05-06-2009, 13:43 | #1 |
Bir yürek adam: İbn-i Kemal
Evliya Çelebi anlatıyor…
Ordu-yu Hümâyûn, başında muzaffer komutanı Sultan Selim-i evvel (Yavuz) olduğu halde, Hilâfet Seferi’nden dönmektedir. Yavuz Padişah ne zamandır kafasını kurcalayan bir meseleyi danışmak üzere hocasını dâvet etmiş, hem at sürmekte, hem de hocanın gelmesini sabırsızlıkla beklemektedir. Hoca, Yavuz Padişah’ın aceleciliğini bildiği için, atını dörtnala kaldırıp şanlı talebesinin yanına sürüyor… Zemin cılk çamurdur. Aksilik, Yavuz Padişah’ın hemen kıyısında, Hoca’nın atı birden sürçüp Padişah’ın üzerine bir dolu çamur fışkırtıyor. Hoca mahcubiyet içinde susuyor, önüne bakıyor. Manzaraya şahit olanlar müthiş tedirgin oluyorlar; zira Yavuz Padişah öfkesiyle nam salmıştır; bu dikkatsizlik karşısında muhtemelen kızıp söylenecek, hatta belki Hoca’sını azarlayıp hatırını kıracaktır. Nefesler tutuluyor… Yavuz Padişah ise çamura bulanan kaftanını sessizce çıkarıp yanıbaşında emir bekleyen seyislerden birine uzatıyor. Sonra dönüp Hocasına gülümsüyor: “Hocamızın atının ayaklarından sıçrayan çamur bile kutsaldır” diyor yumuşak bir sesle; Yarın Ruz-ı Mahşer’de Hak Tealânın huzuruna bu çamurlu kaftanla çıkmak isterüz!” Çamurlu kaftanın, öldüğünde tabutunun üzerine örtülmesini oracıkta vasiyet ettikten sonra, sorusunu Hoca’sına soruyor… Yavuz Padişah’ın onca değer verdiği Hoca, “İbn-i Kemal” lâkabıyla meşhur Kemalpaşazade Ahmet Şemseddin’dir. Vefatı (16 Nisan 1534)... Onu rahmetle anarken, hiç unutulmaması dileğiyle birkaç satır içinde biyografisini özetlemek ve oradan da bir harika olaya şahitliğini hatırlatmak istiyorum. Sultan İkinci Bayezid’e askerlik, Yavuz Sultan Selim’e hocalık (öğretmenlik) Kanuni Sultan Süleyman’a ise Şeyhülislâmlık ve danışmanlık yapmış olan değerli alim ve fazıl insan Tokat’da dünyaya geldi. Kemalpaşazâde Süleyman Bey’in oğludur. Büyük babasına atfen “İbn-i Kemal” lâkabıyla meşhurdur. Geçliğinde babası gibi “sipahi” (Osmanlı ordusunun ağır süvari sınıfı askeri) idi. Fakat askerlik ona göre değildi. İlim adamı olmak istiyordu. Çünkü hayata karşı çok ilgili, çok da meraklıydı. Kılıç sallamaktan fırsat buldukça kalem-kâğıda sarılıyor, yazıyor ve okuyordu. Sonunda askerlikten ayrıldı. Kendini eğitime verdi. Arapça ve Farsça öğrendi. Değişik bir dünya keşfetmişti, artık başka dünyalarla ilgilenmiyordu. Çok zekiydi. Hızla eğitimini tamamladı: Önce müderris (profesör), ardından Edirne Kadısı ve Rumeli Kazaskeri oldu. Yavuz Sultan Selim onu çok sever, sayar, savaşlarda bile kendisiyle birlikte bulundururdu. Mısır Sefer-i Hümâyûnu esnasında Tih Sahrası (Sina Çölü) geçiliyordu. Yavuz Padişah, Cengiz Han ve Büyük İskender gibi zorluklara meydan okumayı seven iki cihangirin göze alamadığı bir maceraya atılmış, Sina Çölü’nü tüm ağırlıklarıyla birlikte geçmeye karar vermişti… Geceleri dondurucu soğuk, gündüzleri yakıcı sıcaktı. Zor bir yolculuk başlamıştı. Zemin o kadar yumuşaktı ki, top arabaları kuma saplanıyor, etraf zehirli yılan ve akrep kaynıyordu. Yavuz Sultan Selim, zaman zaman atından inip yakıcı sıcak altında saatlerce yürüyordu. Padişahı yürürken görenler, bunu askeri yüreklendirmek için yaptığını düşünüyorlardı. Bir gün Yavuz Padişah’ın yaya yürüyüşü uzadıkça uzadı. Yaşlı-başlı hocalar, kocaman vezirler, bıyığını balta kesmez yeniçeri paşaları fena halde yorgun düştüler. (Çünkü Padişah yürürken onlar atla gidemezlerdi) Adım atacak halleri kalmamıştı. Padişah ata binse onlar da binecek, biraz olsun nefes alacaklardı, ama Padişah’ta hiçbir yorgunluk emaresi yoktu. İbn-i Kemal’e gittiler: “Hünkâr sizi kırmaz, söyleyin de atına binsin, yoksa billahi bu çölde telef olup gideceğiz.” İbn-i Kemal, yaşlı hocalarla serdarların haline acıdı. Yavuz Padişah’a gitti: “Size maşallah, genç ve kuvvetlisiniz, amma ki arkanızdan gelen tekmil kocamışların hali haraptır Hünkârım, inayet buyursanız da artık atınıza binseniz.” Yavuz Padişah, şaka edip etmediğini anlamak için Hoca’sının yüzüne baktı. Hoca’nın yüzü ciddiydi. Hayretler içinde mırıldandı: “Görmez misin, görmez misin?.:” Döndü, derinlemesine bir kere daha baktı Hoca’sının göz bebeklerine, sonra parmağını ileri uzattı: “Şu gideni görmez misin Efendi Hazretleri?” Hoca tüm dikkatini gözlerinde toplayarak şanlı talebesinin gösterdiği istikamete baktı, ama sere serpe uzanmış çölden başka bir şey göremedi. Önlerinde tam bir kum cehennemi vardı. Padişah’ın sıcaktan serap görüp görmediğini düşündü bir an, endişelendi: “Lütfen atınıza bininiz” diye mırıldandı son kez… “Bunu nasıl söylersüz?” diye inledi âdeta Yavuz Padişah, parmağıyla ön tarafları göstermeyi sürdürerek; “Peygamberim önümde yaya yürürken, ben nasıl ata binerim!” Tekrar derin derin baktı Hoca’sına, ağlıyordu: “Meşru hedefine yürüyen padişahın önünden Peygamber gider; çölü bu inançla çölü geçeceğiz” dedi. Çöl geçildi, Mısır fethedildi, Yavuz Padişah da Osmanlıların ilk halifesi oldu. Yavuz Sultan Selim, İbn-i Kemal’ın öğrencisiydi. Öyle Hoca’nın elbette böyle talebesi olacaktı. Hoca 16 Nisan 1534’e Hakk’ın rahmetine kavuştu. Edirnekapı dışarısında Mahmut Çelebi Zaviyesi’nde bizden bir “Fatiha” bekleyerek ebediyeti uyuyor. O sadece bir din âlimi değil, aynı zamanda değerli bir tarihçi ve kudretli bir şairdi. Kitap ve risale şeklinde üç yüz kadar eser yazdığı söylenir. İdrisî Bitlisî’nin Heşt Behişt adlı eserini Türkçe’ye kazandırdı. Sadi’nin Gülistan’ına benzer “Nigaristan”ı, “Yusuf ile Züleyha”yı yazdı. Ayrıca Osmanlı Tarihi üzerine çalıştı ve özellikle Mohaç Muharebesi’ne dair önemli bilgiler aktardı. Örnek şahsiyetlerden kendilerini mahrum eden nesiller, televizyon şaklabanlarına mahkûm olurlar. Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|