12-23-2008, 12:10 | #1 |
Yıldız Tozu/ Mustafa Kutlu
Yaz gecesi. Berrak bir yaz gecesi. Yıldızlar gökyüzünden yere inmiş sanki. Sanki elini uzatsan tutulacak gibi. Kardeşim Kenan'la damda yatıyoruz. Sırtüstü yatmış yıldızlara bakıyoruz. Hiç konuşmuyoruz. Gece kuşları kesik kesik ötüyor, arada bir uzaklardan köpek sesleri geliyor. Kenan aniden:
— Abi! — Hı! — Gökte herkesin bir yıldızı varmış diyorlar, doğru mu? — Bilmem, doğrudur belki. — Benim yıldızım hangisi acaba? — Ohoo... Milyonla, milyarla yıldız var, ne bileyim ben. — Olsun ben birini seçmek istiyorum, sen de seç. Hoşuma gitti bu. — Hadi seçelim. Kenan'a yıldızlardan söz açıyorum. Okulda öğrendiğim bilgileri bir bir sıralıyorum. Bak şu ters cezve biçiminde olan Küçük Ayı, onun yanındaki Büyük Ayı diyerek ve onun "Hani, hani, hangisi" demelerine aldırmayarak bilgiç bilgiç konuşuyorum. Kenan henüz okula gitmiyor, seneye inşallah. Sonunda bir parlak yıldız seçiyor. "Bu benim yıldızım işte" diyor. Tam Keşiş Dağı'nın tepesine doğru sarkan yıldız. Yerini belliyoruz. Ben de bir yıldız seçiyorum, saçmalık, ama olsun; o daha çocuk. Derken bir yıldız kayıyor. Ardından ışıklı bir iz bırakarak gözden kayboluyor. Kenan heyecanla: — Abi bak biri kaydı. Kayıp kayboldu. Yıldızlar nereye gidiyor, böyle? — Onu bilmiyorum ama!... — Ama! — Bir yıldız kayarsa, derler ki o yıldızın sahibi ölmüştür. — O anda mı? — Evet. Kenan üzülüyor, yüzünü bana dönerek: — Bakmayalım abi. Hani olur ya, yine kayar belki. — Peki, bakmayalım. Dayım geldi. Dayım Almanya'dan geldi ve bana bir bisiklet, Kenan'a da top getirdi. Dayım benim küçüklüğümü biliyor, Kenan'ı hiç görmemiş. Dayım Almanya'ya gideli çok oluyormuş. Çoktandır gelmiyormuş. Şimdi izine geldi. Geldi ve evimiz şenlendi. Ama hemen dönecek. İzni çok kısa imiş. Dayım beni kucağına aldı, şöyle havada bir çevirdi, yüzü kızardı, nefesi daraldı: — Ulan amma büyümüşsün be kerata, dedi. Dayımın elini öptüm, teşekkür ettim. Dayım Kenan'ın da saçını okşadı, anneme işaret ederek: — Vay be, tıpkı ben, dedi. Annem: — Ee… Ne demişler, oğlan dayıya, kız bibiye çeker. Bizim orada halaya bibi diyorlar. Hep bir bisikletim olsun istemiştim. Ama biz varlıklı değiliz, alamadı babam. Ben büyürken kasabada bisikleti olan çocuklara imrenir, onların ardısıra koşar, "No'lur bir tur da ben bineyim" diye yalvarırdım. Vermezlerdi. Bizim kasaba çok küçük, çok az bisiklet var, onlar da memur çocuklarının. Şimdi benim de bir bisikletim var işte. Hepsini çatlatacağım bindirmeyeceğim. Hergün silip parlatacağım. Zaten yepyeni, gıcır. Kasabanın en güzel bisikleti bu. Kendim bile binmeye kıyamıyorum. Ya düşersem, ya bisiklete birşey olursa. Ama dayanamadım, ara sıra binmeye başladım. Kenan peşim sıra koşuyor "Abi beni de bindir, bana da öğret, no'lur" diye yalvarıyor. Hiç bindirir miyim. "Olmaz, sen daha küçüksün, bacakların yetişmez, git topunla oyna" diyorum. Ağlıyor, tepiniyor, "Napim topu, ben bisiklete binmek istiyorum" diye mızıldanıyor. Hayır, olmaz. Gitti anneme şikayet etti, annem bana hak verdi. Kenan büsbütün aksileşti, ağladı-tepindi, sonunda küstü. Küsüp dama çıktı, güvercin uçurmaya daldı. Oh... Uçursun. Beni rahat bıraksın da. Kasabanın sokaklarında bisikletimle dolaşırken herkes bana bakıyor, çocuklar toplaşıyor, sağını solunu ellemeye kalkıyorlar. "Bırakın lan, dokunmayın pis ellerinizle" diye onları azarlıyorum. Onların bisikletleri eski-püskü. Hem yerli malı. Benimkisi öyle mi, Alman malı. Sade Abdurrahman'a izin verdim. Geldi bisikletin her yanını yokladı, hayırlı olsun dedi. Binmek istemedi, hem zaten sürmesini bilmiyor. Abdurrahman yetim. Babası hamaldı sebze halinde. Geçen yıl öldü. Bunlar çok fakir, anası hasta. Abdurrahman okulu bıraktı, bir tartı âleti ile çarşıda dikilmeye başladı. Üç-beş kuruş kazanıyor. İyi çocuk, dersleri de çok iyi idi. Abdurrahman'ın durumuna üzülüyorum. Valla sürmesini bilse bir tur bindirirdim. Dayım gitti. Tatil çok güzel geçiyor. Ne derede yüzmeye gidiyorum, ne de balık tutmaya. Top sahasına bile yanaşmıyorum. Varsa yoksa bisiklet. İki küçük bayrak aldım. Biri Türk bayrağı, öteki Fenerbahçe bayrağı. Bunları direksiyona takacağım. Ah bir de düdük olsa. Bisiklet kornası yani. Zili var ama, ne yapayım zili. Acaba babama söylesem şehirden bana bir bisiklet kornası getirir mi? Kenan benimle konuşmuyor, hâlâ küs. Ben bisikletle evden çıkınca damdan aşağı sert sert bakıyor. Aslında bu çocuğu bu kadar üzmemek lazım. Ama ne yapayım. Çok küçük, sözden anlamıyor. Tutsam öğretmeye kalksam, üç gün sonra bırak ben sürerim diyecek. Dik kafalı. Onu bilmez miyim ben. Hele bir sürmeyi öğrensin valla hemen sahiplenir, beni bile bindirmez. Hele dursun, hele beklesin biraz. Benim hevesim geçsin biraz. Ama geçeceği yok ki. Geceleri bile rüyama giriyor. Bir gün, sabahın köründe kapı çalındı. Ama nasıl çalınma öyle. Kapıyı çalan sanki evi yıkacak. Bir yandan zile basıyor, bir yandan kapıyı yumrukluyor. Apar topar kalkıp açtık. Abdurrahman. Kireç kesilmiş yüzüyle dikiliyor. Babam: — No'ldu Abdurrahman, ne var, ne bu telaş, diye sordu. — Kenan düştü amca, koşun, dedi. Şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne baktık. Ne Kenan'ı? Kenan evde değil mi? Kenan'a ne oldu ki? Babam picamaları, annem gecelik entarisi üzerine acele bir şey giymiş, ben don gömlek kendimizi sokağa attık. Yolda "Nerede?" diye sordu babam. Abdurrahman: "İlerde yol kıyısında, şaranpole yuvarlanmış" dedi. Babamla annem o kadar hızlı koşuyor ki, biz Abdurrahman'la geride kaldık. Onlar köşeyi dönüp gözden kayboldular. Ben Abdurrahman'a "Kenan sabahın köründe dışarda ne arıyor" dedim. Abdurrahman yüzünü yere çevirdi. "Bisikletini almış, sürmüş, yokuş aşağı gidince duramamış, şarampola düşmüş. Ben işe giderken gördüm. Kendi bi yanda, bisiklet öte yanda, başı kanıyordu galiba" diye nefes nefese anlattı. Biz olay yerine varmadan annemle babam köşede göründüler. Babam Kenan'ı kucağında taşıyor, Kenan'ın başı babamın kolu üzerinden sanki cansız gibi aşağı doğru sarkıyor, annem dizlerini döverek "Gitti oğlum, gitti" diye ağlıyor. Babam önümüzden geçerken "Git babaannene haber ver, biz sağlık ocağına gidiyoruz, merak etmesin" dedi. Orada öylece Abdurrahman'la beraber sanki donup kalmıştık. Neden sonra Abdurrahman omuzuma dokunarak "Üzülme, belki sadece bayılmıştır" dedi. Boğazıma bir yumruk tıkanmış sanki, yumruğu çekseler katıla katıla ağlayacağım; ama olmuyor, gözyaşları sessizce boşanıyor. Abdurrahman da ağladı. Kolunu omuzuma doladı. Sağlık Ocağı'nda doktor yok. İki ebe, bir hemşire. Bunu hemen şehre, hastaneye yetiştirin demişler, bir cip bulup gitmişler. Babaannem pencerenin önüne çöktü, gözünü yola dikti. Sürekli dua ediyor. Komşular geldi, biz çıktık. Abdurrahman'la gidip bisiklete baktık. Yamrı yumru olmuş, direksiyon eğrilmiş, lamba kırılmış. Amaan, hiç gözümde yok. Yine de çeke çeke eve getirdik, avlunun bir köşesine dayadık. Ah Kenan ah! Neden yaptın bunu? Ama suç bende. Keşke onu da bindirseydim, o da hevesini alsaydı. Hem o zaman bu iş olmazdı. Suç bende. Ağzıma lokma koymadım. Ayvanda oturup kaldım. Gözlerim bisiklette. Lanet olsun. Ya Kenan'a bir şey olursa. Ya ölürse kardeşim. İçim nasıl sıkılıyor? Artık ağlayamıyorum. Ne yapsam acaba? Şehirden bir haber gelse. Kenan iyi, bir şeyi yokmuş diye bir haber gelse. Dama çıkıp güvercinlere yem attım. Vakit geçsin diye kümesi temizledim, sularını tazeledim. Kenan'ın bir eski tahta arabası vardı, oyuncak. Tekerleği kırılmış, o da bir yana atmış. Ona yeni bir teker kestim, yerine taktım. Güzel oldu. Ama Kenan bununla oynamaz ki, çocuk işi. O artık büyüdü, seneye okula gidecek. Babaannem ayvandan seslendi "Evladım gel bir iki lokma bir şey ye" falan dedi. "Karnım tok benim" diye cevapladım. Damdan aşağı inmek istemiyorum, o bisikleti bir daha görmek istemiyorum. Akşam oldu, haber yok. Komşular çorba getirdi babaanneme, haber sordular, haber yok. Ben hâlâ damdayım. Sonra aniden indim. Bi koşu bisikletin yanına gittim. Direksiyona asıldım, biraz düzeldi; öyle yürüye yürüye, sürüye sürüye Abdurrahmangilin evine kadar geldim. Abdurrahman şaşırdı. Ne var dedi, bir haber aldınız mı? Yok, dedim. Eee, dedi. Bu bisikleti sana getirdim, enişten demirci belki düzeltir dedim. Yok ya, dedi; o ne anlar. Olsun dedim, ben bunu sana veriyorum. Abdurrahman: Ama nasıl olur, tamir ettirip binersin, dedi. Yok yok, dedim. Ben artık bu bisiklete binemem, senin olsun, dedim. Dedim ve gözlerim yine doldu. Artık konuşamazdım. Abdurrahman'ı orada, eşik üzerinde şaşkın bırakıp kaçar gibi uzaklaştım. Gelip yine dama çıktım. Sırtüstü uzanıp gözlerimi Keşiş Dağı'nın üzerinde parlayan yıldıza diktim. Kenan'ın yıldızı bu, birlikte seçmiştik. Yıldıza baka baka geçen günleri düşündüm. Geçen yazı. Irmakta tuttuğumuz balıkları. Aşağı mahalleyi 6-2 yendiğimiz maçı. Yıldız kaydı. Yıldız kayıp düşmeye başladı. Kenan'ın yıldızı kayıyor. Kenan ölüyor. Allah'ım, Allah'ım, Kenan ölüyor mu? Fırladım, bir gözüm yıldızda. Ardında ışıklı bir iz bırakarak yaklaşıyor. Mısır tarlalarının ötesine Sultan Çayırı'na doğru düşüyor. Damdan fırtına gibi indim. Ayaklarım çıplak. Koşmaya başladım. Kasabanın sokaklarını yel gibi geçtim. Bir gözüm yıldızda. O düşüyor, ben koşuyorum. Kasaba'dan çıktım, mısır tarlalarına daldım. Mısır gövdelerinin boyu boyumdan uzun, yapraklan koşarken yüzümü dalıyor. Yıldızı göremiyorum, yıldıza ne oldu? Tarlalardan çıktım, çayırın kenarına vardım. Ortalık gündüz gibi aydınlanmış, mavi-yeşil bir garip aydınlık. Su dibi, deniz dibi gibi. Yıldız geliyor. Çok şükür ağır ağır iniyor. Bir uzay gemisi gibi ışıklar saçarak iniyor. O indi, ben gittim; o indi ben gittim. Çayırın ortasına ulaştım. Yıldız geldi geldi, geldikçe parladı, parladıkça ufaldı, ellerimi uzattım, iki avucumu açtım, yıldız gelip ellerime kondu. Bir rüyada karşılaşmış gibi konuşmaya başladık. — Sen Kenan'ın yıldızısın değil mi? — Evet. — Hoş geldin, nasılsın? — İyiyim ama düştüm işte, kaydım. — Olsun, ben de koşup tuttum seni. — Teşekkür ederim. Az daha geç kalsaydın yere çakılacaktım. Ne kadar hafifsin sen böyle, yıldızlar neden kayıyor? — Her varlığın bir ömrü var, ömür bitince ışık tükeniyor. — Ama ben seni tuttum bak, hâlâ parlıyorsun. — Öyle, demek ki vakit tamam olmadı. — Peki şimdi ne yapacağız. Seni böyle hep avucumda tutamam ki. — Kolay. Bak ne yapacaksın. — Ne yapacağım? — Beni biraz yukarı kaldır, sonra bütün gücünle "Ya Allah! Bismillah!" deyip üzerime doğru üfür. Kollarımı yukarı doğru kaldırdım, yıldız avucumda. Avucumdaki yıldıza doğru "Ya Allah! Bismillah!" diye bağırıp bütün gücümle üfürdüm. Bir tüy gibi havalandı, sonra hızlandı, ışık hızı ile gökyüzüne doğru gitti, eski yerine ulaştı, oradan bana sanki bir göz etti, sanki teşekkür etti. Vay be! Kenan'ın yıldızı yine Keşiş Dağı'nın üzerinde, yine eskisi gibi parıldayıp duruyor. Üzerimden büyük bir ağırlık kalkmıştı. Yıldıza el salladım, sonra bir neşeli ıslık tutturdum, geldiğim yoldan sallana sal-lana geri döndüm. Eve vardığımda kapının önü kalabalıktı. Bir cip vardı ve Kenan yine babamın kucağındaydı. Heyecanla atılıp yanlarına ulaştım. Kenan iyileşmiş, gülüyordu. "Çok kötü düştüm abi" dedi. Boynuna sarılıp bu defa sevinçle hüngür hüngür ağladım. Orada bulunan herkes ağlıyordu. Neden sonra babam yeter artık deyip, beni Kenan'dan ayırdı. Kalabalık "Geçmiş olsun" diyerek ağır ağır dağıldı. Tam kapıdan girecekken annem bana döndü ve ellerime işaret ederek. -Ne oldu ellerine senin böyle? Ben de baktım. -Ne olmuş, ne var, dedim. — Sanki yıldız tozu dökülmüş gibi parıldıyor. Bembeyaz. Allah günah yazmaz deyip bir yalan attım: -Hanife Hala'nın samanını taşıdık, ondandır, dedim. Nereden çıktıysa omuz başımda Abdurrahman peyda oldu. -Evet, saman indirdik, diye beni destekledi. Kimsede ellerimle uğraşacak hal kalmamıştı. Herkes tatlı-mutlu bir yorgunlukla eve girdi. Dışarıda Abdurrahmanla ben kalmıştık. — Kenan iyi, dedim ona. Hiçbir şeyi yok. — Biliyorum, dedi. Şehirden gelen cipi o karşılamış. Başımı kaldırıp Keşiş Dağı'nın üzerine doğru sarkmış yıldıza baktım. Dalmışım. Abdurrahman: — Geç oldu, ben gideyim, dedi. — Sağol, dedim; yarın görüşürüz. Abdurrahman duraksadı, ellerime baktı, dayanamayıp sordu: — Ellerine ne oldu? Gülümsedim: — Bir gün anlatırım sana. — Söz mü? — Söz. Yıldız Tozu/ Mustafa Kutlu
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|