03-15-2009, 14:37 | #1 |
Malatya’daki Zirve mi, Çankaya Zirvesi mi?(Hasan Karakaya)
Gerçi Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşim önceki gün yazdı ama, “tam yerine rast geldiği” için, bir de ben yazayım dedim... Yazayım ki; “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyen bir adamın, “solcu”ları da hiç tanımadığı görülsün... Efendim; işbu solculardan Uğur Mumcu, insanların “fikir” sahibi olmadan önce, “bilgi” sahibi olmalarını öğütler ve der ki; “Fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olun!”
Aksi halde; “atmasyon” başlar!.. Atmasyon başladığında da; sergilenen “cahillik”lere ya gülmekten kırılırsınız; ya da “vah ülkem” der, oturup ağlarsınız!.. BAŞBAKAN ERBAKAN’A MEKTUP! 40 yıllık siyasî hayatı boyunca “sağcı görünen” ama “solculara hizmet” eden Süleyman Demirel; bir “Cumhurbaşkanı” olarak, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’a gönderdiği bir mektupta demiş ki; “Yazar Abdurrahman Dilipak’ın Akit gazetesinde yayınlanan bir yazısından dolayı 5816 sayılı ‘Atatürk Hakkında İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a muhalefet suçundan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca 28.07.1992 tarihinde İstanbul 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılmış ise de, sanığın sorgusu dahi yapılmadan mahkeme hakimi Mustafa Kutluk tarafından adı geçen hakkında 02.09.1992 tarihinde beraat kararı verilmiştir.” Bu yazıyı okur okumaz, “o hikâye” geliverdi aklıma!.. Gayet iyi bildiğiniz o hikâye!.. HANGİ BİRİSİNİ DÜZELTEYİM? Bir sohbet esnasında adamın biri, topluluktakilere demiş ki, “Bir keşiş, deniz kenarında, tam kızını kurban edeceği sırada Mikail adlı melek gökten bir keçi getirdi...” Sohbette bulunanlardan biri, dayanamayıp patlamış: “Be adam” demiş; “Şu söylediklerinin hangisini düzelteyim?.. Bir kere; o kişi, keşiş değil, Hz. İbrahim Peygamber idi!.. Orası, deniz kenarı değil, dağlık arazi idi!.. Kızını değil, oğlu İsmail’i kurban edecekti... Meleğin adı Mikail değil, Cebrail Aleyhisselam idi... Gökten inen de keçi değil, koyun idi!” Demek oluyor ki; Bir insan, “yarım yamalak bilgi”ye değil, “tam bilgi”ye sahip olmalı!.. Ya da, “susmalı” ki, “komik” durumlara düşmesin!.. Bu hikâyeyi Demirel’e ve “Erbakan’a gönderdiği mektup”a uyarlayacak olursak, şöyle diyebiliriz; - “Senin Akit dediğin gazetenin adı Vakit olmalıdır... Çünkü, 12 Eylül 1993’te yayın hayatına atılan gazetenin adı Akit değil, Vakit’tir!.. - 28 Temmuz 1992’de soruşturmaya uğrayan yazının Vakit’te yayınlanması mümkün değildir!.. Çünkü Vakit, 12 Eylül 1993’te yayın hayatına atılmıştır!.. - 1992’de soruşturmaya uğrayan bir yazı, 1993’te nasıl yayınlanmış olur acaba?.. - Kaldı ki; o yazı Vakit’te yayınlanmadığı gibi, Abdurrahman Dilipak tarafından da yazılmamıştır!.. - Çünkü o; bir “yazı” değil, “kitap”tır!.. Kitabı yazan da Dilipak değil, Dr. Rıza Nur’dur!.. - Bu kitaptan dolayı açılan dâvâ da 4. Asliye Ceza’da değil, 2. Asliye Ceza’da açılmıştır!.. Gördünüz ya; Bir insanın, her zaman “10 parmağında 10 marifet” olmuyor!.. Bazen, Demirel gibilerin “1 cümlesinde 10 yanlış” bulunabiliyor!.. Hem öyle yanlışlar ki; “Neresini düzelteyim?” cinsinden!.. O yazı, öyle “eğri” ki; “Deve”den farksız!.. Yani, “eğri” olan, sadece “boynu” değil!.. Neresi doğru ki?.. 1997’DE “29 ŞUBAT” YOKTU! Aslında, Demirel; “beyni dinç, hafızası dipdiri” biri olarak bilinir... Ama, yukarıdaki olayda; ya bir “önyargı” var, ya da “beynin sulanmaya başlaması” gibi bir yaşlılık problemi!.. Ya da, Uğur Mumcu’nun işaret ettiği gibi; “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” gibi bir garabet!.. Demirel, “iyice yaşlanmaya” ve bu yaşlılıktan dolayı “hafıza problemi” yaşamaya mı başladı acaba?.. Yoksa, verdiği örneğin her olaya uyacağını mı düşündü bilinmez, geçenlerde saçmalamış yine!.. Hani, zaman zaman; “11 Eylül’e kadar oluk oluk akan kan, 12 Eylül’de nasıl kesildi?!?” diye sorup, kafalarda “istifham” oluşturmaya çalışan bir sözü vardı ya; bunu “28 Şubat darbesi” ile ilgili olarak kullanmış!.. Ama, yanlış kullanmış!.. Meselâ, demiş ki; “28 Şubat’ın neresi darbe?!?..” “29 Şubat’ta hükümet var mı? Var. 29 Şubat’ta parlamento var mı? Var. - 29 Şubat’ta anayasa var mı? Var. 29 Şubat’ta herkes yerinde mi? Yerinde. E bunun neresi darbe?” 11 Eylül’de oluk gibi kan akıp da, bunun 12 Eylül’de nasıl durduğuna dair “benzetme”yi; kalkar, “28 Şubat” için de yapmaya kalkarsan, bu komedi, “Arşiv” sayfamız editörünün gözünden elbette kaçmaz ve soruverir sana; “Heeyy Süleyman Bey!.. 1997’nin Şubat’ında 29 var mıydı ki; 29 Şubat’ta Hükümet olsun?!?.. Çünkü efendim; 1997’nin Şubat ayı 29 değil, 28 çekti!!!” SAVUNMA MI, SUÇLULUK PSİKOLOJİSİ Mİ? “Cüce Şubat”ın, 9 saat süren “en uzun MGK”sından birkaç ay sonra, aynı Demirel’in “28 Şubat’ın içinden biri” olarak neler yaptığını, “Refahyol iktidarı”na nasıl bir “son darbe” indirdiğini ve böylece “postmodern darbe”nin nasıl bir “gerçek darbe”ye dönüştüğünü hepimiz biliyoruz!.. Hem de; “Dilipak olayı”nda olduğu gibi; “önyargılı” tavırlarla, “bilgi cahillikleri”yle ve “milletin inancı”na yönelik “topyekûn savaş”larla!.. İyi de; Bütün bunlardan dolayı, Bay Demirel, niçin bu kadar “kendini savunma” ihtiyacı hissediyor?.. Kendini ve elbette 28 Şubat’ı, bu kadar korumaya çalışmasının sebebi ne ola?.. Bu tavır, “suçluluk psikolojisi”nin dışavurumu mudur, yoksa 28 Şubat’ı savunarak, “kendini aklama” çabası mı?.. Bildiğim kadarıyla; Cumhurbaşkanları, “vatana ihanet” dışında hiçbir suçla suçlanamazlar!.. Peki, 28 Şubat kararları “Vatana ihanet” eden kararlar mıdır ki, Demirel onları savunuyor ve dolayısıyla “28 Şubat’taki kendi rolü”nü aklamaya çalışıyor?.. Zaman’dan Mustafa Ünal, Demirel’in bu tavrını “kan çekmek” olarak yorumlayıp, demiş ki; “Demirel dışında 28 Şubat’ı savunana rastlamadım. Eleştirilerin odağındaki İsmail Hakkı Karadayı ve Çevik Bir gibi isimler ise sessizliğe büründü. Onlar susarken Demirel niye konuşuyor sorusunun cevabı belli; kendisini temize çıkarmak. Aslında o da doğru yerde durmadığının farkında. 28 Şubat’a konuşmadan duramamasının nedenini tahmin etmek güç değil. Malum, ‘Katilleri kan çeker’ diye bir söz var. Suçlu olay mahallinde dolaşmaktan bir türlü kendini alıkoyamaz. Hep çevresinde dolanır. Katil psikolojisi bu, uzaklaşmak istemez. Demirel’in 28 Şubat’ı savunmaktan geri duramamasının sebebi de, bu psikoloji olmalı.” Acaba, böyle midir?.. Demirel, bir “katil psikolojisi” ile mi savunmaktadır 28 Şubat’ı?.. Yoksa; Malatya’daki Zirve Yayınevi’ndeki cinayetle, “Zirve”ye vuran Ergenekon Terör Örgütü’ne yönelik suçlamaların “Çankaya Zirvesi”ne ulaşmasından mı korkmaktadır?.. Öyle ya; “Yanlış”ların, “yamuk”ların ve “eğrilik”lerin hesabının nasıl sorulacağını en iyi bilenlerden biri de Demirel’dir!.. Demirel’in icraatları ise; “Yanlış” ve “yamuk” doludur!.. Dilipak olayında olduğu gibi!.. =========== Ülkeler ve tavırları! Farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, şehir merkezinde bir kafeye gitmişler ve birer kola ısmarlamışlar. Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu görmüşler. İngiliz, yeni bir bardakta, yeni bir kola istemiş. İsveçli, aynı bardakta, yeni bir kola istemiş. Finlandiyalı, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş. Rus, kolayı sinekle birlikte içmiş. Çinli, sineği yemiş, kolayı içmemiş. Yahudi; sineği yakalayıp, Çinli’ye satmış. Yunanlı; kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek, yeni bir kola istemiş. Norveçli; kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği, balık yemi olarak kullanmış. İrlandalı, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz’e içirmiş. Amerikalı, kafeye tazminat dâvâsı açmış ve 10 milyon dolar kazanmış. Türk ise, olayı şiddetle kınamış!.. Çeşitli ülkelerin tavrını ve “kınamak”tan öteye gitmeyen “Türk dış politikası”nı anlatan bu fıkra, Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki “One Minute” diyerek sergilediği “dik duruş”la, ezberleri bozdu!.. Bakalım, aynı fıkra, bundan böyle nasıl anlatılacak?.. Hasan KARAKAYA Vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|