. okuyacağız, ama yerel değerlere kayıtsız kalmamak kaydıyla. Doğunun açmazı varda batını yok mu? Var tabii. Şöyle ki; Batı maddi keşiflerin zirvesine ulaştı, fakat insanın iç dünyasıyla ilgili keşif noktasında sınıfta kaldı. Bu konu da Doğu’nun kapısını çalmak zorundalar. Bu yüzden Cemil Meriç; ‘Bir Dünyanın Eşiğinde’ adlı eserinde; ruhu dindirecek tılsımı Ganj ile sembolize ediyor. Yani Ganj’a sadece bir nehir olarak bakmamayı, Ganj’a anlam katan doğunun nefesini gündeme taşıyor. Üstat, Hind ülkesini tanımlarken çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü coğrafya olarak tarif ettikten sonra, görünüşteki çoğulcu manzaranın her ne kadar karmaşık gibi görünse de farklılıkları ortak payda da buluşturan gücün sevgi olduğunun tespitini yapıyor. Bizde bu isabetli yorumlardan aklımıza ister istemez ‘Kesret içinde vahdet’ prensibini, yani bir başka ifadeyle; ‘Çokluk içinde birlik’ ilkesini hatırlıyoruz. Batı geçte olsa edebiyat ve sevgi sarayına Doğudan girebileceğini fark etmeye başlamıştır bile, hatta bunu sevindirici bir gelişme olarak görüyoruz da. Doğunun evrenselliğin gereği bilimsel çalışmalar denilen teknolojiye, batının ise yerelliğe yani ruhunun susuzluğunu giderecek Ganj’a, yani şiire, müziğe ve sevgiye ihtiyacı var. Bunun böyle bilinmesinde fayda var. Yerellikten evrenselliğe giderken bir başkasının bulduğu keşiflerle de oyalanmamalı, kendi projelerimizi ve kendi buluşlarımızı vizyona sokup insanlığa sunmanın gayretine girmeli ki evrensel olabilelim. Kabiliyetlerimizi kendi içerimizde yarıştırarak yeni beyinler keşfetmeli. Övünç tablomuzu salt ırk anlayışı değil kabiliyetlerimiz belirlemeli. Yerel değerlerden yoksun bir halde evrensel değerlerde karar kılmak ise dipsiz bir kuyuda dolaşmak gibidir. Çünkü insanın gücünü aşan konularda akıl vahye teslim olmak zorundadır. Said Nursi Hz.leri; ‘’Mahalli iman kalptir. Akıl onun kapıcısı hükmündedir’’ beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. İnanmamak Donkişot’ça ve ahmakça tavırdır. Zira iman insanlara huzur verir. Hatta iman Hz. Mevlana’ya Şeb-i Aruz dedirttirir. Çünkü aklın ölüme düğün gecesi diyecek kadar gücü yoktur. Kelimenin tam anlamıyla yerel değerlerle ruhumuzun açlığını, evrensel değerlerle de müminin yitik malı olan pozitif bilimi bulmuş oluruz. Yerel değerlerimiz kimliğimizi hatırlatır bize. Yerel bilinci toplumun tüm kesimlerine yaydığımız zaman modern uygarlığa geçişimiz kolay olacaktır elbet. Her geçiş sürecinde yaşanan bir takım sancıların temelinde yerel bilinçsizliğin olduğu bir vaka. Kendi klasiklerini unutmuş nesil, modernliğin önümüze getirdiği problemler karşısında adeta şaşkın haldedirler habire. Evrensellik adına yerel değerlerin hırpalanması yeni nesli kökleri ile olan bağlarını koparmakta ve köksüz hayat yaşamasına neden olmaktadır. O halde önemli olan yerellik ve evrensellik eksenini denge içinde yürütebilmektir. Yerel değerler toplumun sübjektif yönünü, evrensellik ise objektifliğini yansıtır. Dış ve iç olarak nitelendirebileceğimiz bu ikiliyi barışık kılmakla sağlıklı toplumun doğmasının önü açılacaktır. Toplum içinde baş gösteren birçok bunalımların kaynağında hep yerel ve evrensel unsurlardan gerektiği şekilde yararlanamayışımızdan ötürüdür. İnsanlık önce kendi ruhunun sesine kulak verecek, daha sonrada dış dünyaya yönelecek ki necat bulabilsin. İç âleminin susuzluğunu gideremeyen dış âlemle irtibat kuramaz, kursa da geçicidir. Kurtuluşumuzun sırrını iki kutuplu dünyamızda aramalı. Hakeza bir yönüyle ruha, diğer yönüyle de maddeye meyilli olan insan, iç dünyasında taşıdığı bu tılsımı toplum ilişkilerine yansıtacak donanıma sahip bir şekilde yaratılmış. Hem madem madde ve ruh ikiliğini ten kafesimizde bir arada taşıyoruz, o halde sosyal hayatta da yerellik ve evrensellik bir arada niçin olmasın ki? Ne sadece tek başına evrenselliği ne de tek başına yerellikle bir yere varamayız. Geleceğe kanatlanmak istiyorsak yerellikten evrenselliğe giden yolda ayak bağı değil köprü bağı olmalı. Osmanlı Söğütte küçücük bir Beylikken nasıl oldu da biranda Nizamı âlem hareketine dönüşüverdi derseniz bunu Osman Gazi ile Şeyh Edebali’nin birlikte beraber yoğurduğu mayada aramalı. O öyle bir maya ki Osmanlı’yı kısa zamanda yerellikten evrenselliğe kanatlandırabilmiştir. Şayet Nizamı âlem ülküsünü anlayabiliyorsak evrenselliği de pekâlâ anlayacağımız muhakkak. Söğüt ruhu yerelliğin bir ifadesi, üç kıtaya adaletle hükmetmekte evrenselliğin icabıdır. Yani Nizamı âlem ülküsünün gereği olarak hem yereliz hem de evrenseliz. Peygamberimiz(s.a.v)’in hayatında da yerel ve evrensel çizgileri görmek mümkün. İlk Müslümanlar sayıca azdılar ve yerel idiler. Fakat Hicret sonrası gelişmeler Mekke’nin fethi gibi büyük bir hareket evrenselliği doğurmuştur. Veda hutbesi de bütün çağları kuşatan mesajlarla yüklü evrensel beyanname hükmündedir. Anlaşılan hiçbir medeniyet yerel olmadan doruğa ulaşamamıştır. Mekke’de doğan güneş kısa zamanda bütün dünyada etkisini göstererek insanlığa medeniyet ruhunu aşılamıştır. Türkün alp’i İslamiyet sayesinde göçer konar durumdan vatanlaşmış ve daha sonraki evrelerde de medeniyetini gerçekleştirmiştir. Belki de Türkün alp’i erenlikle buluşmasaydı ne Selçukluda olduğu gibi vatanlaşırdık ne de Osmanlı’da olduğu gibi cihanşümul bir medeniyet olabilirdik. İslamiyet Türk’ün hayatını sil baştan değiştirmiş, ona yeni bir gömlek giyindirmiş ve yerellikten evrenselliğe taşımıştır. Bu yüzden Prof. Dr. Osman Turan; ‘Cihan hâkimiyeti mefkûremiz İslamiyet’le Nizamı âlem ülküsüne dönüşmüştür’ der. Bizim davamız bir kuru dava olmadığı için İlay’ı Kelimatullah uğruna Nizamı âleme yönelmemiz kolay oldu böylece. Osmanlının ebed müddet ülküsü hep nizamı âlem içindi. Âlemi döküp yıkmak, kan bulamak bize yaraşmazdı zaten. İnsanlık bizim şemsiyemiz altında adalet nedir öğrenmiş oldu böylece. Yani Osmanlı şemsiyesi altına giren her renk gölgeden nasibini mutlak alırdı. Bu şemsiye yerel kimlikleri koruduğu gibi bu kimliliklerle birlikte evrenselliği de muhafaza etti... Velhasıl Nizamı âlem bir sevdanı ötesinde evrenselliğin ta kendisidir. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|