AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-27-2009, 01:59   #1
Kullanıcı Adı
FarukARSLAN.
Standart "Bu Ülke" adlı eserinden kesitler






Bu Ülke Kitabından Örnekler

Polemik

(Bu Ülke)



İrfanımızı istila eden, bulanık lafızlardan biri de polemik. Dilimize bir harami sessizliğiyle giren bu yabancı misafirlerin ifşa, daha doğrusu ispat ettikleri tek hakikat: aydınlarımızın hafsalaya sığmaz gafleti. Her telkine açık, tembel ve serseri bir tecessüs… Nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz, ideolojilere ve kelimelere. Tanzimat nesli, hiç olmazsa bu bahiste, iffet ve haysiyetini korumuş. Kalktığını iddia ettiğimiz Kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşıyor, hem de bütün habasetiyle. Alafrangalık, zevki ve tefekkürü dumura uğratan bir kabuk.



Polemik, Yunanca’dan geliyor: Polemikosh savaş demek. Fransızca’ya 1584’te girmiş (Chanson polémique: savaş şarkısı). Hem sıfat hem isim. “Kamus-u Fransevi”nin verdiği karşılık: “münakaşa-i kalemiyye”; TDK sözlüğünün: “açık tartışma”; Meydan-Larousse: “oldukça sert nitelikte kalem tartışması”, diyor.



Polemik de, Batı’nın bütün hastalıkları gibi, Tanzimat’ın açtığı yoldan giriyor, ülkemize. İmanın olduğu yerde savaşa yer var mı?



Namık Kemal: “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” diyor. Hangi barika-i hakikat?



Polemik zekaların savaşıymış. Zekalar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı. Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer.



Polemiğin Batı’daki tarihçesine bir göz atalım: Hıristiyanlık yerleştikten sonra, putperestlerle eretiklere ateş püskürür. Hiç kimseyi ikna edemeyen bir lakırdı tufanı. Rönesans, “ilmi polemikler” çağı. Terbiye kurallarını hiçe sayan bir savaş. XVII. Asırda polemik biraz daha kibarlaşır. Bununla beraber, “eskiler”le “yeniler” kavgası edebiyat cumhuriyetini birbirine katar. Bu kavga sona ererken, Batı edebiyatlarının en büyük kalem savaşçısı sahneye çıkar: Voltaire. “Candide” yazarı, bütün zaafları ve bütün ihtişamıyla burjuvazinin temsilcisidir. Hain, hayasız, saldırgan, ama , yükselen bir sınıfın temsilcisi. Sonra İhtilal, gelişen basın ve siyasi polemik.



XX. yüzyılda polemiğin tarihi, gazeteciliğin tarihi ile kaynaşır. Polemik demek “şahsiyat” demek, bir Fransız yazarına göre (Léon Daudet); düşünceleri ayakta tutanlar insanlardır; insanları yıkmadıkça düşünceleri sarsamayız. Aristophanes’ten Hugo’ya kadar her büyük hicivcinin belli bir “vur abalıya”ları vardır. Şiddetsiz savaş olmaz. Öfke bazen için için kükrer, Pascal’ın “Bir Taşralıya Mektuplar”ında olduğu gibi. Bazen, ter ter tepinir, Voltaire’de olduğu gibi.



Polemiğin ruhu samimiyet ve dürüstlük: Mübalağa, tersine tepen bir silah. Çatılan adamın meziyetleri de belirtilmeli. Önce en kesin, en karşı konmaz delille başlamalı yazıya. İlk darbe öldürücü olmalı. Kavgada iltimasa yer yok.



Düşman kazanmaktan korkmamalı diyor aynı yazar. Ne kadar kibar davranırsanız düşmandan kurtulamazsınız. Oysa zaferle taçlanan her savaş size yeni dostlar kazandırır: düşmanlarınızın düşmanları.



İtalyan tiyatrolarının şiarı, çok defa polemiğin şiarı: “castigat ridendo mores” (ahlaksızlıkları gülerek cezalandırmak), gülerek ve çok kere de öğreterek.



Polemiğin tuzu biberi: küfür. Luther, Erasmus, Calvin tulumbacı gibi küfrederler. Namık Kemal’i okurken (bilhassa Mektup’larını) sık sık yüzümüz kızarır. Savaşçıda “nezahet-i lisaniyye” aranmaz.



Yumuşak kalplilik de olmaz polemikte. Ölüm bir mazeret değildir. Voltaire: “yaşayanlara saygı borçluyuz az çok”, diyor….”ölenlere tek borcumuz kalmıştır; hakikat”. İslamiyet: “ölülerinizi hayırla yadediniz” buyurmaktadır, ölülerinizi yani sizden olanları. Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var.

.................................................. .........................................
Bir Avuç Duman



Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin... Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden.

Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint'i çağdaşlarına. Kıt'alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler.

Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var.

Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan. Şark'ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret.

Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!

Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.

Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak.

İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.

(Bu Ülke - s. 220)




GERİCİ KİM?

Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal mali mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

Ne güzel tarif; "Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan – Larousse). Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.

Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

4. Murad’a, Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey'den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezelî hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!

Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.
(Bu Ülke s. 80)




SEN BİR AZ-GELİŞMİŞSİN


Kıt’aları ipek bir kumas gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...

Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."

Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az–gelişmişsin."

Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nisân-i zîşân" gibi gururla benimsedi aydınlarımız.
(Bu Ülke s. 96)




DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ

(...)
Kitap, istikbale yollanan mektup... smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki "an"ın kendisi. Kitap, beraber yasar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter.

Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. (...)

(Bu Ülke - s.100)




ASALETİNİ KAYBEDEN İRFAN


İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. "Emanetleri ehline tevdi ediniz." demiş din.

Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint'te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.

Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.

(Bu Ülke - s. 99)




DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN

Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?

Batı’nın ilk romanlarından biri "Topal şeytan". Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa”dır.

Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.

Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?

Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.

Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.

(Bu Ülke - s. 120)




İNANANLAR KARDEŞTİR


Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. ister siyah derili, ister sarı... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda. Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikayetsiz.

(Bu Ülke - s. 179)



Kelime

1

Bir adam Meçhule tırmanıyordu. Sisyphe'e benziyordu uzaktan. Bir adam Meçhule tırmanıyordu topraktan. Arkası uçurum, yanları duvar. Kaç sabah güneşle selamlaştılar, kaç aksam yıldızlar feneri oldu, bilmiyor.

Koro
Olemp'e yalnız gidilmez. Kervanla
çıkılır yola. Bin çıkılır, bir
varılır; bir çıkıp bir varılmaz.
Olemp'e yalnız gidilmez

Ve adam tırmanıyordu. Musa'nın gözünü kamaştıran nur, kavurdu gözbebeklerini.

Koro
Kayaya çaktılar Promete'yi, Homer'i
karanlığa gömdüler, Tanrılara yaklaşan,
Nemesis'in gazabına uğrar.

Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlara musallat Tanrıça... Ben ne Olemp'in sırlarını faşeden bir yari-Tanrıydım, ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem ki, parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına layık gördün, seni utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım.

Ve Meçhule tırmanan adam Kelime oldu.


2

Tanrı, yıldızlarla oynayan bir çocuk.

Senin yıldızların kelimeler, söyle raksetsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin.

Kelime ormanda uyuyan dilber, sair uzaklardan gelen şehzade.

Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler.

Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi?

Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven.

Kelime, kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime adem.


3

Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir aksam. Nereden gelirler bilinmez. Kah çığlık çığlığadırlar, kah sesleri işitilmez.

Çiçeğe benzer kelimeler: turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgar sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz...


4

Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükut medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.

Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.


Kitap

1

Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz. Büyükler de kıskanç, Tanrılar gibi. yalnız Numa'ya görünmüş Egeria. Beatrice, Dante için Beatrice. Kitaplar, kadınlara; kadınlar şehirlere benzer. Paris, Londra veya Madrid... herhangi bir dişi kadar muhteşem, herhangi bir dişi kadar alelade. İnsan şehriyle biner trene; şehri, yani zaafları, alışkanlıkları, zilletleriyle. Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında. Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.


2

Ruh yazının icadından beri ölümsüz. Kaya homurdanır, mermer gülümser, konuşan yalnız kitap.

Logos Spermaticos, diyor bir yazar: gebe bırakan söz. Kimi?


3

Kartacalı Augustinus, buhranlar içinde kıvranıyormuş. Bir yandan bütün sıcaklığı, bütün diriliği, bütün şuhluğu ile hayat: şarap, kadın, tiyatro... Ötede çile.

Kafesteki bir aslan gibi isyanla, öfke ile, endişe ile dolaşırken bir ses gelir kulağına hafiften: Al ve oku. Ve önünde bir kitap açılır: Aziz Petrus'un "Mektuplar"ı. "Ömrünüzü şölenle geçirmeyin. Kaçın tenin hazlarından." Ve çapkın Augustinus, Aziz Augustinus olur.


4

Şuursuz bir büyücü Gütenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gütenberg'in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz.


5

San Cassino'da çile dolduran Machiavelli, aksamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılır, bir tacidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyinirmiş. Sonunda kendi de kitap olmuş. Kitap, yani ışık.


6

Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.

 

FarukARSLAN. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım