01-29-2009, 11:20 | #1 |
SİVİL TOPLUM İÇİN ÜRETİM SEFERBERLİĞİ
SİVİL TOPLUM İÇİN ÜRETİM SEFERBERLİĞİ ALPEREN GÜRBÜZER Çalışmakla üretmek ters orantılıdır bizde. Az çalışarak zengin olanlarımız olduğu gibi, çok çalışarak az kazananlarımızda var. Galiba bir yerlerde hata yapıyoruz. İnsanımız alın terine paralel olarak üretim yapamıyor. Hakeza küçük bir kesim ise amiyane tabirle fazla yorulmadan köşeyi dönebiliyor. Ortaya çıkan bu tablo netice itibarıyla sosyal kesimler arasında düşmanlık doğurmaktadır. Dengesizliğin kol gezdiği ortamlar hep sancılı geçmektedir maalesef. Sosyal adaletsizlik sermaye düşmanlığına yol açarak önüne geçilmez yaralar açmaktadır. Bir gün ekonomimiz, sosyal ve moral değerlerle donatıldığı zaman üretim daha sağlıklı hale gelecektir elbet, ümit varız. Şu andaki hazin manzarada sadece suçlu olarak sermayedarları göstermekte yanlış tutum olsa gerektir. Kaldı ki bu kötü gidişattan bürokratik devlet, hantal sistem, siyasiler ve hepimiz sorumluyuz. Dinin, ahlakın, hukukun ve estetiğin olmadığı bir üretim faaliyetinde ne beklenirdi ki zaten. Bugün geldiğimiz noktada iş âleminin ruhunu kâr etme duygusu kaplamış. Eğer kâr etme duygusu dürüstçe işliyorsa böyle bir anlayışa sözümüz olamaz elbet. Fakat bir takım kayıt dışı ekonomi mekanizmalarının büyümesi hala kâr adına alkışlanıyorsa kimse kusura bakmasın bu duruma seyirci kalmamızı kimse bizden beklemesin. Maalesef tıkanmış sistem dürüstlük ilkesi yerine kayıt dışılığı esas alıyor ve bunu fırsat bilen birtakım rantiye odakları sürekli bu girdabın devamından yana tavır alıyorlar. Bu gerçekler ortada iken bu ülkede üretimden bahsetmek kuru bir hayal olur. Ticareti yaparken kendi sınırlarımız içine haps olmamalı, üretim seferberliği yaparak evrensel ticarete de yönelmeli, hatta ideolojik tercihlerimizi ekonomik faaliyetlere yansıtmayarak ekonomiyi kendi tabii kanunları çerçevesinde dürüstçe işlemesini sağlamalıdır. Bu yapıldığında ancak bir nebze olsun üretim kapılarını açma imkânı bulabiliriz. Aksi takdirde politik tercihler kurumlara ve ekonomik alanlara sıçradığı anda, önyargılarımız üretime engel olacağı gibi farklı düşünen insanlarla ekonomik entegrasyona girmeye de kota getirecektir. Oysa üretim seferberliği sivil toplumun vazgeçilmez unsurudur. Birlikte hareket etmeyi bir türlü öğrenemedik. Yine de tüm bu olumsuzlara rağmen bir kısım sağduyulu iş adamlarımızın üretim seferberliği çerçevesinde bir araya gelerek örgütlenmelerini sivil toplum adına çok önemli gelişme olarak düşünüyoruz. Demek ki toplum içindeki dinamikleri birbirine hasım kılmadan sağlıklı sivil toplum oluşturmak pekâlâ mümkün. Üretim seferberliği için rekabet güzel, ama birbirimizin kuyusunu kazımadan güzel. Dolayısıyla üretimde acımasız rekabet, sömürücü faiz, karaborsa yarınlarımızı karartacağından dolayı buna geçit verilmeyecek adımlar da atmalı.. Ortak paydalarda buluşmak ister istemez siyasi ve diğer alanlarda da müştereklik doğuracak ve böylece özlediğimiz diyalog ortamı kendiliğinden meydana gelmiş olacaktır. Her alanda yumuşama ortamının vücuda gelmesi karşılıklı sosyal-ekonomik entegrasyonun gerçekleşmesine bağlı bir husus. Hatta ülkeler arasında kavgaları sona erdirmenin yolu da sosyal, kültürel ve ekonomik işbirliğine gitmekle sağlanır. Ülke menfaatlerimizi birinci planda esas tutarak hem İslam ülkeleri ile hem de batıyla ideolojik tercihlerimizi karıştırmadan sağlıklı münasebetler kurabiliriz. Bu arada her ülkenin ekonomik yapısı, işleyişi ve meseleleri kendi şartları içinde değerlendirilmekte fayda var. Üretim seferberliği yolculuğun da sivil toplumun bütün kesimleri tatlı rekabet yarışına girişerek, Türkiye’yi kim dışarıda daha iyi bizi temsil ediyor diye sormalıyız. Kendi kendimize gelin-güvey olacağımıza, kavgamızı kim daha iyi ve kaliteli mal üretiyor tarzına dönüştürmeliyiz. Serbest piyasa ekonomisinin kuralları gereği rekabetimizi şahsileştirmeden ülke yararına seferber etmeliyiz ki sivil toplum refah seviyesine kavuşabilsin. Zira Resulullah narh’ı kaldırarak fiyatların serbest piyasada üretim ve tüketim ekseninde oluşmasını emretmiştir. Bu ülke de serbest piyasa ekonomi ruhunu kabul ettirmek hiçte öyle kolay olmadı. Daha düne kadar köprüyü satarım, satamazsın tartışmalarıyla oyalanıyorduk. O günleri bir takım mekanizmalar hem özelleştirmeye karşıydılar hem de yap-işlet devret modelinin hayata geçmesine izin vermemişlerdi. Hantal yapının devamından yana olanlar üretime katkıda bulunmak bir yana, girişimciliğinin önünü tıkamak için her türlü yolu deniyorlardı. Önyargılı davranışlar diyalog kapısını kapatıyordu adeta. Oysa serbest piyasa ekonomisi hem fiyatların dengeye oturmasını hem de toplumun üretim ve ahlak disiplinin sağlamaktadır. Önce kendi içimizde diyalog eksikliğini giderip, sonra da dünyaya entegre olmalı. Dünyaya açılmada ülke menfaatlerimizi koruyacak diploması dilimizi konuşturmalıyız. İyi bir Türkiye imajı dünya gündemine oturduğu an, biliniz ki önümüz açık demektir. Bugün dünyada Moskova, Washington, Bonn ve Tokyo borsaları ekonomik entegre olma bakımdan önemli dörtlü niteliğinde güç merkezidirler. Türkiye bu merkezlere açılmalı ve oralarda ekonomik alanlar oluşturmalıdır. Bağımsızlıktan maksat dünyaya kapalılık değil, bilakis ülke menfaatleri için iyi ilişkiler kurabilmektir. Amerika bile sanıldığının aksine bağımsız değildir. Çünkü Japonların uluslararası ekonomik alanlarda etkisi söz konusu hala... Güçlü olmak ayrı, bağımsızlık apayrı bir şey... O halde her ikisini de birbirine karıştırmamalı. Hiçbir ülke tam bağımsızlıktan söz edemez. Nitekim güçlü ülkelerin bile ekonomik yönden başka ülkelere borçları var. Dünyadan ayrı hareket etmek dünyayı tanımamak anlamına gelir ki, bu da mümkün gözükmüyor. Bundan dolayı bağımsızlık edebiyatı yapacağımıza, enerjimizi iş yapmaya ve üretmeye yöneltmeliyiz. Çok konuşmak yerine ekonomik atılım uygulamaları göstermeliyiz cümle âleme. Türkiye kamu sektörü ile özel sektörü arasında geçit teşkil ediyor. Devletin ekonomideki ağırlığı özel sektör alanlarını daraltmakta... Üstelik siyasi hesaplar ve rantiye hastalığı sivil girişimciliğe geçit vermiyor da. Özelleştirmede çabuk hareket edemeyişimizin sebebi, kamu alanlarının oligarşik zinde güçlere fayda sağlamasından dolayıdır. Tam anlamıyla kamu alanı ile özel sektör alanı sıkışmış durumda, yani siyasi rant her şeyin üstünde. Bundan dolayı sivil toplum için üretim seferberliği şart diyoruz bu konuda. Geçmişte Doğunun makûs talihini değiştireceğiz denildi ama daha henüz bu konuda bir arpa boyu önemli mesafe kat edilmiş sayılmayız. Oysaki yatırımların büyük kısmı doğuya kaydırılarak ekonomik canlılık getirilebilirdi. Mesela Çoruh Anadolu Projesini de hayata geçirerek gerek enerji, gerek tarım, gerekse balıkçılık gibi üretim alanlarını genişletebilirdik. Evvela doğu insanına üretim nasıl yapılır, pazarlama nedir, rekabet nasıl olur, bunların eğitimini vermeli, buda yetmez şimdiden fizibilite çalışmaları başlatılarak altyapısı hazırlanmalı. Hatta kâr amacının dışında ellerimizi taşın altına koyabilmeyi de öğrenmeliyiz. Doğu yıllardır ihmal edilmişliğin ezikliğini yaşıyor çünkü. Yılların tahribatını bir anda silmek kolay olmasa gerektir. Onun için olmayan bir şeyin yapılmasından ziyade, oralara devlet bütçeden aslan payı ayırıp teşvik vermesi de gerekiyor. Verimlilik ve kâr getirici sektörlerin doğması için halkın sivil katılımı da sağlanmalı. Bütün bunların gerçekleşmesi uzman kadroları harekete geçirilerek yapılabilir ancak. Üretim ihracat, istihdam, eğitim ve sağlık alanlarında iyi yetişmiş kadroları bir an önce bölgeye konuşlandırmalı. Eğitim kadroları oluşturmadan bina yapmışız, tesis inşa etmişiz veya makine götürmüşüz neye yarar ki? Emeğin karşılığını alma hususunda eğitim göz ardı edilemeyecek kadar çok mühim bir yer teşkil eder. İnsanımız becerikli ama eğitim zafiyeti var hala. Zira imajımız dünya konjonktüründe yok gibi. İtalyan denilince ayakkabı akla gelir, Türkiye deyince akla ne geliyor acaba hiç düşündük mü? Bilgi beceri yeteneklerimizi üretim alanlarına aktarmamışız maalesef. Bakın Japonya insan potansiyelini iyi eğiterek bir “SONY” imajı oluşturmuş dünya piyasasında. Biz ise XVII. Asırdan bu yana kendimizi yenileyemediğimiz gibi I. Dünya savaşı ile insanımızı ümitsizliğe itmişiz de. Türkiye tanıtımını yapmak istiyorsa dünya piyasalarında kendi lobisini kurmalı, bu iş bizden olmayan insanlara ısmarlama ile olmaz. O halde güç merkezlerimizi dünya pazarlarına kaydırmaktan başka çaremiz yok, bunu artık anlamalıyız. Üretim seferberliği lafla olmuyor tatbikatta gerekli, iyi bir imaj yerleştirebilirsek ürettiğimiz mallar bu imaj sayesinde pirim yapacağı muhakkak.. Maalesef ülkemiz kendi lobisini harekete geçiremediği için imaj oluşturamıyor, hatta dünya piyasalarında ürettiklerimiz tanınmıyor da. Nasıl tanınsın ki, XIX. asır başlarından itibaren gümrük birliği sevdası güdülerek Avrupa karşısında el pençe divan durmuşuz. Madem yeterince Devlet tanıtım yapamıyor, bari hiç olmazsa özel sektöre bu şansı tanımalı. Dünya da hak etmediğimizin ötesinde bir kötü imajımız olduğu için hala doğru dürüst üretim yapamıyoruz. Politik tercihleri tanıtımın önüne koymamalı. Bu gerçekler ışığında yeniden üretim seferberliği başlatarak sivil inisiyatifi dirilişe geçirebiliriz pekâlâ. Allah (c.c) mülkü insanın hizmetine vermiş ki üretim yapsın, üretim yaptıkça da Allah’ı hatırlasın diye. Dinimizde mülk Allah’ındır ama bu mülk devletlerin, toplumların, girişimcilerin itibarı bir sahiplikleri ile sınırlıdır. İnsanoğluna mülkü tasarruf veya üretim de kullanma hakları belirli ölçüler dâhilinde izin verilmiştir, tabiî ki har vurup harman savurmak için değil. İslamiyet’in devletlere, toplumlara, fertlere mülk edinme ve üretim hakkı tanıması, bu saydığımız unsurların haddini ve hududunu bilmeleri dâhilinde verilmiştir. Yani insanoğluna sunulan sonsuz nimetler, insan için üretim faaliyetleri Allah’a şükrünü eda için sunulmuştur. Nitekim şükürden yoksunluk maddeleşmek demektir. Maddeyi de aşmak gerekir. Kelimenin tam anlamıyla tabiat ana dedikleri madde eşrefi mahlûkat olan insana hizmette bulunacak, insanoğlu ise hammaddeyi işleyerek sadece ve sadece Allah’a abd (kulluk) olarak hürriyetin tadını çıkaracaktır. Zira madde bize egemen olmamalı, biz maddeye hâkim olmalı. İslamiyet tabiatı işleyerek üretimi gerçekleştiren insana ne kapitalizm de olduğu gibi mülkü elde edebildiği sürece ona değer verir, ne sosyalistlerin devletin izin verdiği ölçüde hareket etmesini vurgular, ne komünizmin mülkü hırsızlık olarak görüp toplumun ortak pastası niteler, ne de faşizmdeki gibi üretim kaynaklarına insansız devletin tekeli olarak bakar. İslamiyet kendine has metoduyla üretimi sosyal ve kültürel değerlerle bezendirerek asla başıboş bırakılması gereken bir manevra alanı olarak görmez. Rabbül Âlemin mülk üzerinde mutlak otoriter sahibi olduğunu ve insanoğluna da ancak ve ancak mülk üzerinde tasarruf yetkisi verdiğini beyan buyurmaktadır. Demek ki, Mutlak mülk Allah’ındır. Buna karşılık insanoğluna sunulan bu nimetler üzerindeki tasarrufu Yunus’un da belirttiği gibi “Mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan” dizelerindeki anlam itibariyle mülk insan için izafidir. O halde misafir geldiğimiz dünyamızda bize emanet edilen nimetleri meşru daire içinde kullanmak düşer bize. Velhasıl üretim seferberliği başlatıp yeniden İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı Âlem’e koşmalıyız. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|