12-18-2007, 20:46 | #1 |
Başınızı yere eğin
Başınızı yere eğin” diyor rehberimiz merdivenleri çıkarken. “Sütunlar arasından görmeyin onu, tam karşısına gelince haber vereceğim, o zaman kaldırın başınızı ve o zaman yapın geri çevrilmeyecek duanızı.” Basamakları heyecanla çıkıyoruz. O kadar kalabalık, o kadar yoğun ki, mahşer provası dedikleri kadar var. Başka zaman olsa sürtünüp geçenlere, ayağa basanlara kızabilirdik. Burada ayaklarımız yere basmıyor ki kızalım. Uçarcasına gidiyoruz ona. Düz bir zemine çıkınca rehberimiz bizi topluyor ve ; “Şimdi, kaldırın başınızı!” diyor. Başımı biraz ürkekçe kaldırıyorum. Aman Allah’ım!.. Zaman duruyor. Simsiyah örtülere bürünmüş, bütün haşmetiyle karşımda sevgililer sevgilisi. O resimlerde kocaman avluya nispetle ufacık görünür. Resimlerin yalan söylediğini şimdi fark ediyorum. O kadar büyük o kadar heybetli ki; sanki üstüme üstüme geldiğini, içine çektiğini hissediyorum. Diyecek söz yok. Dilim tutuldu. Ne dua edeceğimi kestiremiyorum. Dilimden sadece şunlar dökülüyor: “ Beni huzuruna kabul ettin, buna layık mıyım ki?!” Sonrası kaleme gelecek gibi değil. “Haydi ona koşun” diyor rehberimiz. Koşuyor ve deniz dalgası gibi hiç durmaksızın çırpınan deverana katılarak tavafa başlıyoruz. Ona bakmak bile sevapmış. Ama bakamıyorum. Utanıyorum, huzura alınmışım az şey mi?.. Tavaf, zemzem derken gruptan kopuyor; onunla baş başa kalmak üzere kapısının tam karşısına oturuyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Namaz mı kılmalı, zikir mi çekmeli, Kur’an mı okumalı?.. “Kabe’nin nafilesi tavaftır.” Hadisi geliyor aklıma. Öyle ya, namazı ülkende de kılarsın, ama buradan başka yerde tavaf edemezsin. Tekrar tavafa kalkacakken, bir el kolumu çekiştiriyor. - Otur, doya doya seyret onu. Vakit daha çok, tavaf ederiz. Beyaz ihramı içinde oldukça tuhaf bir zat. Gün ışığı görmemiş bir kulübede yıllarca garip yaşamış da bugün insan içine çıkmış gibi, üzerinden yalnızlık ve miskinlik dökülen bir adam. Görünüşü ilk bakışta ürperti verse de sakalı, bıyığı, duruşu öylesine bakımlı ki; içinin güzelliği yansımış dışına. Dilenci yada meczup denmeyecek kadar olgun bir duruşa sahip. Sen kimsin, ne hakla beni durduruyorsun, demek gelmiyor içimden. Kolumu tutan kuru ve soğuk parmaklarda özel bir samimiyet hissediyorum. Mıknatısa kapılan demir tozu gibiyim şu an. - Söyle! Yazıyor, anlatıyorsun! Onu en güzel tarif eden cümle, diyerek herkese anlattığın o cümleyi söyle hadi! Evet o cümle. Uçakta, havaalanında, otobüste hep söylediğim, ruhuma işleyen o güzel cümle. : - İnsanoğlunun kalbi taş kesilmesin diye, taşın kalp kesildiği yerdir Kâbe! Güzel söylemiş, diyor yanımdaki zat. Hakkını vermiş Kâbe’nin, hakkını vermiş Kâbe dostlarının. Ya sen?.. Beytullah’a dair yazmadın, hele Ehl-i Beyti hiç anlatmadın… - Amaaa, diyecek oluyorum. - Aması yok, anlatmadın! Bilmiyorsun ki anlatasın? Bilsen anlardın hemen! Bilmiyorsun dedi. Ama biliyorum bir şeyler. Ne desem ki? Bilmediğimi kabul edersem bildirir mutlaka, ukalalığın lüzumu yok, kabul edeceğim: - Evet, bilmiyorum, Allah rızası için bildirir misiniz? - Aslında biliyorsun da ayna tutulmadıkça göremiyorsun kendini. Gözlerine ve simasına bakıyorum. Pırıl pırıl bir çehre. Aynam işte. Yüzüne dönüp soruyorum: - Ehl-i Beyt ile Beytullah bağlantısı? - Seninki de soru mu? Açık işte.. Beytullah burası Ehl-i Beyt de onun halkı... Oluk oluk geliyor insanlar tavafa. Bir yanda namaz kılanlar, bir yanda Kur’an okuyanlar, bir yanda kardeşlerine hurma ve zemzem ikram ederek hayırda yarışanlar. Bir derya ki bitesi değil, bir çağıltı ki dinesi değil. - Bana ehl-i beyti anlatın, nolur açın biraz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin diye çok konuştuk da, onlarla bize fark ettirilmek istenenden galiba perdelendik. - Önce yanlışı düzeltelim. - Yanlış?.. - Hane halkını saydın, hane reisini unuttun. Ehl-i Beyt 4 değil, 5 zat. Reisleri Efendimiz (sav). Efendimiz olmasa ötekiler olmaz, ötekiler olmasa ehl-i beyt oluşmaz. - Eyvallah… Gözlerini Kâbe kapısına çeviriyor. Uzun uzun bakıyor yarı açık altın sırmalı örtüye. Mültezeme el sürenleri, Hacer-i Esvede yanaşmak için itişip kakışanları derin derin süzüyor. Kâbe’nin kapı olan yüzünü, Makam-ı İbrahim cephesini bir kitabe okurcasına inceliyor. Kim bilir az sonra neler dökülecek dilinden?.. - İçinde kapı geçen hadisi oku bakalım. Pat diye gelen soruya cevap vermek güç. Ama burada dilim çözülüyor. Hemen okuyorum: - Ben İlmin şehriyim Ali kapısıdır! Hz. Muhammed (sav) - Yaaa Haydaaaarrrr! Yaaa Murtezaaaa! Yaaaa Aliiii! Ya Şah- ı Velaaaayet, diyerek yüksek sesle haykırıyor kapıya doğru. ALINTI.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |