![]() |
#1 |
![]() EKOLOJİ MUCİZESİ
ALPEREN GÜRBÜZER Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada oikos ev ve mülk kökünden gelip, loji ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel tarafından kullanılmakla beraber ekoloji ile ilgili ciddi manada çalışmalar 1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici, tüketici, ayrıştırıcı diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun ekosistemin sacayağını oluşturduğu anlaşılmıştır. Böylece tüm canlıların cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varıverdik. Tabii farkı farkedince ister istemez cansız tabiat içerisinde canlıların yaşadığı ortama biyosfer adı verildi. Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa bir uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Demek ki yeryüzü usta bir el tarafından tüm canlıların üreyip gelişeceği ve yaşayabileceği tasarımla donatılmış. İşte bu tasarım sayesinde basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun hiç şüphesiz biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde yürüdüğüne şahit oluruz. Allah korusun işleyen nizamın bozulması veya durması telafisi mümkün olayların nüksetmesi demektir. Ekolojinin esas konusu tüm organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini incelemektir. Böylece ekoloji organizmaların kendi aralarında olduğu kadar ortamları ile münasebetlerini araştıran bir bilim olarak tarif edilir. Anlaşılan o ki topyekûn cereyan eden ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile duraksamaksızın canlı ve cansız varlıklar denilen inorganik maddeler arasında yoluna devam etmektedir. Dolayısıyla maddenin en küçük birimi olan atomlar her defasında tekrarlanan hidrolojik ve biyolojik döngüde kullanılabiliyor. Buradan hareketle işleyen döngü sistemin israfa izin vermediğini anlamış oluyoruz. Bir ekolojist genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji, klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan elde ettiği malumatlarla organizma veya canlı cansız toplulukların yaşayış tarzlarını izah etmeye çalışır. Gerekirse seralar kurarak bitkiler yetiştirip üzerinde çalışmalar yapar. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum, bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına ışık tutacak alanlardır. Hatta ekolojik alan ne kadar büyükse o oranda ekosistem zengin, kararlı ve aynı zamanda tali sistemlerden büyük ölçüde bağımsız bir yapıyla karşılaşacağız demektir. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla yakından iç içe münasebetinin bulunması da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkıp, bu da apayrı bir inceleme gerektiren konu olarak durmaktadır. Ekolojinin bölümleri Madem çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynıyor. O halde hayatın kendisi bile bizatihi bir mucize eserdir diye pekâlâ takdim edebiliriz. Dolayısıyla hayatın bütün safhalarına yansımış tüm matematiksel hesapların, planlamaların ve projelerin hâkim olduğu bu âleme elbette ki seyirci kalamayız. İşte bu yüzden ekolojik hayat ekolojistler tarafından çeşitli sınıflamalara tabi tutulmuş, ama yine de genel olarak ekoloji: —Autekoloji, — Sinekoloji diye iki bölümde incelenmektedir. Autekoloji tek bir türe ait birey veya fertlerin ortamları ile münasebetlerini inceleyen ekoloji koludur. Sinekoloji ise çeşitli türden meydana gelen bir grubun ve bireylerin ortamları arasındaki münasebetleri incelemektedir. Bu arada habitat ekoloji ile doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat bir organizmanın yaşadığı veyahut bulunabileceği yer anlamındadır. Buradan hareketle ekoloji habitatın cinsine göre ise; —Deniz ekolojisi, —Kara ekolojisi, —Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde incelenir. Bu incelemeler sonucunda insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların ve her türden canlıların birbirleriyle yardımlaşarak müşterek çoğaldığı alanların rengârenk olduğu gözlemlenmiştir. Kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının en alt katmanın üzerini bitki kaynaklı toprak ve onun üzerini ise atmosfer katmanı oluşturur. Bu iki tabaka birlikte abiyotik bileşeni meydana getirirler. Öyle ki abiyotik bileşen tüm olumsuzluklara geçit vermeyecek şekilde dengelenip, o şekilde hizmetimize sunulmuştur. Mesela üzerinde yaşadığımız yerkabuğu şayet 1–2 metre kalın olsaydı, teneffüs ettiğimiz oksijen tamamen ortadan kaybolup canlıların yaşamasına imkân kalmayacaktı. Keza atmosferde mevcut halinden çok daha ince olsaydı, belki de gökten başımıza sürekli taş yağacaktı. Su ekosisteminde okyanuslar ekolojik bir planın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki; Yüce Allah yeryüzünü yaratırken kuzeyi güneyden yüksek tutmuştur. Belli ki kuzey suları bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle yaratmış. Zaten kutbun bir tarafı eğik olmasaydı suların tıpkı bir demlikten bardağa çay aktarılması misali boşaltılması mümkün olamayacaktı. Derken sular denize dönüşüp yeryüzünde tüm yollar kesilmiş olacaktı. Bunun sonucu olarak ta insanlar gerekli ihtiyaçlarını göremeyeceklerdi. Keza yine okyanuslar fazla değil 1–2 metre derin olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı ki; bunun anlamı bitki hayatının son bulması demektir. Şurası muhakkak; su ekosistemin abiyotik bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmakta. Nasıl ki ekosistemin toprak katmanı genellikle omurgasızlar grubundan saprofitleri (çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını da omurgasız canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği tabanlarının hetetrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla bir arada bulunmalarıdır. Nitekim kara üst katmanın yüzeyinde bitki ve ağaçlar, su katmanın yüzeyinde deniz ekosistemin ototrof canlıları olan fitoplanktonlar bulunmaktadır. Her iki üst katmanın tipik özelliği ise ototrof canlılara ev sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri ve fare gibi hayvanlar, su da ise zooplankton ve balık gibi tüketici hayvanlar istifade etmekteler, bizler de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz böylece. Şöyle ki toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı bereketlendiriyorlar. Sadece toprak altındakiler mi, elbette ki hayır. Akbabalar da havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi temizlemekteler habire. Hakeza büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda kendisinden büyük olana gıda oluyor. Dahası kurtlar, kuşlar, böcekler hepsi rızk peşinden koşmaktalar. Bu arada rızk peşinden koşarken de hizmet adına birbirlerine yem olabilmekteler de. Belki de hayatın cilvesi bu. Yani canlılar arasında hem avlayan hem de avlanan olacak ki münasebetler kurulabilsin, bundan da öte “Hayat yardımlaşmadır” sözü birkez daha anlam kazanabilsin. Düşünebiliyor musunuz bir arı çiçek çiçek dolaşarak bir katre bal için bir günlük mesaisini feda etmekte. Sadece arı mı, değil tabii, çoban eşliğinde meralarda bütün gün beslenen koyunlar da öyledir. Onlar da kimya fabrikalarının yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü bize ikram için dere, tepe, bayır, çayır demeden habire beslenmekteler. Hakeza insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi bildiğimiz nice memeli grubundan hayvanlar doğum yaparak yavrularını sütle beslemekteler. Bizler tüm memelileri birbirinden farklı özellikleri ile tanır ve bağrımıza basarız. Niye basmayalım ki, aralarından bir tanesinin bile yok olması ekolojik dengenin sarsılması demek olacaktır. Zira ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de bir başka anlamda denge unsuru demektir. Anlaşılan o ki üretimle tüketim arasında dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elenirse çevre problemleri de bir o kadar azalacağı muhakkaktır. Ekolojik niş Ekolojik niş organizmanın ekosistem içerisindeki duruşu demektir. Bir organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı zamanda ne yapacağıyla da ilgili bir mesele gibi de gözükmektedir. Bir benzetme ile ifade edecek olursak habitat organizmanın yaşadığı adresi belirleyen bir değer olup, ekolojik nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda ekolojik nişini teşkil eder. İşte ekolojik niş faaliyetine katılan her canlının gerek terleme gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngü tamamlanmış olmaktadır. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta. Zira cansız âlem diyebileceğimiz deniz suyu kara örtüsüne nispeten çok daha atmosfere buhar transfer etmektedir. Çünkü karaların buhar nispeti topraktaki nem oranıyla sınırlı olup, hatta bu oran denizin yanında %1 gibi çok düşük oranda kalmaktadır. Yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun okyanuslarda buharlaştığını ve aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğünü düşündüğümüzde bunun ne manaya geldiğini sanırım anlamış oluruz. Ekosistem Bitkilerin bütününe flora, hayvanların tamamına ise fauna diye isimlendirilir.İster adına flora densin isterse fauna tüm bitkilerin ve hayvanların bir arada oluşturdukları birlikler devamlı olarak çevrelerince veya habitatlarınca kontrol edilirler. Zira canlılar çevreye uyum sağladıkları takdirde canlı kalabilmektedirler. Böylece bitki, çevre ve hayvan üçü bir arada mükemmel bir organizasyonu temsil ederler. İşte temsil edilen canlı ve cansız varlıkların sınırlı bir çerçevede tabiatta teşkil ettikleri bu sisteme ekosistem adı verilmektedir. Hiç şüphesiz insan bu sistem içerisinde eşrefi mahlûkat olarak temsil edilir. Yukarıda belirttiğimiz üzere canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer olarak adlandırılır. Yani biyosfer denilen canlı ortam zaman zaman sakin, zaman zaman hızla gelişen, zaman zamanda gerileyen bir durum gibi gözükse de masmavi denizler, koyu mavi okyanuslar, bembeyaz kutuplar, buzullar, çöller, ırmaklar, ormanlar, bulutlar vs. el ele gönüle vermiş halde hayat döngüsü adına durmak yok yola devam diyorlar zaten. Zira Kuranı Kerimde; “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar ibret alsın”(Sad, 29) beyan buyurarak biz kullara Allah birdir, tüm âleme hayat veren O’dur mesajını vermektedir. Ekolojik faktörler Bütün organizmalar bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı varlıkların hayat devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik faktör diye tarif edilir. Kaldı ki ekolojik faktörler de başıboş değildirler, belli kanunlara tabiidirler. Bu kanunlar genel itibariyle iki kategoride değerlendirilir: 1-Minumum Kanunu Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından ortaya atılmıştır. Bu kanuna göre ortamdaki esas maddelerden hangisi en az miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yani canlıların yaşayabilmeleri için gereken besin kaynağı minimum seviyelerde olsa bile o maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentezin çok büyük rolü vardır. Öyle ki fotosentez sayesinde kazandığımız hayat enerjisi can simidimiz olmaktadır.Zira bitkiler aldıkları ışığın ancak yarısı kadarını yapraklarında yer alan yeşil tanecikli klorofille özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı niteliğinde glikoza dönüştürmektedirler. Tabii dönüşmekle kalmayıp elde edilen glikoz işlenerek karbonhidrat, aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddeye çevrilmektedir. Demek ki başlangıçta bitki içerisinde yaşanan değişim ve dönüşüm işlemleri esnasında elde edilen brüt miktarın bir kısmını bitki kendisi için kullanmakta, diğer geriye kalan net üretimi ise hetetrof canlıların hizmetine sunmak üzere kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir depo edilen net üretim brütün % 90’nına tekabül etmektedir ki insanoğlu pratik hayatta; “Önce can, sonra canan” derken, bitkiler ise kendi dışında hazırladığı net üretimle birlikte “önce canan sonra can” demektedirler. O halde bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” sözünü söz olmaktan çıkarıp uygulamaya dökmeli. 2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans kanunu) Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum (uygun olan) sınırın her iki yanında bulunan maksimum ve minimum sınırlar içerisinde yer alan mevcut faktörlere olan toleransları sayesinde hayatiyetlerini devam ettirebilmektedirler. Bu arada tolerans kavramını zikretmişken bir gerçeği vurgulamakta fayda var. Şöyle ki; gerek bitkiler gerekse hetetrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların üst kademede bulunan canlılara nispeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üstekiler beslenebilmektedirler. Yani çevremizde envai türlü yaratıklar birbirlerine gıda olup karınlarını doyurmaktalar. Böylece hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak ve günü geldiğinde ise ölmek olduğunu farkediyor, derken sonu ölümle sonlanan sözkonusu hoşgörü hiyerarşisine ait besin zincirinin nesilden nesile aktarıldığını anlıyoruz. Öyle bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeden toprak altında bakteriler tarafından parçalanıp, böylece diğer bir canlının besin ihtiyacı karşılanıyor. Herşeyden öte her türlü canlı cesetlerine ait pis kokular toprak altı faaliyetleri sayesinde bertaraf edilip korunmaya alınıyoruz. Yüce Allah; “Biz yeri, dirilere de, ölülere de bir toplantı yapmadı mı?” diyebeyan buyurmaktadır. Demek ki fotosentez metoduyla gıda maddesi üreten besin zincirinin ilk ayağını üretici konumunda bulunan yeşil bitkiler, ikinci ayağını bitkilerle beslenen canlılar, üçüncüsünü ise her ikisini tüketen canlılar oluşturmaktadır. Kim bilir belki de bu trofik zincirin dördüncüsü de var, ama biz bilmiyoruz. En iyisi mi biz bunu yeni bir enerji nakli araştırma konusu olarak bilim adamlarına havale edelim. Çünkü bu boyut bizi aşar. Canlıların trofik kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyede seyreden hoşgörülülük sınırları dikkate almak mecburiyeti vardır. Çünkü bu sınırlar aşıldığında malum olduğu üzere enerji ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister istemez trofik (beslenme yapısı) zincirlerin birçok aşamalarında enerji kayıplarının varlığı gözlemlenecektir. Kaldı ki enerji naklinde sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla H2O gibi etkenler misal verilebilir. Mesela olduğundan fazla yeryüzü yağmur alsaydı bitkiler köklerinden sökülmesiyle birlikte bir araya toplandıklarında çürüyüp etrafa koku salacaklardı. Dolayısıyla biyolojik nizamı âlemin devamı için ta yaratılış öncesinden itibaren gerek yağmurun yağış miktarı gerekse güneşin enerjisi, kütlesi, hacmi, dünyaya olan uzaklığı en ince ayrıntılarına kadar hesaplanmış ve böylece hayat bu hesaplanmış program program doğrultusunda yoluna devam etmektedir. Koca kâinatta bir nefeslik hayat için gezegen gezegen dolaşma imkânı bulunsa bile o ihtiyaca cevap verecek sonsuz solumluk nefes sadece dünyamızda mevcut. Diğer gezegenler ya çok sıcak ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nasıl hayat olabilsin ki. Şurası muhakkak; mevcut faktörler ne olursa olsun hoşgörülülük sınırları çerçevesinde en iyi şekilde istifade etme yeteneğine sahip, aynı zamanda çevreye iyi adapte olabilecek canlılar da mevcut. Fakat bu tip canlılar birinci transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde bazı olumsuz olaylardan olsa gerek aynı başarıyı sergileyememektedirler. Belki de bu başarısızlık bir takım sebeplerden ileri gelmektedir ki, nedenlerini şöyle açıklayabiliriz: — Bu tür canlılarda ardı ardına gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda maddelerinin tüketimine bağlı olarak enerji kayıpları söz konusu olabilmekte. Bu itibarla kapsadığı ekosistem içerisinde trofik zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmaktadır. — Bazı canlıların birtakım faktörler için geniş hoşgörülü, bazı faktörler için ise kısmi hoşgörülü olma durumu etken olabilmekte. Yine de yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına ve toprak nemine karşı daha toleranslı oldukları gözlemlenmiştir. —Engin hoşgörülü canlılar aynı zamanda geniş sahalara yayılabilen canlılar olduğu belirlenmiştir. Dolayısıyla geniş sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırı içerisinde bulunan bitkiler daha kuvvetli gelişme kayd etmenin yanısıra çoğalıp rekabet bakımdan üstün hale geçebilme avantajına sahiptirler. Ancak maksimum ve minimum sınırlara yaklaşıldıkça bitkiler rekabetten düşerler, hatta rekabetten düşmek bir yana miktarları ve saldırganlıkları da azalabilmektedir. — Herhangi bir canlı için yaşamak için optimum şartlar mevcut değilse, ister istemez sözkonusu canlı için birtakım ekolojik faktörler veya tolerans sınırlarını sınırlayıcı etkenler karşısına engel olarak çıkacaktır. Mesela çayırlarda azot noksanlığı solma faktörü için bir sınırlayıcı etkendir. Fakat toprakları yetersiz azotlu çayırlara fazla su verilirse solma etkeni kısmen önlenebilmekte. — Canlılar genellikle bir faktörün etkisi ile değil birçok faktörlerin kombine etkisi ile kontrol edilirler. Mesela bir bitkinin hem fiziki faktör için tolerans sınırı hem de optimum yetiştirme sınırı farklı bölgelere göre değişebilir. Mesela çay, fındık vs. Karadeniz’e özel has bitki toplulukları olup başka bölgelerde bunları bulamayabilirsiniz. —Ekolojik toleransı geniş olan canlılar ekseriyatla her habitat ortamında yetişebilirler, dar toleranslı olanlar ise rekabet hırslarının kuvvetli olmasından dolayı belirli habitat çerçevesinde veya belirli yerlerde birlikler oluşturarak bulundukları birliklere sadık kalmaktadırlar. Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bunlara Karadeniz’de rastlamayabilirsiniz. —Çevre faktörleri canlıları sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak tezahür edebiliyor. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır. Bir başka toleransla ilgili vereceğimiz misal böcek ve bitki ilişkisidir. Şöyle ki böcekler çiçeklerin birbirinden güzel rengârenk renkleri sayesinde bitkilerin tolerans cazibesine muhatap kalırlar. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgi odağı değilse bu seferde etrafa saldıkları misk kokular sayesinde kendilerini çekim merkezi kılarlar. Böylece ister renk çekiciliği, isterse koku cazibesi olsun sonuçta böcek ve çiçek işbirliği sayesinde bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu ya hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu seferde rüzgârları tohumları taşımak için vasıta kılıp, böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşmektedir. Hatta bir kısım bitkiler de hiç bir vasıtaya gerek duymadan bile yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışarak tohumlarını uzak diyarlara aktarabiliyorlar. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir. Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları Bir bitki türünün belli bir coğrafi alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama genetik olarak uymuş türlerden müteşekkil biyotipler; ekotip veya ekolojik ırk olarak tarif edilirken, mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik kaideye dayanmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası bir gerçek hangi ekotip veya hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta yaşadığımız bu gezegende Allaha çok şükürler olsun her türden canlıya yeteri kadar her ne ararsan giyecek, aş, su ve enerji fazlasıyla var. Nitekim toprak altında ki mikro canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nispetinde bulunan karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanların gıdası ise ekseriyatla bitkilerle beslenmektir. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne varsa tüm canlılarla beslenebilen varlık. Sonuçta tüm canlılar her ne ile beslenirse beslensin yenilen tüm gıdaların özünde bulunan cansız inorganik maddeler arasında yer alan hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm canlılara hayatiyet kazandırmaktadır. Demek ki biyolojik hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda, hatta belirli sıcaklık şartlar altında bir araya gelmesiyle denge kazanmaktadır. Bu yüzden bitkinin yetişme şartlarına etki eden ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Genel anlamda bu faktörler: —Isı faktörü, —Su faktörü, —Işık faktörü, —Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) olarak tasnif edilirler. Isı faktörü Enerji de kanuna tabiidir. Bu yüzden enerji ile alakalı tüm kanun ve kaidelere termodinamik kanunları denilmektedir. Dolayısıyla bitkiler için yetişme yerinden ziyade ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık veya temparetür denmektedir. Bilindiği üzere organizmalar tarafından kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmaktadır. Fakat ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Dolayısıyla tekrar açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurmak zorundayız. Çünkü enerji elde etmenin birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenle enerjinin mevcut durumdan farklı bir duruma geçmesi olayı, termodinamiğin birinci kuralı haline gelmiştir. Nitekim kütle ve enerjinin korunumu kanunu gereği madde biçim değiştirebilir, ama sözkonusu madde ne sil baştan yeniden yaratılabilir ne de yok edilebilir. Zira enerji madde ilişkisi her halükarda koruma ve sakınma kanunlarına tabiidir. Madem korunma ve sakınma kanunu var, o halde tabiatın kendi kendini yaratamayacağı ispatlanmış olmaktadır. Bilhassa bu kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında vazifeleri sonlanmışta olmuyor. Bilakis onları toprak altında yeni bir faayet beklemekte. Şöyle ki; söz konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından (saprofitlerce) ayrışmaya tabii tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir. Termodinamiğin ikinci kanununa (enerjinin kaybolması kanunu) göre ise enerjide herhangi bir kayıp söz konusu olmadığı zaman termodinamiğin birinci kanununun da belirtilen korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbiri yaşanmayacaktır. Yani ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte entropinin artacağını öngörmekte olup, böylece mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını dile getirmektedir. Hatta ikinci kanun yararlı bir iş yapmak adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, derken iş gücünün azalacağını bildirmektedir. Bir başka ifadeyle başlangıç hali orijinal olan sistemlerin geçirdiği tüm değişimlerin rotası bozulma yönünde tezahür etmektedir. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi artarak çürümeye yüz tutmasıyla birlikte tüm vücut sistemi en küçük parçalara ayrışıp, orjinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi bir kısım enerjiler de ısı enerjisi halinde geriye doğru yok işlemi gerçekleştirmektedir. Yani sobadan etrafa yayılan ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi bir durum söz konusudur. Tabii burada sözü edilen kaybolma mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçişler manasınadır. Bilindiği üzere tranformasyona giren herşey özüne uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta, soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip, ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının sabit kaldığını, ancak entropilerinin artmasına bağlı olarak mekanik ve termodinamik yönden ısı kaybına uğrayıp, sayıca değiştiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total miktarında bir değişikliğe uğramamakta, fakat mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene sahip yapısını korumasına rağmen, bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var olan enerji işe yaramaz ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şunu iyi biliniz ki kâinat kendi kıyametini yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan başkası değildir. Bu arada şunu belirtmekte yarar var: üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri sağlansa da bu demek değil ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam edecektir. Baki olan sadece Allah. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok faktör Yaratıcının dışında herşeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık, nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne de toprak tek başlarına canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınlar belirli kısmı bir şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olurlar. Şöyle ki; —Atmosfere geri verilerek, —Toprağın alt tabakalarına iletilerek, —Toprağı saran hava tabakaları arasında alışveriş şeklinde, —Toprak nemli ise buharlaşma ısısı şeklinde, —Doğrudan ısınma şeklinde, —Yansıma şeklinde cereyan eder. Dünya sathında hayat denen yolculuğun devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle birlikte Nuh tufanı misali sulara gark olup haritadan siliniverceklerdi. Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en iyi skala güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin yaydığı radyasyon enerji miktarı Güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabiti ölçümleri atmosferin dış kısmında 1cm2’lik dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir. Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu radyasyonlarını %100 birim olarak kabul edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya) yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir. Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi allak bullak olacağı muhakkak. Görüyorsunuz ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis herkes payına düşeni alıp yoluna devam etmekte. Derken ışığın %1,5 oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları tarafından emilmekte, geriye kalan % 25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri % 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır ) yeryüzü için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar olarak sahne almaktadır.Ayrıca ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer tabakası)tarafından emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki; direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp, akabinde toprağın bağrından yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine fazlasıyla yetecektir. Isının alt tabakalara geçmesi Rabbül âlemin yeryüzü sathını kuruluk ve soğukluğunu belli bir ayarda konuşlandırmış.. Kaldı ki kuruluk aşırı boyutlarda olsaydı belki de yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak demektir. Hatta bir toprağın ısı geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın maksimum seviyeye ulaştığı tepe nokta inversion olarak kabül görüp, bunun tam tersi alt seviyede yer alan değer ise yer inversionu olarak tanımlanacaktır. Nitekim ıslak topraklar ışığı aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı iletmektedir. Isı tekrar atmosfere geri verilmez Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma) şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi sözkonusudur ki, bu faktörler: a-Havanın nem miktarına Bilindiği üzere güneş etkisiyle yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma) dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi gibi bir probleme zemin hazırlayacaktır. İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Rabbül âleminin; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) beyanınını ne demek olduğunun idrakiyle tabiat dengesinin başlıbaşına büyük bir nimet olduğunun farkına varıyoruz. b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma durumu Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, sonra su damlacıklarına ve daha sonra da dolu’ya dönüşür ki buna bulut denmektedir. İyi ki de bulut gibi tabii şemsiyemiz var. Çünkü özellikle bulutların üst tabakası güneşten gelen ışınları mükemmel bir şekilde uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne geçmektedir. Hatta bulut albedo (yansıtma oranı) görevi üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engeller yansıyan ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Fakat albedo oranı açık çayırlarda hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre daha fazla vermektedir. Hakeza kar yüzeyi de öyledir. c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kar beyaz için bir değerdir. Oysa bu yansıma kuru toprakta % 15–40, çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında seyretmektedir. d-Işınların yüzey durumu Bilindiği üzereıslak toprak, ısıyı kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla iletmektedir. Mesela iletim kabiliyeti az olan topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri atmosfere iade edilebilmektedir. Derken geceleri toprak yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit oluruz. Toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı alışveriş durumu Bilindiği üzere taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde ki örtü tabakasına toprak denilmektedir. Madem toprak var, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın da mevcut olması gerekir. Zaten var da. Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalar ile hafif veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzanmaktadır. Dolayısıyla bu tabakalar arasında denge ısı alışverişi sonucunda meydana gelmektedir. Isı alışverişi aynı zamanda bize toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Derken toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik yüklenmiş nizami enerjinin farkına varırız. Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı Kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneşten temin edilir. Bu arada toprak yüzeyinin ısınmasına paralel olarak nem oranı değerleri de değişebilmektedir. Yani toprağın ısı geçirgenliği veya spesifik ısısı azaldıkça toprak o nispetle daha fazla ısınmaktadır. Derken bir yandan toprak tarafından emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak yoğunlaşmış çekirdek oluştururlar. Derken buharlaşan nem ile yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulut oluşumunun tüm fiziki şartlarının tamamlanması sonucunda; yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise arzdan geri dönen uzun dalga boylu ışınların havadaki nem sayesinde yutulup arta kalanının da uzaya salınması olayıdır. Bu olay sıradan bir faaliyet gibi gözükse de aslında bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesini içermektedir. Çünkü Allahü Teala; “Göğü o yüceltti ve dengeyi koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta. BİTKİ ÖRTÜSÜNÜN ISI DURUMU Hayat için gerekli olan sıcaklık, toprak, hava ve suyun hep bir arada uyum içerisinde olması şarttır. Hava solunum için ne kadar mühimse, su da elbet ab-ı hayat için çok mühim bir nimettir. Hakeza ısı da öyledir. Genel itibarıyla güneşten gelen ışığın yeşil bitki örtüsü üzerinden yansıma oranı % 50 civarında olup diğer yarısı ise fotosentez sistemi yoluyla absorbe edilmektedir. Şöyle ki; ışık başlangıç itibariyle bitkinin bünyesinde tek yönlü enerji olmakta, daha sonra tek yönlü bu enerji sayesinde kimyevi maddeler belirli hızla bitkinin tüm bünyesine iletilerek fosfor, sülfür ve magnezyum şeklinde cem olmaktadır. Böylece bitkilerle beslenen canlılar hayati öneme haiz bu maddeleri vücutlarına transfer edip metabolizmik faaliyetlerinde kullanmak üzere muhafaza ederler. Derken inorganik madde transferi dönüşümü nesilden nesile aktarılarak yoluna devam etmektedir. Sanırım mükemmel matematiksel döngü bu olay olsa gerektir. Bir ormanda en fazla ısı ışınlarının emildiği kısım ağaçların tepe noktalarıdır. Madem öyle, bu durumda Tropik bölgeler ve Arabistan civarında ki ağaçlar bunaltıcı sıcaklardan nasıl korunuyor sorusu akla gelecektir. Buralarda yaşayan bitkiler ister istemez kendi serinliklerini sağlayacak önlemleri bulmak zorundadır, ama nasıl? Yüce Allah bitkileri soğuktan korumak için kimine kalın kürk, kimine yumuşak kürk ihsan ettiğine göre, bunaltıcı sıcaklardan bitkilerin koruması için de gereken donanımı ihsan edecektir elbet. Şöyle ki kaktüslerin en tepe noktanın sürgün kısmında büyümesine rağmen kendi kendini gölgelendirebilmektedir. Mesela Neoratimondia Gigontea türünde kaktüsün köşeli olması ona gölge avantajı sağlamaktadır. Hakeza Kanarya adalarında yaşayan Euphorbix Canariensis’te öyledir. Ayrıca bitkilerin yapraklarında gerçekleşen buharlaşma olayı da bir tür güneşin kavurucu sıcaklığına karşı alınmış bir değişik serinleme yöntemidir. Isı şartlarına göre bitki toplulukları daha ayrıntılı bir şekilde inceleyecek olursak 4 grupta mütalaa edebiliriz. Bunlar: 1-Açık bitki toplulukları Toprak yüzeyi kısmen bitki örtüsüyle örtülü olan bitkiler açık bitki toplulukları olarak bilinmektedir. Dolayısıyla bu tip yüzeylere gelen ve kaybolan ısı çıplak toprakta olduğu gibi tecelli etmektedir. 2-Kapalı fakat alçak bitki toplulukları Yaban otları, kısa çimenler ve 20 cm’ye kadar olan bitkiler, bu gruba girerler. Dolayısıyla gökyüzünden inen ışınlar daha toprağın derinliğine nüfuz etmeden toprak yüzeyinden birkaç santim yükseklikte boy veren bitki topluluklarının kuvvetle emen bölgesine isabet ederek absorbe edilmektedir. 3-Kapalı fakat yüksek boylu bitki toplulukları Bunların boyu 1 metreyi bulabilmektedir. Uzun otlaklar, çalılar ve hububat tarlaları bu gruptandır. Özellikle bu grup için ısı ışınlarının en fazla tesir ettiği bölge bitkinin 1/3’ü olan üst kısmı olmaktadır. 4-Yüksek bitki toplulukları (ormanlar) Yüksek bitki toplulukları deyince ilk evvela ormanlar akla gelmektedir. Adı üzerinde orman. O halde ormanları oluşturan ağaçların tepe kısımları en fazla ışık alan kısımlar olması icap eder ki, öyledir zaten. Ancak orman alanı sık değilse seyrek bitki örtüsü arasından sızan ışınlar toprak yüzeyine kadar nüfuz ederek ikinci bir maksimal bölge meydana getirirler. Bu durumda geceleri ısının düşmesiyle birlikte soğuk hava akımı ağaçların tepelerinden aşağılara inerek toprak zemininde minimal sıcaklık şartların oluşması gerçekleşmiş olur. Ağaçların gövdelerine isabet eden bölgede ise daha değişik bir iklim şartları hüküm sürmektedir. Belli ki gövdenin kabuk kısmı ağacı dış faktörlerden korumanın yanısıra birçok fonksiyonları icra etmek için yaratılmış. Şöyle ki gövdenin kesiti alındığında iç kısmın halkalardan oluştuğu gözlenir ki bu halkalar aynı zamanda ağacın yaşını da belirler. İç halkaların merkez konumunda ki çekirdek kısım sert olduğundan etrafındaki dış halkalardan su sızmasına geçit vermemektedir. Zaten çekirdek kısmın kurşungeçirmez yelek özelliği sayesinde değilmi ki kendisinin çürümesine bir şekilde izin vermemektedir. Gövdenin iç halkaları dikkat çeker de dış halkalar çekmez mi? Onlar da çeker elbet. İç dışın yansıması derler ya, dış güzelliğin gereği dış halkalar hem su hem de besi suyunu belirli oranlarda dallara pay etmektedirler. Demek ki sadece gövde değil gövdeye bağlı dalları da hesaba katmak gerekir. Böylece bitki örtüsü sıklaştıkça orman zemininde günlük sıcaklık değişmesinin o nispette küçüldüğünü söyliyebiliriz. Anlaşılan o ki bitkiler tarafından emilen ısı enerjisinin az bir kısmı CO2 asimilasyonu için seferber olmakta, büyük bir kısmı ise transprasyonda kullanılmaktadır. Bir kısmı da çevredeki hava ve ısı alışverişi şeklinde transfer olurlar. Zaten bir ağacın yarısından çoğu karbon maddesinden meydana gelmekte, dolayısıyla kendisi için lazım olan CO2 asimilasyonunun az kullanması gayet tabiidir. Bir başka ifadeyle “Hizmet nimettir” deyip daha çok CO2 asimilasyonu kendi dışındaki canlılar için hazır hale getirmektedir. Bu bir besin hizmetinde bulunmak gibi bir şey olsa gerektir. Sıcaklık rezistanı Bilindiği üzere güneş ışınları 150.000.000. kilometre öteden atmosferden filtre edilerek dünyamıza arınmış halde misafir olmaktadır. Misafirin iyisi kötüsü olmaz. Dolayısıyla “Kahrında hoş, lütfünde hoş” denilip gerek toprağın derinliklerine gerekse denizin derinliklerine kadar sızarak baş tacı edilir. Aşırı sıcaklar insanın canından bezdirecek halde bunaltsa bile her külfetin birde nimet boyutu olduğunu da unutmamak gerekir. Nitekim ısınan hava gökyüzüne yükselerek masmavi bulutları oluşturup şemsiyemiz olmakta. Her şeyden öte güneş birinci derecede büyük bir enerji kaynağımız olarak bizi her daim selamlamakta. Bitkiler ise bu enerjiyi kimyasal enerjiye çeviren bir aracı eleman olarak tüm canlı âleme hizmet etmektedir. Elbette ki her canlıda olduğu üzere bitkiler de aşırı ve kavurucu sıcaklıklardan olumsuz etkilenmekteler. Zira Bitkilerin yüksek temparetüre dayanma kabiliyetlerine sıcaklık rezistansı denmektedir. Şayet bir yerde sıcaklık 60 veya 60 üzeri derecelere gelmişse ora da canlı bir hayattan artık söz edemeyiz. Bu türden aşırı sıcaklığa karşı mukavemet genelde ölümle sonuçlanır zaten. Demek ki ideal bir hayat için ne çok sıcaklık, ne de çok düşük sıcaklık, ikisi arası bir şey olmalıdır. Çünkü aşırı sıcaklık organizma üzerinde parçalanmalara yol açacaktır. Düşük sıcaklıkta ise her ne kadar kimyasal parçalanma olmasa bile bu seferde hayatın gelişmesine sekte vuracaktır. Yine de bazı mikroskobik canlıların çok düşük sıcaklıklara karşı dayanıklılık gösterdikleri artık bir sır değil. Buradan hareketle bazı bilim adamları hayattan ümidi kesilmiş olan hastayı buz aküsü destekli dondurma muamelesine tabii tutup bir süre yaşatmak ümidini taşısalar da maalesef bu tür denemeler her seferinde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Çünkü düşük sıcaklık ileriye doğru bir gelişim vaat etmiyor, adı üzerinde dondurucu, yani hayatı durdurucu özelliği var. Gelişme için mutlaka hem ısı dengesine hem de enerjiye gerek vardır. Neyse ki bu enerji her canlıda yeteri kadarıyla mevcut, bitkilerde ise daha fazlacadır. Kaldı ki Allah-ü Teala tüm canlılara hem soğuktan hem de sıcaktan koruyacak yuvalar halk etti. Zira Kur’an’ı Kerimde; “Yeri de biz döşedik; (Bak biz) ne güzel (döşeyiciler) iz” diye beyan buyurmaktadır. Sıcaklık rezistansı iki şekilde incelenir: 1-Primer Sıcaklık rezistansı: Primer Sıcaklık rezistansı protoplazmanın yüksek sıcaklıklara karşı taşıdığı mukavemet demektir. Dolayısıyla bir protoplazmadan sümüklü böceğe kadar her tür canlının bir mukavemet sınırı sözkonusudur. Hele bu sınırı aşmaya gör, bak o zaman kızılca kıyameti. İşte kızılca kıyametin kopmaması adına bu mukavemet (dayanıklılık) dengesi içerisinde her canlının oynayacağı rolün elbette ki küçümsenemez noktada olduğunu söyleyebiliriz. 2-Seconder sıcaklık rezistansı (yapısal sıcaklık rezistansı): Bitkiler, morfolojik strüktürü veya transpransyonu sayesinde yüksek sıcaklığın öldürücü etkilerinden korunmak amacıyla bünyesinde taşıdığı suyu ekonomik olarak dengede tutabilmekteler. Zaten dengede tutması da gerekir ki narenciye, pamuk, çay, tütün, üzüm, fındık gibi ürünler belli bir coğrafi bölgelerde yetişebilsin. İKLİM İklim ölçümleri meteorolojik uzmanları tarafından atmosferin ilk tabakası olan troposferde meteorolojik balonlar kullanma yöntemiyle günde ortalama iki kez incelenerek tayin edilir. Bu yüzden biz biliyoruz ki yağış planı denilen bir gerçek var ortada.Dolayısıyla okyanuslardan buharlaşan su tekrar aynı oranda okyanusa düşmemektedir. Tam aksine atmosferde alçak ve yüksek basınç sistemlerinin ürettiği kuzey-güney istikametinde yer alan konveksiyon akımları veya tropoz ara katmanında (troposferin son bulup stratosferin başladığı alan) yer alan rüzgâr akımlarının etkisiyle bir yandan kuzey enlemlerde soğuk hava şeklinde aşağılara inerken diğer yandan güney enlemlerde sıcak hava akımı tarzında yukarılara doğru çıkmaktadır. Derken sıcak ve soğuk hava akımlarının karşılıklı dönüşümlü sık sık yer değiştirmeleri sonucunda oluşan iklim kliması dünyaya pay edilip, böylece rahmetten tüm yeryüzü nasiplenmiş olmaktadır. Zira güneş ışığı önce dünyayı ısıtıyor, akabinde havayı. Bunun sonucu olarak ısınan hava hafifleyerek yeryüzünde yükselmeye başlıyor ve yerini soğuk hava tabakasına bırakıyor. Sonrası malum emanetin bırakıldığı noktada bir sirkülâsyona neden olunur ki; işte bu sirkülasyon rüzgar oluşumunun ta kendisidir. Hakeza deniz üzerindeki soğuk hava tabakası hareket ederek karadan yükselen sıcak havanın yerini almak üzere sahile doğru akması da böyledir. Zaten yazın bunaltıcı sıcaklar eşliğinde sahil boyunca serinlememiz bu sirkülasyon sayesinde gerçekleşmektedir. Kaldı ki güneşin yeryüzündeki havaya hareket manevrası vermesi rüzgâr olarak tanımlanmakta. Demek ki rüzgârlar atmosferin değişik basınç sistemlerin etkisi altında ısınmasından kaynaklanan farklılıkların bir döngü içerisinde hava hareketi tarzında meydana gelmektedir. Böylelikle rüzgârların iklimlerin oluşmasında büyük ölçüde aktif rol oynadığını fark etmiş oluruz. Keza rüzgârlar denizlerin nemli havasını her yönden estirme yetenekleri sayesinde adına ister poyraz, ister lodos, ister alize rüzgârları denilsin her türden değişik yelpazelerini karalara, dağlara, ovalara, ormanlara taşıyabiliyor da. Hatta hava akımları esmekle kalmayıp uzaydan gelen (+) ve (–) iyon yüklü parçacıkları, meteorları ve güneşin ültraviyole gibi zararlı ışınları filtre ederek canlılar için tertemiz bir iklim yaşatmaya vesile oluyorlar. Zira Kuran’da rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelam bile var. Şöyle ki Allah (c.c); “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5), “ Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri sıvardık” (Hicr, 22) diye beyan buyurmaktadır. Dahası dünyanın 363 milyon km2’sini denizler ve 148 milyon km2’sini de karalar oluşturmaktadır. Bunu yüzdeye vurduğumuzda denizlerin % 71, karaların ise % 29’luk bir alanı oluşturduğu ortaya çıkar ki, işte dünya sathına dağılan alanlarla birlikte iklim ekolojik bakımdan üç ayrı kategoride tasnif edilir: 1-Makro iklim (Meteorolojik veya bölge iklimi): Makro iklim meteorolojik merkezlerce tayin edilir. Bu iklime mahsus canlılar bu bölgelerde hayatiyet kazanırlar. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan penguenleri çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaşatamazsınız. Tam tersi bir kelebeği de kutuplara hapsedemezsiniz. 2-Mezo iklim (lokal iklim): Mezo iklim orman, çöl gibi özel tip ortamların iklimidir. Elbette ki bu iklim şartlarına adapte olmuş canlılar için mezo iklim bulunmaz bir fırsat olacaktır. 3-Mikro iklim: Mikro iklim organizmaların vücut yüzeyi ile doğrudan ilişkili iklimdir. Bu klimaksın özellikleri ancak özel bir sistem yoluyla tanınır. Mesela devamlı güneş altında kalan kayalar ile ağaç altında veya su kenarında bulunan kayalar farklı klima etkisi altındadırlar. Yine toprak altı yuvalarının toprak sathına yatkın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar farklıdır. Hakeza bir duvarın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar içinde farklılık sözkonusudur. Yani bir duvarın alt ve üst yüzeyi ile kuzeye bakan yüzü farklı mikro iklim tesiri altındadır. Demek ki farklı fiziki şartlar asla göz ardı edilemeyecek unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bir yamacın taşıdığı su miktarı yön tayinine göre büyük bir değişiklik göstermez. Çünkü her tarafı güneşten gelen dik ve yayınık ışınlara maruzdur. Zira yamaçların farklı pozisyon almasına neden olan asıl etken unsur coğrafi enlemlerdir. Nitekim ekvator bölgesinde güneş tam tepedeyken yön farkı ortadan kalkıp, en fazla ısı ışınları öğleden evvel ve öğleden sonra doğu ve batı yamaçlarınca alınır. Ekvatordan uzaklaştıkça kuzey yarımkürede güney yamaçlar, güney yarım kürede ise kuzey yamaçlar en fazla ısınan bölgeler olduğunu müşahede ederiz. Hatta kutuplara doğru gidildikçe güneşten gelen dik ışınlar azalmış halde yerine yayınık ışınlar aldığı gözlenir. Dolayısıyla buralarda yöne bağlı olan sıcaklık farkları fazla değildir. Fakat deniz seviyesinden yükseldikçe yayınık ışınlar azaldığı gözlemlenmiştir. Peki ya yamaçlarda ki ışınlara ne derseniz diyorsanız, elbette ki yamaçların ısı durumu orta enlemlerde hayret edilecek derecede farklılık arzetmektedir. Buraların güney yamaçtaki bitkiler ilkbaharda çiçek açtığı halde kuzey yamaçlar yaz ortalarına kadar hala karla örtülü olduğu belirlenmiştir. Güneş ışınları Orta Avrupa da olduğu gibi eğimi düştükçe yamaçların durumuna göre enerji miktarı da değişmektedir. Şurası muhakkak; güney yamaçlara hem uzun hem de en dik ışınlar gelip, kuzeye ise daha çok zayıf ışınlar düşmektedir. İşte ışınların durumuna görede gerektiğinde ağaç cinsleride bulunduğu konuma göre değişebilmektedir. Şöyle ki soğuk vadilerin en üst yamaçlarında iğne ve geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar sıkça görülür, fakat vadi tabanına inildikçe ormanların yerini çalılar ve otlaklar yer almaktadır. O halde tüm bunlardan çıkaracağımız sonuç; güneş ışınlarının yeryüzüne düşüşü ne kadar dik ise belirli yüzeye düşen ışığın yol açtığı ısı enerji miktarıda o kadar büyük olmaktadır. Özellikle bu durum daha çok güneş zenit’te iken (tepe noktasında) gerçekleşir. Bilindiği üzere dünyamız hava denilen gaz karışımı ile çepeçevre sarılıdır. Dolayısıyla engebeli arazilerde ise soğuk hava ağır olduğu için çukur alanlara inme çabasındadır. Geceleyin toprak sathı yansıma ile soğuduğundan soğuk hava çukur olan yerlere akmaya başlar. Bu yüzden çukurlarda toplanan soğuk hava birikintilerine Soğuk Dolin (soğuk çukur) denmektedir. Yükseklerde ise sıcak hava toplanmıştır. Bu gerçeklerden hareketle dona karşı hassas olan bitkilerin yetiştirilmesinde arazi şekli mutlaka dikkate alınması gereken bir husus olarak gözönünde bulundurmamız icap eder. Aksi takdirde etrafı dağlarla çevrili yerler soğuk dolinler olduğundan meyva platajları ve üzüm bağları zarar görecektir. Dolayısıyla bu tür zararların önüne geçmek adına soğuk havanın birikmesini önlemek için bir takım sulama metotlarından istifade edilebilir pekâlâ. İzoterm (eş sıcaklık eğrisi) Yeryüzünün sıcaklık durumunu grafikte gösterebilmek için deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek gerekir ki, işte grafikte yer alan bu eğrilere izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu eğrilerin bize gösterdiği bir gerçek var ki; sirkülasyonunun (hava dolaşımı) ne sürekli yağış, ne de sürekli kuraklık şartlarına endeksli bir seyir takip etmeyip, sanki ilahi bir güç tarafından yeryüzünün kompleks bir şekilde planlanmış 5 sıcaklık eğrisine göre ayarlandığını göstermektedir. O halde bu ayarlanmış rahmet bölgelerini kısaca tarif etmeye çalışalım: 1-Ekvetoryal iklim bölgesi: Bu tip iklim kuşağının yıllık temporatoral değişmeleri azdır. Aylık sıcaklık ortalaması ise 24 veya 28 santigrat dereceler arasında seyretmektedir. 2-Tropikal iklim bölgesi (dönence): Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda ısı değişmeleri büyük olup sıcaklık ortalaması 23,2–24,7 santıgrat derecelerde kalmaktadır. 3-Subtropikal iklim: Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışı sırasında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla böyle bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın o yıllarda bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizi teyit ediyor zaten. Bu durum bize o devirde yaşayan organizmaların C–14(karbon -14)/ C–12 (karbon–12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün sup tropikal iklim 25–40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık ise 17,4–19,3 santıgrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük olduğundan geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır. 4-Ilıman iklim: Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir. 5-Kutup iklim Bölgesi: Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|