03-03-2009, 12:40 | #1 |
HAKANLARA IŞIK SAÇAN EVLİYALAR
HAKANLARA IŞIK SAÇAN EVLİYALAR
ALPEREN GÜRBÜZER İslamiyet’ten önce hakanlara yol gösteren kâm denilen, sözlerine itibar edilen yüce şahsiyetler vardı. İslamiyet’le tanışan Türkler de kâm ’in misyonuna benzer görev yapan şeyh veya evliyaların varlığına şahit oluyoruz. Prof. Dr. Osman Turan; Türklerin kâm’ları yerine İslam şeyhleri, evliyası geçerken, sessiz bir kaynaşma olduğundan bahisle Türklerin İslamlaşmasının sayısız din ve tarikat adamları sayesinde gerçekleştiğini, böylece Alpliğin Alperen şeklinde kutsiyet kazandığını vurguluyor. Dede Korkut; bilge insan, kültürümüzün bir parçası. İslamiyet öncesi Türklükte Dede Korkut, keramet sahibi bir insandı. Bu bilge insan Hanların tayininde, devlet işlerinde, kurultay ve toylar da etkili bir zat olarak telakki edilir. Dede Korkut, Oğuzların Kayı kabilesinin Osmanlılara intikal edeceğini keşfeden, aynı zamanda zamanının ulu hakanlarına ışık veren bilge kişiliğe sahip birisi olarak da destanlarda zikredilir. Öyle ki Oğuz Han ve evlatları Irkıl Hoca ve Dede Korkut’tan istifade etmişlerdir. Irkıl Hoca (Uluğ Türk) Türk’ün Hakanına; ’Ey Kağanım (Oğuz Han)Gök-Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın’ tarzında dua ve niyazda bulunarak moral vermiştir. Batı Türklüğünün liderlerinden Atilla da diğer Türk Kağanları gibi kâm’lara (kâhinlere) itibar ederdi. Nasıl ki, Türk Hakanlarının Irkıl Hoca ve Dede Korkut gibi, itibar ettikleri şahsiyetler söz konusuysa, Cengiz Han içinde ’Gökçe Ata’ ismiyle anılan bilge kişi vardı. Cengiz Han’da, Gökçe Ata’dan güç alıyordu. Kısaca, Oğuzların Irkıl Hoca’sı (Korkut Atası), Cengiz Han’ın Gökçesi önemli şahsiyetler olarak tarihte yerini almışlardır.. Selçuk’un babası Dudak rüyasında gördüğü; ‘Göbeğinde üç ağacın çıktığını, dallarının göklere yükseldiğini ’ Korkut Ata’ya anlatınca Dukak’a rüyayı tabir eder ve ’Evlatlarının cihan padişahı olacağını’ müjdeler. Gazneli Mahmut adlı Türk de, Hindistan’a İslam’ın girmesine ve yayılmasına katkısı olan bir yüce Hakandır. Aynı zamanda Hindistan’da İslam’ın yayılmasında sofilerin belagatiyle kök saldığı da bir gerçek. Cemil Meriç bu konuda: Hind düşüncesinin ilk fatihi Harzemli bir Türk olan El Biruni. İslam dünyası ile Brahmanlar diyarı arasında atılan köprü onun eseri.. Yeni bir din götürmüşüz Hint’e, yeni bir dil sunmuşuz. Babür biziz, Ekber biziz, Dara Şükuh biz.’’ der. Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’dır. Ona hidayet yolunu gösteren deha ise Samani Ebu Nasr’dır. Dolayısıyla İslamiyet’in Türklerce kabulünde önderlik eden ilk hükümdar Satuk Buğra Han’dır. Cevdet Paşa bu konuda: “Satuk Buğra Han ikiyüzbin hayme halkıyla beraber Müslüman oldu..’’ der. İşte bu gerçeklerden hareketle büyük doğuşun mayasını oluşturanın Satuk Buğra Han olduğunu söyleyebiliriz. O yüce Hakan Türk’ün tarihinde destanlaşmış, aynı zamanda Türk Milletinin gönlünde taht kurmuş, nesilden nesile dillerden dillere düşmeyen ilk Müslüman Türk lideri olarak yerini almıştır. Bu arada Kuzey Türklüğünün, Asya ve Türkî İllere İslam’ın yayılmasında Piri-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin rolünü de unutmamak gerekir. Şöyle ki; Türk’ün Alp’i Ahmet Yesevi’nin dergâhına gelerek Erenlik hüviyeti kazanarak Alperenler olarak yeni bir güç oluşturuyorlardı, böylece bu güç sayesinde İslam’ın yayılmasında ileri karakol görevi yapıyorlardı adeta. Piri Türkistan’ın arkasındaki manevi kaynak ise Nakşî silsilesinin önemli simalarından olan Yusuf Hamedani’dir. Yusuf Hamedani’nin aldığı feyiz kaynağı da Ali Farmedi Tursi(k.s)’dir. Hatta İmam-ı Gazalinin şeyhi de Ali Farmedi Tursi’dir. Gazali onun elinden tutmuş ve eşiğinde terbiye olmuştur. Demek ki, ister âlim ol, isterse hakan veya padişah ol, sonunda gelinecek nokta evliyaullah’ın eşiğidir. Anlaşılan odur ki; Sultanlara da, âlimlere de ışık saçan Şeyh denilen Allah dostlarıdır. Allah sırlarını tasdik etsin. Tuğrul Bey -Alparslan-Melikşah-Alâeddin Keykubad Tuğrul Bey Baba Tahir ve Baba Cafer’den ışık almıştır. Baba Tahir abdest aldığı ibriğinin kapağını parmağından çıkarıp, Tuğrul Bey’in parmağına takar ve der ki; Bunun gibi dünya ülkelerini senin eline koydum adalet üzere ol diyerek dünya hâkimiyetini müjdelemiştir. Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarını Türk’e açan Alparslan’a yön veren ışık Buharalı Ebu Cafer Muhammed’dir. Sultan Alparslan Malazgirt’ten önce, Şii Fatımilere karşı Suriye seferine giderken Fırat nehrinin geçiyordu, Buharalı İmam (âlim, şeyh) onu görünce; İlk defa bir Türk hükümdarı olarak siz geçiyorsunuz iltifatının yanı sıra Sultan Alparslan’a; Allah bu fethi senin adına yazmış ola diye dua eyleyerek ve bizatihi Fetih kelimesini kullanarak Malazgirt için önceden müjde ışığı yakmıştır. Öyle ki İmam Ebu Cafer Muhammed; Ey Sultan! Sen Allah’ın başka dinlere zafer vaat eylediği İslamiyet uğrunda cihad yapıyorsun. Bütün Müslümanlarda minberlerde sana dua eylediği Cuma günü savaşa giriş, ben Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum sözleriyle önceden 1071 zaferini tetikledi. Neticede bu büyük zatın maneviyatı motive edici telkinleriyle Romen Diojen komutasında Bizans ordusu Alparslan karşısında bozguna uğramış ve Romen Diojen esir olarak ele geçmiştir. Selçuklu Hakanlarından Melikşah’a ışık veren zat da, İmamül Haremeyn Güveyni’dir. Bu büyük İmam bir gün Melikşah’a bir olay üzerine şu güzel veciz sözleri söyler: Devlete ait işlerde fermana itaat bizim vazifemizdir. Fakat fetvaya (dine) taalluk eden meselelerde Sultanın bize sorması lazımdır. İmamül Haremeyn Güveyni zahiri büyük bir âlim. Yine bir gün Sultan Melikşahla Ali bin Hasan el Sandali karşılaşır ve göz göze gelirler. Sultan Melikşah; manevi başbuğlardan Şeyh Ali bin Hasan el Sandali’ye: —Niye ziyaretime gelmiyorsunuz? Diye sitem eder. Şeyh cevaben: — Sizin padişahların en iyisi olmanız ve benimde âlimlerin en kötüsü olmamalığım içindir der. Malum Allah Resulü bu konuda; Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de devlet reislerinin yanına gidendir diye buyurmakta. Ali bin Hasan el Sandali de bu hadisi şerifin çerçevesinde Sultan Melikşah’ı aydınlatmıştır. Alâeddin Keykubad da, Selçuklu Türkiyesinin Hakanlarından olup, Şahabeddin Suhreverdi ve Necmeddin Razi gibi zatlardan istifade etmiştir. Şahabeddin Suhreverdi, Necmeddin Razıye hitaben; Ey genç dindar, ilim ve tasavvufa bağlı Alâeddin Keykubad’ın himayesine gir onu ve halkı faydalandır tavsiyesinde bulunmuştur. Osmanlının Kuruluşundaki maya Karahan, Gazneli ve Selçuklu derken Osmanlı’ya gelen halkada tasavvufun büyük etkisini görüyoruz. Denilebilir ki, Osmanlıyı kanatlandıran tasavvuftur. İnsanlar bir şeyhe bağlanmak ihtiyacı duyuyorlardı çünkü. Bu yüzden tasavvuf Osmanlının kuruluşunda ve yükselişinde güç kaynağıdır denilebilir. Müneccim Başı Ahmet Dede tarihinde şöyle bir anekdot geçer: Bir keresinde henüz küçük çocuk olan Osman Gaziyle babası Ertuğrul Gazi Şeyhe getirip hayır dualarını rica eylediler. O sırada Selçuk hükümdarı Kalenderi olan bir şahsa bağlılığını işiten Hz. Mevlana: —Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa bizde kendimize bir oğul bulduk dedikten sonra Osman Gazinin elinden tutup hayır dua eyledi. O’na ulu ve devamlı olacak bir devlet müjdelediler. Mademki inanırlar ve bağlanırlar devleti daim olsun diye de dua buyurdular (Müneccimbaşı C.1. Sh.46–47) Şeyh-i Ekber Muhyiddini Arabî, Osmanlı Devletinin doğuşundan 70 yıl öncesinde kaleme aldığı Daire-i Na’manıyye Fi’d Devlet’il-Osmaniye adlı eserinde cifir ilmi yardımıyla Kur’an ayetlerinin gizli manalarından Osmanlı Devletinin şanını, yüceliğini ve kıyamete kadar daim olacağının keşfetmişlerdir.(Bkz.Müneccimbaşı tarihi C.1,S.46) Kumral Abdal, Hızır(a.s)’ın talimatıyla: —Var müjdele Allah ulu bir devlet ihsan eyledi. Kumral Abdal aldığı işaretle Osman Gaziyi bulup müjdeyi verir. Osman Gazi’de bu müjdeye karşılık: —Bir kılıç ile bir maşrapa veriyorum dedi. Kumral Abdal teberrüken uğur getirmesi maksadıyla sadece maşrapayı aldı(Müneccimbaşı tarihi C.1, S.46) Osman Gazi’nin rüyası Osman Gazi rüyasında: Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan bir hilalin ansızın çıkıp büyüyerek dolunay halinde kendi göğsüne girdiğini, ondan sonra yanlarında bir ağaç çıkarak gittikçe büyüdüğünü ve git gide yeşilliğini artırdığını ve dalların gölgesi üç kıtanın ufuklarının sonuna kadar Karadeniz’i kuşattığını gördü.(Hammer, Osmanlı imp. Tarihi. C1,S.64–65). Bu rüyadan da anlaşıldığı üzere Osmanlı söğütte kurulurken manevi temellerinde Kumral Dede ve Şeyh Edebali gibi yüce zatların varlığı gerçeği var. Zaten yukarda da bahsettiğimiz gibi Hz. Mevlana da daha çocuk olan Osman gazi için; Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa, bizde kendimize oğul bulduk diyerek Osman Gazi’nin elinden tutup hayır dua eylemişlerdir. O zaman şunu diyebiliriz: Osman Gazi’nin çocukluğunu da nazari itibara alarak, hayatında üç önemli şahsiyet rol oynamıştır, bunlar: —Hz. Mevlana, —Kumral Dede, —Şeyh Edebali’dir Osman Gazi 1362 senesinde hasta yatağında iken oğlu Orhan Gazi: —Gözün aydın babacığım Bursa artık Türk’ün oldu müjdesini aldı. Osman Gazi bu müjdeye karşılık: —Senin gibi bir evlat bıraktığım için ölümüme esef etmiyorum der (Mufassal Osmanlı tarihi C.1,S:62). Orhan Gaziye yücelik veren deha ise Geyikli Babadır. Geyikli Baba gibi manevi başbuğlar bugün dahi gönüllerde ışıldamakta ve günümüzde kabri ziyaretine gidilmektedir hala. Geyikli Baba Orhan Gaziye; —Eşiğiniz havas ve avamın ziyaretgâhı ve kıblegahı olsun dua ve niyazında bulunmuştur. Nasıl ki, Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi Şeyh Edebali ve Geyikli babadan istifade etmiş ise, Muradı Hüdavendigar’da Lala Şahin Paşadan, Yıldırım Bayezid ve oğlu Çelebi de Emir Sultan’dan, II Murat da Hacı Bayram Veliden, Fatih de Akşemseddin’den faydalanmış ve aydınlanmışlardır. Osmanlının kuruluşunda ve yükselişinde, sefer ve zaferlerinde daima âlim, veli, şeyh, derviş ve babaların rolü inkâr edilemez bir hakikattir. Emir Sultan- Yıldırım Bayezıd Rivayete göre Ulu caminin ibadete açıldığı gün hutbenin Emir Sultan Hz.leri tarafından okunacağı beklenirken Buharalı Emir Sultan işaretle: —Gavs-ı Azam aramızdadır ve bugünkü imamet ona aittir der. Cami cemaatin içerisinde bulunan Somuncu Baba: —Ne yaptın? Bizi nihayet ele verdin deyip minbere çıkmıştır. Emir Sultan halvetiyenin şubelerinden Nuru Bahşiyeye tarikatının en büyüklerindendir. Emir Buhari Hz.leri Bayezid Han’a yazdığı mektubunda padişahtan kızını istiyordu, mektubu okuyan Yıldırım derhal Ali Paşa’yı çağırarak: —Bak ha Ali; Buhari Hz.leri kızımı isterler. Allahın emriyle kızım Hindu hatunu veriyorum der. Ali Paşa bu durumda şaşırır ve cevaben: —Aman Sultanım diyecek olsa da padişah: —Biliyorum Ali diyeceğini, ama rütbece o bizden büyüktür. Biz dünyanın hakanıyız, o ise ahiret sultanıdır diyerek Ali paşayı susturmuş ve kızını Emir sultan’a vermiştir. Bursa’da Ulu cami’yi yaptıran Yıldırım Bayezıd, Buharı Hz.leri yanında camiyi gezerken ona sorar: —Cami’yi nasıl buldunuz? Emir Sultan: —Güzel, ancak her şeyinin tamam olması için dört köşesinde birer meyhane yapsanız iyi olurdu der. Bu duruma şaşıran Yıldırım: —Burası Allahın evidir, buraya nasıl meyhane yapılır ki? Emir Sultan: —Ey Sultanım, aslında Allah’ın evi müminin kalbidir, siz niçin şarap içerek, günah işleyerek onu kirletiyorsunuz deyince bu can alıcı sözler can evinden vurur ve içmemeye karar verir (Müneccimbaşı tarihi C.1,s.205) II. Murad’da, hem hükümdar hem de kendisi veli tabiatlı bir hakan idi. Dervişlik yönü ağır basan derviş gazi diye de anılan II. Murat, mürit olmak için Hacı Bayram Veliye ricada bulunur. Hacı Bayram Veli Hz.leri: —Hünkârım, sizin işiniz başka bizimki başkadır. Her işte Allah’ın rızası vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen altmış yıllık nafile ibadete bedeldir, diye karşılık vererek teklifi kabul etmemiştir. Milli kahraman Hocası Sadettin Efendi ile veli tabiatlı gönülleri okuyan padişahın (II. Murad) tarikatta olduğunu sır olarak bilen vezirler (İshak ve Saruca Paşa) dervişin konuştuğu sırada keremli sultanın sağ ve solunda yürüyorlardı. Derviş kılıklı bir ihtiyar bir gezinti dönüşünde ada köyü köprüsü üzerinde Sultan Murat’ın yüzüne bakıp şöyle der: —Dünya maslahatı tamam oldu. Şimdiden sonra ahiret maslahatını görüp tövbe ve istiğfar etseniz münasip olur (Müneccimbaşı tarihi c.1, S.224), Sultan Murat yolda karşılaştığı dervişin bulunup getirilmesini emreder böylece. Fakat söz konusu derviş ne kadar araştırıldıysa da bulunamadı. 1451 tarihleri geldiğinde Murat Han rahmete kavuştu. Hacı Bayram Veli - II. Murat Bir gün II. Murada Hacı Bayram Veliyi şikâyet ederler. II. Murat şikâyet üzerine : ‘’Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile ‘’ diyerek emrindeki birliği görevlendirir. Böylece birlik yola revan olur derken birliği bir sürpriz bekler, karşılarında talebeleriyle birlikte Hacı Bayram Veli hoş geldin dercesine Ankara sınırında karşılar gelen zevatı. Hoşbeş sohbetten sonra O yüce Veli birlikle beraber Padişaha götürülür. Padişahın huzuruna geldiğinde II. Murat ne görüyorsa ister istemez nur yüzlü Gönül Sultanından etkileniverir, öyle ki sabahlara kadar karşılıklı sohbet ederler. Padişah Hacı Bayram Veliye: —Ben çok elem çekiyorum neden? Ya bu beşeriyetin vebalini Allah bana sorarsa mahşerde benim halim nice olur şeklinde endişelerini dile getirir. Bu durumda Hacı Bayram Veli padişaha: —Bu mesele ikiye ayrılır. Bu ümmetin hukukunu sana sorarlar terbiyesini ise hocalara, mürşitlere sorarlar. Terbiye edilmiş milleti idare ise Sultana aittir. Milletin seviyesi düşerse vebali hocaya aittir diyerek her makam sahibinin konumunu ve ne olması gerektiğini ortaya koymuştur. Artık bu noktadan sonra II. Murat Han anlar ki o nur yüzlü büyük veli ümmeti ıslah ediyor. Artık şikâyetlerin yersiz olduğunu anlayan padişah, onu uğurlarken hediyeler vermek istese de Hacı Bayram Veli kabul etmez, ama tekrar tekrar ısrar edince Hacı Bayram Veli derki: —Madem öyle o zaman benim talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın. Bunun üzerine padişah bu teklifi tereddütsüz kabul eder ve onu Edirne’den Ankara’ya gitmek üzere uğurlar. Ankara’ya döndüğünde talebelerin sayısı daha da artar. Artar artmasına da bu sefer de civar illerin emirleri padişaha: ‘’ Ankara artık asker vermez oldu. Vergide vermez oldu ‘’ şikâyetinde bulunurlar. Padişah şikâyetler üzerine Hacı Bayram Veli’den talebelerin listesini ister. Bu istek karşısındaki ince niyeti sezen Büyük Veli gizlice bir tepeye çadır kurar ve içine de iki koyun koydurur. Sabah olduğunda tellala herkesin tepeye gelmesini duyurmasını söyler. İlanı duyan ahali heyecanla koşarak gelen çadır etrafında toplanırlar. Derken Tellal tekrar kalabalığa seslenir: —Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır. Kalabalık içerisinde sadece bir kadın birde erkek çıkar ve ikisi de çadıra alınır ve koyunlar kesilir, daha önce çadıra iki koyundan alındığından haberi olmayan halk çadırın altından akan kanları görünce dehşete düşerler. Kendi kendilerine galiba Şeyh delirmiş, aklını yitirmiş şeklinde söylenerekten oradan uzaklaşırlar. Hacı Bayram Veli Padişaha yazdığı: —Benim iki talebem olduğunu, diğerlerinin üzerinde askerlik ve vergi muafiyetinin kaldırılmasını, normale dönmesini bildiren mektubu nihayet gönderir. Sultan II Murat: —Ey ağalarım şahit olun sizin huzurunuzda ruz-i cezada tövbeyi Nasuh ile tövbe ettim diyerek akl-ı selimliğini ortaya koymuş ve tövbesini umum huzurunda yapmıştır. Bu yetmez, öyle ki bu sefer de; ‘’Tasavvuf ta kalıp lezzeti tatmak istiyorum’’ der. Fakat Hacı Bayram Veli kabul etmez, der ki: -’’ Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi de mühimdir’ diyerek idari mekanizmanın ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir deha örneği sergiler. Fatih-Akşemseddin ikilisi Fatih Sultan Mehmet de babası II Murat gibi Mevlevi tarikatına intisap etmişti. Yani Mevlana’nın torunlarından olan Emir Adil Çelebiye bağlanmıştı (Yılmaz Öztuna Türkiye Tarihi C.III, S.229). Hakeza Sultan Reşat da Mevlevi tarikatında bulunduğu bilinen gerçeklerdendir. Arasında diğer padişahların pek çoğu da zamanına göre çeşitli tarikatlara mensuptu. Halk tarafından padişahlar veya hakanlara yedi evliya kuvveti gözüyle bakılmasındaki sır, hakan-Evliya ikilisinde gizlidir. Prof. Dr. Cahit Tanyol; Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet var; bunlardan biri şeriat, diğeri tarikattır diyor. Aynı zamanda Fatih, Akşemseddin ile Akbıyık Dede gibi büyük velilerin yanı sıra, zahiri âlim olan Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlardan da aydınlanmıştır. Hatta bu yüce şahsiyetler ile Cuma namazı kılmış, surlar önünde namazı müteakip, muhasarayı ilan etmiştir. Fatihin babası II. Murada İstanbul fethetmek şerefine nail olmak istemiş, o da bu durumu Hacı Bayram Veliye arz etmiş: —Şeyhim İstanbul’u almak mümkün olmadı. Himmet et, dua buyur da şu şehri zapt edelim der. Hacı Bayram Veli cevaben: —Hünkârım bana öyle gelir ki bu şehrin sen ve ben görmeyeceğiz. Konstantiniyye’nin fethini senin şehzaden Mehmet ile bizim köse (Akşemseddin) başaracaktır (Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi S.50) Fatih, vezir Veliyüddinoğlu Ali paşa’yı Akşemseddin’e gönderdi: —Kale feth olmak, orduya zafer bulmak ümidi var mıdır? dedi. Padişah bu kadar işe kanaat getirmedi. Veziri Mezbur’ı yine gönderdi; Tayini vakt eylesin dedi. Akşemseddin ise şöyle dedi: -‘’ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde sıddıkı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola ‘’ müjdesini kati olarak verir ve son sözlerini şöyle bağlar; ‘’ Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar’’ ifadeleri ile moral vermiş gerçektende onun belirttiği vakitte fetih gerçekleşmiştir. İşte bu şekilde manevi Başbuğlar ateş hattına girerek askerin maneviyatına renk katmışlardır.. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra Akşeyhin ellerini öpmüş, hatta İstanbul’u atbaşı beraber girerken ilginçtir Bizans kızları Piri fani Akşemseddin’ i Fatih sanarak çiçekleri ona uzatmışlar, fakat Akşemseddin Fatihi göstererek çiçekleri ona veriniz der. Fatih ise ;’’Verin, verin, çiçekleri ona verin, Padişah benim ama o benim Hocamdır’’ diyerek karşılıklı mütevazı örnekleri sergilerler. Fatih Akşemseddin’den bir ricada daha bulundu, huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı. Akşemseddin kabul etmedi ve şöyle buyurdu: -‘’ Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.’’ der ve Fatih bu sefer Hocasının İstanbul’da kalmasın ister, fakat O daha önce yerleştiği mekân olan Göynük ‘ e döner. Hayatının son demlerini Göynükte geçirir ve ruhunu orda teslim eder. Bugün Akşemseddin’in kabri Süleyman Paşa Camii’nin yanındadır. Hâsılı O şimdi gönüllerde. Buraya kadar anlaşılıyor ki Osmanlının kuruluşunda ilk hamur Şeyh Edebali ile Osman Gazinin ellerinde yoğrulmuş, yükselişte Akşemseddin ve Fatih ikilisiyle de doruğa ulaşmıştır. Öyle ki 60–70 sene önce üç yüz binlik İstanbul’da 300 zikir hane ve bir o kadarda şeyh vardı. Allahın evliyaları insanları kardeş yapar ıslah ederlerdi çünkü. Aziz Mahmut Hudai-Sultan I. Ahmet Hakanların arkasındaki itici güç Hakan Evliya ilişkilerinde anlamak mümkün. Malum, Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hz.leri de çok büyük evliyalardan ve zamanına ışık saçan bir zat. Herkes ondan istifade eder de padişah bundan nasibin almaz mı? Ebetteki o da etkilenecek ve nitekim Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hz.lerine devrin padişahı Sultan I.Ahmet’le birlikte Valide Sultanda intisap etmiştir. Hacı Bektaşi Veli-Yeniçerilik-Bektaşilik Osmanlıda yeniçerilik ve Nizamı Cedid askeri teşkilatının temelinde de tarikat söz konusu. Yeniçerilik nasıl ki ruhunu Bektaşilikten devşirmişse, Nizamı Cedit de Mevleviliğe dayandırılmak istenmiştir. Daha sonraları Bektaşilik yolu dejenere olarak, birtakım mizahimsi sözlerle karışık şeriat nefreti ve İslam yıkıcılığı misyonunu üstlenmiştir. II. Mahmut bu noktada, Bektaşiliğe ait ne var ne yok hepsini bertaraf etmiş ve silmiştir. Bugün Hacı Bektaşi Veli ile ilgili şenlikler düzenleniyor. Fakat bu yüce veliden uzak şenliklere şahit oluyoruz. Oysa Hacı Bektaşi Velinin Şia inancıyla yakından uzaktan alakası yoktur. Merak eden Onun Makalat (makaleler) adlı eserine bakabilir. Hatta ona hürmeten Yeniçeri ocağına bu ruh aşılanmıştır. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Ünlü Makalat adlı eseri bir ışıktır. O’nun gerçek yolunu çizdiği rotayı bu eserde bulmak mümkün. Özetle bu eserde; Allah’a ulaşmak için Şeriat(İslam’ın zahiri kaideleri), Tarikat(İslam’ın iç ve deruni yönü), Marifet ve Hakikat aşamalarından geçmekle mümkün olacağını vurgular. Allah’a vuslat bu dört unsurun bir araya gelmesiyle mümkün ancak. Ne zaman ki, Makalat eserinin mana ve ruhundan sapmalar başladı hem Yeniçerilik, hem de Bektaşilik yolunda aşınmalar başladı. Hatta İslam’la bağdaşmayan bozuk birtakım kollar türeyerek bugünkü noktaya gelindi. Üstelik İslam’da olmayanlar Hünkâr Hacı Bektaşi Veliye mal edilmeye çalışıldı. Bünyeye mikrop girmeye dursun, önce Yeniçeri ocağında çöküş başladı, ardından da Bektaşilik anlayışında çürüme nüksetti. Tarih 1326, Bir gün Suluca Kara höyük Bucağının baktığı ovada bir toz bulutu Dergâha ilerliyor, yaklaştıkça 40–50 atlı ve başlarında sultan Orhan Gazi gözüktü. Sultan Orhan Gazi Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin elini öptü, göz göze geldiler, derin ve içten konuşma başladı aralarında: —Bu uzun yoldan devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanımda yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım. Hacı Bektaşi Veli; —Dualarım sizinle, bir göreyim şu beraberinde getirdiğin yeni askerleri. Askerler bu sözler üzerine Şeyh ile Sultanı karşısında saf bağladılar. Şeyh onlara nazar ederek: —Maşallah ne güzel, ne civan kişiler, isimleri Yeniçeri olsun, kendileri daima düşmana karşı Allah galip eylesin dua ve niyaz eyler. İşte Yeniçeri böyle kuruldu ve ruhunu Bektaşi Ocağından alarak Osmanlıyı zaferden zafere taşıdılar. Maalesef bu ocağını ilk bozuluşu Fatih Sultan Mehmet zamanında alarm vermiş ve Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar etkisini göstermiştir. Necip Fazıl bu yüzden; ‘’Bektaşilik evvela din aydınlatıcısı, peşinden de Şeriat karartıcısı haline dönüşmüştür’’ tarzında ifadelendirerek Bektaşiliğin tarihi sürecini çok güzel veciz sözle özetlemiştir. Ulu Hakan Abdülhamit han-Abdurrahman-ı Taği Padişahların yanı sıra müzik pirlerde tarikattan nasibini almışlardır. Mustafa Itri Mevlevi tarikatına intisap etmişlerdir. Din musikisini Hafız Posttan alan Mustafa Itri için Yahya kemal şöyle der: Mustafa Itri bizim öz mu(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)izin piridir. İlk padişahlar genellikle Ahi tarikatına girmişler, son dönemlerde Sultan II. Abdülhamit Han, Şazeli tarikatına bağlanmış, bu yolda ömrünün son dönemlerine kadar makam-ı reşadet’e kadar yükseldiği bir gerçektir. Hatta zamanın kutbul Ariflerinden Şeyh Abdurrahman-ı Taği’ye mücedditlik geldiği halde o, bu görevi üstlenmekle birkaç köy ve birkaç beldeye ancak etkili olabileceğini düşünerekten bu görevi nüfuz sahaları geniş olan, gerek iç gerekse İslam dünyasına etkisiyle bilinen Veli tabiatlı Ulu Hakan Abdülhamit Han’a devr etmiştir. Bu konuda S. Abdül Hâkim el Hüseyni(K.S)’in sohbetler adlı eserinde bu bilgi kayıtlıdır. Öyle ki Bediüzzaman Said-i Nursi, Şeyh Abdurrahmanı Taği için şöyle der: —Ben dokuz yaşımda iken Abdurrahman-ı Taği’yi tanıdım. Bu zat Velilere makam aldıran zat diyerek onu övmüştür. Düşünebiliyor musunuz? Velilere makam aldıran zat tevazu örneği göstererek mücedditliği Ulu Hakan Abdülhamit Han’a manevi kanal yoluyla devrediyor. 31 Mart vakası olarak tarihe geçen olayı değerlendirilirken; 31 Mart vakası irtica harekâtıdır deyip kestirip atanlar var. Oysa bu olayın perde arkası irdelendiğinde gizli yönü bir grup insana öncelikle şeriat, şeriat diye bağırttırılıp şeriatı berhava etmek, sonra da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi olarak gösterdikleri Padişahı devirmek amacı güttüğünü pekâlâ anlayabiliriz. 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamit’in uygulamalarına bakarak, ya da Padişahın Meşrutiyeti ilan ettikten ve Meclisi Mebusanı açtıktan sonraki ülke içindeki problemleri Allah’a ve milli iradeye havale edip izlediği manzarayla açıklamaya çalışalım. Fotoğraf karesinde sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığı ve bu durumda Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği ile kendisini İlahi kadere kendisini teslim ettiğini görüyoruz. Bu olayda iki kişi kullanılmış, biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonrada pişmanlığını ortaya koyarak tarihe not düşüp; 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçıların Selim Sırrı ile beraber bu işe karıştığını itiraf etmiştir. Rıza Tevfik yaptıklarından pişmanlık duyarak Abdülhamit Han’ın ruhaniyetinden yardım için şiir yazıyor ve ağzından: ’’ Tarihler adını andığı zaman Sana hak verecek Ey Koca sultan Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…’’ şiiri dökülüyor. Hatta bu şiiri Necip Fazıl yayınladığı için yirmi gün hapis yatabilmiştir. Abdülhamit Han istese idi İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu tek bir talimatla Harekât ordusunu bir darbede Hassa ordusunun tek tümeniyle bastırabilirdi, ama O bunu yapmayıp sadece sarayda yalnız, ya da harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmayı tercih etmiştir. İşte böyle bir merhamet perver Padişah var karşımızda. Maalesef komplo gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılıp faturası Padişaha biçilecek ve bu ayaklanan insanlara Şeriat isteriz diye nara attırılarak parti mensupları saf dışı edilmesi sağlanacaktı. Gerçektende sahneye konulan hin planla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkan İttihat ve Terakki yanlısı ordu İstanbul’a gelerek güya havaya kurşun sıkarak olayları bastırır görünümü sergileyerek tüm bu olayların suçu padişaha yüklenilir. Netice malum; Ulu Hakan tahttan inmesi sağlanır. Objektif olarak olayları mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ının başsız askerleri örgütleyip, hatta askerleri Hassa Birlikleri ile takviye ederek üstesinden gelecek yerde, aksine olayı tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertibini başarılı kılmıştır. Bundan dolayı 31 Mart irtica vakası dedikleri şeyi, aslında dünyada böylesine az örneği olacak cinsten gülünç, bir o kadar da yutturulmuş provokasyondur diye tanımlayabiliriz. İttihat ve Terakki, Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den de fetva koparmayı başararak oynadıkları oyuna kılıf niteliğindeki mesnetsiz iddialarla örtbas etmeye çalışmışlardır. Öyle ki iddialarına göz gezdirdiğimizde; Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi bir dizi ipe sapa gelmez suçlamalarda var. Koparılan fetva ile nihayet emellerine ulaşmışlar ve Ulu Hakan tahttan indirilmiştir böylece. Tahttan indirdiler de ne oldu? Harekât ordusu iktidara hâkim olunca ilk iş olarak örfi idare ilan edildi ve olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri elebaşlarını darağacında sallandırdılar. Darbelerle A’dan Z’ye etrafa korku salmaktan başka faaliyet yapamadılar. Hatta bu durumu anlamak için Ahmet Altan’ın ‘İsyan günlerinde Aşk’ adlı romanına bakmak yeterli. Ahmet Altan romanında özetle; 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri post modern darbe olduğunu akıcı üslubuyla gözler önüne sergiliyor ve bildik ezberleri bozma adına mükemmel eser ortaya koyuyor. Nitekim Hasta Osmanlı imparatorluğunu 33 yıl izlediği akıl dolusu diplomatik uluslar arası denge siyaseti ile ayakta durmasını sağlayan Abdülhamit’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu Koca İmparatorluğu kısa süre içerisinde küçülterek Birinci cihan harbinin eşiğine getiriyorlar. İrtica vakası diye yutturulan olayın aslında bedelini Osmanlı’nın düşüşünü önleyen padişahı devirmekle ve ona isnat etmekle bu sayfayı kapatıyorlar. Gerileme devrinde tasavvuf Osmanlının gerilemesiyle her müessese yozlaşmış, bu konuda maalesef tarikatlardan bazıları da bu yozlaşmadan payını almıştır. Kalenderi, Cevlaki, Haydari, Melami anlayışıyla sapmalara olmuştur. Mesela Barbaro’nun yanına gelen bir Kalenderi şöyle der: —Kimsiniz? Barbaro cevaben: —Yabancıyım. Kalenderi: —Ben de dünyaya yabancıyım ve bu yüzden onu terke karar verdim diyerek düşüncelerini ortaya koyar. Oysa tasavvufta esas olan halk içinde hak olmak prensibidir. Hem dünya ile uğraşılacak hem de gönlü Allahın zikri ile uyanık tutulacaktır. Bu duruma tasavvufta halvet der encümen denilir. II. Mahmut döneminde gericiliğin kaynağı Yeniçeri ve Bektaşilik nitelendirilmiş, oysa Tebaanın II. Mahmut’a karşı reaksiyon göstermesi Yeniçeriliğe karşı olduklarından değil sadece sembolik değerdeki yeniliklere tepkidir o kadar. Felaketlerde yeni olabilir pekâlâ. Her değişikliği yenilik diye sunmak abesle iştigaldir. Zira III. Selim döneminde ise bütün mazeretler medrese üzerinde odaklanılarak gericiliğin kaynağı olarak ilan edilmiştir. Medreseli yenildi ama, devlete değil, bilakis devletin safında yer alan ve yeni türeyen kökü dışarıda olan aydın sınıfına yenildi. Yenilince de medreseli aydının kaynağı da kurumuştur. adeta. Nitekim benzer gerekçelerle Cumhuriyet devrinde de Nakşîlik aynı ithama maruz kalmıştır. Hakeza Menemen olayı da aynı sebepler yüzünden tertiplenmiş gericilik vakası olarak tanıtılmış ve hiç kimsenin aklında bir provokasyon olma ihtimali üzerinde düşünmesine müsaade verilmeyecek bir organizasyon sahneye konmuştur. Üstelik Menemen’de bu vaka olduğu zaman Erzincan’da Yahudi’yi de astılar. Demek ki reform, reform diye tutturulan furyanın adı aslında yaşanan dinin sosyal hayattan kovulması olayıdır. Hatta bu sinsi plan bir filme konu olmuş, yani bu konu Mesut Uçakan’ın ‘Bize Nasıl Kıydınız ‘adlı sinema yapımında mevcut. Bugün de insanımız buna benzer provokasyonlara her an gebe ve her an karşı karşıya da. Mareşal Fevzi Çakmak-Erbilli Şeyh Esat Efendi-Menemen vakası Menemen hadisesinde hedef gösterilen bir numaralı insan Erbilli Şeyh Esat Efendidir. Bu zat Nakşî şeyhidir. O zamanın basını birden bire tarikatları bilhassa Nakşîleri mercek altına almış, toplumu hoşgörüsüzlüğe itmişlerdir. Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider, Şeyh Paşayı görünce; —Sizi tanıyamadım der. Fevzi Çakmak; —Fevzi kulunuz efendim, duanıza muhtacız, der Erbilli Şeyh; —İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yardımcınız olsun der.(Bkz. Son Devrin Din Mazlumları. Necip Fazıl Kısakürek) Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla tarikatlar inzivaya çekilmiş, sadece günlerini Müslümanlığı telkin ve sohbetle geçirmişlerdir. Tarihler 1930’u gösteriyordu. Yani çok partili denemesinin ilk yapıldığı dönemde Menemen halkına görücüye gelen Serbest Fırka’yı halk bağrına basarak büyük bir teveccüh göstermiştiler. Aynı halk, Halk Fırkasına ise yüz vermemiş, üstelik gelen zevata yuh çekilerek protesto edilmiş. Yine o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken gözleri dikkat çekici görünümleriyle taksi ve otobüslerden inen insanlara takılıyor. Bir yandan şaşkın bakışlarla seyrederlerken diğer yandansa ne olup bittiğini merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğreniyorlar. Fırsat bu fırsat deyip akıllarına bir hinlik düşüyor, derken Menemende bir olay çıkartılarak yuh çekmenin hem bedelini ödetme hem de Serbest Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi için komplo sahneye koyulur. Bu komplonun kararını Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil, hadisenin ilk şahitleri olan meclis üyelerinden o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle bu bilgiyi elde ettiklerini sonradan anlatarak tarihe not düştüler. Yapılmak istenen Plan şu; Menemen de Jandarma Karakoluna karşı mekân olarak camii kullanılacak, bu iş için uygun isim seçilecek. Nitekim bu iş ruh yapısında mehdilik özentisi olan esrarkeş Mehmet’e teklif edilecek, sonra kendisine Camii içindeki minberden yeşil bayrağı eline alıp herkesi bayrağı altında toplaması söylenecek; hatta ‘’bayrağın altına girmeyen kâfirdir’’ diye nara atması telkin edilecek, ardından bu cihada halktan ya da Jandarmadan itiraz edenler ya da karşı koyan olduğunda kan akıtılacak talimatı ile yola koydurulacaktır. Bu işi başardığı takdirde yaptığı işe karşılık olarak da ödüllendirilecektir. Gerçekten de Esrarkeş Mehmet kendisine verilen vaadin gereği olarak tam beş kişi ile birlikte yola seferber oluyorlar. Yolculuk esnasında kellesini kurtarmak pahasına bir şekilde yolunu bulup sıvışan Çoban Ramazan konakladıkları birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerini de itiraf ederek bir sis perdesini aralamıştır böylece. Tertipçiler Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uyguluyorlar da. Şöyle ki askerlik şubesi reisi olup biteni anlamak için camii önüne yaklaştığında esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanları; ‘üzerimize kuvvet gönderin, Menemen’i kuşatıyoruz’ tehdidi ile karşı karşıya kalıyorlar. Tabiadam korku belası oracıktan uzaklaşıyor. Bu arada nümayiş sesleri git gide çoğalınca askeri kışlayı da harekete geçiriyor. Şöyle ki; durum vaziyeti kışlasında izleyen Kubilay derhal bir manga askeri yanına alarak olay yerine gelir gelmez askere süngü tak emrini veriyor. Sözde Mehdi Mehmet ve arkadaşları o arbede de Kubilay’ın ayağına kurşun sıkıyorlar, öyle ki Kubilay yerde yaklaşık yirmi beş dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkisini kullanıp da devriye kuvvetini göndermiyor. Gerçektende devriye kuvveti çıkarmaması düşündürücü bir o kadarda hayreti şayandır. Belli ki birilerince olayın daha da kıvam alması bekleniliyor. Derken esrarkeş derviş kılıklı Mehdi Mehmet elinde ki bıçakla hunharca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırıyor. Nihayet Alaydan bir bölük gelir, makineli tüfeklerle etraf çembere alınır ve ilk kurban iki masum bekçi ve esrarkeş Mehdi Mehmet ile arkadaşları oracıkta taranarak can verirler. Ardından da bu olay katmerli katmerli büyütülerek Türkiye çapında irtica avına dönüşecek ilk adım atılır. Evvela seksenine girmiş Erbil Şeyh Esad Efendi’den başlanılır, nitekim de sorguya alınır. Netice itibariyle Bursa Adapalas Otelinde başlayan süreç gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemene sevk edilerek hapsedilmesi sağlanır. Fakat Hastalığı nüksettiğinde Askeri Hastane’ye kaldırılıyor. Artık yaş 90, kanunen yaşlı adamın idamı söz konusu olamayacağına göre ansızın ölmesi akıllarda soru işaretleri bıraktı, birçok insanda acaba bir oldubitti ile zehirli enjeksiyonla mı öldürüldüğü kuşkusuna yol açtı bile. Olaylar o kadar boyut kazandı ki Muğlalı Mustafa Paşa, Menemen olayları ile irtibatlandırdığı 37 kişiyi idam cezasına çarptırıyor ve 37 kişiden 28’i darağacında sallandırıyor da. Tarihe geçen trajik sahnelerine Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek bilinmez, ama şu bir gerçek ki ilk çok partili denemesine son vermek için girişilen bu provokatif eylemin ardından tek parti ile yola devam etmenin kararı alınarak amaçlarına ulaşmışlardır. Böylece çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak muhtemel tehlikeden kendilerince arınmış oldular. (Bkz. Geniş bilgi için Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek) Tarih tekerrürden ibarettir sözü ne kadar doğru bir tespit. Dünde âlim ve bilge insanları ziyaret edenleri kınayan, bir bardak suda fırtına koparan basın ve avenesi bugünde devlet erkânından veya bir siyasi parti liderinin ülkenin önde gelen bilge ve âlim insanların ziyaret ettiğinde, aynı gerekçelerle ortalığı velveleye verebiliyorlar. Merhum Özal’ın vefatına yakın ziyaret ettiği Türk Cumhuriyetlerinde şahı Nakşibendî (k.s)’ın türbesinden bir avuç toprak alıp Türkiye’ye getirmesi Evliyalara olan sevgisine işaret eder. Petrol ülkesiMusul-Kerkük ve Şeyh Sait olayı Tarihçiler Meşhur Şeyh Sait İsyanının Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bu meseleyle oyalanarak bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri birkaç adamı Şeyh Said’den istemeleri üzerine Şeyh’inde kibarca; ‘ Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı ile başlayıp, ta Diyarbakır’a kadar uzanan ve olayların git gide kontrolden çıkarak hızla ülke gündemine oturtulan provokatif eylem olduğunda hemfikirler... Türkiye kendi halkına bu olayın Kürt isyanı olarak ima ederken dışarıya karşıda irtica eylemi olduğunu açıklamaya çalışırken bu arada petrol bakımdan iki önemli Musul ve Kerkük’ün de kontrolü elimizden kaçırıyoruz. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt İsyanı diye sahneye konulan olayın perde arkasında gizli amaç aslında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileridir. Güneydoğuda bir güneş: Muhammed Raşid Erol (k.s) Türkiye’de bugünde Türk-Kürt çatışması çöreklenerek yeni bir provokasyon devreye sokulmuş durumda. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar istihbaratta çalıştığı ister istemez akıllara kuşku veriyor, olayların daha çok asker ile örgüt arasında cereyan etmesi, ülkemizin ömründen 25 yıl aşkın süre çaldığını ve otuz bin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belki de bir özeti sayılır. Hekim oğlu İsmail bir makalesinde; Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar, Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı diyor. Hakeza Vehbi Vakkasoğlu benzer duygularla bir makalesinde; ‘’Evet, daha kısa zaman önce, Muhammed Raşid Erol Hazretleri'nin başına gelen sürgünlü olaylara bakılınca, yöneticilerimizin bindiği dalı kesme gafletini bile aşan bir şaşkınlık içinde olduklarını açıkça müşahede ediyoruz. Nedir bu korku? Bırakınız bu büyüklerin faaliyetlerine yardım etmeyi, onların vefatlarını ve bunun meydana getirdiği yurt sathına yayılan acıyı haber değerinde bile görmemek gafleti hala sürebiliyor. Bu kafayla halkla bütünleşmek nasıl mümkün olacaktır? İnançlarda, duygu ve düşüncelerde birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır? Bütün yurt sathında olduğu gibi, Güneydoğu'da da temelli ve esaslı bir birliğin ve ortak paydanın adı İslam'dır. Artık bunu yok saymanın imkânı kalmamıştır. O bölgemize saldıran eşkıyanın bile, gerçek yüzünü din açısından göstermeye başladığını bizatihi Genelkurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa tarafından açıklanmıştır. Güreş Paşa'ya göre, bir kısım teröristler, ''Buralarda eskiden bizim ecdadımız yaşıyordu ve kiliseler vardı'' diyorlar. O halde dış kaynaklı, Ermeni destekli misyonerlik faaliyetlerin açığa çıktığı bir zamanda bile, artık bazı tarihi yanlışları bir tarafa atıp, insanımızı İslam harcıyla birleştirmeyi, düşünemeyenlerin samimiyetlerine nasıl inanacağız? Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşad sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların meşhur eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek, tertemiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği, o mütevazı Menzil'de halen yaşanmaktadır. Bunca ibretli olaydan sonra, hala birtakım temelsiz fobilerle yurdumuzun manevi dinamiklerine, göz yummanın gafletle de tarifi zorlaşmaktadır. O maneviyat büyükleri bu dünyadan ve sizlerden bir şey beklemiyorlar. Siz ise iddialı olduğunuz dünyevi rahat ve huzurun sağlanmasında onlara çok çok muhtaçsınız. Bırakınız inancı, böyle bir fayda için bile onlara yaklaşamamanın, dost olmamanın altındaki psikoloji nedir? Evet, artık bu tahlili yapmanın ve birtakım fobilerden, komplekslerden kurtulmanın çoktan zamanı geldi ve geçiyor bile. Samimi dostumuz, maneviyat ehli Muhterem M. Raşit Efendi, insanların sapıklıktan kurtulup, kötü fiilleri bırakıp doğru yola girmelerine vesile olmuştur. İşte en büyük eser, en büyük hayır ve mutluluk budur… ‘’ Diye cümlelerini tamamlıyor.. Prof. Dr Haydar Başta ardından şu tespitte bulunuyor: Bu gün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zat'ın ve O'nun gibi ehl-i maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir. Doğu ve Güney Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde olduklarını ve devlet millet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyeceği açık bir gerçektir. Bu gün millet olarak Sahil-i Selamete çıkmak istiyorsak dün Anadolu'da Alperenlerin yaptıklarını deruhte eden maneviyat ehli ile yakın olmalıyız.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|