03-28-2013, 20:14 | #1 |
Şeriat
"Fakihlerin dayanakları nelerdir? Kuran, sünnet, kıyas ve icma. Onlara göre Kuranda bir kelime, bir harf yoktur ki yora yora ondan bir hüküm çıkmasın. Sonra aynı usul peygamberin, sahabenin, insanların sözlerine de tatbik edilir. Ama bunlar üzerine bir devlet idaresi kurulamaz. Nitekim her devlet adamı Fars'tan, Rum'dan derme çatma topladığı kanunlarla idare etti. İstanbul bugün Fransızca'dan tercüme ettiği kanunlarla idare edip gidiyor." (aktaran Ülken, s. 80)
Bu sözler 1839-1878 arasında Osmanlı'da yaşamış olan düşünür ve yazar Ali Suavi'ye aittir. Osmanlı'da Tanzimat dönemi 1839'da başlar. Ali Suavi de tam o sene doğmuş. O süreci çok net açıklamış bu sözlerinde. Artık Batı ekseninde gelişmeye karar kıldığımız bir dönem. Mevcut İslam hukuku denilen şeriat yeni çağda yetersiz kalmıştır, bu yüzden gelişim artık dinde aranamaz, e gelişim Orta Asya'da da yani Turancılıkta da aranamaz çünkü orada da hiçbir gelişmişlik yok, sadece tarihten, at üstünde elinde ok ile gezen uzun saçlı fetihçi Turancılıktan ibaret. Etrafımıza baktığımızda moderniteyi dinde de, Turanda da bulamayız ve tek alternatif olarak Batı'yı görürüz. Gerçi zamanında iki bin sene önce demokrasiyi bulan Greklerin aslının Türk olduğunu da Atatürk'ün ağzından söylemişiz fakat Greklerin soyunu ve demokrasiyi sözde üstlenmek de bize moderniteyi, gelişmişliği getirmemiştir. İslam hukukunun yetersizliği ile yüzleşilince artık Tanzimat dönemi başlatılmıştır. İslam hukuku, şahıs hukukunda gelişkin fakat kamu hukukunda yani anayasa, idare ve vergi hukukunda ise yetersizdir. Yetersizlikler hep ayetler, hadisler yorula yorula ve dışarıdan aldığımız kanunlarla giderilmeye çalışılmıştır fakat ortaya artık düzensiz laf kalabalığından başka bir şey çıkmamıştır. Nitekim Şer'i hukuk müsbet ve analitik bir yazılı kaynağa sahip bir hukuk sistemi değildir. Şer'i hukuk, katı veya anti-liberal veya çağdışı olduğu için reddedilmemiştir: soyut ve anlamsız kaldığı için reddedilmiştir. Anlamı ve sınırları belirsiz metinler üzerinde bindörtyüz seneden beri sürdürülen yorum çabası, geriye, akademik yönden son derece zengin, fakat uygulamada işlevsiz bir skolastizm abidesi bırakmıştır. Memlekette işe yarar bir hukuk kalmamıştır. Bu yüzden de Batı'dan tercümelerle yola devam etme yoluna gidilmiştir. Aslında Atatürk'ün ceza, ticaret, idare ve anayasa hukuku reformlarıyla yürürlükten kaldırdığı şey İslam hukuku değil, Osmanlı reformunun Avrupa'dan aktarmış olduğu hukuktu. Şeriat uygulaması 1850'lerde son bulmuştu. Sadece medeni hukuk alanında, Osmanlı reformu şer'i hükümleri esas almaya devam etmiştir. Kuran'ı yorumlamakta karşılaşılan güçlükler, İslam hukukçularını Kuran dışında kaynaklar aramaya sevketmiştir. Sünni geleneğin kabul ettiği hukuk kaynakları, Kuran'ın yanısıra, hadis, kıyas ve icma'dır. Hadis, peygamberin söyledikleri ve yaptıklarına denir. Ancak tek başına hadis de müsbet bir hukuk kaynağı sayılamaz, çünkü sahih olduğu kabul edilen hadislerin yanında, sayıları onbinleri bulan tartışmalı hadisler vardır. Bunun uygulaması mesela şöyledir. Mesela peygamber tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra kırk adım içinde abdest alınmasını söyler. Osmanlı da camilerde buna göre düzenleme yapar. Tuvalet çıkışı kırk adım sonra abdesthane yer alır, gibi. Hadislerin sahih mi değil mi olduğuna bazı sufiler koklama yöntemini kullanarak karar kılarlar. İlahi koku alınırsa sahihtir. Fakat kim eren kim değil, kimin kokusu geçerli kimin geçerli değil, bu da belirlenemeyeceği için bu yöntem de geçersizdir ve hatta hurafeciliğe kadar götürebilir. Kıyas, akılyürütme demektir. Usta bir mantıkçının, pozitif sınırları belli olmayan bir kaynaktan türetebileceği hükümlerin sayı ve niteliği, sıradan insanların hayal gücünü zorlayabilir. Örneğin Şeyhülİslam Musa Kâzım Efendinin, resim ve heykel sanatını Kuran'a dayanarak meşru bulan fetvaları vardır. İcma, İslamiyetin ilk kuşaklarındaki hukuk ulemasının, ayet ve hadiste yeri olmayan bir konu üzerindeki ittifakını ifade eder. Böylece şer'i hükümlerin, dinî ilkelerin ışığında dahi olsa, vahye dayanmayan kaynaklardan türetilebileceği ilkesi prensip olarak kabul edilmiş olmaktadır. Bazı fakihler bu özgürlüğü sadece belirli bir tarih dönemiyle sınırlamanın mantıkî ve dinî bir temeli bulunamayacağı gerekçesiyle, icmaı, ümmetin genel teamül ve uygulamaları anlamında kullanmıştır. 16. yüzyıldan itibaren de Osmanlı topraklarında "İslamda içtihat kapısının kapanmış olduğu"na dair olan bir inanç başlamıştır. 19. yüzyıldan itibaren de bu kapı kapandı mı yoksa kapanmadı mı diye başlayan tartışmalar da hala mevcuttur.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
03-29-2013, 21:55 | #2 |
çok şeriat vurgusu yapanlara dikkat edin MÜNAFIK ve FİTNE olma ihtimalleri var DİKKAT
|
|
03-30-2013, 00:17 | #3 |
Senin ağzın ne pismiş yahu! Her konu başlığında sürekli birilerine münafık, gavur, vs. yaftalamaları yapıp duruyorsun. Biraz aynaya bak. Söyleyecek sözün yok, fikir üretecek aklın yok ama maşallah başkalarını suçlamakta çenen düşük.
Konulara daha aklı başında katkı yaptığını görmedim, varsa yoksa şu kafir, şu münafık, bu gavur. Allah'ın kör cahili! |
|
03-30-2013, 00:29 | #4 | |
Alıntı:
|
||
03-31-2013, 17:36 | #5 |
herkes hak ettiği cevabı alır
|
|
03-31-2013, 20:59 | #6 |
Atatürk umrumda değil. Orada bana hitap var. Eğer bana değilse o zaman daha açık cümleler kurun.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|