08-09-2009, 08:16 | #1 |
Yavuz Bahadıroğlu "Üniversite eğitimli başörtülüler ne yapsın? "
“Kürt açılımı”, “Ermeni açılımı” filan güzel de, “Yokmuş gibi” yapmaktan hoşlandığımız başka bir sorunumuz var: Başörtüsü...
Belki “terör sorunu” bile yakında çözülecek, ama şu başörtüsü sorunu çözülmeyecek gibi duruyor. İş inada bindi! Taraflar başörtüsü üzerinden bir birlerini vurmaya çalışıyorlar. Onlar başörtüsü üzerinden bir birlerini vururken, başörtülüler “cahiliye devri”ndeki gibi diri diri gömülmenin acısını her gün artan bir acı içinde yaşıyorlar. Katsayının çözümü büyük bir grubu rahatlattı. Toplumsal barışa doğru bir büyük adım daha atıldı. Ama bu yetmez: Üniversitede kıyafet dayatmasını ortadan kaldıracak bir adımın daha acilen atılması gerekiyor. Türkiye bununla ekstra bir şey yapmayacak, demokrasinin “olmazsa olmaz”ını teslim ile fırsat eşitliği sağlayacaktır. Fırsat eşitliğinden mahrum edilen kızlarımızın feryatları ayyuka çıktı. Kimseden cevap bile alamıyorlar. “Düpedüz yok farzediliyoruz” diyor, Fatma Aydıncıklı, “özellikle devlet dairelerinde yokmuşuz gibi davranıyorlar. Yüzüme baka baka, sıram olduğu halde adam başka bir kadınla ilgileniyor. Bu hep böyle... Kendimi müthiş sahipsiz ve yalnız hissediyorum. Oysa ne umutlarla ve ne zorluklarla bitirdim üniversiteyi. İngilizce, İspanyolca ve Osmanlıca’yı iyi derecede, Farsça ve Arapça’yı orta derecede biliyorum. Fakat hiç bir yerde iş bulamıyorum. Sahipleri dindar olan işletmeler bile bize iş vermiyor. “Başörtüsü zulmünün üniversite ile sınırlı olduğunu düşünmekle meğer ne büyük hata etmişim. Asıl baskı dış dünyada. Sokakta, dairede, iş yerinde... Biz iş bulamıyoruz Yavuz Abi. İş bulamadığımız için de büyük fedakârlıklarla bizi okutan ailelerimize yardım edemiyoruz. “Dindar işverenlere (işveren oldukları halde başörtülüye iş vermeyenlere) seslenmek istiyorum: Madem iş vermeyecektiniz, neden başörtümüzle okumamız için kavga vermemizi istediniz? Neden desteklediniz? Şimdi ne yapacağımı söyler misiniz? Başımı mı açayım (ki açacaktıysam neden beş sene yanmayı göze alarak başörtümle okudum?), yoksa ekmeğimin peşini mi bırakayım?” Kızımız çok haklı. “Yok farzedilmek” korkunç! İnsan kendini fazlalıkmış gibi hissediyor. “Yer yarılsa da içine girsem” diye bakıyor. Aslında yerin dibine geçmesi gerekenler başkaları; bu fırsat eşitsizliğini icad edip acımasızca sürdürenler... İnsan insanlığından utanıyor! Başörtülü kızlarımız sık sık ikiyüzlülüğümüzü yüzümüze vurmakta haklılar! Öyle ya, hem başörtüleriyle okusunlar diye ileri fırlatmışız, hem de desteğimizi çekmişiz. Bir cevabınız var mı ey bizim mahallenin önderleri? Başörtülü kızlarımız ne yapsın? Kariyerlerine uygun bir iş bulmak için başlarını mı açsınlar, yoksa kariyerlerini bir tarafa bırakıp tükensinler mi? Görebiliyorum: Fatma, anlamsız bir yasağın derin yalnızlığını yaşıyor... Sahipsizliğin incitici boyutlarında geziniyor. Derdine deva olamazsak korkarım “düşman”a dönüşeceğiz! Doğrusu buna müstahakız da!.. Çünkü okumaya biz teşvik ettik Fatma’yı. Başörtüsüyle okuma mücadelesini destekledik. Yüreklendirdik. “Bütün varlığımız ve imkânlarımızla arkandayız” dedik... Okul bitince kendini muzaffer bir komutan gibi hissetmesini sağladık. Başardığını düşündüğü anda ise tüm desteğimizi çektik... Fatma gerçeğin acımasızlığına tosladı, param parça oldu! Sahipleri dindar olan ve başörtüsüyle eğitimi bağıra bağıra destekleyen patronların işletmelerinin kapıları bir bir yüzüne kapanınca, isyan etti: “Sizi gidi ikiyüzlüler!” • Benim işletmem filan yok, ama Fatmalara birkaç sözüm var: Siz siz olun, asla pes etmeyin, şartlara asla teslim olmayın! Şartlara teslim olan biter, direnen ise şartların değişmesine vesile olur, zafere ulaşır. Dini ve milli tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Hazret-i Hacer kıssasını hatırlayalım: Kocası Hz. İbrahim, bebeği Hz. İsmail ile birlikte onu Mekke çöllerine bıraktı. Ana oğul yapayalnızdılar. Hava ise dayanılmaz sıcaktı. Kısa süre içinde suları bitti. Geleceğin peygamberi (Hz. İsmail) susuzluktan kavruk halde ağlıyor, annesi Hz. Hacer çaresizlik içinde çırpınıyordu. Hacer, oturduğu yerden Allah’a el açıp dua edebilirdi. Muhtemelen kabul de edilirdi, çünkü Hz. Hacer hem bir peygamberin eşi (Hz. İbrahim), hem de müstakbel bir peygamberin (Hz. İsmail) annesiydi. Duasını kirlenmemiş bir ağızla yapacaktı. Ama öyle yapmadı. Kalktı, Safa ile Merve tepeleri arasında bir “su koşusu” tutturdu. Hacer “imkansız”ı arıyordu: Çölde su aramak, hayatta imkansızı aramaktı... Yedi kez gitti, geldi. Olumsuz şartlara teslim olmayacağını, suya ulaşmak için elinden geleni yapacağını (din adamları buna “fiili dua” diyor) gösterdi. Biliyordu ki, kulun elinden geleni yapması, Allah’ın rahmet, merhamet ve inayetini davet etmesidir. Hacer’in Safa ile Merve arasındaki “su koşusu” da Allah’ın rahmet, merhamet ve inayetini davet etti: “İmkansız” gerçekleşti: Çölün ortasından “Zemzem” fışkırdı. Mantık olarak Hacer’in aradığı şeyi, aradığı yerde bulması imkânsızdı: Ama buldu. Çünkü rahmet inmişti. Rahmet inerse, olmazlar olur! Diyebileceğim şudur: İmkânsızlıklar karşısında bile çabalayın, arayın, tekrar tekrar deneyin; bu konuda elinizden geleni eksiksiz yapın... Ve rahmetin, inayetin inmesini bekleyin. Olumsuz şartları değiştirip “imkansızı mümkün” kılacak tek güç, Allah’ın gücüdür. vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|