AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 08-10-2009, 16:48   #11
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Abdülhamit Oruç Anlatıyor




Hızırbey Camii'nde uzun yıllar imamlık yapan Abdülhamit Oruç hoca 1965 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi'ye çok destek olmuş, adeta ona mihmandarlık yapmış. Şimdilerde sağlığı elverdiği ölçüde değişik yerlere konuşma ve panellere gidiyor. Sevenlerinden gelen davet istekler doğrultusunda bazı yerlerde konuşmalar yapıyor. 1965'li yıllarda Fethullah Gülen Hocaefendi ile Kırklareli'ndeki esnafları tek tek dolaşmışlar. Hocaefendi'nin Kırklareli'ne geldiği günü bugünkü gibi anlatıyor.



-Kırklareli'nde "Hamit Hoca" diye bilinen Abdülhamit Oruç kimdir? Kendiniz ve aileniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Adım Abdülhamit Oruç. Babam Drama'da doğmuş. Mübadil göçmenlerinden olup çok küçük yaşta Türkiye'ye gelmişler. Küçüklüğünde Kavala'da okumuş ve orada din eğitimi almış. Türkiye'ye geldikten sonra yaşı küçük olmasına rağmen değişik yerlerde imamlık yapmış. Kırklareli'nin Vize kazasının Sergen köyünde (şimdi nahiye) tam 60 sene fiilen imam hatiplik, 4 sene kadar diğer iki köyde imamlık, emekli olduktan sonra 3 sene de fahri olarak imamlık olmak üzere toplam 67 sene vazife yapıyor. Ben de onun bu bereketli vazifesinin etkisi altında büyüdüm.
Babamın adı Kâzım, annemin adı Hatice. Biz üç kız, iki erkek olmak üzere beş kardeşiz. Ağabeyim İsmail, büyük ablam Lütfiye, küçük ablam Huriye, dördüncüsü ben Abdülhamit, en küçüğümüz de Şükriye.
Allah rahmet eylesin, babam 102 yaşına kadar yaşadı. Ölümünden önceki 10 sene içinde, sayıları 100'ü geçmiş evlat ve torunu vardı. Şimdi herhalde 150 olmuştur. Babam 2002 yılında vefat etti. Annem de babamdan iki sene evvel 2000 yılında vefat etmişti.
-Eşiniz ve çocuklarınız hakkında neler söylersiniz?
Eşimin adı Esved hanımefendi olup kendi köyüm Sergen'lidir. Evliliğimizden en büyükleri kız, ikisi de erkek olmak üzere üç tane çocuğumuz oldu. Kızımın adı Tahire, büyük oğlumun adı Ramazan Ahmet, şu anda lise müdürlüğü yapıyor. Diğer oğlum Mehmet ise kendimize ait küçük bir kitapçı dükkanımız (Mihrap Kitabevi) var, orayı işletiyor. Çocuklarımdan toplam beş torunum var. Kızım Tahire'den Ayşegül ve Alperen adında bir erkek ve bir kız torunum var. Büyük oğlum Ramazan Ahmet'ten Ömer ve Şevval adında bir erkek ve bir kız torunum var. Küçük oğlum Mehmet'ten de yeni bir erkek torunumuz oldu. Adını Yunus Emre koyduk.
-Çocukluk ve talebelik günlerinize ait neler hatırlıyorsunuz?
20 Ekim 1940 senesinde Kırklareli'ne bağlı Sergen köyünde doğmuşum. 1947 yılında başladığım İlkokulu 1952 yılında kendi köyümüzde bitirdim. Babam o yaşlarda bize gerekli dini bilgileri verdi. Köyümüz büyükçe bir köy ve belki Trakya'nın en dindar köylerinden biridir.
1952 yılında ilkokulu bitirdikten sonra Lüleburgaz'ın Ahmetbey köyüne hafızlık yapmaya gittim. Orada Yunanistan'dan göç etmiş Menlik'li çok mübarek Hafız Osman adında bir zât vardı. 1954 yılına kadar onun yanında kaldım ve yarım hafız oldum. Ondan sonra yine 1954 yılı içinde İstanbul'a gitmeye karar verdim. İstanbul'da bir sene kadar Üsküdar Yeni Cami'de bulunan Hafız Mustafa Efendiden hafızlık çalışmalarına devam ettim. Fakat bazı sebeplerden ötürü yine hafızlığımı bitiremedim.
1955 yılında yine İstanbul'da Taşlıtarla Dörtyol'da Hacı Fahri Kiğılı Efendi'de okumaya başladım. Alim bir zat idi. İstanbul'daki Kiğılı pasajı onlarındır. Bir ara köye gelmiş ve hafızlığıma ara vermiştim. Sonra tekrar döndüm ve o zatın yanında 1957 senesine kadar kalarak hafızlığımı bitirdim.
Taşlıtarla'dan sonra 1958 yılında Eyüp ilçesine bağlı Kemerburgaz'da Trablusgarp'lı emekli bir binbaşı Hacı Tevfik Efendi'nin yanına gittim. Bu zat orada imamlık ve Kur'an kursu hocalığı yapıyordu. Onun yanında bir yıl kadar Arapça okudum. 1958 yılının sonunda oradan da ayrılarak İsmailağa Camii'nde bulunan Kur'ani Bilimler Yardım Derneğine gittim. Dernek bugünkü Draman'da Fatih Koleji'nin temellerini atan dernek idi. Orada Arapça ve dini bilgiler okudum. 1959 senesinin sonunda bu dernek ve Kur'an Kursundan da ayrılarak 1960 yılının Ramazan ayında[1] İzmir'e gittim.
-İlk mesleki tecrübeniz nasıl oldu, nerede görev aldınız?
1960 yılının başlarına tekabül eden Ramazan ayında Ramazan vaizliği yaptım. İzmir Karşıyaka'da Tersane Camii, Çay Camii, Alaybey Camii ve Osmanpaşa Camilerinde vaaz verdim. Oranın müftüsü, hem teşvik etmek hem de acemiliğimi atmak maksadıyla bana değişik camilerde vazife verdi. Bu benim ilk tecrübem oldu.
-Ne kadar görev yaptınız İzmir'de?
İzmir'de bir ay kaldım. Bayrama kadar İzmir'de kaldım. Zaten Ramazan vaizliği için gitmiştim oraya. Vazifem sona erince bayramda kendi köyüm Sergen'e döndüm.
-İlk tecrübeniz olması yönüyle başınızdan geçen hadiseler oldu mu İzmir'de?
İzmir'deki görevim sırasında ben acayip fikirleri olan bir tarikata rastladım. Onlara katılmak üzereydim. O günlerde bir rüya gördüm. Bu rüya benim hayatımda önemli bir dönüm noktası ve işaret taşı gibi oldu adeta. Rüyamda Bediüzzaman Said Nursi'yi gördüm. Fakat o güne kadar onu görmüşlüğüm yoktu. Bu hadise Bediüzzaman'ın vefatından[2] yirmi gün kadar önce oldu. İsterseniz o rüyayı anlatayım.
-Rüyayı anlatmadan önce şöyle bir soru sorayım. Risaleleri ve Üstad Bediüzzaman'ı tanımadan önceki düşünce yapınız ve bilgi birikiminiz hakkında bir iki cümle söylemek isteseniz neler söylersiniz?
Evet haklısınız. Şu hususu nakledeyim: Daha önce de anlattığım gibi ben değişik yerlerde yetkili sayılabilecek zatlardan Arapça okudum, hafızlık yaptım, vaaz edebilecek bir kıvama gelmiştim ama kafamda oluşan yüzlerce binlerce çelişkili soruyu cevaplayacak durumda değildim. Oluşan istifhamlara yorum getirip işin içinden çıkamıyordum. Başkalarına anlatıyordum ama kendim birçok müşkilatın içindeydim. Okumaya çok meraklıydım, okuduğum şeylerde bir sınırlandırma, yani hangi tür eserlerden ne elde edilir, nasıl istifade edilir gibi bir tecrübem olmadığı için ne bulursam okuduğumdan dolayı kafamda ve beynimde bir parçalanma, bir farklılaşma oluşmaya başladı. Zıt şeyleri bağdaştıramama gibi durumlarda manevi sıkıntılar çekiyordum. Mesela Darwin'e ait bir kitabı okuyor, ardından Kur'an'da Adem aleyhisselamın yaratılışına ait tefsirleri okuyordum. Bunun altından çıkamıyordum. Çünkü babam bana okumayı teşvik ederdi, fakat nasıl bir kitap okuyacağıma dair bir metot vermediği için "kitapta yazıyorsa doğrudur" fikrinden hareketle bir yığın çelişki içinde kalıyor ve sıkıntı çekiyordum.
-Peki bu sıkıntı ve çelişkilerden kurtulmak için nasıl bir arayış içine girdiniz?
İzmir'de, bütün bu sıkıntı ve çelişkiler içinde olduğum bir aylık dönem içinde, biraz önce bahsettiğim bir tarikatla irtibatım oldu. Birgün tarikatın önde geleniyle görüşmeye gittim. Görüşmemin sebebi ehli sünnet ve cemaatin dışında olan bazı konularda tereddüdüm olduğu içindi. Fakat değişik fikirleri ve yanlış telakkileri olan bu adamın dediklerinden sonra zihnim iyice bulandı ve allak bullak oldu. Sıkıntım iyice arttı, aradığımı bulamamıştım. Aslında gördüğüm kadarıyla güzel sohbetler ediyor, zikirler yapıyorlardı. Fakat kader ve Vahdet-i vücut meselesinde söylenen ifadeler beni iyice sıkıntıya soktu. Çünkü batılıların panteizm dedikleri bir düşünce yapısı vardı. Cenabı Hakk'ı biraz maddi olarak tarif etme gibi şekillere düşüyorlardı. Ondan dolayı da ayrı bir sıkıntı çekiyordum.
-Üstatla ilgili rüyayı görmeniz bu esnada oldu herhalde?
Evet o günlerde oldu. Kısaca rüyam şöyle idi: İzmir Karşıyaka'da imişim, o görüştüğüm tarikatın lideri olan zât, elinde bir sopa veya bağ budadıkları zıvana denilen bir aletle arkamdan gülerek beni kovalıyordu. Bu koşuşturma esnasında bir yere sığınmak istedim. Bir apartmanın kapısını açık görünce kendimi hemen oraya attım. Kapıdan girince bir de baktım ki merdivenin başında Üstad Bediüzzaman Said Nursi oturuyor. O zamana kadar ben onu tanımış, görmüş değilim, hakkında da fazla fikrim yoktu. Bana eliyle işaret ederek "kapat kapıyı, korkma tamam artık bitti..." dedi.
Bu rüya benim hayatımda Risaleleri tanıma adına o müşkül durumdayken önemli bir dönüm noktası oldu. Bu rüyayı Bediüzzaman'ın vefatından yirmi gün kadar önce gördüm.
-Risale-i Nurları ne zaman gördünüz veya tanıdınız?
Üstad Bediüzzaman'ı rüyamda gördüğüm gecenin sabahında idi. Vaaz verdiğim camide bulunuyordum. Öğle vaazına çıkmadan önce hazırlık yaparken camiye dört kişi geldi. Kim olduklarını bilmiyorum, daha önce hiç karşılaşmadım, tanımıyorum. Orada bana Risale-i Nur ve Bediüzzaman'la ilgili sorular sordular. Ben fazla bilgim olmadığı halde birkaç şey söyledim. Bunun üzerine onlar "Hocaefendi! sen bu işleri bilmiyorsun, biz sana kitap verelim, ona göre konuşursun" dediler. Ve bana Mektubat, Lemalar, İşârât-ül İ'caz, Asa-yı Musa, Gençlik Rehberi, Küçük Sözler kitaplarını hediye ettiler. Risale-i Nurları ilk defa orada görmüş oldum.
-Risale-i Nurları tanımanız sizde nasıl bir değişiklik meydana getirdi?
İzmir'de vazifem bitip bayramda köyüme dönünce o adamların bana verdikleri Risaleleri okumaya başladım. Fakat kolay değildi. Öyle uluorta Risale okumak ne mümkün? Bırakın Risale okumayı Risaleyi düşünmek bile suçtu. O yıllarda zan altında kalmaya, şikayet edilmeye ve takibe uğramaya yeterli sebepti Risale okumak veya Risaleden bahis açmak. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin olduğu günlerden bahsediyorum. İhtilalin en etkili olduğu günlerdi. Onun için ben kitaplarımı alıp ormana gidiyordum. Yemyeşil ormanlıklar içerisinde bir dağ köyü benim köyüm. Ormanlarda sakin bir vaziyette Risaleleri okudum.
Risaleleri okumaya başlayınca, Risale-i Nurlarda yaşadığım ve biraz önce saydığım çetrefil ve müşkil meseleleri çözen çok formüller buldum. Her okuduğum sayfadan sonra beynimden adeta bir ağaç parçası, bir kıymık, bir diken sökülüyormuş gibi rahatlamaya başladım. Benim ilk okuduğum eser İşârât-ül İ'caz kitabıdır. Klasik tefsirlere uygun yazıldığı için, kelime kelime tahlil ettiği için, yani eski tefsirlerde olduğu gibi bir kelimeyi söyleyip onun üzerinde yorum yaptığı için, diğer Risale-i Nur eserlerinden farklı olduğu için hocalık yönüyle bana daha yakın geldi. Ağır olmasına rağmen en evvel okuduğum eser odur. Arapça okumanın avantajıyla büyük istifade ettim o eserden. Bütün sorularımın cevabını Risale-i Nurda buldum ben. Kitapların tamamını herhangi bir sohbet veya bir kişinin desteği olmadan tek başıma okudum. İzmir'de de sorup edeceğim kimse yoktu. Dediğim gibi kitapları aldım ve köyüme döndüğümde ormanlarda okudum.
-Karşıyaka'da camiye gelerek size Risale veren insanlarla daha sonra görüşmediniz mi?
1960 yılından bu güne 45 yıl geçti. Onlarla ne karşılaştım, ne de gördüm. O zaman İzmir'de camiye gelerek beni Risale ile tanıştıran o adamları bulmak isterdim. Herhalde onlar benim Hızır aleyhisselamımdı! Bilemiyorum tabii. Şimdi onları bulup ziyaret ederek teşekkür etmek isterdim ama bir daha da hiç karşılaşmadık ki! Kulağımda kaldığına göre sanki aralarında birine "Ali" diye hitap ediyorlardı. Allah onlardan razı olsun. O gün kitapları verdiler ve kısa bir konuşmadan sonra kayboldular. Fazla kalmadılar camide. O zamanlar çok sıkı idi. Değil Risale-i Nuru okumak veya anlatmak, kafanın içinde olduğunu anladıkları anda takibat açılıyordu. Ağır baskılar vardı.
-En son hangi okulu bitirdiniz veya mezuniyetiniz nedir diye sorayım?
1960 yılının sonbaharında ortaokul bitirme imtihanları açıldı. Dışardan ortaokulu bitirmek için ders çalışmıştım. Eylül ayında yapılacak imtihanlarına girmek üzere köyümüzden kalkıp Kırklareli'ne gittim. Ortaokul mezunu olabilmek için bir seferde bütün dersleri vermek mümkündü. Ancak ben üç tane dersi veremedim. Askere de gittiğimizden diplomayı alamadık. Daha sonra camilerde yaptığımız sohbet, vaaz ve Komünizmle Mücadele derneklerinde gösterdiğimiz faaliyetler ve aşırı solcu gruplarla girdiğimiz mücadele yüzünden kalan üç dersimi veremedim. Seneler sonra ortalık durulunca kalan derslerimi verdim ve 1966 yılında ortaokul mezunu oldum. Halen de ortaokul mezunuyum.
-Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışmanız nasıl oldu? Tanışmadan önce Hocaefendi hakkında neler biliyordunuz?
Kırklareli'ne ortaokul imtihanlarına geldiğim 1960 yılının Eylül ayında PTT'de Telem memuru olan ve Hocaefendi'nin Küçük Dünyam röportajında "Diyarbakırlı bir zat" diye bahsettiği Mehmet Dürücan ile tanıştım. Bu arkadaş bana diğer Risaleleri de hediye etti. Böylece ben Risale-i Nurların tamamen içine girmeye ve istifade etmeye başladım.
Mehmet Dürücan'la Kırklareli'nde tanıştıktan sonra beraberliğimiz ve sohbetlerimiz devam etti. İşte o günlerde bana Hocaefendi'den bahsetti. Kendisi daha önce Edirne'de Hocaefendi'yi ziyaret edip tanışmış. Hocaefendi'yi bana tanıtırken "Risaleleri iyi bilen, alim, fazıl ve Bediüzzaman'ı iyi tanıyan biri" diye bahsetti. Benim de Edirne'ye giderek Hocaefendi ile tanışmamı istiyordu. Hatta bana yol parası bile verdi ve Edirne'ye gönderdi. Bu gidişim çok iyi oldu. Fethullah Gülen Hocaefendi o zaman Akmescit denilen camide bir Kur'an Kursunun başında idi, talebe okutuyordu orada. Aynı zamanda penceresinde yatıp kalktığı Üçşerefeli Cami'de vaazlarına devam ediyordu. Hocaefendi ile tanışmamız 1960 yılının sonlarında oldu, çünkü 27 Mayıs 1960 darbesini hatırlıyorum, sıkı günlerdi. Hocaefendi ile görüşmemiz çok müspet oldu. Yakın fikir ve düşüncelerimizden dolayı çok güzel anlaştık. Daha sonraki günlerde de irtibatımız ve görüşmelerimiz devam etti.
-Askere ne zaman gittiniz?
Ben 1961 yılının Mart ayında askere gittim. Dört ay Denizli'de acemi eğitiminde kaldım, geri kalan 20 ayı da İzmit'te askerlik şubesinde yazıcı olarak geçirdim. İki senelik askerliğim süresince Hocaefendi ile irtibatımız olmadı. Zaten 1961 yılının Kasım ayında o da askere gitmişti.
-Hızırbey Camii imamlığına ne zaman ve nasıl başladınız? Başınızdan geçen hadiseler oldu mu?
Ben 1963 yılının Mart ayında terhisimi alıp köyüme döndüm. Askerden sonra geçici olarak 8 ay kadar Vize'nin Hasboğa köyünde maaşım muhtarlık bütçesinden karşılanmak üzere imamlık yaptım. Bu arada Kırklareli merkezde bulunan Hızırbey Camii imamlığı için imtihan yapılacağını duyduk. İmamlık imtihanına 28 kişi başvurmuştu. 1963 Eylül ayında imtihanlar yapıldı. İmtihanda birinci gelerek Hızırbey Camiine imam olarak atandım. Fakat göreve


1 Ocak 1964 tarihinde başladım.







Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1965-66 yıllarında vaaz verdiği Hızırbey Camii
Hızırbey Camiinde göreve başladıktan sonra başta Komünizmle Mücadele Derneği olmak üzere halkımızı değişik cereyanlara karşı uyarmak için değişik faaliyetler düzenlemeye başladık.
Tabii Risaleleri ve Üstadı tanıdıktan sonra Kırklareli'nde başımıza gelmeyen kalmadı. Okuyan bir şeyler bilir, bilen konuşur, konuşanın da başından dert eksik olmaz. Hızırbey Camii'nde imam olduktan sonra vaaz ve konuşmalarım takibe alındı. Bu yüzden benimle birlikte köyümüzden 6 kişiyi toplu Risale okuma suçundan meşhur 163. maddeye göre mahkemeye verdiler. "Devletin siyasi, içtimai ve idari temel nizamlarını dini esaslara kısmen de olsa uydurmak maksadıyla propaganda yapma, örgüt teşekkül etme veya cemiyet kurma" maddesinden dava açtılar. Ezberlemiştik artık 163. maddeyi. O sıralarda Sivrihisarlı Orhan Keskin adında hukukçu avukat bir arkadaşımız Kırklareli'nde yedek subay olarak askerliğini yapmakta imiş. Benim bu durumumu duyunca yanımıza gelerek "Hocam sen bu işin altından tek başına kalkamazsın, ben sana bir avukatın adresini vereyim, onu bul o sana yardımcı olur, zaten suçun yok, inşallah beraat edersin" dedi. Onun adresini verdiği avukat Bekir Berk imiş. Bu vesile ile Bekir Berk abiyi ve diğer büyük abileri bu sayede gördüm, onlarla tanıştım İstanbul'da. Bir müddet sonra da zaten Hocaefendi de geldi Kırklareli'ne. Ondan sonra sohbet ve hizmet faaliyetlerini beraber yürüttük.
Bu arada Hocaefendi ile Edirne'den irtibat kurduk. Askerden sonra tekrar Edirne'ye döndüğünü duyduk. Gelip gitmelerimiz oldu. Hocaefendi de bizi ziyarete geldi Kırklareli'ne. Hocaefendi'nin Edirne'de bir mahkemesi olmuş. Biz buradan otobüsler tutup o mahkemeleri izlemeye giderdik. O da bizim buradaki mahkememize gelirdi. Avukat Bekir Berk bakıyordu o davalara.
Hocaefendi'nin yanına piknik maksadıyla esnaf arkadaşlarla otobüs ayarlar Edirne'ye giderdik. Edirneliler de bize gelirlerdi piknik veya ziyaret maksadıyla. Hatta bir keresinde 1965 yılının ilkbaharında gelmişlerdi. 60-70 kişilik bir grup halinde Sarayiçi'nde Kırkpınar denilen yerde çayırın tam ortasında güzel bir piknik yapmıştık. Henüz güreşler yapılmıyordu. Güreş mevsimi değildi. Bu şekilde Edirnelilerle çok güzel faaliyetlerimiz oldu.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne ne zaman geldi? Gelişi hakkında neler biliyorsunuz?
Edirnelilerle ilkbaharda yaptığımız pikniklerden sonra epey bir zaman geçti. 1965 yılının yazında idi. Ağustos ayı olabilir. Havalar gayet sıcaktı. Birgün Hocaefendi'nin Kuyumcular Çarşısı'ndan Zincirlikuyu Caddesi'ne doğru geldiğini bugünkü gibi hatırlıyorum. Üzerinde gri olarak hatırladığım bir takım elbise, ayağında makosen ayakkabı ile gayet temiz, sade ve düzgün bir görünümü vardı. Cadde üzerinde küçük bir kitapçı dükkanım vardı benim. Hocaefendi oraya geldi ve onu orada karşıladık. Böylece Hocaefendi Kırklareli'ndeki vazifesine[3] başlamış oldu.
-Fethullah Gülen Hocaefendi neden Kırklareli'ne geldi? Kırklareli'ne tayin edilmesinin sebebini biliyor musunuz?
Evet, bildiğim kadarıyla anlatayım. Edirne'de çok dirayetli, hatip ve bilgili bir müftü vardı. Yaşar Tunagür hoca idi bu müftü. Bütün Trakya'da onu duyanlar vaazlarını dinlemek için Edirne'ye gidiyorlardı. Yaşar Tunagür hoca, Fethullah Gülen Hocaefendi'yi yakından tanıyıp bildiğinden onu çok seviyormuş. Bu müftü efendi 1963 yılında İzmir'e tayin ediliyor. Hocaefendi 1964 yılında askerden döndükten sonra tekrar Edirne'ye geliyor. Orada bulunan yakın akrabası Hüseyin Top Hocanın da yardımıyla yeni bir görev vermek istemişler. Ancak o zamanki Edirne Valisi Ferit Kubat[4], dini konulara muhalif olduğundan Hocaefendi'yi tayin etmek istemiyor.
Bunun üzerine imtihan evraklarını Diyanete gönderip tayinin yukarıdan yapılmasını istiyorlar. Yaşar Tunagür Hoca bu arada Diyanet İşleri Başkan yardımcısı olarak İzmir'den Ankara'ya tayini çıkıyor. Edirne'den gönderilen evraklar da Yaşar Hocanın eline ulaşınca, valinin Fethullah Gülen Hocayı rahat bırakmayacağını anlıyor ve bir başka yere tayin etmeyi düşünüyor. Böylece Edirne valisinin tasallutundan kurtulur diye düşünmüş Yaşar Tunagür Hoca. Hocaefendi böylece Kırklareli'nde yeni teşkilat kanununa göre resmi vaiz oldu. Ondan sonra da zaten Ege'de gezici vaiz ve İzmir merkez vaizi olarak buradan İzmir'e tayin oldu. Yaşar Hoca 1965 sonbaharında Kestanepazarı'ndan ayrılırken kendi yerine daha aktif bir vaizi göndereceğini söylemiş. Bunun üzerine Hocaefendi'yi Kırklareli'nden alıp İzmir'e tayin etti.
-Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Edirne'deki mahkemesi neden dolayı idi?
O zamanki davaların yüzde doksanı 163. maddeye muhalif olma suçundan açılıyordu. Bekir Berk geliyordu o davalara. Bir seferinde biz de gittik. Doktor Sadullah Nutku, Said Özdemir gibi üstadın talebelerinden kalabalık bir grupla Edirne'ye gittiğimizi hatırlıyorum. Hatta Edirne'de bakkal Hamdi Esenkal vardı, vefat edeli çok oldu. Onun evinde akşam yemeğini yedik ve sohbet ettik. Orada sohbette Bekir Berk ve Hocaefendi Edirne'de bazı kardeşlerimize uyarılarda bulundu. Biraz taşkınca konuşmalar yapıyorlardı. Hocaefendi ne dediğini biliyordu, fakat o zamanlarda ne söylerseniz söyleyin, dini hizmet için söylediğiniz sözün dozu biraz kaçtı mı hemen dava açılıyordu. O yüzden Hocaefendi o arkadaşlara dikkatli olmalarını tavsiye ediyordu.
-Fethullah Gülen Hocaefendi ile Kırklareli'nde ne kadar beraber oldunuz? Hızırbey Camiinde kaç sene imamlık yaptınız?
Hızırbey Camii'ne, Eski Cami de derler. Fakat eski ismi banisinden ötürü Hızırbey Camii'dir.
Bu camide 25 sene vazife yaptım. Hızırbey Camii'nde 1 Ocak 1964'te vazifeye başladım, yine Hızırbey Camii'nde 1989 yılında bitirdim. Bunun sekiz ay kadarı Hocaefendi ile beraber geçti. 1966 yılının Mart ayında Hocaefendi İzmir'e tayin oldu. Ben geri kalan 23 senemi de Hızırbey Camii'nde geçirdim. 1989 yılının Mart ayında da emekli oldum.
-Emekli olduktan sonra ne ile meşgul olmaya başladınız?
Ben dini hizmetlerden emekli olmayı düşünmem. Devlet memuriyetinden emekli olmakla birlikte 1989 yılından beri yine durmadan değişik yerlerde vazife yapıyoruz. Mesela 15 defa kadar yurt dışına gittim. Üç aylar ve Ramazan dolayısıyla değişik yerlerde konuşmalar yaptık. Fahri olarak vazife yapmaya çalışıyoruz. 2000 yılından beri İstanbul Üsküdar'da bir kültür merkezinde hanımlara verilen seminer, konferans gibi faaliyetlerde her hafta konuşma ve sohbetler yapıyorum.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne gelince ilk günlerde nerede kaldı? Evinin tutulması vesaire gibi işlerde siz mi yardımcı oldunuz?
Hocaefendi Edirne'den gelir gelmez, ilk gün benim çarşıdaki kitapçı dükkanıma geldi. Öğleden sonra ikindi vakti gibiydi. Oturduk, çay kahve içtik. Burada bizim tanıdık otelci Hasan Akkaynak vardı. İstanbul Oteli'nin sahibi idi. Ona "Edirne'den bir hocamız geldi, kalacak bir oda ayarlayalım" diye söyledik. Ondan sonra Hocaefendi yirmi gün kadar İstanbul Otel'de kaldı.
Ondan sonra Kırklar Camii'nin bahçesinde bulunan ve değişik amaçlar için kullanılan lojman gibi bir bina vardı. Bazen müze, bazen kütüphane bazen de imam lojmanı olarak kullanılmış o tek katlı binaya taşıdık Hocaefendi'yi. Burada bir Hacı Ahmet Ertürk vardı. O lojmanın yeniden tamir ve ihya edilmesi için yardım topladı. Kırklar şehitliğinin tam karşısında caminin avlusunda bulunan ve cami derneğine bağlı olan o binada Hocaefendi iki ay kadar kaldı. Dernek mensuplarından bazıları kendi aralarında "kime sordular da burayı lojman haline getirdiler" şeklinde bazı şeyler konuşunca Hocaefendi oradan hemen çıktı. Adını, sonradan "bülbül yuvası" diye koyduğumuz Paşaçeşme sokaktaki iki katlı, üst katına içerden merdivenle çıkılan 70-80 metrekarelik evi[5] bulup kiraladık. Hocaefendi İzmir'e gidinceye kadar o evde kaldı.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'nde hangi şartlarda ve nerelerde vaazlar verdi? Halkta nasıl bir yankı uyandırdı? Vaazların haricinde ne ile meşgul olurdu?
O zamanlar camilerde merkezi sistem yoktu. Hızırbey Camii'nde vaaz verirdi. Dinlemek için sadece oraya gitmek gerekiyordu. Merkezi sistem olmadığı için cuma vaazlarında, bayram vaazlarında ve Ramazan[6] ayında yatsıdan önce teravih vaazlarında merkezde bulunan Hızırbey Camii'nde vaaz[7] ederdi.
Diğer zamanlarda da cemaat olduğu zaman mesela hanımlar için belli günlerde diğer camilerde de vaaz ederdi. Ayrıca biz Hocaefendi ile kahvelere giderdik. Oturanlardan veya kahve sahibinden rica ederdik, sizinle beş on dakika sohbet etmek istiyoruz derdik. Bunun gibi birçok kahvede konuşmalar yaptık. Ayrıca esnaf dükkanlarına gider, ziyaret eder, bir çayhanede toplanıp esnaflara sohbet ederdik. Ama şimdiki gibi değil. O zaman biz bu sohbetleri mevcutlu, belli sayıda insanla yapardık. Peşimizde sürekli bir polis memuru bulunurdu. Söylediğimiz, konuştuğumuz şeyleri duyacak kadar alenen bir koruma memuru gibi yanımıza kadar yaklaşırdı. Biz dolaşırdık şehrin içinde, o da sürekli 20-30 metre peşimizde dolaşırdı. Eve gelinceye kadar arkamızda idi. Adeta eve teslim eder giderdi.
Kırklareli o zamanın şartlarında geri kalmış, küçük kırsal bir ilimizdi. Şehre kim girer kim çıkar bilinirdi. Otobüsten kim indi, nereye gidiyor, kiminle irtibat kuruyor hep bilinirdi. Adeta adrese teslim şeklinde gideceği eve kadar, evden sonra nerelere uğradı, kiminle konuştu, otobüse binip gidinceye kadar insanlar takip ve kontrol edilirdi.
Onun için ben, Hocaefendi ve Risale-i Nur'un müntesipleri ile ilgili şöyle bir iddiada bulunuyorum. Bu vatanın en sadık evlatları, en ağır testlerden geçmiş, sağda solda falsosu olmayan kişiler, Hocaefendi ve onun gibi olan kişilerdir. Çünkü her dakikası test edilmiş, takip edilmiş ve kayıtlara geçmiş bu insanların. Devlet bunu en ince ayrıntısına kadar biliyor. Acaba o takip eden insanların kaçta kaçı bu kadar testten ve kontrolden geçmiştir sormak lazım.
Ev sohbetlerimiz olurdu. Köylere giderdik, köylerde sohbetlerimiz olurdu. İmam Hatip okuluna talebe bulmak maksadıyla köyleri ziyaret ederdik.
Hocaefendi Kırklareli'nde sekiz ay gibi kısa bir zaman kaldı. Vaazları çok tesirli idi, birçok kimsenin düşüncesinin değişeceği kadar etkiliydi. İlmi, edebi muhtevalı vaazları ilk aylarda pek anlaşılamadı. Tam halkın ona rağbeti hızlandığı ve vaazlarına koşmaya başladığı sırada İzmir'e tayini çıktı. Fakat sonradan birçok insanın onun sözlerinden etkilendiğini, o sözler üzerine tefekküre ve düşünceye dalıp dini hayata, dini yaşantıya girdiğini fark ettik.
-Hocaefendi gelmeden önce sizin ne gibi faaliyetleriniz oldu Kırklareli'nde?
Hocaefendi daha henüz gelmeden biz "İlim Yayma Cemiyeti" adında bir dernek kurmuştuk. O zaman aşırı soldan insanlar vardı burada. Atayolu Gazetesi[8] diye bir gazeteleri vardı. Biz ona "Hata Yolu" derdik. Çünkü yalan yanlış yazılar yazıyor, iftira atıyorlardı. İlim Yayma Cemiyeti'ni çalıştırmamak, İmam Hatip Okulunu açtırmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Burada bir İmam Hatip açma fikri oluşunca ben İstanbul'a gittim. Durumu Bekir Berk'e anlattım. "İmam Hatip Okulları benim okullarımdır, böyle bir şey olursa ona çalışın derdi Üstad" dedi. İstanbul'dan bu desteği alınca Kırklareli'nde İlim Yayma Cemiyeti'ni arkadaşlarla kurduk ve faaliyete başladık. Tabii büyük mücadeleler verdik. Atayolu gazetesinde Ayatta Beyensel diye bir zat vardı. Sürekli iftiralar atıyordu yazılarında. Mesela "Adana'daki İlim Yayma Cemiyeti başkanı, şöyle bir kötülük yaptı, şöyle bir çocuğa tecavüz etti" gibi manşetler atarak buradaki insanların zihnini bulandırmak, İlim Yayma Cemiyetine engel olmak istiyorlardı. Bunun üzerine ben bir daha Bekir Berk abiye gittim İstanbul'a.
Durumu anlattım kendisine. O da "kardeşim siz güvercin derneğini korumak için bir kartal derneği kurun" dedi. Yani Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurarsanız, onlar bu sefer İlim Yayma Cemiyeti'nin yakasını bırakırlar dedi.
Biz de geldik arkadaşlarla beraber Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurduk ve hemen faaliyetlere başladık. Fazlı Akkaya adında bir avukat vardı. Onu getirip konferans verdirdik. Bu derneği Fethullah Gülen Hocaefendi'nin gelmesine yakın aylarda kurmuştuk. Çünkü Hocaefendi geldikten sonra Komünizmle Mücadele Derneği'nin faaliyetlerinde fikren yön vermek suretiyle bize çok yardımcı oldu. Ondan sonra birçok konferanslar tertip ettik. Necip Fazıl Kısakürek'i defalarca getirdik. Toprak dergisini çıkaran rahmetli Egemen Darendelioğlu'nu[9] getirdik. Çok güzel hizmetler ve konferanslar oldu.
Necip Fazıl'ın verdiği son konferans[10] esnasında idi sanıyorum.Nebi hocanın evinde Necip Fazıl Kısakürek ile Hocaefendi arasında diyalog ve uzun sohbetler oldu. Hatta şöyle bir şey de oldu: Nebi hocanın evine yemeğe gitmiştik. Duvarda Bediüzzaman hazretlerinin hayatını ve faaliyetlerini gösteren bir harita vardı. Doğduğu yerden, esir kaldığı Rusya ve hapiste yattığı Denizli, Afyon ve Kastamonu gibi yerleri çizgilerle harita yapmışlar. Haritanın altında da "Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihya-ı dinle olur şu milletin esası" diye yazan üstadın bir vecizesi vardı. Necip Fazıl bir yandan sohbet ediyor, fakat onu dinleyen talebelerin gözü duvardaki bu harita ve altındaki yazıda idi. Bu durum Üstad Necip Fazıl'ın dikkatini çekti. Bunlar ne diye duvara bakıyorlar diye o da başını çevirip duvarda asılı haritaya baktı ve "Efendi hazretlerini ben tanıyorum, bir zamanlar onun eserlerini açıklamaya çalıştım da benim bu teşebbüsüme muhalefet ettiler, yaptığım işe karşı çıktılar. Halbuki ben onlara dedim ki, sultanlar saraylarda oturur, o bir sultandır, sultanın sarayını kendisi yapmaz, bırakın o sarayı ben yapayım dedim" dedi.
Ondan sonra Hocaefendi ile Necip Fazıl[11] bu evde sohbet ettiler. Necip Fazıl ile irtibatımız yine devam etti. Bununla ilgili şöyle bir hadise de oldu. Bu konferanstan sonra, mahalli gazetelerde, bilhassa Atayolu Gazetesi'nde[12] yazılar yazıldı. Dava bile açıldı, mahkemeler oldu. Burada yerel basında çıkan aleyhteki yazıları biz toplayıp İstanbul'a Necip Fazıl'a gönderiyorduk. O da Büyük Doğu gazetesinde Kırklareli'nden bahseden bir bölüm veya karikatür koydu. Gazetenin ön yüzüne küçük bir köpek rozeti koymuş ve altına şunu yazmış: "Kırklareli'li Kardeşlerime.... Biz burada büyük çomarlarla uğraşıyoruz, bizi küçük finolarla meşgul etmeyin!" Büyük Doğu'nun o günlerdeki sayılarında görülebilir. Biz o nüshayı burada bütün arkadaşlarımıza dolaştırıp göstermiştik.
-Hocaefendi tuttuğu evde kiminle kalıyordu, evde ne gibi faaliyetleriniz oldu? Yanında işlerini gören biri var mıydı?
Hocaefendi Kırklareli'nde kaldığı sekiz buçuk ayı dolu dolu geçirdi. Bülbül yuvası[13] dediğimiz Paşa Çeşme sokaktaki evinin önünde polis baskısı olduğu halde sohbetlerini devam ettirdi. Gelenler sokağın başında polisi görünce geri dönüp kaçıyordu, bir kısmı her şeyi göze alıp eve gelebiliyordu.
Evde kendi başına kalıyordu. Sohbetten sonra biz evlerimize dağılırdık. Orası işleyen bir hane gibiydi, akşamları dersler oluyordu, gelip gidenlerle canlı ve hareketli bir evdi. Ev işlerini müşterek yapıyorduk, arkadaşlar ortalıkta yapılacak ne varsa onu hemen yaparlardı. Bazen kendisi yapıyordu. Bize tatlı yapardı. Elbiselerini yıkamak ve ütülemek için alanlar olurdu. Temizliğe çok hassastı.
Bizler günlük hayatımızda kaliteli, yazar çizer ve düşünür takımından insanlar bulursak alıp oraya Hocaefendi'nin evine götürürdük. Hocaefendi onlarla yakından ilgileniyor ve sohbet ediyordu. Ayrıca önemli sayılabilecek kendi çevresi de vardı. Hocaefendi'nin yanına gelip giden okumuş insanlar vardı. Çerkezköy taraflarından gelip gidenler olurdu.
-Vaazlarından ötürü Hocaefendi Kırklareli'nde bir sıkıntı yaşadı mı? Mesela bir "Ataist" kelimesinden ötürü takibata uğramış...
Dini mevzulara karşı çıkan bazı sol fraksiyonlar ve gazeteler Hocaefendi'yi şikayet ediyor, hakkında yazılar yazıyorlardı. Bu yüzden çok kere emniyete, valiliğe gidip ifade vermeler olmuştur. Cemaatten de 10-15 kadar insan gidip işin doğrusunu, şikayette belirtilenlerin yanlış olduğunu anlatıyorlardı. Böylece Hocaefendi takipsizlik kararı alıyor ve yine vaazlarına devam ediyordu.
Sanıyorum Cumhuriyet bayramına denk gelmişti. Hocaefendi 1965 yılı sonbaharında verdiği bir Cuma vaazında[14] materyalist, komünist ve ateist gibi bazı kelimeler kullandı. Bunu duyan Şerafettin Şen adlı bir fotoğrafçı ve arkadaşları ateist kelimesini "ataist" şeklinde anlayıp Hocaefendi'yi "Atatürk'e, ve Ata'ya sataşıyor" diye hemen şikayet etmişler. Ertesi gün bu ataist[15] kelimesi yüzünden Atayolu gazetesinde bir haber çıktı. Yapılan şikayet ve yazılar üzerine emniyete gittik.
Saatlerce süren izahtan sonra salıverdiler. İzah, diyorum. Çünkü ben de bir Fransızca-Türkçe lügat götürdüm. Emniyettekilere, "Ateist" kelimesinin inkarcılık manasına geldiğini, materyalist, Allah inancı olmayan kişi demek olduğunu saatlerce polislere izah etmeye çalışmıştık.
Hatta mahkemelerde mübaşirlik yapan Hüseyin adında bir mübaşir vardı. O da "sizin anladığınız gibi ataist demedi Hocaefendi" diye emniyette ifade verdi. Onun o ifadesi bizleri sevindirmişti. Oradan bir şey çıkmadı. Vilayet encümeni Hocaefendi hakkında takipsizlik kararı verdi.
Meğer şikayet eden de emniyettekiler de bu kelimenin esas manasını bilmediklerinden onu Atatürk aleyhine söylenen bir söz zannetmişler. Hassasiyetleri bu sebeple imiş..
-Hocaefendi Kırklareli'nden neden ayrıldı? Ayrılmasına sebep olan hadiseler var mıydı?
Kırklareli'nde sekiz ay geçtikten sonra Hocaefendi'ye Ankara'dan bir yazı geldi. Bütün vaizlerin asalete geçmeleri isteniyordu. Bir konuyu vaaz şeklinde, 15-20 sayfa halinde işlemeleri gerekiyordu. Hocaefendi de "insan" konusunu ele aldı. Hatta hatırlıyorum, söz söz bölünmüş, fasiküller halinde bende Risaleler vardı. Hocaefendi onlardan 23. sözü aldı ve satır satır altını çizerek vaaz konusunu oradan işledi. Yani 23. sözü esas aldı. Kaybolmadıysa Hocaefendi'nin o altını çizerek çalıştığı Risale fasikülü bende mevcuttur. Hazırladığı o vaaz çalışmasını Diyanet'e gönderince asaleti kabul edildi ve yeni bir yere atanmaya hak kazandı.
Hocaefendi böylece İzmir'e Yaşar Tunagür Hoca tarafından[16] tayin edildi. Kırklareli'nden herhangi bir problemden dolayı gitmedi. Terfi ettiği için gitti. Zaten doğrudan doğruya İzmir'e tayini mevzuat itibariyle mümkün değildi. İkinci derecede bir yerde vaizlik yapması ve asalete geçmesi lazımdı. Bunları aşınca İzmir'e geçmesi kolay oldu. Bir nevi stajyerliğini burada tamamladı ve Yaşar Hoca'nın İzmirlilere "size benden daha hayırlı bir vaiz göndereceğim" dediği İzmir'e gitti.
-İzmir'e gittiği günü hatırlıyor musunuz? Uğurlama yapıldı mı?
Tabii hatırlıyorum... Yine bizim arkadaşlarla beraber uğurladık. Burada beraber olduğumuz, kader birliği ettiğimiz arkadaşlarımız Hocaefendi'yi uğurlamaya geldiler. Zaten dışardan normal insanların gelmesi kolay değildi. Herhangi bir emniyetlik bir olay olur diye korkuyorlardı. Ancak bilenler, tanıyanlar, dostlar geldi. O günlerde biz biraz cüzamlı muamelesi gördük tabii. Millet çekiniyordu bizimle dolaştığı için başına bir şey gelir diye. On adım arkamızdan polis takip edince, gelmek isteyen insanlar cayıyorlar, çekiniyorlardı. Onun için 5-10 arkadaşla uğurladık. Sanıyorum önce Edirne'ye uğradı, oradan da eşyalarını toplayıp trenle İzmir'e hareket etti. 1966 yılının Mart ayının sonuna doğru Hocaefendi Kırklareli'mizden ayrıldı[17].
-Tanıyabildiğiniz kadarıyla nasıl bir ruh ve psikolojik hali vardı Hocaefendi'nin?
Tabii Hocaefendi çok hassastı. Üzüldüğü ve sıkıldığı zamanlarda sık sık hasta oluyordu. Bazen çok kolay ateşleniyordu. Bu şekilde onun hastalığını duyanlar ziyaretine geliyordu. Onda alerji gibi bir şey vardı o zamanlar. Bazı şeyleri yememeye çalışırdı. Hatta Hasan Akkaynak abi birgün "Hocam senin ilacı buldum, bundan kullanırsan geçer" diyerek geldi. "Kısacık Mahmut" diye bir ot varmış, o ottan yemesini söylerdi Hocaefendi'ye... Az ve sade yer içerdi.
Söylediği şeyler hususunda hassastı. Birine bir vazife verdiğinde yapılmazsa, bir şey demezdi ama kırılırdı. Ona dikkat eden kırgınlığını hissederdi. Unutmazdı o hizmetin aksamış olmasını. Söylenen bir şeyin yapılmasını son derece takip ederdi.
Biz yaş itibariyle aynı yaşta olduğumuz için eşit şartlarda konuşurduk. Kendisine açılmada zorluk çekmezdim. Bu meyanda kendisine tekliflerimiz oldu. Mesela Kırklareli'nde kalmasını, ona bir hanım bulacağımızı, eniştemiz olmasını teklif ettik. O böyle acı acı tebessüm ettikten sonra "benim evleneceğim hanım kız üçyüz sene evvel öldü" dedi.
Hizmetlerini beğendiği İslam Dünyasından bazı şahsiyetleri örnek gösteriyordu. Mesela Hasan El Benna bunlardan biridir. Hasan El Benna'nın trenlere binip, istasyonlarda, kahvelerde nasıl sohbet ettiğini anlatırdı. İnsanlara İslam'ın güzelliklerini anlatmak için bütün matbaa ve eğitim müesseselerinin kurulmasını, insan ve talebe yetiştirmenin önemi üzerinde dururdu. Kafasında çok değişik planlar daima vardı. Şimdi günümüzde gördüğümüz eğitim müesseseleri o zamanlarda kafasında tasavvur olarak mevcuttu. Düşünüyor, söylüyor ve insanlara çağrıda bulunuyordu.
-O zamanlarda Hocaefendi henüz 25-26 yaşında. İçtimai şartlar alabildiğine katı ve baskıcı. Vaazlarının dışında, sohbet, ziyaret, piknik ve daha ne varsa sürekli hizmet metodu düşünen o yaşlardaki genç bir insanı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani vaazını verip evine barkına giden, işine bakan bir vaiz olabilirdi. Hocaefendi'nin farkı neydi, neden böyle yapıyordu?
Evet... Şimdi normal bir memur olursunuz, memuriyetinizin gereğini yaparsınız. Yani vaiz memurluğu yaparsınız. Fakat Hocaefendi öyle değil ki. Hocaefendi için memuriyet sadece resmi bir sıfat idi. Veya kürsüye çıkabilmesi için eline verilmiş bir anahtardı. Onun dışında Hocaefendi birkaç saat uykusunun dışında, 24 saat tam hizmet düşünen biriydi. Allah bilir o iki üç saatlik uykusunda bile bugünkü hizmetin rüyalarını görüyordu. Uykusunda bile vaizdi o. Onun için Hocaefendi gibi zatların bir memur, bir vaiz gibi düşünülmesi mümkün değildir. 24 saat kafasında problem çözen, ne yapayım diye düşünen, proje üreten, harmanlayan, dünyadaki dini hizmetleri, değişik fikir hareketlerini takip eden, tahlil eden, yorumlayan bir kimse idi. Dünyadan tamamen kopuk değildi. Olan biten hadiseleri ajans veya radyolardan dinler, günlük gazetelerde neler çıkmış diye bakardı. Tabii Türkiye'de 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuş, birçok hadiseler zuhur etmiş, onlara yorum getirirdi. Siyasi düşünce ve falan parti, filan parti tarzında hiçbir eğilimini görmedim. Bazen insanların en uygun şartları meydana getirecek yerlere yönelmelerini, kavgadan, şiddetten uzak durmalarını ısrarla söylerdi.
-Hocaefendi Kırklareli'nden gittikten sonraki yıllarda görüşmeniz, mektuplaşmanız veya karşılaşmanız oldu mu?
Tabii oldu. Zaman zaman Edirne'ye geldiğinde rastladığımız oldu. Daha sonraki yıllarda da oldu. Sanıyorum 10 sene kadar önce idi. Burada Hızırbey Eğitim Vakfı'nın ilk müdürlerinden Bülent diye hukukçu bir arkadaşımız vardı. Benim köylüm olan Enes Ergene (Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı adıyla son bir kitabı çıktı) ile Bülent arkadaşımız bana geldiler. "Hocaefendi sizi misafir etmek istiyor" dediler. Doğruca İstanbul'a Altunizade'ye gittik. Akşam oturduk, ikramda bulundular. Yer sofralarında öbek öbek yemek yedik. Hatta o gece gazeteci ve değişik kesimlerden misafirleri vardı. Sorulu cevaplı bir sohbet oldu. Sohbetten sonra ben kalkmak istedim ama bırakmadı. O gece orada misafir kaldım. Sabah kahvaltısını beraber yaptık.
Bir de bundan birkaç sene evveldi. Kırklareli'nden bir arkadaşla ABD'ye bir mektup gönderdim. Hocaefendi bunun üzerine o arkadaşla bana bir cüppe ve bir de üfül üfül güzel bir tişört göndermiş "aleyküm selam" niyetine.
Hocaefendi'nin bir özelliği daha vardır ki o zamanlardan beri bilirim. Çok vefalı olmasıdır. Çok enteresandır o kadar insan ve yüzle karşı karşıya gelmesine rağmen kolay kolay yüzleri unutmaması ve onların halini hatırını sorması çok dikkat çekicidir. Mesela burada az temasta bulunduğu kimseler hakkında bile karşılaştığımızda, "falanca abi, filanca kardeş nasıllar, ne yapıyorlar" diye bana sorular sordu. Tabii bazıları vefat etmiş, bazıları hayatta idi. Ekrem Tan'ı, Nihat Akay ve birçok insanı, -halbuki ben o kadar hatırlayamıyorum- sordu bana. Düşünün şimdi tam 40 yıl oldu. Yani vefa duygusu çok yüksek bir zat. Ben şöyle bir bakıyorum da tarihte liderlik vasfıyla gelen insanlarda görülen bir özellik de insanlara olan vefa duygusunu muhafaza etmektir. Hep vefalı davranmışlardır. İnsanların halini hatırını sormak, yardımcı olmak vasfını ben daha o zaman onda görmüştüm.
-Hayatınızda Hocaefendi'yi görmemiş, duymamış olsaydınız nasıl bir hizmet çizgisinde olurdunuz?
Daha önce de anlattığım gibi ben Risaleleri Hocaefendi'yi tanımadan önce gördüm ve tanıdım. Risale-i Nurlarla kendimize bir yol çizmiş ona göre hareket ediyordum. Fakat Hocaefendi'yle tanışmak ve onunla beraber olan insanları görmek benim için çok değişik bir durum, büyük bir kazanç oldu. Hocaefendi ile tanıştığımda Risale-i Nur'un içindeydim ben. Okuyor, araştırıyor ve sohbet ediyorduk. Ancak Hocaefendi'nin hizmet modelini karşımızda yepyeni görünce daha aktif ve faal olmaya başladık. Bizim için büyük bir zenginlik ve verimli bir hizmet çizgisi oldu, çevremiz genişledi, daha çok insanla muhatap olduk. Elhamdülillah çok güzel oldu...
Risale-i Nur'u ben bir denize benzetiyorum. Bir insan ne kadar mahir olursa olsun denizi tam bilemez, ama denizden bir şeyler bilebilir. Mesela balıkçının biri ağ atar, biri olta atar, öteki de radarlı sistemlerle avlanır, ama gene de balıkların hepsini tutamaz. Risale-i Nur büyük bir dava, büyük bir eser. Çünkü bin seneden beri yazılan bütün eserlerin hülasa haline getirildiği, özetlendirildiği, üsare haline getirildiği bir eser. İtiraf ediyorum, 45 senedir okuyorum, hala ihata edip anlayamadığım yerler var. Hocaefendi bu eserleri çözümlendirerek, gıda haline getirerek bizlere hizmet yollarını gösteren bir zattır. Yani Risale-i nur bu asra yön veren bir eser. Hocaefendi de bu eserlerin neşv-ü nema bulması için gayret eden, hizmet eden bir zat. Hatta ben Üstad Bediüzzaman'ı çölde su çıkaran biri, Hocaefendi'yi de o suyu bütün sahraya dağıtmaya çalışan, ortalığı yeşillendiren, meyvelendiren ve sebzelendiren kişiye benzetiyorum.
Allah, Hocaefendi'ye sağlık sıhhat versin, hizmetini daim kılsın. Her zaman duamız onun yanındadır.


__________________________________________________ ______

[1] 1960 yılında Ramazan ayı 28 Şubat'ta başlayıp 28 Mart 1960'da bitmiş.

[2] Bediüzzaman Said Nursi 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da vefat etti.

[3] Fethullah Gülen Hocaefendi Edirne'den Kırklareli'ne resmi olarak 23.07.1965 tarihinde tayin oldu. Kırklareli'ne bir hafta sonra Ağustos ayında gitmiş olabilir.

[4] Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne gelişi ile ilgili şöyle anlatıyor: "Ferit Kubat, Edirne'den ayrılmıştı. Nail Memik adında, Cumaları da kılan, yumuşak tabiatlı bir vali muavini vardı ve Edirne Valiliğine o vekalet ediyordu... Başından bir belayı defetmek için olsa gerek, Nail Memik Bey mucibimi imzaladı. Elimden vesikanın alınmış olmasını hiç mesele yapmadı. Ben Edirne'den ayrılayım da ne olursa olsun, razı gibiydi... Fakat kaderin cilvesi, bir müddet sonra o da Kırklareli Valiliğine tayin edildi..."

[5] Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuda şunları söylüyor: "Edirne'de talebe arkadaşların kaldığı iki ev olmuştu. Kırklareli'nde de bir ev tuttum. İki odalı bir evdi. Borç iki kilim satın alıp eve serdim. Bütün eşyam bundan ibaretti. Hem Edirne'deki hem de Kırklareli'ndeki eve kira ödüyordum. Bir bahane ile sık sık Edirne'ye gelip gidiyordum. Müftü Mustafa Efendi, ihtilal olunca sakalını bıyığını kesmiş, başına da bir fötr yerleştirmişti. Altmış yaşında olmasına rağmen bıyığı dahi yoktu. Kendisini mümkün mertebe ihtilalcilerden yana göstermeye çalışıyordu. Kendisine çok hürmet gösterdim. O da benim Edirne'ye gidip gelmeme ses çıkarmadı. Bir seneye yakın vaziyeti bu şekilde idare ettik. Sonra da izne ayrıldım."

[6] 1965 Yılında Ramazan ayı 24 Aralık'ta başladı ve 22 Ocak 1966'da bitti.

[7] Hocaefendi şöyle anlatıyor: "Kırklareli'nde her cuma vaaz ediyordum. Ramazan'da her gün vaaz ettim. Kendiliğinden bir cemaat teşekkül etti. İlk gittiğimde, bir iki insandan başka tanıştığım yoktu. Fakat kaldığım zaman müddetince orada da epey dostlar edindim."

[8] Kırklareli'nde mahalli olarak çıkan Atayolu gazetesinin 1965 yılındaki sahibi Fatma Can, sorumlu müdürü avukat Behzat Güre, başyazarı öğretmen Fedai Can'dır. Gazetenin yönetim ve baskı yeri 7 Aralık 1965 tarihinde Çorlu'ya taşınmıştır.

[9] Silahlı saldırı sonucu 19.11.1979 tarihinde İstanbul'da şehit edildi.

[10] Abdülhamit Oruç'la birlikte 1964 yılında birkaç insanla Kırklareli'nde Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu. Dernek bir dizi konferans tertip etti. Necip Fazıl Kısakürek, bu derneğin davetlisi olarak konferans vermek üzere 29 Kasım 1965'te Kırklareli'ne geldi. Fethullah Gülen Hocaefendi de o konferansı bizzat organize edenlerdendi. Konferansla ilgili haber Kırklareli'nde çıkan 27.11.1965 tarihli Hürses gazetesinde şöyle yer aldı:

"Şehrimiz Komünizmle Mücadele Derneğinin davetlisi olarak şehrimize gelecek olan Yazar Necip Fazıl Kısakürek 29 Kasım 1965 Pazartesi günü gecesi saat 19.30 da Belediye Salonunda (Halimiz-Yolumuz-Çaremiz) konulu bir konferans verecek."

[11] Fethullah Gülen Hocaefendi o döneme ait konferans hadisesini şöyle anlatıyor: "Bu dönemde Necip Fazıl Kısakürek'i de konferansa davet etmiştik. Konferans işiyle bizzat kendim meşgul oldum. O gece Necip Fazıl merhumu, arkadaşlardan birinin (Nebi Hoca) evinde misafir ettik. Hatta, hiç unutmam, merhum o gün biraz tutuktu. Başka günlerde olduğu gibi coşkun değildi. Yakınlarından biri 'Üstad, bu gece pasiftin' dedi. O hemen, sofrada bulunanları göstererek 'Hayır, dedi, pasif olan bunlardı.' Böylece dinleyicilerin ilgisizliğini anlatmış oluyordu.

Dar dairede yaptığımız uzun sohbet esnasında Necip Fazıl, haddimden fazla alaka gösterdi. Hatta, daha sonraki günlerde, Büyük Doğu'da üst üste iki-üç yazı yazdı ve Risaleleri methetti. Ben kendisine bir takım Külliyat vermek üzere İstanbul'a geldim. Fakat, Zübeyr Abi pek taraftar olmadığı için vermeden geri döndüm.

Atayolu Gazetesi Necip Fazıl'ın aleyhine de bir yazı yazdı. Biz de o yazıyı Necip Fazıl'a gönderdik. Büyük Doğu'nun o ayki sayısında bir karikatür çıktı. Büyük bir çomar (köpek) yanında da küçük bir fino var. Ve altına şu yazı yazılmış. 'Biz koca çomarlarla uğraşıyoruz. Bu küçük fino da nerden çıktı' Bu cevap hepimizi çok memnun etmişti."

[12] Fethullah Gülen Hocaefendi Atayolu gazetesi hakkında şöyle diyor: "Atayolu Gazetesi, mahalli bir gazeteydi. Her fırsatta benim aleyhime yazılar yazardı. O sıralarda giydiğim siyah bir paltom vardı. Bu paltoyu, adice ifadelerine benzetme aracı yaptılar ve şu ifadeyi kullandılar: 'Korkumuzdan geceleri dışarı çıkamıyoruz. Bir siyah köpek, arkasında da bir sürü köpek bizi nerede görse hırlıyor.'

[13] Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli günlerine ait şöyle diyor: "Kırklareli'nde bu ve benzeri sistemli faaliyetlerimiz de oldu. O tuttuğum "bülbül yuvası" gibi evde her gece sohbet yapıyorduk. Her cemaatten insan eve gelip giderdi. Aramızda iyi bir kaynaşma vardı. Hamit Hoca'nın (Abdülhamit Oruç) dostluğunu ise hiç unutamam..."

[14] Konuyla ilgili olarak Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyor: "Cumalardan birinde (29 Ekim 1965) vaaz ederken dışarıdaki çocukların gürültüsü bana kadar ulaşıyordu. O esnada ne söylediysem, sözlerimi bu çocukların gürültü edişine bağlayıp beni şikayet etmişler. Zaten mahkemem devam ediyordu; şimdi hakkımda bir soruşturma daha açıldı. Memurin Kanununa göre, vilayet bünyesinde bir encümen teşekkül ettirildi. Emniyet müdürü bu encümenin başında bulunuyordu. Konuşulan şeylerde suç unsuru olup olmadığını encümen araştırıyordu. Vali ve emniyet müdürü yumuşak insanlar olduğu için bu soruşturma hafif geçti. İfademi aldılar ve takipsizlik karan verildi."

[15] Hocaefendi'nin 29 Ekim 1965 Cuma vaazında yaptığı konuşma, Atayolu gazetesinde "Devrimlere Saldıranlar" başlıklı yazıyla duyurulmuş ve tahkikata sebep olmuştur. Vilayet İdare Heyeti "Men'i muhakeme" kararı ile tahkikatı neticelendirmiş ve takipsizlik kararı vermiştir. Hocaefendi'nin takipsizlik kararı ile ilgili Hürses gazetesi 18 Aralık 1965 günü şöyle haber vermiştir:

"Bundan bir müddet evvel Atayolu Gazetesinin ihbar mahiyetindeki yazısı üzerine aleyhine tahkikat açılan merkez vaizi Fethullah Gülen (Konuşulan sözlerin normal vaaz çerçevesi içinde geçtiğinin anlaşılması gerekçesiyle il idare kurulu tarafından men'i mahkemesine oybirliğiyle karar verilmiştir. İl idare kurulunun bu adil kararı halkımız tarafından memnuniyetle karşılanmıştır."

[16] Fethullah Gülen Hocaefendi Edirne ve Kırklareli'nde uğradığı baskı ve takipler üzerine 1966 yılının Şubat ayında bir süre izne ayrılır ve Ankara'ya gider. Diyanet İşleri Başkanlığında Yaşar Tunagür Hoca'yı ziyaret eder. Yaşar Tunagür Hoca, kendisini İzmir'e tayin etmeyi düşünmektedir. Neticede 11 Mart 1966 tarihinde İzmir'e tayini yapılır. Fethullah Gülen Hocaefendi bu tayin meselesini şöyle anlatıyor:

"İzine ayrılıp küçük bir Türkiye seyahatine çıktım. Çeşitli yerlerdeki dostlarımı ziyaret ettim. Seyahatim kırk gün kadar sürdü. Halbuki izin sürem yirmi gündü. Ankara'ya uğradım. Yaşar Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara'ya gelmişti. Ona durumumu anlattım. Geçmiş günler için rapor alınamayacağını söyledi. Meğer aklında başka bir düşünce varmış. İzmir'den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sıtayişkarane bahsetmiş. Bana 'Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste' dedi. Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım. 'İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin' dedim. O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı. Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı'ya imzalattı. Kendi imzalamadı. Bu Yaşar Hocaefendi'nin her zamanki temkinli davranışlarından biriydi.

Kırklareli'ne geldiğimde ilk işim müftüye tayinimi duyurmak oldu. Çünkü suçlu durumundaydım. Tayinimin çıktığını duyunca müftü suçumu unuttu ve üzüntülerini bildirdi.

[17] Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'nden ayrılışını şöyle anlatıyor: "Kırklareli'nden ayrılışım adeta bir merasim oldu. Arabalar tuttular ve beni Edirne'ye kadar tekbirlerle, salavatlarla getirdiler. Edirne'deki dostlarla görüşüp vedalaştım. İstanbul'a geldim ve İzmir'e gitmek üzere trene bindim."
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:50   #12
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Bekir Filiz Anlatıyor




Şimdilerde Kırklareli Huzurevi'nde kalan ve terzilikten emekli Bekir Filiz de hatıralarını fgulen.com'a anlattı. Bekir Filiz 1923 doğumlu. Tam 82 yaşında. Kendisiyle 20 dakika kadar röportaj yaptık. Hocaefendi'yi anlattıkça ağlıyordu. Ağlayarak "fazla kalmadı buralarda, Kırklareli'nden ayrılırkenki günü bugün gibi hatırlıyorum, Allah kendisine uzun ömürler versin, hizmetini artırsın. Türkiye'de iken tebrik kartları atardı, selam gönderirdi, şimdi çok uzaklarda.." diye ağlıyordu. Bir yandan da "Benim çocuğum olmadı, eşim hasta idi. Çok doktor dolaştım, bir çare bulamadık. Ama Allah bana Risale-i Nur talebelerini nasip etti. Onlar beni boş bırakmıyorlar." diyerek sevincini izhar ediyor ve "Ya Rabbi senin rızan dışında geçireceğim bir ömrü ben ne yapayım?" diyerek Allah'a yalvarıyordu.
Röportajdan sonra odasını ve yattığı yeri gösterdi. Dolabından küçük cep boyu risaleleri çıkardı, "Kur'an'ım işte burada, üç aylarda bitirelim diye hatime başladık" dedi. Bizi uğurlamak için onca yaşına rağmen kapıya kadar arkamızdan geldi. "Fethullah Gülen Hocaefendi'ye selam götürün" dedi.



-Terzi Bekir Filiz kimdir? Kendiniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
Efendim ben Kırklareli'nin Kara Hamza köyündenim. Kırklareli'ne 25 km ilerde Toros nahiyesine bağlı Kara Hamza köyünde 1923 yılında doğdum, Allah'a şükür şu anda 82 yaşındayım. 1933 senesinde 10 yaşında iken Kırklareli'ne geldik. O zaman köylerde üçüncü sınıfa kadar okutuyorlardı. Üçüncü sınıftan sonra 1933 yılında Kırklareli'ne göç ettik. Buraya köyden gelince Hasan usta diye bir terzinin yanında çıraklığa başladım. 1935 yılına kadar iki sene o terzinin yanında çalıştım. Sonra Hasan usta askere gitti. O zamanlar askerlik bir sene idi. O askere gitti geldi. Ustam askerden geldikten sonra beş yıl Pınarhisar'da kaldık. 1941 senesinde zorunlu olarak ailece Gebze'ye gittik. O yıllarda İkinci Cihan Harbi yaşanıyordu. Trakya hemen hemen boşalmıştı. Doğuya doğru kaçıyorduk. Dokuz ay kaldık Gebze'de.
Savaş şartları yaşandığından umumi seferberlik ilan edilmişti ve 17 yaşından 38 yaşına kadar olanları askere alıyorlardı. Biz Gebze'de annemler, yengemler ve akrabalarla beraberdik. Ben hemen yine terzilik yapmaya başladım orada. Mesleğimizin bir kıymeti vardı o zamanlarda. Dokuz ay Gebze'de kaldıktan sonra tekrar Kırklareli'ne döndük.
Gebze'den döndükten sonra 1942 yılında asker oldum. Balıkesir'de tam dört sene askerlik yaptım. 1946 yılında askerliğim bittikten sonra yine Kırklareli'nde terziliğe devam ettim.
-Risale-i Nurları ne zaman duydunuz, tanıdınız?
Terziliğimiz devam ederken 1950'li yıllarda 1960'a doğru Risale-i Nurları ve Üstad Bediüzzaman'ı duymaya başladık. Gazetelerde Bediüzzaman'ın mahkemelerde yargılandığı haberleri yazıyordu. Ondan sonra 1960-1961 yılında Kırklareli'ne Abdülhamit Oruç hocamız geldi. Hem namaz kıldırıyor, hem de vaaz ediyordu. Değişik sohbetler de tertip ediyordu. Ben o zaman risaleleri tanıdım gördüm ve okudum. Bizden daha yaşlı ağabeylerimiz vardı. Şekerci Salih abi, Hasan Akkaynak abi vardı. Salih abi vefat etti ama Hasan abi hala sağdır. Otelci Hasan Akkaynak abinin evinde sohbet için toplanırdık. Sohbetlerimiz değişik evlerde devam ederdi. Bir akşam Salih abide, diğer akşam Abdülhamit hocada ve benim evimde de sohbetler ederdik. O günlerden bugüne sohbetlerimizi devam ettiriyoruz. Çoğunun ismini unuttum ama Saatçi Mümin ile Ekrem Tan hala sohbetlere gelirler.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne geldiğini nasıl duydunuz? Hocaefendi burada ne gibi hizmetlerde bulundu?
Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne 1965 yılında gelince onunla ilk tanışanlardan biriyim. Hoş geldiniz dedik, güzelce karşıladık onu. Ona küçük bir evceğiz tuttuk, Paşa camisinin hemen üst tarafında. Altlı üstlü bir evdi. Üst katında da bir odacığı vardı. Orada yatardı mübarek. Alt girişte de ders yapar sohbet ederdik. O evde güzel günlerimiz geçti. Giderken evdeki eşya ve yiyeceklerden birazını saatçi Mümin'e bıraktı. Çoğunu bana verdi. Hatta evinde bal varmış, onu bana verdi. Benim hanım kemik hastalığına yakalanmıştı. Hanımına bunlardan ver demişti. Benim bu zor hallerimi biliyordu. Yakından tanıyordu. Giderken ağlaştık, hiç unutmuyorum. Hızır Bey Camii'nin merdivenlerinde kucaklaşıp vedalaştık. "Bekir abi ben gidiyorum ama sen en itibar ettiklerimdensin" diyerek beni teselli etmişti. Biz layıkıyla hizmet edemedik ama daima onun hizmetinde tutunmaya çalıştık. İzmir'e gittikten sonra yine irtibatını sürdürdü. Bayramlarda hiç unutmadı bizi. Tebrik kartı attı, mektup yazdı. Bizim İzmir'e kadar gidecek imkanımız yoktu ama işte dediğim gibi Hocaefendi çok vefalı davrandı ve bizi unutmadı. Allah kendisinden razı olsun. Hatta iki sene önce Amerika'dan haber göndermiş. Kırklareli'ndeki abileri bulun bir görüşün, konuşsunlar da bir kaydedin demiş, selam göndermiş. Sağ olsunlar buradaki arkadaşlar bizi büyük otelde ağırlayıp yemek yedirdiler, güzel bir hatıra gecesi oldu. Abdülhamit hoca ve diğer arkadaşlar da gelmişti. Eski hatıralarımızı anlattık orada. Banda kaydettiler, sanıyorum Hocaefendi'ye gönderdiler onları.
-Hocaefendi'yi tanıdıktan sonra neler yaptınız?
O burada iken ben 42 yaşındaydım. Hocaefendi ise 26 yaşında tığ gibi bir delikanlı idi. Hocaefendi Edirne'de iken ben görmedim. Ama Abdülhamit hoca Edirne'de ziyaretine gitmiş. Ben burada tanıdım. Hocaefendi Kırklareli'ne geldikten sonra buranın havası değişti. Çok faydası oldu bizlere ve halkımıza. Buradan gittikten sonra da alakasını kesmedi. Birçok arkadaşı arayıp sordu. Benimle daha bir ayrı ilgileniyordu.
Terzilik zor zanaattı, işleri yetiştirmem gerekiyordu. Bir yandan hanımım rahatsızdı. İki ay buradaysak beş ay İstanbul'da hastanelerde kalıyorduk. Baltalimanı hastanesinde, ortopedi kliniklerinde çok kaldık. Düzenli bir hayatımız olmadı. Eşim kemik hastalığına yakalandığından çocuğumuz da olmadı. Doktorlar hanım iyileşmeden çocuk olmaz dediler. Zeynep Kamil hastanesine de gittiğimizi hatırlıyorum. Cenab-ı Hak böyle murad etmiş, çocuğumuz olmadı.
Onu diyorum "Ya Rabbim bana çoluk çocuk vermedin ama bu ihtiyarlık halimle beni yine de yalnız bırakmadın, sana şükürler olsun" diyorum. Çünkü burada Huzurevi'nde bakanımız edenimiz olduğu gibi dost ve tanıdıklarımız bizi yalnız bırakmıyor. Camideki arkadaşlar, nur talebeleri ve genç arkadaşlarımız devamlı gelip gidiyorlar. Edirne'den, Burgaz'dan ve bu civardan çok dostlarımız arayıp soruyor. Bekir abi Bekir abi! diye çıkıp geliyorlar. Ben de "Bekir Berk gitti ama Bekir Filiz var" deyip şakalaşıyoruz onlarla. Daha bugün gittiler, Eskişehir'den abimin kızı ve damadı bana ziyarete gelmişler. Rabbime şükürler olsun, bunun gibi arayıp soruyorlar.
1941 senesinde Gebze'ye gittikten sonra abilerim geriye dönmediler, biri Eskişehir'e, biri de Gölcük'e yerleşti. Onlar o zamanlarda oralarda kaldılar. Şimdi onların çocukları arayıp soruyor, yardım ediyorlar. Gölcük'teki abimin oğlu Yeşilköy'de uçuş amiri, albaylıktan emekli. Bana para ve ilaçlarım konusunda yardım eder.
-Terziliğiniz esnasında Hocaefendi'ye elbise diktiniz mi?
Hocaefendi'ye elbise dikmek kısmet olmadı. Dedim ya dükkânda fazla kalamıyordum, hanımımın rahatsızlığından dolayı da beni meşgul etmek istememiş olabilir. Fakat kitaplara çok meraklıydı. Kitap satan yerleri, kitapçıları dolaşırdık beraber. Okumaya özen gösteren biriydi mübarek. Tercüme edilmiş fikir kitaplarını arardı. İkimiz çok dolaştık kitapçılar çarşısında. Oralardan kitaplar alırdı. Ben Hocaefendi'yi çok sevdim. Yaşça O'ndan 15 yaş büyüğüm. Aramızda onca yaş olmasına rağmen o da beni severdi. Belki o yüzden hiç sıkıntı çekmedim hayatımda, aramızda hiç sıkıntı verecek bir durum olmadı.
O yıllarda Kara Hamza köyündeki en büyük abim ciğerlerinden rahatsızlandı, hanımımı götürdüğüm gibi onu da İstanbul'a çok götürüp getirdim. İstanbul'a her gidişimde oradaki Risale-i Nur evlerine gittim. Bilhassa o Süleymaniye'deki Kirazlı Mescit sokağındaki eve çok gittim. Kocamustafapaşa ve Edirnekapı'da birer ev vardı. Onların hepsine gittim.
Üniversite talebeleri vardı. Odabaşı Camiinin yanında, Gureba Hastanesi'nin karşısında Başvekil Caddesi'nde otururlardı. Onlarla beraber Edirnekapı'daki dersaneye giderdik. Orada Bekir Berk beyi tanıdım. Arkasında namaz kıldık, beraber Demirköy'e gidip geldik. Orada bir mahkemesi vardı. Sonra tanışıklığımız devam etti, bizimle ilgilendi, biz de onunla ilgilendik.
-Sizi fazla yormak istemiyorum, son olarak Hocaefendi'ye neler söylemek istersiniz?
Allah bizi hizmetten ayırmasın. Çok istifade ettik kendisinden. Geçen sene 18 Haziran 2004'te burada Huzurevinde merdivenlerden düştüm, kalçam kırıldı. Yemekhaneye inerken yerler ıslakmış, ben fark etmedim, ayağımda da terlikler vardı. Ayağım kayınca kalçamın üzerine yığıldım, paramparça olmuş kemikler. Hemen Hastaneye kaldırdılar. Bağkur bu ameliyat masrafını ödemiyor dediler. 6-7 milyardan bahsettiler. Fakat Allah'ın hikmeti işte doktorlar toplandı ve görüştüler. Sonra bir kuruş bile para almadılar benden. Benden imza aldılar ve Edirne'den bir şirketten platinleri alarak kalçama ameliyatla taktılar. Ameliyatım 24 Haziran 2004'te oldu. Halil Bey diye bir ortopedi doktoru vardı. Benimle çok alakadar oldu. Ameliyattan iki gün sonra kolumdan tutarak küçük tuvaletime kaldırdı beni. Şimdi de gelir ziyaret eder beni. Bu yaşta bu tür kırıklardan çoğu kimse düzelmiyordu. Ödüm kopuyordu öyle kırık kalır da kımıldayamam diye. İşte ben hep ona bağlıyor ve şöyle diyorum: "Ya Rabbi ubudiyetlerimi ifa edemeyeceksem, benim dünya ile alakam olmadığını benden daha iyi biliyorsun, Yaradanımsın." Üç dört ay ne banyo yapabildim, ne tırnağımı kesebildim, ne abdest alabildim, hiç eğilemiyordum. Fakat üç dört ay sonra 15 Ekim 2004'te Ramazan mübarek girdi, biraz yürümeye ve hareket etmeye başladım. Bir sürü doktor toplandı başımıza yardımcı oldular Allah razı olsun.
Hocaefendi'nin hizmetlerini Allah daim etsin, kendisine Allah uzun ömürler versin...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 17:05   #13
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Mamak Günleri: Yusuf Bilgin Anlatıyor

Yusuf Bilgin kimdir?



















1938 yılında Yozgat'ın Derbent köyünde dünyaya geldi. Doğumu, nüfus kâğıdında 1941 olarak geçiyor. İlköğrenimini köyünde tamamladı. Ailesi 1954 sonbaharında Derbent köyünden Çorum'un Alaca ilçesine göç etti. Babası emekli vaiz Ahmet Bilgin Hocaefendi'den Arapça, sarf, nahiv, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri aldı. 1964 yılı başında askerden terhis olduktan sonra evli ve dört çocuklu bir baba olduğu halde imam-hatip okulunun orta ve lise kısmını dışarıdan bitirmek için çalışmalara başladı. 1969'da girdiği Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nden 1973 yılında mezun oldu.
Devrekani, Sungurlu, Çankaya (Ankara), Çiçekdağı, Keşan, Yıldırım (Bursa) ilçelerinde müftülük; Ankara ve Bursa merkez vaizliklerinde ve yurtdışında Belçika'da vazife yaptı. 1995 yılında emekli oldu. Üçü erkek, ikisi kız olmak üzere beş çocuk babasıdır. Halen çevresinden gelen istekler üzerine talebe okutmakta, belli günlerde davet edildiği vaaz ve konferanslara gitmektedir.
Yusuf Bilgin 1962 yılında Ankara Mamak Muhabere Alayı'nda Fethullah Gülen Hocaefendi ile acemilik dönemi askerliğini beraber geçirdi. O günlere ve daha sonraki günlere ait bazı hatıralarını şöyle anlatıyor:
Askerlik öncesinde Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıyor muydunuz?
Askere gitmeden önce Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ismini duymuştum. Fakat kendisini görmek kısmet olmamıştı. Ben o zamanlar Çorum Alaca'da bulunuyordum. 1955'lerden sonra kendi aramızda bazı arkadaşlarla risaleleri okuyorduk. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Risale-i Nurları gayet iyi anladığı ve önde olan kişilerden olduğunu duyardık. Tabii o askerden önce Edirne'de vazife yapmış, vaazlar vermişti.
Kaç yılında asker oldunuz? Hocaefendi ile tanışmanız nasıl oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi nüfus kağıdına göre 1941 doğumlu olduğu için bu grubun son tertibi olarak 1961 yılının son aylarında (11 Kasım 1961) askerliğe intisap etmiş. Ben de 25 Ocak 1962 tarihinde askerliğe intisap ettim. Dolayısıyla Fethullah Gülen Hocaefendi benden iki ay kadar kıdemlidir. Hocaefendi Birinci Telsiz Bölüğü'nde, ben de İkinci Telsiz Bölüğü'nde bulunuyordum. Mamak Muhabere Alayı'nın içinde sacdan yapılmış ve cami olarak kullanılan, 30-40 kişi kadar ancak insan alabilecek küçük bir mescidimiz vardı. Zamanımız kısıtlı da olsa namazlarımızı orada kılardık. Namaz kılmaya gelenler fazla değildi. Devamlı beş vakit kılan çok azdı. Zaman içinde namaz kılanları tanımaya başladım. O küçücük camide sürekli namaz kıldıran ve Cuma günleri hutbe veren değişik üslubu olan bir hoca vardı. Çok dikkatimi çekmişti. Vakit darlığından dolayı fazla konuşamıyorduk. Fakat değişik bir üslubu olan bu hocanın sürekli oraya namaz kılmaya geldiğini gördüm. Yanında bir iki arkadaşı daha vardı. İlk tanışmamız bu küçük mescitte oldu. O da beni fark etmiş olacak ki, bir namazdan sonra konuşup tanıştık. Kısa zamanda görüşmelerimiz arttı, samimi ve birbirimize yakın olduk. Mescidi namaz dışında açık bulundurmazlardı. Namazdan sonra hemen kapatırlardı. O yüzden mescitte oturup sohbet etmemiz zor oluyordu. Bu yüzden görüşmelerimiz çarşı izinlerinde daha rahattı.
Hocaefendi'yle ilgili ilk intibalarınız nasıldı?
Hocaefendi bende ilk etapta çok kapasiteli, çok çaplı ve ciddi bir intiba bıraktı. O küçük mescitte islami ve imanî konular üzerine konuşmalar yapar, sohbet ederdi. Derin bir dini ilim tahsiline sahipti. Bunun yanısıra Risale-i Nurlara çok vakıftı. Sohbetlerini Risalelerden pasajlarla süslerdi. Yeni çıkan eserlerin tamamını gözden geçirir, gazete ve mecmua gibi yayınları yakından takip ederdi. Basını ihmal etmezdi. Olayları güncel olarak takip eder, duruma göre yorumlarda bulunurdu. Hafızası oldukça güçlü ve zeki bir hocaefendi idi. Giyim ve kuşamına dikkat ederdi. Üstüne giydiği elbiseyi kendine yakıştırır, şık görünürdü. Düzenli ve temizdi. Kendi işini kendi yapardı, kimseden kendisiyle ilgili bir şey yapmasını istemezdi. Çamaşırlarını kendi yıkardı. Biz fazla alışık olmadığımızdan zorlanırdık. Ama Hocaefendi buz gibi suyla çamaşırlarını yıkar, banyosunu bile soğuk suyla yapardı. Toplu yıkanan hamamlara gitmezdi. Ben daha sonra akrabalarıma evci çıktım. Ondan sonra biraz rahat etmiştim. O yine zor şartlarda kendi işini kendi görmeye devam etti.
Hocaefendi'nin düşünce tarzı nasıldı?
Beraber olduğumuz süre içinde Hocaefendi'nin yaptığı konuşmalardan onun çok geniş çaplı düşündüğünü gördüm. Uzak görüşlü ifadelerde bulunurdu. Düşünce perspektifini geniş tutardı. İslam âlemi ve insanlığın dertlerine değinir, problemlerin çözümü konusunda değişik alternatif metotlar ileri sürerdi. İnsanlığın bilhassa insanımızın cehaletinin giderilmesi konusunda detaylı plan ve programlar yapardı. Bu plan ve programların zamanla hayata geçirilmesi için çok çalışılması ve fedakâr insanların bu işe destek vermelerini isterdi. Bu düşüncelerinden bir tanesi benim de 1970 yılında ziyarete gittiğim İzmir'de talebeler için kurduğu yaz kampları idi. Orada samimi ve gayretli talebelerin yetişmesi için koşturuyordu. O kamplarda bir kaç saat kalmama rağmen nasıl bir manevi hava içinde kaldığımı ifade edemem. Şuurlu ve disiplinli bir neslin yetiştirilmesi için çalışıyordu.
Askerde en dikkat çeken yönü ne idi? Vaaz ve sohbet eder miydi?
Hocaefendi, komutanlarına ve askerlik kurallarına karşı dikkatli idi. Ben ikinci bölükte olduğum için nöbetleri hakkında fazla bilgim yok. Ama sanıyorum nöbetlerini muntazaman tutmuştur. Asker arkadaşları ile ilişkileri çok iyi idi. Tanısın tanımasın herkese candan ve samimi davranırdı. Hatta subaylardan kendisine yakın ilgi duyanlar vardı. Çünkü camide yaptığı konuşmalar dikkat çekmişti. Cuma günleri güzel konuşmalar yapıyor, hutbe irad ediyor ve namaz kıldırıyordu.
Bunlardan en dikkat çekeni 1962 yılı Kurban Bayramı'nda yaptığı konuşmadır. Kurban Bayramı 14 Mayıs 1962 günü idi. Mevsim bahar, havalar sıcak olduğundan bütün muhabere alayının ne kadar birlik ve bölüğü varsa meydanda toplanmış, er, subay ve komutanlar herkes Hocaefendi'nin bayram vaazını dinlemişti. Vaazdan sonra bayram namazını kıldırdı. Bu itibarla kısa zamanda geniş bir çevresi oluştu. Sevilen, sayılan bir konumu vardı. O zamanlar komutanlardan camiye gelenler oluyordu. Hocaefendi'yi yakından tanımaları bundandır.
Fethullah Gülen Hocaefendi Mamak'taki askerlik günlerine ait komutanlarla ilişkisini şöyle anlatıyor:
Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım'dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan da emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz Bey, onun Harbiye'den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı Reşat Taylan'a ben de Edirne'deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.
Mamak bir garip yerdir. Birinci Tabur, Birinci Muharebe bölüğü.. Benden iki yaş büyük amcam (Seyfullah) da burada askerlik yapmış.
Bir gün talim yapıyoruz. Bölük komutanı beni çağırarak "Hoca sen misin" dedi. "Evet" dedim. İlave etti: "Benim hanımım hasta. Getireyim de ona bir oku!" dedi. Ben de ona "ben öyle okuma filan bilmem, eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız sizin okumanız daha muvafık olur" dedim. Meğer beni deniyormuş ve ben de itikadımın mükafatını gördüm. Bölük komutanı beni belli ölçüde korudu. Rahat edeyim diye de beni telsizci yaptılar. Tabii kurs görmek için dört ay daha kaldık. Ankara'da kaldığım dönem benim için çok sıkıntılı oldu.
Asker arkadaşları var mıydı? Nasıl davranırdı?
Hocaefendi'yi askerde ziyaretine gelenler olurdu. Ben onun çevresini fazla tanımadığımdan bu konuda fazla bir bilgim yok. Erzurum'da bulunan anne babasına mektup atar, onlarla yazışırdı.
Kendisine yakın asker arkadaşları içinde Mehmet Dinçer adında Urfa Viranşehir'den gayretli, imanlı bir arkadaş vardı. Garnizon içinde namaz kılan bütün arkadaşların ranza numaralarını almıştı. Sabah namazından önce kalkar, koğuşları dolaşarak numarasını aldığı bütün arkadaşları namaza çağırırdı. Eğer henüz kalkmadıysa Hocaefendi'yi de kaldırırdı. Hocaefendi "Küçük Dünyam" isimli eserinde bu arkadaştan bahseder. Fakat her nasılsa bizi unutmuş! Ayrıca Konyalı Ahmet Bezirci, Niğdeli terzi Cumali Koçak bunlardan bazıları idi.
Askerde namazları hemen hemen her zaman çok sıkışık durumlarda kılardık. Bazen namaz vakti, eğitim saatleriyle çakışırdı. Bakarsın tam tâdat zamanına rastlardı. Ancak başka türlü bir kaytarma durumu olmazsa namaz için müsamaha ederlerdi. Bu müsamaha subayların durumuna göre değişirdi. Bölüğümüz ayrı olduğundan dolayı Hocaefendi'nin Küçük Dünyam'da anlattığı namazdan dolayı dayak yeme hadisesini görmedim. Belki benden önceki ilk acemi günlerinde olmuş olabilir.
Talat Aydemir Hadisesini anlatır mısınız?
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra sular henüz durulmamıştı. Askeriyenin komuta kademelerinde hâlâ darbe konuşuluyor, hâlâ darbe girişimleri yaşanıyordu. Talat Aydemir'in de bir darbe girişimi olmuştu. Bizim henüz askerliğimizin başındaydı, tam acemilik günlerimize isabet etmişti. Soğuk bir kış yaşanıyordu. Kulağımıza gelen haberlere göre bizim alay bu darbe girişiminde suçlu imiş. Tüfeklerimizin mekanizmalarını söküp aldılar. Tüfekleri adeta bir sopa gibi kullanarak askeri eğitimimize devam ettik. Ne olup bittiğini de fazla bilemiyorduk. Sorup soracağımız kimse yoktu. Komutanlara da soramazdık. Bir süre sonra tüfeklerimizin mekanizmalarını geri verdiler ve normal düzene geçtik. Bu olay sırasında Hocaefendi nasıl bir tavır aldı, nasıl davrandı bilemiyorum. Ancak bu darbe girişiminde bulunanlara çok kızıyordu. Hatta muhabere okulu komutanına bile çıkmayı düşünüyordu. Onun böyle kritik meselelerden haberdar oluşunu sezerdim. Önemli kişilerle görüşürdü. Bu olayda kimin güçlü, kimin suçlu olduğunu biliyordu.
Bizim binbaşı Ali Elverdi doğruca Radyoevi'ne gidip orayı zaptetti. Askeriye içinde birbirine karşı olan birkaç grup Kızılay ve Yenişehir gibi yerlerde karşı karşıya geldiler, sürtüşmeler oldu. Telsizin başında olduğum için duyardım. "Hakkınızı helal edin biz gidiyoruz" diye söylerlerdi. Telsizle bütün birlikler çatışmaya çağrılıyordu.
Birlikler tamamen bir yere bağlanmak istemiyorlardı, adeta bir başı boşluk yaşanıyordu. Ordunun içinde olan bazı pazarlıkların yansıması gibi geliyordu bana, "kim üstün gelecek, kim idareyi ele alacak" mücadelesi veriliyordu. Başkaldıranlar bu fırsatı bekliyorlardı. Bölüklerin subayları karma karışıktı, nöbet tutmaya korkuyla gidiliyordu.
Talat Aydemir'in mahkemeleri bizim Mamak'taki askeri mahkemede oldu. Orada aynı zamanda askeri hapishaneler de vardı. Aydemir'in mahkeme süreci hakkında malumatımız olmazdı, ancak Fethullah Gülen Hocaefendi'den duyardık. O, tanıdığı bazı subaylarla konuşur, bilgi edinirmiş. Biz de ondan duyduklarımızla yetinirdik.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin acemilik dönemi geçirdiği Mamak'ta yaşanan Talat Aydemir hadisesini şöyle anlatıyor:
O sene Ankara'ya çok kar yağdı. Zaten Kasım ayında teslim olmuştum. Şubat ayında Talat Aydemir hadisesi(1) patlak verdi. Ve Mamak 15 bin mevcuduyla bu hadiseyi destekledi.
Malum, Talat Aydemir, 27 Mayıs İhtilalini destekleyenlerden. O sırada Kara Harp Okulu Komutanı. İhtilalde Harp Okulu'nun çok büyük desteği oldu. Talebeleri sokağa döktüler, radyoevini onlarla teslim aldılar,
Ankara'da asayişi onlarla temin ettiler. Yedeksubay Okulu da o zaman Mamak'taydı. Sokağa dökülenler arasında bunlar da vardı. Hatta, Muhabere Astsubay Okulu talebeleri için de aynı şey söyleniyordu. Bir yönüyle ihtilali bunlar yapmıştı. Cemal Madanoğlu ve Sıdkı Ulay gibi sola meyilli insanlar da bu ihtilali desteklemişlerdi. İhtilalden sonra Türkeş ve arkadaşlarını çeşitli yerlere ataşe olarak gönderdiler. Nasılsa Talat Aydemir kalmış.
Talat Aydemir, 27 Mayıs'ı yapanlara karşı yeni bir ihtilal yapma teşebbüsüne girdi. O zamanlar İsmet Paşa hâkim durumda. Talat Aydemir, Mussolini kafasında bir adam. Gelseydi, aynen Mussolini gibi hareket edecekti. O ve yakından onu destekleyenler tamamen diktatör insanlardı. Dinle diyanetle alakaları yoktu. Hatta maneviyatla alay ederlerdi.
İhtilâl teşebbüsü olmadan bir ay evvelinden hazırlıklara başlandı. Bize hakiki mermi verdiler. Karda kışta, tel örgü boyu nöbet tutuyorduk. Hele son günler iyice sıkıydı. Kar altında sekiz saat nöbet tuttuğumu biliyorum. Bir de Ramazan(2) ayı olduğu için, oruç tutuyorum. Yemek yeme fırsatı bulamıyordum. Cebime bisküvi koyar, içtimada subay bana doğru bakmıyorsa ağzıma bir tane atardım. Bu bazen sahur, bazen da benim için iftar olurdu. Namazlarımın çoğu nöbete denk geliyordu. Namazımı yine terk etmiyordum.
Son gece hepimiz pür heyecandık. Radyo Evini bir onlar, bir bizim taraf teslim alıyordu. Önce ihtilâl ilan ediliyor, ardından "asiler bastırıldı" deniyordu. 28. Tümen hükümet tarafındaymış. Tabii ki, biz bunun farkına daha sonra vardık. Üzerimize uçaklar uçmaya başladı. Niyetleri Mamak'ı ortadan kaldırmakmış. Bizim taraf teslim oldu.
Sabah umumî bir içtima yapıldı. İçtimada silahlar da yanımızdaydı. Ceza olarak silahlarımızın mekanizmalarını aldılar. Elimizde sadece boru gibi bir demir parçası kalmıştı. İki ay kadar da dışarıya çıkmama cezası verdiler. İki ay, muhabere ve temel eğitim kursları gördük.
Dışarıya çıkmadığım için, ben kendimi bütünüyle ibadete verdim. Kış geceleri uzun olduğundan erkenden mescide gidiyor ve gece geç vakitlere kadar ibadetle meşgul oluyordum. Duygu ve düşünce dünyamın iyice durulduğunu hissettim.
Bir gün bizi yine topladılar. "Size bir müjdemiz var" dediler. Hepimiz merakla bekliyoruz. "Mekanizmalarınızı iade edeceğiz." Tabii ki, pek sevinenimiz olmadı. Her sabah onları temizleyeceğiz diye canımız çıkıyordu. Yine böyle bir dönemin başlaması pek sevimli sayılmazdı.
Hocaefendi'nin hassas olduğu konular var mıydı?
Hocaefendi sadece askeriyenin yemeğini değil, çarşıya çıkınca lokantada da etli yemekleri yemezdi. Zira hayvanların kesimi konusunda şüpheleri vardı. Daha başka sebepler de olabilir. Beraber çarşıya çıktığımızda bildiğim kadarıyla çorba ve etsiz sebze yemeklerini tercih ederdi. Malum insanların niyeti ne ise akıbeti o olur. İttika ile hareket edildiğinde Yüce Mevla ona umulmadık yerlerden rızıklar ihsan ederdi. Garnizon içinde imkan buldukça eşi-dostu görmek, asker arkadaşları ziyaret etmek ve ihtiyaçlarını sormak için dolaşılırdı. Çarşı iznine çıktığımızda şehirdeki dostları ziyaret ederdik. Bu dostlar ziyaretimize gelir ve yanlarında yiyecek birşeyler de getirirlerdi. Sanıyorum Hocaefendi onların getirdikleriyle idare ediyordu. Veya ısmarlıyordu, tam bilemeyeceğim.
Çarşıya çıktığımızda genellikle Hacı Bayram Camii'ne gider orada namaz kılar, cemaatten tanıştığımız büyüklerle sohbet ederdik. Hocaefendi bu konuda hayli girişken idi. Ayrıca Hilal Mecmuası sahibi Salih Özcan, Hacı Bayram Camii civarında Urfalı terzi İbrahim Kaya (Alaaddin Kaya'nın babası), Kitapçı ve vaiz Said Özdemir, İskitlerde asker olan arkadaşımız terzi Cumali Koçak ve daha başkaları ile görüşülür sohbet edilirdi. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin özel olarak tanışıp görüştüğü kimseler de vardı. Onları ben bilemeyeceğim.
Fethullah Gülen Hocaefendi, yemek ve diğer konulardaki hassasiyeti konusunda şöyle anlatıyor:
"Tam istenen şekilde askerlik yapmadığım için "oranın yemeği bana helal olmaz" diye düşünüyor ve diğer bazı mülahazalarla askeriyenin yemeğini yemiyordum. Hatta giyeceğim elbiseyi dahi, bir asker talebeden satın almıştım. Bunlara dikkat ediyordum."
Hocaefendi ile ne kadar süreyle beraber oldunuz?
Askerlik süresince Ankara Mamak'ta acemilik döneminde 4-5 ay kadar beraber olduk. Çoğu zaman çarşı izinlerine beraber çıkardık. Birbirimizi tanımamız, istifadelerimiz ve samimiyetimizin ilerlemesi bu çarşı izinlerinde yaptığımız konuşma ve sohbetlerle oldu.
Ben telsiz operatörü olduktan sonra fazla görüşemedik. Daha sonra çavuş kursuna yazıldım ve telsiz operatör çavuşu oldum. O da yüksek sürat imtihanını kazanmıştı. Dağıtım kuraları da değişik zamanlarda oldu. O benden iki ay daha kıdemli olduğundan önce kura çekti ve tayini de İskenderun'a çıktı. Hocaefendi gittikten sonra camideki dini görevleri ben üstlendim. Hatta camie gelen bir Albay benim camide devamlı kalmam için teşebbüste bulunmuşsa da çavuşluğum bu işe engel oldu. Bizim de kura çekme günümüz geldi ve kura Mamak'ta bulunan 28. Tümen'e çıktı. Böylece usta askerlik dönemini de Ankara'da tamamlamış oldum. Askerliğimin geri kalan kısmını Tillolu müderris Molla Burhan ve Mısır Ezher mezunu İbrahim Değirmenci ile geçirdik.
Dağıtımdan sonra askerlik bitimine kadar Hocaefendi ile görüşemedim. Mektuplaşmamız da olmadı. Belki adresini almayı unuttum veya bulamadım.
Hocaefendi, eski Erzurum günlerine ait Alvarlı Efe hazretlerine ailecek bağlı olduklarını anlatırdı. Ona manen daha yakın olduğunu söylerdi.
Askerden sonra ne zaman görüştünüz?
Hocaefendi ile askerden sonra 6-7 yıl süreyle bir irtibatımız, görüşmemiz olmadı. Kendisi İskenderun'dayken ve askerlik sonrası Edirne'de bir sürü sıkıntılar yaşamış, başından bazı olaylar geçmiş. Ben de imam-hatip okulunu dışardan bitirmek için yoğun bir çalışma içine girmiştim. 1969'da Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nü kazandıktan sonra kendisiyle görüşmeye çalıştım.
Sungurlu'dan bir arkadaşım vardı. Bu arkadaşımın kardeşi İzmir Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuyordu. Maddi durumları zayıftı. Kardeşi için İzmir'den bir imamlık kadrosu arıyordu. Yaşar Tunagür Hoca'ya ulaşarak durumu açmıştı. O da İzmir'de Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmesini söylemiş. "İzmir'de Fethullah Gülen Hocaefendi'yi bulun, o size yardımcı olur" demiş. Bunun üzerine o arkadaşım bana "Hadi gel, İzmir'e gidelim, kardeşime oralardan bir kadro bakalım, sen de Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmüş olursun" dedi. Ben de bunu bir vesile sayarak ziyaretine gitmeye karar verdim.
1970 yılında, yaz mevsiminde o arkadaşımla İzmir'e gittik. Bulunduğu yeri sorup soruşturduk. Kampta olduğunu öğrendik. Bir arabayla Buca taraflarında bulunduğu kampa gittik. Güzel bir ziyaret oldu. İki saat kadar yanında kalıp sohbet ettik. İmamlık için kadro olup olmadığını sorduk. Kendisi ilgileneceğini fakat İzmir'deki müftülüğün nasıl bir cevap vereceğini bilemeyeceğini, ziyaretimizden çok memnun kaldığını söyledi. Kampın olduğu yer ormanlık ve sakindi. Talebelerle sıkı bir disiplin içindeydi. Derin bir ibadet neşvesi içinde gördüm oradakileri.
Çorum'da görevde bulunduğunuz sıralarda Hocaefendi'nin Çorum Konferansı'na gittiniz mi?
1973 yılında Yüksek İslam Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra Çorum'a bağlı Sungurlu'da müftülüğe başladım. Ben orada müftü iken 1977 yılında Hocaefendi Çorum'a konferans vermek için geldi. Orada verdiği konferansı dinledik, irticalen güzel bir konuşma yaptı. Kendisi ağladığı gibi insanları da ağlattı orada. İnsanımız ve gelecek nesillerin eğitiminden bahsetti. Orada geçen yıllara nazaran bir hayli mesafe almış olduğunu gördüm. Çok etkili konuştu, dinleyenler de çok memnun kaldılar. Konferans bittikten sonra hemen Ankara'ya yetişmek için yola çıktı. Ben de kendisine Sungurlu'ya kadar arabada refakat ettim. Epeyce konuştuk, hasret giderdik. Ben kendisine "halâ evlenmiyor musun?" dedim. O da cevaben "Yusuf hocam evlenmeye elim değmiyor" dedi.
Başka ziyaretleriniz oldu mu?
1979 yılının Temmuz ayında babam Hacı Ahmet Bilgin'le beraber ziyaret etmek maksadıyla İzmir'e gittik. Hocaefendi'nin kaldığı yeri bulduk. Yanına girmek için isimlerimizi vererek müsaade istedik. Çünkü o günlerde ağır bir bel ağrısına yakalanmıştı, devamlı sırt üstü yatıyordu. Sanıyorum belinde disk kayması meydana gelmiş. Çeşme'de bir evde kalıyordu o zaman.
Babamı da yakından tanıdığı için bize müsaade edildi ve odasına girdik. Gerçekten hastalığı oldukça ızdırap verici idi. Bize özür dileyerek "sizi böyle karşılamak istemezdim" dedi. Oturup konuştuk. Bize izzet-i ikramda bulundu. Fazla rahatsız etmek istemiyorduk. Sonra bize bir araba tahsis ederek İzmir'de gezmemizi sağladı. O zaman sanıyorum şimdiki Yamanlar Koleji'nin inşaatı devam ediyordu. Orayı gördük. Orada güzel bir şey anlattılar bize. Adamın biri okul inşaatının yanına 10 ton demir yıktırmış. Telefonla okul şantiyesine arayarak "inşaatınızın yanına demir indirdik, sahip olun" demiş ve ismini vermeden telefonu kapatmış. Bu durum bizi bir hayli duygulandırmıştı o zamanlar.
Fethullah Gülen Hocaefendi, belindeki disk kayması ile ilgili şöyle anlatıyor:
İhtilalden (12 Eylül 1980) bir sene kadar evvel disk kayması sebebiyle yatağa düştüm. Belim çok acı veriyordu. Çeşme'de kaldığım evde yirmi gün kadar ayağımı dahi kımıldatamayacak şekilde yattım.
Ebedi Risalet Sempozyumu'nda beraber olmuşsunuz, anlatır mısınız?
Fethullah Gülen Hocaefendi 90'lı yıllarda Ebedi Risalet Sempozyumları tertip etmeye başladı. Abdi İpekçi Spor Salonu'nda yapılan ilk Sempozyuma (19-22 Eylül 1991) biz de gitmiştik. Salon hınca hınç doluydu. Yurt içinden ve dışından birçok akademisyen orada konuşma yapmıştı. Hocaefendi o sempozyumu bizzat takip ediyordu. Dört gün süren sempozyumun son gününde yine gittik. Hocaefendi'yi biraz geriden gördüm. Kendisine küçük bir pusula yazarak görüşme isteğimi ilettim. Hemen beni yanına davet etti. Son oturumu beraber takip ettik. Oturum başkanı Prof. Dr. Salih Tuğ; "Eğitim örgün ve yaygın olmak üzere iki kısma ayrılır. Örgün eğitim resmi prosedüre uygun, kariyer sahibi insanlar tarafından verilir, yaygın eğitim ise rahle tedrisatı olarak yapılan resmi bir unvan taşımayan, fakat halk arasında sayılan sevilen ilim adamları tarafından verilir. Günlerdir burada örgün eğitim mensupları konuştu, bir de yaygın eğitim mensubu konuşsun" diyerek Fethullah Gülen Hocaefendi'yi kürsüye davet etti. O da kürsüye kadar gitti ve mikrofonu eline alarak izleyici ve konuşmacılara katkılarından dolayı bir teşekkür konuşması yaptı. Bu konuşmanın ardından canlı olarak İnegöl Mehter takımının gösterilerini gözyaşları içinde izledik ve öylece sempozyum sona erdi.
Hocaefendi'yi evinizde hiç misafir ettiğiniz oldu mu?
Hocaefendi'nin bizim ailemize karşı büyük bir sempatisi vardır. Halen bu sevgi devam etmektedir. Bilhassa babam Hacı Ahmet Bilgin'e karşı manevi bir sevgi ve saygısı vardır. Hatta 80'li yıllarda sıkıyönetim dolayısıyla aranma durumu olduğu günlerde herhalde Erzurum'a gidiyormuş, Hocaefendi Yozgat civarında babam Ahmet Bilgin'i yol kenarında fark ediyor. Hemen arabasını geri geri getirerek ayaküstü biraz konuşuyorlar. Sonra yoluna devam ediyor. Babamla ayrı bir bağları vardı. 1989 yılında Üsküdar Valide Sultan Camii'nde Cumaları vaaz ederken vaazına gitmiştim. O zaman vaazdan sonra kısa bir görüşmemiz ve sohbetimiz olmuştu. Kendisini evimize davet ettim. "Zat-ı âlinizi Bursa'ya bekliyoruz" dedim. "İnşallah yolum Bursa'ya düşerse, bir mani olmazsa gelirim" dedi. Ama imkanlar elvermedi, bir türlü evimize gelemedi, şimdi çok uzaklarda...
[1] 22 Şubat 1962'de İstanbul merkezli olarak başlayan ve birçok ildeki Ordu teşkilatlarına kadar yayılan binlerce subayın yer aldığı ilk müdahale girişimi gerçekleşir. 22 Şubat günü Ankara'da bulunan Tank Okulu, Süvari grubu, 229. Piyade Alayı, Muharebe Okulu, Zırhlı Birlikler Eğitim Merkezi ve Jandarma Okulu harekete geçerek Ankara'nın kontrolünü ele geçirirler. Harekete geçen birlikler TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı'nın önündeki alanı da kontrol altına alırlar. Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarında komutanlar emir verecek birlik dahi bulamamaktadırlar. Siyasiler arasında da büyük bir hareketlilik yaşanmakta, milletvekilleri ve senatörlerin çoğu büyük bir panik içinde Ankara'dan kaçma telaşı içindedirler.
[2] 1962 Yılında Ramazan ayı 6 Şubat ile 8 Mart tarihleri arasında olmuş.

  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 17:11   #14
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Mamak Günleri: Ahmet Bezirci Anlatıyor



Kendiniz hakkında bilgi verir misiniz?




Konya'da 03.05.1940'da doğdum. Ailem Bezirciler ailesine mensuptur. Süleyman, Abdülbaki ve Mithat olmak üzere 3 erkek çocuğum var.
1975 yılında sanayide Bezirci dedelerimizden kalma arsa üzerine Bezirci Hacı Veli Ağaç Vakfı'nı kurduk. Vakıf bünyesinde 60 kadar dükkan yaptırdık. Dükkanların geliri ile 40-50 kadar talebenin okutulmasıyla, yeme içme, giyim ve barınma masraflarını karşıladık. 1975'ten beri bu vakfın idaresinde bulunarak hizmetlerimizi devam ettirdik.
Bunu müteakiben Konya'da 1976 yılında arkadaşlarla Sarıcalar Toprak-Su ve Arazi Islahı Kooperatifi'ni kurduk. 1996 yılına kadar kooperatifte yöneticilik yaptım.
Yine arkadaşlarımızla Meram ve Karatay Hizmet Edenler Derneği'ni kurduk. Bu dernek çerçevesinde üç adet kız Kur'an kursunu hizmete soktuk. Bunlar, Kara Kayış, Kozağaç ve Mengene kız Kur'an kurslarıdır. Bu kurslarda ilkokulu bitirmiş ileri seviyede okuma durumu olmayan kız çocuklarımıza hizmet veriliyor. Ben de bunların hizmetlerine koşmakla günlerimi geçiriyorum.
Kaç yılında asker oldunuz? Askerlik öncesinde Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıyor muydunuz?1960 yılında asker oldum. Hocaefendi'nin adını daha önce duymamıştım. Kendisiyle askerde tanıştık. Muhabere alayının küçük bir camii vardı. Orada namaz kılma esnasındaki karşılaşmalarımızda tanıştık. Ben ondan bir sene önce gelmiştim askere. Askerliğimin ustalık dönemini geçiriyordum. Gayet temiz bir giyimi vardı. Titiz davranırdı. Ciddi bir duruşu ve tok bir ses tonuyla konuşmaları etkileyici idi.
Askerlik süresince ne kadar beraber oldunuz? Beraberliğiniz sadece acemilik döneminde mi oldu? Sonraki yıllarda görüşebildiniz mi?Askerlik süresince Hocaefendi ile 4 ay arkadaşlığımız oldu. 2 ay eğitim, 2 ay da kursta beraber olduk. Hocaefendi eğitim yerinden sonra bizim tabura, çavuş teknisyen kursuna geldi. İki ay boyunca muhabere ve yüksek sürat kursunda kaldı. Subaylar kurs verirlerdi. Ben de o zaman kurs eğitmen yardımcısı idim. Kurs devam ederken Hocaefendi'yi dersane kıdemli yardımcısı seçtik. Böylece biraz hafifletmiştik kendisini.
Hocaefendi'nin dağıtımı geldiğinde benim de terhis olacağım günler yaklaşmıştı. O İskenderun'a gitti. Ben de bir ay içinde terhis olup memleketim Konya'ya döndüm. Askerlik bitiminden sonra uzun yıllar kendisiyle görüşemedim ve mektuplaşmamız da olmadı.
Hocaefendi İskenderun'da askerliği bittikten sonra Konya'ya uğramış. Bizim eve kadar gelerek beni ziyaret etmek istemiş. Evde annem vardı. Ben yaylaya gittiğimden evde değildim. Annem Hocaefendi'yi misafir edip bir şeyler ikram etmiş. Böyle bir görüşme imkanını kaçırmış oldum. Çok vefalı bir arkadaş, bir dost ve Hocaefendi idi. Bizim eve gelip beni arayıp soracak kadar hassasiyetini göstermişti.
Bir asker arkadaşı olarak sizinle ve çevresiyle münasebetleri nasıldı?Ankara Mamak Muhabere Okulunda A ve B blokları arasında 4 adet dersane vardı. Alay komutanı Lütfi Aral idi. Dersanelerin etrafını ağaçlandırmak istiyorduk. Birgün komutanımız geldi ve "Bezirci, ağaç fidanlarının bulması benden, bakması da senden" diyerek bana ağaç dikimi konusunda emir verdi. Bir kaç gün içinde bir sürü ağaç fidanıyla geldi. Arkadaşlarla dersanelerin etrafını bir güzel ağaçlandırdık. Ağaçlar kısa zamanda yetişti ve yeşillenmeye başladılar.
Yine bir gün bu ağaçlarla çevirili dersanede Hocaefendi ile otururken Alay komutanı oradan geçmekte idi. Ağaçları görünce durdu ve incelemeye başladı. Çok hoşuna gitmişti. Yanındaki askerlerden birini göndererek beni çağırttı. Hemen gittim ve tam tekmil selam verdim kendisine.
Alay komutanı bana "Ağaçları güzel bakmışsınız, yetişmişler, güzel olmuş, tebrik ederim. Buraya senin ismini verelim, bir levhaya ismini ve memleketini yaz" dedi. "Emredersiniz komutanım" diyerek dersaneye döndüm. Hocaefendi hâlâ orada oturmuş beni bekliyordu. Yanına geldiğimde yüzümdeki sevinç ifadesinden olacak ki, bir değişiklik olduğunu anladı ve tok sesiyle "Hayrola Ahmet abi, bu sevincin sebebi nedir?" dedi. Ben de komutanın dediklerini ve durumu anlattım.
Hocaefendi beni dinledikten sonra "Ahmet abi, Ahmet abi! İsimsiz kahraman olalım, isimsiz kahraman olalım" diye üstüne bastıra bastıra konuştu. Bu davranış ve sözlerini hiç unutamıyorum. "İsimsiz kahraman olmak!" ne demekti... Uzun süre kendimce düşündüm...
Namazları nasıl kılardınız? Bununla ilgili hatıralarınız var mı?Namazları eğitim aralarında kılmaya çalışırdık. Çoğu kere vakit darlığından yalnız kılar yine eğitim sahasına dönerdik. Bazen cemaat olacak kadar arkadaş olursa beraber kılardık. Ancak beş vaktini tam olarak kılan fazla arkadaş yoktu.
Hocaefendi bir gün üç arkadaşıyla kışlanın camiine namaz kılmaya geldi. Yanındaki arkadaşlardan biri namaz kıldırmak için imamlığa geçti. Namaza başlarken üç defa tekbir aldı. Arkadaşlarımızdan biri rahmetli Nail Yalçın (vefat etti) üç defa tekbir alan imama kızdı. "Hoca ne yaptın, üç defa tekbir aldın, farkında mısın?" dedi. Namazdan sonra Hocaefendi'nin arkadaşı olan imam dedi ki: "Abi Vallahi Kâbe'yi göremediğim için tekbiri üçledim" diye cevap verdi.
Hocaefendi'nin hizmetlerini nasıl karşılıyorsunuz?Fethullah Gülen Hocaefendi, Allah rızası için insan yetiştirmek, insanların dünya ve ahiret saadetleri için kendini yok edecek derecede çalışan farklı bir insandı. Yeri doldurulmayacak gayretleriyle temayüz etmiş ve kendini eğitime adamış bir insandı. Allah, o ve onun gibilerin sayılarını arttırsın, hizmetlerini daim etsin...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 17:21   #15
Kullanıcı Adı
BlueMoon
Standart
evet nadi ersoyu tanıyorum. ben de edineliyim. Hatta nadi ersoyla 3 ay önce görüştüm. Selimiye camiini günde yüzlerce kişiye bıkmadan usanmadan anlatıyor.
BlueMoon isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 17:28   #16
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Hüseyin Top


Hüseyin Top Kimdir?

Ben Erzurum'un Sığırlı köyündenim. Dedemin ismi Selim Ağa, babamın ismi Şerif, annemin ismi Emine Hanım'dır. 1931 yılında doğmuşum. Dördü erkek, ikisi kız olmak üzere 6 kardeştik biz. Kardeşlerimizden dördü vefat etti. Vefat edenlerin üçü erkek, biri kızdır. İkisi benden büyük ağabeyim Sırrı ve Sıddık Edirne'de, diğeri benden küçük olan kardeşim Rıfkı da Erzurum'da öldü. Ben dört numarayım. Benden büyük Naime adındaki ablamız Erzurum'da öldü. Şimdi bir ben varım, bir de en küçük kız kardeşimiz Sabiha var.
Küçükken Erzurum'da hafızlık çalışmaları yaptım. Arapça okumak için Erzurum'un Horasan kazasına bağlı Yüzveren köyüne gittim. 1946'dan 1951'e kadar orada okudum. Hafızlığımı bitirip, Arapça'yı iyice öğrendikten sonra 1951 yılında İstanbul'a geldim. İstanbul'u medh ü sena ediyorlardı. Biraz talim terbiye edinelim, İstanbul'un şivesini ve ilmi çevresini öğrenelim diye gelmiştim. Fatih'te Üstbaş Medreseleri vardı, oraya yerleştim. Bir kaç arkadaş edinmeme rağmen vaziyet hoşuma gitmedi. O sırada yaşım yirmiye geldiğinden emsalim askere gitmeye başladılar. Ben de askere gitmeye karar verdim ve Fatih Askerlik Şubesi'ne gittim. Oradaki memura 'ben Erzurumluyum, Fatih'te talebeyim, emsalim askere gitmeye başladı, ben de askere gitmek istiyorum' dedim. Orada şube başkanı bir albay vardı. Bana bir yazı verdi ve 'bunu postaya at' dedi. Erzurum'dan benim sevkimi istemiş, bir hafta on gün sonra sevk geldi. Hemen beni orada giyindirdiler. 1 Kasım 1951 günü idi, ben asker oldum. Önce Sirkeci'ye geldim, oradan trenle Hadımköy Yasıveren Askerî Birliği'ne gittim. Askerde beni şoför kursuna seçtiler. Davutpaşa'da şoför kursu teşkilatı vardı, biz tekrar İstanbul'a geldik. Kurs devam ederken yıl 1952 olmuştu.
Bu arada 1952 yılında Erzurum'da şiddetli bir deprem oldu. Zelzelede ismi geçen köylerin arasında bizim köy de vardı. Bu sebeple bize askerden 90 gün izin verdiler. Köyümüze gittim, bir baktım ki, karların altında, çadırlarda insanlar perişan vaziyette. Yapacağım fazla bir şey yoktu, 90 gün izin de var. Ne yapayım derken daha önce gittiğim Horasan'daki medreseye gitmeye karar verdim. İki aydan fazla orada kaldım. İznimin bitmesine yakın yola çıktım ve tekrar İstanbul Davutpaşa kışlasına döndüm.
Erzurum'dan geldiğimde dağıtımlar yapılmış, herkes bir yerlere gitmişti. Bana 'senin birliğin Trakya sınır tugayı, oraya gideceksin' dediler. Elimize bir sevk kâğıdı verdiler, eşyalarımı aldım ve trenle Edirne'ye doğru yola çıktım. Karaağaç'ta trenden indim. Hemen tugay binasına gittim, bizi bölüklere dağıttılar. Bana Babaeski istihkâm taburu, üçüncü bölük düştü. Üçüncü bölük Edirne'de köprüleri bekliyordu. Ne kadar köprü varsa 7-8 asker köprüleri kontrol ediyordu. Savaş olursa köprülerin tahrip kalıplarını havaya uçurup düşmanın geçmesini engellemek içindi. Şimdi onları hep kaldırdılar.
Edirne'nin içinde Saraçhane Köprüsü, tam köprünün başında da Saraçhane Camii isminde küçük bir cami vardı. Caminin kapısı devamlı açık, bir minaresi, içinde de üç beş kilim vardı. İmam ve müezzini yoktu. Ben namazlarımı o camide kılıyordum. Bir iki defa da minarede ezan okumuştum. Etraftan duyanlar merak etmişler, camiye yeni imam mı geldi diye. Ezanı duyan birkaç insan camiye gelmiş. Beni görünce anladılar ki ezanı okuyan bir asker, imam falan yok. Biz tabii işi ilerlettik, o camiye gelen üç beş insana ben namaz kıldırmaya başladım. Bir yandan çekiniyorum, üzerimde asker elbisesi var, ne de olsa askerim. Bizim tugay komutanı gelmiş oraya. Onun bir arkadaşı varmış cemaatten. O adam bizim tugay komutanına 'bizim camimizin imamı yok, burada bir asker var, kendisi hafızdır, Kur'an okuyor, bize namaz kıldırıyor, müsaade ederseniz bize serbestçe namaz kıldırsa' diye izin istemiş.
Bir gün yine namazı kıldık, namaza gelen ihtiyar bir amca vardı. Bana 'komutan seni kahvede bekliyor, gel oraya gideceğiz' dedi. Hemen kendimi toparladım, nizam ve intizama girdim, komutanın huzuruna gidip hazırolda selam durdum. Komutan 'oğlum sen hoca mısın?' dedi. 'Efendim namazlarımı kılmaya çalışıyorum' dedim. 'Senin bölük komutanına söyleyeceğim, bundan sonra bu amcalarla beraber camiye serbestçe gidip geleceksin' dedi. Allah kendisinden razı olsun, bize böyle bir iyiliği olmuştu o komutanın.
Pazartesi oldu. İçtima esnasında bölük komutanı geldi. 'Kimmiş bakayım şu hoca?' dedi. Ben yine 'hoca değilim ama camide namazlarımı kılıyordum komutanım' dedim. Yazı falan vermediler ama 'nöbetlerini aksatmamak şartıyla namaz vakitlerinde camiye gidebilirsin' dedi. Böylece Saraçhane Camii'nde askerdeyken 13 ay imamlık yaptım.
Askerdeyken Ramazan ayı gelmişti, yine camide namaz kıldırıyorum. Ramazan dolayısıyla vaaz etmeye başladım. Başımda takkem, sırtımda da cüppem vardı. Namazdan sonra herkes ihtiyar bir adamın elini öpüyor. Ben de gittim elini öptüm. Dediler ki; 'bu adam Edirne'nin müftüsüdür.' Bana 'aferin oğlum, sen hoca mısın? nerelisin, ne kadar kaldı askerliğin bitmesine' diye sorular sordu. Ben de 'Erzurumluyum, 20 gün falan kaldı hocam askerliğimin bitmesine' dedim. 'Oğlum, söyle memleketteki anne babana, sen burada kal, sana vazife vereceğiz' dedi. Neyse askerliğimin bitmesine üç beş gün kalmıştı. Baktım birkaç adam geldi ve beni alıp müftülüğe götürdüler. Müftü Edirne'de mutlaka kalmamı ve beni imtihan edip vazife verilmesini istemiş. Müftülükte İbrahim Akın Bey'le Hasan Bey vardı, onlarmış beni gelip alan. İmtihana girdik ve kazandık, arkasından askerliğimiz 1 Kasım 1953'te bitti ve teskereyi aldık.
Müftülükten beni hemen imamlığa tayin ettiler. Şaştım kaldım tabii, 'memlekete gideceğiz' derken birden Edirne'de kalıverdik. Dedim ben bir istihare yapayım. Yattım, öyle güzel bir rüya gördüm ki; elimde bir sabun, ellerimi yıkıyorum. O sabun öyle köpürdü ki böyle bembeyaz oldu kabardı. Bir de ağzımı yıkayayım, köpükler yere düşmesin dedim. O köpük öyle büyüdü, öyle büyüdü ki ağzımda yüzümde.. beni boğacak hale gelmişti ki hemen uyandım. Kitapta der ki; 'beyaz bir şey görürseniz hakkınızda hayırdır.' Kendi kendime tefsir ettim. 'O sabun ve köpük benim ömrümdür, bu köpükler yavaş yavaş nasıl eriyip gidiyorsa benim ömrüm de herhalde Edirne'de geçecek' dedim. Hakikaten de askerliği de sayarsak 1951 yılından beri 55 senedir Edirne'deyiz.
1953 yılında imamlığa başladık Edirne'de. Dört sene bekar kaldım. Her sene Erzurum'a, memlekete izne gittim, hiç memlekette kalayım demedim, yine döndüm geldim. 1956 yılının Mayıs ayında evlendim. Edirne'de bize münasip bir ailenin kızı teklif edildi, biz de kabul ettik. Kayınpederin üç kızı varmış, ikisi evlenmiş, yanlarında kalan en küçüğünü bize münasip görmüşler. Bir dua ve mevlitle düğünümüz oldu. Eşimin adı Ayşe Hanımdır. Cenabı Hakka şükürler olsun bizi temiz bir aileye düşürmüş, 48 senedir evliyiz elhamdülillah.
1958 yılında Ankara'da vaizlik imtihanına girdim ve imtihanı kazandım. Vaizlik ve müftülük imtihanlarını Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu yapardı. Şimdi Din İşleri Yüksek Kurulu diyorlar. Kurul başkanı Fehmi Başol vardı. Hasan Hüseyin Erdem, Şükrü Eren, Elmalılı Hamdi, Kamil Miras Efendiler vardı o zaman Müşavere ve Fetva kurullarında. Bu alim adamları ben hep gördüm, bizi imtihan etmişlerdi. İmtihan üç gün sürdü. Birinci gün hadis ve ayet, ikinci gün fıkıh meseleleri, üçüncü gün de itikad konularından sordular. Bunlardan başarılı olursak yazılı imtihana alıyorlardı. Hafız olduğumdan benim ibare okumam çok iyiydi.
Fethullah Hocaefendi de 1959 yılında vaizlik imtihanını kazandı. Ona imtihanı kazandığına dair müjdeyi ben vermiştim. Bir sene önce de o bana kazandığım vaizlik imtihanının müjdesini vermişti.
Vaizlik ve imamlık kadrolarından iki maaş alıyordum. Vaizlik ve imamlık görevlerini bir arada yapabiliyordum. 1965 yılında teşkilat kanunu çıktı. Bu kadrolar devlet memuru oldu. Emekliliği, maaşı ve sigortası vardı. Diyanet'ten bize 'kadroların birini tercih ediniz' denildi.
Yaşar Tunagür Hoca bizi 1960 yılında Selimiye Camii imamlığına almıştı. Teşkilat kanunu nedeniyle ben de imamlığı bıraktım, 1972 yılına kadar fahri olarak devam ettirdim. 1972 yılından itibaren de vaiz olarak devam ettik. Yaş haddinden dolayı 1995 yılında 65 yaşında vaizlikten emekli oldum. Hani 'hocanın rahmetlisi olur ama emeklisi olmaz' diye bir söz vardır. Ben de yine sağlığım elverdiği ölçüde sohbet ve vaazlarıma devam ediyorum.
Ben Edirne'de Allah kabul etsin, hizmet için kaldım. 65 yaşında emekli oldum, hâlâ da gücüm yettiğince birşeyler yapmaya, vaaz ve sohbetler etmeye devam ediyorum. Hiçbir zaman ağzımdan 'ben emekli oldum, köşeme çekilip keyfime bakacağım' lafı çıkmadı. Her Cuma vaaz ediyorum, çağrılan yerlere gidip sohbet ediyorum. Diyanet de zaten bu kolaylığı emekli olanlara sağlıyor. 'Her zaman elemanımızdır sohbet ve vaaz edebilir' diye müsaade ediyorlar.
Edirne'de Şükrü Paşa Mahallesi'nde oturuyoruz. Şükrü Paşa bizim ana tarafından dedemiz olur. Osmanlı zamanında Edirne Müdafii imiş. Şükrü Paşa Anıtı da bize çok yakındır. Şimdilik burada bir cami yaptırma işiyle meşgul oluyorum.
Benim iki oğlum ve bir kızım var. Kızımın adı Emine olup Saim Yuva Bey'le evlidir. Saim Bey o zaman İstanbul'da Ülker Fabrikasında alım satım müdürü olarak çalışıyordu. Henüz daha 12 Eylül 1980 ihtilali olmamıştı. Hocaefendi daha serbest gezebiliyordu. O zaman (1980 yılında) benim kızı Saim Bey'e istemek için 20-30 araba ile geldiler. Nişan, nikah hepsi bir arada yapıldı. Bizim evde ve İsmail Gönülalan Bey'in evinde misafir ettik gelenleri. Her iki ev tamamen doldu misafirlerle. Düğüne de geldi Hocaefendi, ama artık ihtilal olmuştu. Sanıyorum 1981 yılı idi. Sıkıyönetim ve ihtilal dönemi idi. 'Hiç kalabalık yapmayalım' dedi. Üçşerefeli kalabalık olur diye daha aşağılarda Yıldırım Beyazıt Camii'nde küçük bir merasim yaptık. Camiin bahçesinde birkaç asırlık koca bir çınar ağacı var, onun altında bir konuşma yaptı. Kızımın biri kız, bir erkek olmak üzere iki çocuğu oldu. Kız Edebiyat Fakültesi'ni, erkek olan da İktisat Fakültesi'ni bitirdi.
Hocaefendi benim torunlarımın sünnet merasimlerine de geldi. Sünnet düğünleri Edirne'de Kervansaray Oteli'nde yapıldı. Hocaefendi çok rahatsız olmasına rağmen kalktı geldi. Doktorları 15 gün mecburî istirahat etmesini söylemişler. Kalkmış 'o yolda öleceğimi bilsem ben Edirne'ye gideceğim, söz verdim Hüseyin Hoca'ya' demiş.
Büyük oğlum Adnan Top, ilahiyatı bitirdi. Edirne İmam Hatip Okulu'nda 9 sene müdürlük yaptı. Bazı meseleler yüzünden müdürlükten aldılar. O da normal öğretmenliği bıraktı ve Antalya'ya gitti. Orada benim damadım var, adı Saim Yuva. Onun yanına gitti, orada onun iş yerlerinde birkaç sene çalıştı.
Oğullarımın ikisi de Hocaefendi'nin yanında kaldılar. Küçük oğlumun ismi Mehmet Şerif Top'tur. Onu ilkokulu bitirince hafızlığa başlattım ve hafız oldu. İmam Hatip'in orta kısmını bitirdikten sonra Edirne Lisesi'ne geçti ve oradan mezun oldu. Üniversiteyi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni kazandı. Orayı bitirdi, ardından 4 sene daha ihtisas okudu. Sinir veya psikiyatri üzerine uzmanlık yaptı ve doktor oldu. Tayini Kars'a çıktı ve oraya gitti. Kars'taki vazifesi bitince Çorlu Devlet Hastanesi'ne geldi, şimdi Çorlu'da bulunuyor.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile Akrabalık
Hocaefendi'nin annesi bizim köyden Korucuk köyüne gelin gitmiştir. Bu yüzden Hocaefendi Korucuk köyündendir.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin annesinin büyük dedesi ile benim dedem kardeştir. Akrabalığımız buradan geliyor. Benim büyük dedemin adı İbrahim Ağa, Hocaefendi'nin annesinin büyük dedesinin adı da Hamit Ağa'dır. Biz onların torunlarıyız. Sığırlı köyünde bizim sülalenin ayrı bir yeri vardır.
Hocaefendi'nin annesinin dedesi Hamit Ağa'nın, Ali Bey adında bir oğlu varmış. Ali Bey'in altı çocuğu olmuş. Bunlar, Ahmet (Hocaefendi'nin dedesi), Mehmet, Mustafa, Abdüssamed, Selim ve Fatma adlarındaki çocuklardır. Şam tarafında oturan bir oğlu daha vardı ama adını hatırlamıyorum, Mustafa ise Samsun'da oturuyordu.
Şam tarafında oturan bir oğlu daha vardı ama adını hatırlamıyorum, Mustafa ise Samsun'da oturuyordu.
Ahmet Ağa'nın (Hocaefendi'nin dedesi) bir oğlu iki kızı vardı. Oğlu Abdürrezzak, kızları Refika ve Rafia hanımdır. Ahmet Ağa 1960 yılında ve 97 yaşında vefat etmiştir. Mezarı Sığırlı köyündedir.
Ben Erzurum'da iken Hocaefendi'nin en küçük amcası olan Seyfullah Efendi ile görüştüm. Seyfullah Efendi, Hocaefendi'nin dayısı olan Abdürrezzak Efendi'nin bir kızıyla evlendi. Görüştüğümüzde 'ben Fethullah Hocaefendi'nin amcasıyım' demişti.
Hocaefendi ile çok yakın olmasak da çok uzak da değiliz birbirimize. Erzurum'da hiç karşılaşıp görüşmedik. O, Erzurum'da okumuş, ben ise Horasan kazasına bağlı Yüzveren köyünde 1946'dan 1951'e kadar beş sene oradaki medreselerde okudum. O zamanlar Hocaefendi daha ilkokula yeni başlamış.
Hocaefendi'nin babası çiftçi idi, sonradan kendini yetiştirmiş, okumuş ve imam olmuş. Bizim Erzurum'un Alvarlı Mehmet Efendi adında manevi bir direği vardı. O Alvarlı hazretleri bizim köyden evlidir. Oğlu Seyfettin Efendi, torunu Sadi Efendi de bizim köyden evlendiler. Benim hafızlığımın duasını Alvarlı Efe hazretleri yapmıştı, Allah kendisinden razı olsun. Alvarlı'nın kendisi, oğlu Seyfettin, torunu Sadi Efendi aynı yerde gömülüdürler. Vefatları da hep Mart ayına denk gelmiştir.
Hocaefendi Erzurum'dan Ayrılmaya Karar Veriyor
Hocaefendi'nin Erzurum'dan ayrılışının sebepleri var. Neden Hocaefendi Erzurum'dan ayrılıyor da Edirne'ye geliyor? Bunlar mühim meseleler... Hocaefendi'nin rahmetli babasından bizzat kendim dinledim. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. 1963 yılında Hocaefendi askerdeyken İskenderun'da ziyaret ettikten sonra Edirne'ye bizim yanımıza gelmişti. Hatta o sırada İskenderun'da Ramiz Efendi'yi içeri almışlar. Bizi ziyarete geldiğinde anlatmıştı.
Hocaefendi Erzurum'da Kurşunlu medreselerinde 20-30 talebe ile beraber okuyor. Hocalarının ismi Osman Bektaş'tır. Tortum'lu olup Erzurum'un vaizlerindendir. Fıkıh ilmini çok iyi bilir. Arapça öğretmek için alet ilmi dediğimiz sarf nahiv gibi ilimleri okutuyor. Fethullah Hocaefendi talebeler içinde çok zeki ve çalışkan. Osman Bektaş Hoca ona daha fazla itimat ve ihtimam gösteriyor. Talebeler arasında bilemedikleri bir şey olduğu zaman hocaya soruyorlar. Osman Bektaş Hoca da 'siz onu Fethullah'a götürün o size anlatır, izah eder' diyor. İşte böyle Hocaefendi daha fazla sevilmeye başlıyor. Ama talebeler arasında bir çekememezlik ve kıskançlık baş gösteriyor. Talebeler arasında bir sürtüşme oluyor. Tabii Fethullah Hocaefendi'nin canı sıkılıyor.
Bir gün annesine 'Anneciğim ben Evliya Çelebi gibi bu Erzurum'u terkedip gideceğim, seyahate çıkacağım' demiş. 'Oğlum nasıl olur, nereye gideceksin bu halinle tek başına?' demiş annesi. Hocaefendi: 'Ben Arap memleketlerine gideceğim, Şam, Bağdat, Mısır'da Ezher gibi yerlerde okuyup arapça ve Kur'an ilmimi geliştirmeye niyetlendim' demiş.
Hocaefendi Erzurum'dan çıkmaya kararlı olduğunu söyleyince rahmetli annesi -halamız oluyor- oğlum diyor: 'Sen böyle nereye gideceksin, vesait yok, yol yok. Bizim de gücümüz yok ki, sana para verelim de sen seyahat edesin. Senin canın sıkıldı belli. Gel sen Edirne'ye git. Orada dayımızın oğlu var. Onunla beraber Ramazan'ı orada geçirirsin. Buradaki işler de yatışır, sen de inşallah bayramdan sonra döner gelir, okumana devam edersin' demiş. Hocaefendi de annesinin sözünü tutuyor ve 'tamam anne ben Hüseyin Efendi'nin yanına gideceğim, Ramazan'ı beraber geçirip döneceğim' diyor.
Molla Kaya Anlatıyor
Hocaefendi'nin medreseden arkadaşı vardı Molla Kaya adında. Bizim köye imam olmuştu. Ondan dinlemiştim. Hocaefendi'ye ait bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Fethullah Efendi medreseden benim talebe arkadaşımdır. Osman Bektaş Hoca bize ders veriyordu. Rahle üzerinde çalışırdık. Hoca kitaptan ders yapıyor biz de halka şeklinde olmuş dinliyoruz. Fethullah Efendi ise Hocanın arkasında kalmıştı. Orada dersten ayrı başka bir kitap karıştırıyor. Hoca bunu görünce 'Hey Fethullah Efendi ben burada gırtlağımı patlatıyorum, sen orada oturmuş başka şeylerle uğraşıyorsun' diye çıkıştı. Fethullah Efendi de: 'Hayır hocam, benim kulağım sizde, ben sizi dinliyorum' dedi. Hoca, 'nasıl olur kulağın bizde? Madem kulağın bizdeydi anlat bakalım verdiğimiz dersi' dedi. 'Neresinden anlatayım hocam?' dedi. Osman Hoca da 'başından geldiğimiz yere kadar anlat' dedi. Bunun üzerine Fethullah Efendi dersi başından sonuna kadar bir güzel anlattı. Bu arada Osman Hoca hayret eder bir vaziyette başını sallıyor. 'Bu çocukta başka bir zeka var' dedi.
Hocaefendi'nin Edirne'ye İlk Gelişi
1953 yılında askerlik bitince orada imamlık yapmaya başladım. Benim askerden sonra Edirne'de kaldığımı Erzurum'da herkes duydu. Sanıyorum Ramiz eniştemiz, bu nedenle Hocaefendi'yi benim yanıma göndermeye karar veriyor.
Sene 1957, Ramazan ayı yakındı. Hocaefendi Edirne'ye geldiğinde harmanlar vardı, ekinler toplanıyordu. Biçilme zamanı bitmişti, düven yapıyorlardı. Hocaefendi Edirne'ye gelince imtihan yaptık, Ramazan'da imamlık yaptı. Askerden sonra 1953'ten 1957'ye kadar dört seneden beri Edirne'de imamlık yapıyordum. 1956 yılında evlenmiştim, Hocaefendi 1957 yılında geldiğinde bizim çocuk yeni doğmuştu ve onu kucaklayıp severdi.
Hocaefendi'nin Erzurum'dan ne ile geldiğini bilmiyorum. Ama İstanbul'dan Edirne'ye trenle geldi. Çok iyi hatırlıyorum, sabahleyin erken gelmişti. Müftülük Özel İdare binasında bir oda içerisindeydi. O zaman müftülük için ayrı bir bina yoktu. Edirne Müftüsü hasta oldu, yatıyordu. Eski Caminin imamı İbrahim Akın Bey de müftülüğe vekalet ediyordu. Biz o İbrahim Beyle beraber ikimiz Edirne müftüsünden ders okuyoruz, hadis, fıkıh ve tefsir okuyoruz, boş durmuyoruz yani. Müftülüğe geliyor, okuduğumuz dersleri müzakere ediyorduk. Ben daha o zaman imamdım, Yıldırım semtinde 'Yıldırım Beyazıt Camii'nde imamlık yapıyordum. 1953'ten 1957'ye kadar dört yıl imamlık yaptım. Henüz vaiz olmamıştım, vaizliği sonradan aldım ben.
Ben Yıldırım'dan çıktım, müftülüğe geliyorum, arada epeyce yol var. O zamanlar at arabaları vardı, şimdiki gibi vesait yoktu. Rastlarsak onlara biner merkeze gelirdik. Yoksa yaya yürürdük. Neyse ben geldim müftülüğe. Bizim müftülüğün çaycısı vardı, adı Ahmet idi. Ben daha içeri girmeden binanın girişinde bana: 'Hafız abi, senin Erzurum'dan talebe bir misafir arkadaş var, senin akraban oluyormuş' dedi. Hocaefendi müftülüğü sormuş ve ilk önce müftülüğe gelmiş. Yanında da bir tahta bavulu var. Onu oraya aşağıya bir yere koymuş.
'Acaba kim olabilir bu Erzurum'dan tanıdık, kim gelir?' dedim kendi kendime. Çünkü o zaman Anadolu'dan tek kimse yok Edirne'ye gelen. Nereye gitti oğlum misafir dedim. Aşağıya doğru gitti dedi. Ben de müftülüğün önünden aşağıya doğru yürümeye başladım, belki görürüm diye. Baktım bir genç geliyor, başında bere gibi bir şey vardı. Geldi hemen elime sarıldı, öptü. Sarmaş dolaş olduk.
'Sen beni tanımadın Hafız abi ama ben Ramiz Hoca'nın oğluyum' dedi. 'Nasıl tanımam yahu, zaten bana benziyorsun' dedim. Gerçi halamızı ve babası Ramiz Hocayı tanıyordum. Ama kendisiyle hiç görüşmemiştik.
Biraz tanışıp konuştuktan sonra 'yoldan geldin, yorgunsundur, yukarıya çıkmaya gerek yok, eve gidip dinlenelim' dedim. Bavulu elimize aldık ve yukarıya çıkmadan konuşa konuşa bizim eve gittik. O gece bizim evde kaldı Hocaefendi. Konuşmalarından anladım ki Hocaefendi Ramazan[1] ayında Edirne'de kalmak istiyor. Ben Hocaefendi'yi aldım ve beraberce müftülüğe geldik.
Müftülüğe o zamanlar İstanbul'dan hafız talebeler gelirdi. Onları imtihan eder, arapça ve dini bilgilerini ölçerdik. Başarılı olanların ellerine müftülükten bir yazı verilir ve köylere gönderilirdi. Köy muhtarları hemen kabul ederlerdi. Hatta bazı köyler ikişer kişi hafız talebe isterlerdi. Bunlar oralarda mukabele ve hatim okuyor, namaz kıldırıyorlardı.
Hocaefendi'yi müftülüğe getirdik. Müftü vekili İbrahim Akın Bey vardı. Onun elini öptü ve köşeye oturdu. Ben İbrahim Bey'e 'hocam bu kardeşimiz hafızdır ve arapça okumuştur, Ramazan ayında görev almak istiyor' dedim. 'Maşallah! bu yaşta hem hafız, hem de arapça okumuş' dedi.. Önünde bir fıkıh kitabı vardı, adı da 'Kuduri'. Kitaptan bir yer açtı. 'Gel bakalım evladım, madem arapça okumuşsun, şuradan şuraya kadar bir oku, anlat bakalım' dedi. Hocaefendi geldi, müftünün sağ tarafına geçti, ben de sol tarafına geçtim. Ne dereceye kadar arapça okuduğunu bilmediğimden korkmaya başladım. İbareler harekesiz normal arapça. Kur'an gibi üstünde veya altında hareke yok. Arapça bilmeyen okuyamaz, kem küm eder bocalar. İçimden de 'eyvah şimdi bir de okuyamazsa' dedim.
Hocaefendi o ibareye şöyle bir baktı ve 'Bismillahirrahmanirrahim' diyerek başladı okumaya. Tam denilen yere kadar tastamam okudu. Hiçbir yerde tık diye durmadı. Ben öyle bir ferahladım ki tarif edemem. Bu sefer Hocaefendi başladı okuduğu arapça metnin tercümesini yapmaya.. Birkaç kelime henüz okumamıştı ki müftü: 'tamam evladım tamam' dedi ve kitabı kapattı. Sonra 'evladım sen bir dışarı çık da biz Hüseyin Efendi ile senin için iyi bir yer düşünelim' dedi.
Hocaefendi dışarı çıktı. İbrahim bey ' maşallah ne güzel ibare okudu öyle.. döndü bir de tercüme etmeye başladı, ben onun arapça okumasından korktum, hemen kitabı kapatıverdim' dedi. Ben de neden öyle yaptınız hocam deyince 'yahu sorma okuduğu yerden bize bir şey sorar diye çekindim, cevap veremeyebilirdim, mahçup oluruz diye onun için susturdum' dedi.
Ben önceden Hocaefendi'nin yakınımız olduğunu söylememiştim, belki imtihanı kazanamaz mahçup olurum diye. Ama şimdi imtihanı kazandı, ben de İbrahim Bey'e bu genç hocanın yakınımız olduğunu, Erzurum'dan geldiğini söyledim. Bunun üzerine İbrahim Bey; 'nereye münasip görüyorsanız orası için bir yazı yazın, ben imzalayayım' dedi. Ben de 'hocam bu genci köylere göndermeyelim, bizim mahalle boş, bin hanelik bir mahalledir, onu bizim mahalleye alalım' dedim. Ben 1953'te Edirne Yıldırım mahallesinde askerden sonra imam olarak kalınca orada yeni bir cami yaptırmaya karar verdik. Belki 4-5 sene sürdü yapımı. Bu genç hocayı o yeni camiye alalım, cemaati de bol dedim. Caminin adını da Akmescit koyduk.
İbrahim Bey hemen bir görevlendirme yazısı yazdırdı. 'Yıldırım Hacı Sarraf mahallesi muhtarlığına... Ramazan ayında vaaz u nasihat etmek ve namaz kıldırmak üzere kimliği aşağıda izah edilen Fethullah Gülen müftülük tarafından görevlendirilmiştir, mahallenizde vazifeye başlamasını arz ve rica ederim.' yazılı kağıdı imzaladı, bir zarfa koydu ve zarfın ağzını da güzelce kapattı. Ben dört senedir o mahallede olduğumdan muhtarı tanıyorum tabii. Biz müftülükten ayrıldık, doğruca mahallemize geldik. Eve giderken baktık muhtar kahvenin önünde üç beş arkadaşıyla oturuyor. Hemen zarfı verdim muhtara. Hocaefendi de yanımda beraberiz. Muhtar zarfı aldı açtı, okuduktan sonra 'hocam başımızın üstünde yeriniz var, kabulümsünüz, bir de cami cemaatiyle görüşün' dedi. 'Tamam Muhtar Bey teşekkür ederiz' dedim. Hemen o sevinçle eve gittik, akşam olmuştu, Allah ne verdiyse bir yemek yedik. Ben Hocaefendi'ye 'sen şimdi yoldan geldin, seferisin ama artık niyet et seferilikten çık ve bu akşamki yatsı namazını sen kıldır, namazdan sonra da cemaate bir konuşma yap' dedim. Hiç unutamıyorum, beraber camiye geldik. O zaman sarık cüppe falan yok, öyle takkesiyle yatsı namazını kıldırdı. Daha bıyıkları yeni terlemiş, genç, nur yüzlü, tam Erzurum terbiyesi ve medrese eğitimi almış, ciddiyetli, vakarlı ve ahlaklı bir duruşu vardı.
Hocaefendi yatsı namazını kıldırdı ve arkasından 'Âmenerrasulü' aşr-ı şerifini okudu. Okuduktan sonra okuduğu ayetlerin tefsir ve mânâsını anlatmaya başladı. Öyle güzel anlattı ki ben bile orada bilmediğim şeyleri öğrendim. Neydi o bilmediğim mesele? Bilindiği gibi bütün Kur'an'ı Peygamber Efendimiz'e Cebrail Aleyhisselam getirdi. Ama Bakara suresinin son iki ayetini bizzat Allah, kendisi Peygamber Efendimize konuşuyor Miraç'ta. Ben bunu bilmiyordum. Orada onu öğrendim. Cemaatle tanıştıktan sonra o gece yine bizim eve gittik. İlk iki gece bizde kaldı ama üçüncü gece nerede kaldı onu hatırlamıyorum.
Ben o camide talebe okutuyordum. Caminin yanında küçük bir ev vardı, orada beş-on talebe okutuyordum. O ev bizim hanımın babasının eviydi. Ben o talebeleri Hocaefendi'ye bıraktım. Zannediyorum, Hocaefendi o talebelerle yattı kalktı, onlarla kaldı orada.
Böylece Hocaefendi vazifeye başladı. Ramazan'a da ya bir hafta var, ya da beş gün falan var. Vazifeye başlayınca camide çok genç talebeler görmüş, yatsı namazında. Gündüz tarlada çalışıp akşamleyin namaza, teravihe gelen talebeler bunlar. Mahallemizin çoğunluğu çiftçi olduğundan çocuklar da tarlada bahçede çalışıyorlar.
Ramazan başlayınca Hocaefendi bana 'Hafız abi burada talebeler var, ben bunlarla meşgul olmam lazım, bana müstakil bir ev lazım, ben bunları sürekli size veya başka bir aileye götüremem' dedi.
Cemaate söyledik, bize bir ev lazım diye. Hemen yepyeni bir ev bulundu, henüz içine giren yok. Mustafa Bey diye bildiğimiz bir işçi abimizin evi. Hocaefendi Akmescit dediğimiz o camide Ramazan boyunca teravih namazını kıldırdı, Cuma günleri vaaz u nasihat etti, hatim ve mukabele okudu, hatta teravih namazından evvel her akşam vaaz etti. Böylece mahallede bir hareketlenme ve canlanma oldu, sadece mahallede değil Edirne'nin içinde de duyuldu Hocaefendi'nin vaazları. Edirne'nin halkı Ramazan boyunca değişik camilere teravih kılmaya giderlerdi. Yıldırım semti Akmescit Camii'nde genç bir Hocaefendi'yi de dinlediklerinden çok memnun kalıyorlar ve her tarafta onu methetmeye ve anmaya başlıyorlar. Kısa zamanda Hocaefendi'nin adı Edirne'ye yayıldı.
Bir Anekdot
Sohbetimize bir ışık tutması açısından burada bir şey ilave etmek istiyorum. Eskiden 1950 ila 1957 arasında İstanbul'dan Edirne'ye medreselerden okumuş talebeler gelirdi. Tabii kadro olmadığı için memur statüsünde değillerdi. Maaşları falan yoktu. Bunlar daha çok Ramazan aylarında gelir, köylere giderek namaz kıldırır, Kur'an okurlardı. Halk da bunlara elinden geldiği kadar ücret toplar verirdi. 1965 yılında çıkan kanunla imam ve müezzinler kadrolu hale geldi.
1950 ila 1957 arasında iki defa seçim oldu. Birincisi 14 Mayıs 1950'de oldu, ben o zaman daha askere gitmemiştim, oy kullanmadım. Rahmetli Menderes seçimleri kazandı. Demokrat Parti hükümeti kurunca Türkçe okunan ezanı yine asli hüviyetine kavuşturdu. Arapça olarak okunmaya başladı. Ben o zaman Erzurum'daydım. Ekinler biçiliyordu, harmanlar vardı. 1950'nin Ramazan ayı[2] idi. Zaten seçimler de bir ay önce 14 Mayıs'ta olmuştu. İnsanlar kurbanlıkları hazırladı. Müezzin efendi minareye çıktı. Müezzin 'Allahü Ekber' deyince öyle bir bağırıştılar ki millet ağlıyordu sevincinden. Kurbanlar kesildi. Vakit ikindi vaktiydi. Müezzin ikindi ezanını okudu. Ondan sonra 1954 yılına kadar dört sene içinde radyodan Kur'an okunmaya başladı. Diyanetten vaaz u nasihatlar yapıldı, mevlitler okunmaya başladı. Kur'an Kursları ve İmam Hatip Okulları açılmaya başladı. Dini ve imanî hizmetlerde bir artış göze çarpıyordu.
1954 yılındaki seçimde rey kullandım, artık Edirne'deydim. Oyu da bizim camide kullandık. O zaman camilerin bir köşesini ayırıyorlardı oy kullanmak için. Hatta canım sıkılmıştı, sigara falan içiyorlar, etrafı pisletiyorlar diye. 2 Mayıs 1954'teki seçimleri de Menderes farklı kazandı.
Ondan sonra 1957'ye kadar İsmet Paşa ve CHP, Menderes'i devirmek için çok çalıştılar. Dini siyasete alet ettiler diye irtica yaygaraları almış başını gidiyordu. Gazeteler hergün ayrı bir başlıkla çıkıyordu. Seçim 1958'de olacaktı ama bir yıl öncesine aldılar ve erken seçim yapıldı. Halk Partisi 27 Ekim 1957'de yapılan seçimde 170 milletvekili çıkardı. Sonra işler zor gitmeye başladı ve sonunda 27 Mayıs 1960'da ihtilal yaptılar.
Hocaefendi Edirne'de Nasıl Kaldı?
Ramazan sona ermek üzereydi. Tabii Hocaefendi Ramazan boyunca Edirne'de kalacak ve sonra Erzurum'a dönecekti. Biz de onun bavulunu hazırlıyoruz, oradaki akrabalarımıza, halamıza ve eniştemize, çoluk çocuğa hediyeler göndermek için bir şeyler temin ediyoruz. Bayram dolayısıyla dört gün tatil vermişlerdi. Bayramın üçüncü günü idi. Hocaefendi'nin görev yaptığı Akmescit Camii'ne gelip giden insanlardan 5-6 kişilik bir grup insan geldi bizim evimize. Adamlar yaşlı başlı insanlar. Grubun başında mahallenin ileri gelenlerinden Mehmet Salimoğlu diye bildiğimiz bir abimiz vardı. Buyur ettik onları, hep beraber bayramlaştık. Tabii ben ziyaretin iç yüzünü bilmiyorum, ben zannettim ki bayramlaşmaya gelmişler. Bana 'Hüseyin Efendi biz sana bir ricaya geldik' dediler. Buyurun Estağfirullah dedim. Tabii onlar beni dört seneden beri tanıdıklarından, bir de orada cami yaptırma gayretlerimizden ötürü bana karşı bir yakınlık hissediyorlardı. Dediler ki: 'Biz bu kardeşimizi buradan salmayacağız, bu genç hoca bizi çok memnun etti ve tam müslüman yaptı. Bak sen nasıl burada kaldın, o da böyle burada kalacak, biz onun gitmesini istemiyoruz' dediler.
Ben de 'Abiler, Hocaefendi henüz talebedir, annesi babası var, ben onun adına bir şey diyemem, kalırsa başımızın üstünde yeri var' dedim. Benden önce de Hocaefendi'ye söylemişler 'gitme, burada kal' diye. Ertesi gün müftülük açıldı. Aynı adamlar müftülüğe de geldiler. Müftü Efendi'ye de aynı isteklerini tekrarladılar ve 'biz bu genç hocayı mahallemizden bırakmak istemiyoruz, biz onun masrafını üstleniyoruz' dediler. Aslında o caminin maaşlı bir imamı vardı. Hocaefendi Ramazan dolayısıyla geçici olarak orada kalacaktı. Ramazan bitince vazifesi de bitti. Ancak bu ısrarlı teşebbüsler neticesinde Hocaefendi de Edirne'de kalma niyetine girdi.
Hocaefendi İmamlık İmtihanını Kazandı
Müftü vekili İbrahim Akın Bey bana 'hocam madem mahallelinin ısrarı var, ve de bu genç hocamız da burada kalmak istiyor, biz de münhal olan yerler için bir imtihan açalım ve bu hocamıza resmen bir vazife verelim, kimseye de minnet etmesin' dedi. Zaten Hocaefendi kimseye minnet edecek karakterde değildi. Para pul hiç gözünde değildi. Hatta Ramazan dolayısıyla kendisine o kadar para vermek isteyenler vardı ki, hiç birini almadı ve bütün vaazlarında da 'benim zekata, fitreye ihtiyacım yok' diye cemaate söylüyor ve sadaka vermek isteyenleri geri çeviriyordu.
Ramazan ayından sonra biz Hocaefendi'yi imtihan ettik. Müftülük binasında İbrahim Akın Bey'in başkanlığında bir komisyon önünde yapılan imamlık imtihanını Hocaefendi kazandı. Ben de komisyon azasıyım. Kararlar alındı, imzalar atıldı. İmtihan sonucunu vilayete gönderdik. Vilayet dosyayı onayladı. Ardından müftülük kanalıyla dosyayı Ankara Diyanet İşleri Başkanlığına gönderdik. Dosya Ankara'ya gidince biz bu arada Hocaefendi'yi Üçşerefeli Cami'de ikinci imam olarak vazifeye başlattık.
Evlenme Teklifleri
Soğuk aylar gelmeye başladı. Ben Hocaefendi'ye Kaleiçi'nde 'Yangınlık' denilen muhitte tanıdığım bir arkadaştan ev tutmuştum. Bizim bacanak oraya yakındı. Hocaefendi'yi de çok seviyorlardı. Belki çamaşır ve yemek ihtiyaçlarını temin ederler diye bizim bacanaklara yakın olsun istemiştim. Evin masrafları da bize aitti. Hocaefendi memnun oldu tabii. Ancak hiç eşyası yoktu. Bir iki battaniyesi, bir de kitapları vardı. Hocaefendi benim tuttuğum bu evde bir veya iki ay ancak kaldı. Bir işittik ki, Hocaefendi Üçşerefeli Cami'nin penceresine gitmiş, orada yatıp kalkıyormuş. Nasıl olur dedik, ev sahibinden araştırdık, soruşturduk. Ev sahibine 'kira ücretini mi beğenmediniz yoksa Hocaefendi'yi rahatsız edecek bir şey mi yaptınız?' diye sorduk. Ev sahibi: 'Hocam biz de anlamadık, neden eve gelmiyor diye biz de çok üzülmeye başladık, merak ediyoruz' dedi. Sonradan anladığımıza göre rahatsız edenler olmuş. O zamanlar kız sahipleri kızlarını, okumuş, memur ve varlıklı insanlarla evlendirmeye teşebbüs ederlerdi. Kızım rahat etsin, çiftçilikten kurtulsun isterlerdi. Adamın biri Hocaefendi'ye de 'işte sen alim bir hocasın, gençsin, yakışıklısın, bizim damadımız ol' diye aklına girmeye çalışmış. Bana da geldi o adam. Hocaefendi'ye 'bak evladım, şuradan şuraya kadar dükkanlarım, üç katlı binam var, bir de kızım var, gel bize manevi bir evlat ol, bu sıkıntıdan kurtar kendini' demiş. Zannediyorum bir iki defa da ısrar etmişler. Hocaefendi bakmış 'bunlar rahatsız etmeye devam edecekler' demiş, toplamış eşyalarını ve Üçşerefeli Cami'nin penceresine gitmiş.
Yaşı Küçük Diye Resmi Vazife Vermediler
Bilahare Hocaefendi'nin imtihanı kazandığına dair Ankara'ya gönderdiğimiz dosya Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan geri geldi. Baktık ki dosya onaylanmamış, ek yazıda Hocaefendi'nin henüz 18 yaşını doldurmadığı için vazifeye başlayamayacağı bildiriliyordu. O zaman nüfus sureti dolduruluyordu. Biz de ayı ve gününü dikkat etmediğimizden bilemedik 18 yaşını doldurup doldurmadığını. Nüfus kağıdının bir suretini dosyaya koyup göndermiştik. Görünüş itibariyle kalıplı idi Hocaefendi.
Dosya geri gelince biz üzüldük tabii. Diyanet görev vermeyince cemaat duydu bu olayı. Cemaatten bir avukat vardı, Hamdi Bey adında. Allah rahmet eylesin, Hocaefendi'yi çok severdi. Hocaefendi Üçşerefeli Cami'de ikindi namazından sonra bir sayfa Kur'an okur, arkasından meal ve tefsirini yapar, yani bir Kur'an sohbeti ederdi adeta. Bir gün 75 yaşlarındaki bu avukat bana 'bu yaşta bu kadar güzel Kur'an'ı anlatan bir başka hoca görmedim ben' dedi.
Avukat Hamdi Bey'in Yardımları
Dosyanın Ankara'dan geldiği günlerde camiden çıkışta o eski avukat da avluda yanımızdaydı. Sohbet açıldı, Hocaefendi'nin vazifeye başlayamadığı falan konuşuluyordu. O, bizim Diyanet'e dosya gönderdiğimizi biliyordu. Ankara'dan cevap menfi gelince 'getirin bakayım şu yazıyı' dedi. Sonra Hocaefendi'nin nüfus cüzdanını istedi. Şöyle bir baktı: 'Daha 6 ay var 18 yaşını doldurmaya' dedi. Şöyle bir düşündü ve 'halledeceğiz bu işi' dedi. Bana dedi ki: 'Ben manevi babası olayım, sen de en yakın akrabası olarak bir muhakeme açalım, yaşını büyütüp bu işi halledelim.' Neyse aldı nüfus kağıdını gitti Hamdi Bey. Hemen savcılığa müracaat etmiş. Normalde muhakeme müracaattan 15 gün sonra olurdu. Hamdi Bey hemen gitmiş adliyede herkesle konuşmuş. Zaten bazı hakim ve savcılar da Hocaefendi'nin namaz kıldırdığı camiye sohbet ve vaazlarını dinlemeye gelirlerdi. Üçşerefeli Camii şehir merkezinde olduğundan Hocaefendi'nin orada olduğunu herkes öğrendi. Hocaefendi anlatacağı vaaz ve sohbet konularını önceden caminin girişindeki panoya yazardı. İşte filan gün iktisat, filan gün adalet ve hukuk gibi konuları önceden duyururdu. Anlatacağı konuları ister vaazda olsun, ister hutbede olsun irticalen verirdi. Hiç öyle kağıttan kitaptan okuyarak anlatmazdı. Çok titiz hazırlanır ve heyecanlı bir vaaz ederdi.
Üç dört gün ya geçti ya geçmedi Hamdi Bey elinde bir kağıtla geldi. 'Hocam biz muhakeme yaptık, Hocaefendi'nin yaşını büyüttük' dedi. Ne kadar büyüttüklerini bilmiyorum şimdi ama tasdikli kağıdı bana verdi. 'Hemen dosyaya koyun Ankara'ya Diyanet'e gönderin' dedi. Tabii o zamanlar yazışmalar, gelmeler gitmeler çok vakit alıyordu. Bir süre sonra dosya Ankara'dan geldi. Hocaefendi'nin imamlığı tasdik edilmişti. Aslında Hocaefendi 1938 doğumludur, ama babası 3 yaş geç yazdırdığından yaşı küçük görülüyordu. Fakat görünüşü olgundu, fidan gibi delikanlı idi. 19 yaşında rahat vardı. O zamanki değişen nüfus yaşı tam olarak neydi bilemiyorum, dosyasına bakmak lazım.
Cami Penceresinde Çok Çile Çekti
Üçşerefeli Cami'nin penceresinde kalmaya devam etti. Askere gidinceye kadar 3 seneden fazla çok çile çekti orada. Çok zeki bir adamdı, bana öyle geliyor ki; ne olduysa, ne mertebelere ulaştıysa o cami penceresinde oldu Hocaefendi. Sahabeleri göz yaşları içinde anlatırdı. Sanki onlarla berabermiş gibi anlatırdı onları. Osmanlı tarihinden padişahları anlatırken sanki onlarla savaş meydanlarına çıkmış da öyle anlatıyor sanırsın. Öyle canlı, öyle bütünleşirdi onlarla... Eline bir kitap aldı mı yarım yamalak bırakmaz onu tam bitirir ve anlardı. İslam tarihini canlı örnekleriyle anlatmayı çok severdi.
Hocaefendi küçüklüğünde risaleleri çok iyi okumuş ve kavramış, arapçası da çok kuvvetli idi. Kim ne sorarsa sorsun herkese tatmin edici cevaplar verirdi. İnsanlar bir başka haz duyardı onun verdiği cevaplardan.
Cami penceresinde taşların üzerinde yatıyordu. Soba yok, ateş yok, yatak yok... Şimdiki gibi tüplü veya elektrikli aletler yok. Nasıl yattı kalktı bilemiyorum. Emin olun, vallahi Allah'a yemin ediyorum, yatağı yok, ısınacak bir şeyi yoktu. Tanıdığımız bir usta vardı. Birgün gelip taşların üstüne tahta döşemiş, 'hiç olmazsa taşların üstünde bari yatmasın' demiş. Bir de iki kapaklı kütüphane yapıvermişti. İşte orada battaniyelere sarılıp yatıp kalkıyordu. Bence tam bir sahabe hayatı yaşıyordu. Sahabelerin yaşadığı yerler sıcak memleketti. Fakat Hocaefendi kışın soğuğunda Üçşerefeli Cami'nin penceresinde, taşların arasında sıfırın altında 15-20 derece soğukla baş etmeye çalışıyordu.

tuttuğumuz o evi terkedip buralara geldin, bu taşların arasında nasıl yaşanır? Burada hasta olursan, annen baban başında değil, bana Hüseyin Efendi oğlumuza bakmadı, onunla ilgilenmedi demezler mi? Bu benim ağrıma gidiyor, zoruma gidiyor' dedim.
Bana aynen şöyle dedi: 'Hafız abi hiç merak etme, Allah'a emin ol, cami Allah'ın evi mesabesindedir, ben buranın imamıyım, hizmetçisiyim. Ben O'nun kuluyum, o beni muhafaza eder' dedi.
Çok üzülüyordum neden böyle yapıyor diye. Hocaefendi Üçşerefeli'ye girişteki sol pencerede yatıp kalkıyordu. Bir gece caminin penceresinde onun yanında kalmaya karar verdim. Bir akşam beraber oturduk. İki tane mum yaktı, mum ışığında kitap okuduk, sohbet ettik. Kendisine söylemedim ama, içimden buraya caminin saatinden bir hat çekelim de buraya bir lamba taktırayım, bari kitapları aydınlıkta okusun dedim. Bizim müftülüğün elektrikçisi vardı, Mustafa İşlek adında. Ona dedim ki: 'Mustafa amca, Üçşerefeli'nin imamı daha talebe yaştadır, ona ev tuttum ama evde kalmadı, caminin penceresinde yatıp kalkıyor, karanlıkta ders çalışıyor, kitap okuyor, elektrik saatinin şebekesinden pencereye kablo çekin de bir lamba takın' dedim. Mustafa amca 'tamam hocam, hallederiz' dedi. 5 metre kadar kablo ve bir lamba lazımdı. Masrafını ben karşılayayım dedim. Adam almış çıraklarını götürmüş camiye, yapacakları işi tarif etmiş. Çırakların isimleri de Enver ve Bahattin, ikisi de genç arkadaşlar. Gerekli kablo ve lambayı temin etmiş.
Çıraklar başlamış çalışmaya. Elektrik kutusunu açmışlar, bağlantı yapmaya çalışırlarken Hocaefendi onları görmüş. 'Ne yapıyorsunuz burada böyle?' demiş. 'Hocam sizin pencereye bir hat çekiyoruz' demişler. Hocaefendi de 'kim yolladı sizi?' demiş. 'Hocam, Hüseyin Top Hoca bizim ustaya söylemiş o gönderdi' demişler. Hocaefendi şöyle biraz düşünmüş ve 'toplayın alet edevatınızı, benim lambaya, elektriğe ihtiyacım yok diye onlara biraz çıkışmış. Çıraklar toplamışlar eşyalarını gelmişler ustalarının yanına. 'Hoca bize biraz çıkıştı, yapacağımız lambayı istemedi, biz de bıraktık geldik' demişler. Ben, pencereye kablo çekildi, lamba takıldı zannediyorum. Aradan üç beş gün geçti. Ben müftülüğe geldim. Baktım bizim elektrikçi Mustafa amca orada. Bana 'Hüseyin Efendi, senin o hemşerin çok sert adammış, benim çırakları istememiş, onları bir güzel çıkışmış' dedi. Bizim müftülük de Park Oteli civarında Özel İdare binasında bir odada idi o zamanlar. Camiye çok yakındı. Bina şimdilerde terk edilmiş vaziyette, bir aralar dikiş kursu için kullanılmıştı.
Yine böyle bir öğle vaktiydi, namazı onun camiinde kıldık. Caminin avizeleri de yanıyor. Namazdan sonra konuşarak pencerenin önüne gelince kendisine sordum. 'Fethullah Efendi neden sen o çırakları geri çevirdin, lambayı takmalarına izin vermedin? Hem rahat kitap okur hem de biraz ısınırdın' dedim. Eliyle yanan avizeleri göstererek şöyle dedi: 'Hafız abi, düşündüm ki; bu camide yanan lambaların elektrik parasını vakıflar ödüyor, vakıfların ödediği lambaların ışığında ben oturmak istemedim' dedi. Ben bu cevap karşısında tam hayran kaldım yani. Bu yaşta bu hassasiyet nasıl olur diye hayret ettim. Kendisinin yaktığı elektriğin vakıflar tarafından ödenmesini istemiyordu. Vakıf nedir, nasıl kullanılır, kimler kullanır, bunları o yaşta biliyordu. Öyle doğru ve hassastı. Halbuki bizim imam ve müezzinler bunlara pek dikkat etmezler. Şimdilerde gitseniz camilerdeki kalorifer peteklerinin yandığını, elektrik lambalarının ve avizelerinin söndürülmesi konusunda fazla dikkat edilmediğini görebilirsiniz.
Ben o zaman gördüm ki bu hizmetlerin temelinde Hocaefendi'nin doğruluk ve hassasiyeti yatmaktadır. 1960 ihtilaline kadar çok geniş çevresi oldu Hocaefendi'nin Edirne'de. Şimdi hepsi vefat ettiler, Allah rahmet eylesin. O zamanlar 40-50 yaşlarında olanlar şimdi hiç kalmadılar.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Giyim Kuşamı
Fethullah Hocaefendi çok temiz giyinirdi. Bazen benim giyimimi beğenmezdi. Çok güzel kıyafetleri vardı, pantolonunun ütüsü bozulmasın diye yatağın altına koyar, düzgün durmasını isterdi. Yemez içmez ama giyimine, temizliğine çok dikkat ederdi. Tam bir efendivâri gezerdi.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1958 yılında Edirne'de Üçşerefeli Cami'nin önünde Hüseyin Top Hoca'nın pardesüsü ile çektirmiş olduğu resim.
Benim uzun bir pardesü vardı. 'Hafız abi sen vaizsin, bu sana hiç yakışmıyor, bunu çıkar, gel sana yeni bir pardesü yaptıralım' dedi. O zamanlar hazır konfeksiyon olmadığından terzilere gidiyorduk. Beraber gittik Sümer mağazasına, palto yaptırmak için kumaş aldık. Hemen bir terzide güzel bir palto diktirdik. O paltoyu bir güzel bana giydirdi 'bak şimdi ne kadar yakışıklı oldun' dedi. Birgün o paltoyu giydi, boynunda kravat, başında da fes vardı, fesin püskülü de yandan sarkıyordu. Üçşerefeli Cami'nin önünde öyle güzel bir fotoğraf çektirdi ki, ellerini de arkaya bağlamış poz vermişti. İşte o palto benim paltom idi.
Salı Vaazlarına Dair Bir Hatıra
Edirne Osmanlı'ya bir asra yakın payitahtlık yapmış bir ilimiz. Fatih Sultan Mehmet Edirne'de büyümüş. İstanbul 29 Mayıs 1453'te Salı fethediliyor. Fatih Sultan Mehmet'in ordusu Topkapı'dan girince şükür secdesine kapanıyor. Padişah'ın secde ettiği yere daha sonra Beyazıt Ağa Camii yapılıyor.
İstanbul fethedilince Edirne'ye fetih müjdesi geliyor. Edirne halkı, hükümet erkanı, kadın, çoluk çocuk her kim varsa Salı günü Eski Cami'de toplanıyorlar. Dualar edilip, Kur'an'lar okunuyor. Ondan sonra Eski Cami'nin lakabı Salı Camii kalmış ve Salı günleri o camide kadınlar toplanıp sohbet dinleyip Kur'an okumaya başlamışlar. Kendi aralarında Salı Camii toplantıları bir gelenek halinde gelmiş. Ben Eski Cami dediğimiz o Salı Camii'nde kadınlara tam 47 sene vaaz ettim. Kadınlar o gün erkenden gelirler, adak yaparlar, mevlüt okurlar, Kur'an okurlar, dua ederler. Saat 11'den 12'ye kadar da vaaz saatidir. Ben saat 11'de giderim oraya, sohbetimi yaparım. Vaaz u nasihati dinledikten sonra dağılır giderler.
İhtilalden evvel birgün yine kadınlara vaaz vermek üzere Hocaefendi'yi Salı Camii'ne gönderdim. 1959 sonu veya 1960 olması lazım. O zaman Üçşerefeli'de imamlık yapıyordu. Sarığını, cüppesini giyip vaaza çıkmış. Ertesi hafta ben kendim gittim Salı vaazına. Burada emekli bir albayın hanımı olan Hayriye Hanım vardı. Okumuş, görgülü tam sultanî bir kadındı. Giyimine, örtüsüne çok dikkat ederdi. Hocaefendi'nin vaazına hayran kalmış. Üçşerefeli Cami'ye yakın bir yerde oturuyordu. Hatta evini de Hocaefendi'ye bağışlamak istedi, ama Hocaefendi hiç alâkadar olmadı.
Hayriye Hanım beni tanıyordu. İkinci hafta vaaza gittiğimde Hayriye hanım beni çağırdı. 'Evladım geçen hafta genç bir hoca çok harika bir vaaz etti, duyduğuma göre Üçşerefeli'nin imamı imiş. Ben yaşlı olduğumdan her zaman Salı sohbetlerine gidemiyorum, acaba Üçşerefeli Cami'de de kadınlar için vaaz veremez mi?' dedi. 'Kendisine söyleyelim, kabul ederse olur' dedim. Durumu söyledik Hocaefendi'ye. Kabul etti. Çarşamba günleri Üçşerefeli'de bayanlara vaaz vermeye başladı. Ben de zaten Salı günleri vaaz ediyorum. Hocaefendi'nin Çarşamba günleri Üçşerefeli'de vaaz vereceğini Salı günkü vaazımda bayanlara duyurdum. Neyse Hocaefendi vaazlara başladı.
Hanımlara vaaz verdiği günlerden birinde ben de Üçşerefeli'ye gittim. Avludan girdim. Biraz uzaktan, arka kapıdan bakınca Hocaefendi'yi vaaz ederken gördüm. Hoparlör falan yoktu o zamanlar. Baktım kadınlar yüzlerini önlerine eğmiş Hocaefendi'yi öyle dinliyor. Niye böyle acaba diye merak ettim. Kenardan bir yerden dinlemeye devam ettim. Vaaz bitti Hocaefendi kürsüden indi. Ben o Hayriye hanımla konuşuyorum. 'Niye böyle başınızı öne eğiyorsunuz?' dedim. 'Hocaefendi kürsüye çıkınca yüzünüzü çevirin, ne ben sizin yüzünüzü göreyim, ne de siz benimkini' diye hanımları uyardı. Çok enteresan bir durum tabii. Ben hiç böyle davranmamıştım, vaazlarda onlar bize, ben de onlara bakarız. Hocaefendi'nin tavrı ise son derece hassastı. Namahremden gözünü ve düşüncesini daima uzak tutardı. Öyle sokağa çıkayım, gezeyim tozayım gibi davranışlar Hocaefendi'nin semtine uğramış değildir. Hocaefendi'nin bu ince düşüncelerini biz ilk etapta anlayamadık. Ama yapılması gereken titizlik de bu olmalı. İffetine çok düşkündü.
Hocaefendi Esnafın Arasında
Hocaefendi bazen kılık kıyafetini değiştirir, Edirne'de esnafı dolaşırmış. Kalkmış birgün mezbahaneye gitmiş, hayvanlar nasıl kesiliyor diye merak etmiş. Bakmış ki; kasaplar hiç temizliğe dikkat etmiyorlar, hayvanlara eziyet ediyorlar, hijyene riayet edilmiyor. Hocaefendi geldi dedi ki; 'Hafız abi, ben bundan sonra burada kesilen etlerden ve etli yemeklerden yemeyeceğim' dedi. O'nun yemek yediği temiz bir aşçı vardı. 'Neden yemeyeceksin, sebep nedir?' dedim. 'Ben mezbahaneye gittim, kendi gözlerimle gördüm, ne besmele var, ne de islami ölçülere göre bir kesim var, hayvanlara çok zahmet veriyorlar' dedi. 'Peki biz ne yapalım?' dedim. Siz gözünüzle görmediğiniz için yiyebilirsiniz' dedi. Hakikaten uzun süre burada etli yemek yemedi. Haram ve şüpheli şeylerden bu kadar kaçınıyordu. Hocaefendi'nin gençliğini incelediğinizde hizmetin buralara, bu seviyelere geleceğini görebilirsiniz. Aç kalır, susuz kalır ama insanları yedirir, içirir ve giydirirdi. Tam bir sahabe hayatı yaşamaya çalışıyordu.
Yaşar Tunagür Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
27 Mayıs 1960 ihtilalinin hemen arkasından Yaşar Tunagür Hoca Edirne'ye müftü olarak geldi. Yaşar Tunagür Balıkesir'de müftü iken ihtilal oluyor ve askerler bunu nezarete alıyorlar. Hemen tayinini çıkarıp Edirne'ye sürgün olarak gönderiyorlar. Ben de o sırada müftülüğe vekalet ediyordum. 1958 yılında vaizliği kazanmıştım. O zamanlar Diyanet'in yapmış olduğu intihanı kazanan müftü veya vaiz olabiliyordu.
Yaşar Tunagür Hoca gelince şöyle etrafı bir kolaçan etti, daireyi bir gözden geçirdi. Etraf dağınık, metruk vaziyette. Cennet mekan Sultan Abdülhamit zamanından kalma koltuklar vesaire... Müftülüğün odacısına 'burada ne kadar eski eşya varsa hepsini bahçenin bir kenarına atacaksın' diye emir vermiş. Bir iki ay geçince yavaş yavaş bizi tanımaya başladı. Bu arada camileri dolaşmaya başlıyor. Birgün Üçşerefeli Cami'ye gidiyor. Fethullah Hocaefendi yine her zaman yaptığı gibi namazdan sonra bir sayfa Kur'an okuyup, meal ve tefsirini yapıyor. Yaşar Hoca bu genç hocayı habersizce dinliyor. Sonra sohbetine ve ilmine hayran kalıyor.
Müftümüz Yaşa Hoca, odacıyı göndererek birgün Fethullah Hocaefendi ile ikimizi müftülüğe çağırdı. Diyanet'ten müftülüklere bir yazı gelmiş. İki tane ayet-i kerime hakkında bir rapor halinde yorum ve görüş isteniyormuş. O zaman Diyanet'te Müşavere Kurulu vardı, şimdi Din İşleri Yüksek Kurulu diyorlar. Bu Müşavere veya Fetva Kurulu istiyor raporu. Biz Hocaefendi ile müftülüğün kapısında buluştuk. Müftünün neden çağırdığını çok merak ettik, biraz da heyecanlandık tabii. Girdik içeri, selam verdik oturduk. Güler yüzle karşıladı bizi, 'hoş geldiniz' dedi. Çok temiz giyimli, vakur ve atak bir müftümüzdü.
Müftü aldı bizi içeriye, iki tane ayet-i kerime okudu. Yaşar Hoca dedi ki; 'bu ayetlerden ne anladıysanız, ne duyduysanız, görüş ve bilgilerinizi bir rapor halinde bana yazın gelin, Diyanet İşleri Başkanlığına göndereceğiz' dedi. Yaşar Hoca yeni geldiğinden müftülükte işleri yoluna koymaya çalışıyordu, çok meşgul olduğundan bu vazifeyi bize vermişti.
Bu iki ayet Bakara suresinin 72. ve 73. ayetleridir. Birinci ayetin meali şöyledir: 'Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.' İkinci ayetin meali ise:' Bu amaçla 'Kesilen sığırın bir parçasını o öldürülen adamın cesedine değdirin' dedik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir.'
Ayetlerde bahsedilen hadise Hazreti Musa (as) ve İsrail oğulları zamanında geçer. İki kardeş vardır. Biri çok zengin ve bir tek evladı vardır. Diğeri ise çok fakir ve 8-10 kadar evladı var. Fakir olan kardeşin çocukları şeytanın oyununa gelirler. Şeytan, zengin olan amcalarının tek çocuğunu öldürürseniz bu kadar mal size kalacak diye fakir çocukların kafasını iyice işler. Sonra amcalarının oğullarını öldürürler. Ortalığı bir velveleye verirler. Vay işte amcamızın oğlunu öldürdüler diye de yalandan bir feryat koparırlar. Katil belli değil, herkes merak ediyor. Musa Peygamber de katilin bulunması için Allah'a yalvarıyor. Allah Hazreti Musa'ya hemen vahyederek şöyle diyor: 'Bir kurban al, ve o kesilen kurbanın herhangi bir parçasından ölüye dokundur, o ölü olan kimse dirilip, kendisini öldüren kişiyi size haber verecek' diyor. Ölü olan çocuk dirilince 'beni amcamın çocukları öldürdü' diyor. Bu olay Hazreti Musa'nın bir mucizesi aynı zamanda. Allah, aynen böyle kıyamet günü insanları diriltecektir diyor.
Biraz oturup konuştuktan sonra müftünün yanından çıktık. Kapının önüne inince ben Hocaefendi'ye 'Fethullah Efendi, ben bu işe karışmayacağım, sen araştır, yaz, topla, ne yaparsan yap. Sonra gider beraber veririz' dedim. O da bana 'Hafız abi, fikir fikirden, el elden üstündür, gel beraber çalışalım' dedi. Ben yine 'sen yaparsın, çalışırsın' dedim. Benden bir tefsir istedi, verdim o tefsirleri.. İki veya üç gün geçmedi. Evimize de gelip gidiyordu. 'Hafız abi, ben bir şeyler hazırladım, gel beraber gidip verelim' dedi. 5-6 sayfa güzel bir yazı hazırlamış. Önce bana okudu. Çok güzel dedim.. Ben bunları nereden düşünüp çıkaracağım dedim kendi kendime. Orijinal tespitler yapmış.
Müftülüğe beraberce gittik. Bize vermiş olduğu ayetlerle ilgili düşüncelerimizi bir rapor halinde Yaşar Tunagür Hoca'ya okuduk. Çok memnun oldu. 'Bunu gidin bir de daktiloda yazılmış halini getirin' dedi. Neyse yazıyı tamamlayıp getirdik. Diyanet'e hitaben raporun ön sayfasına 'Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Edirne Müftülüğü'nden iki ayetle ilgili istenilen rapor ekte sunulmuştur' diye bir yazı ilave ettirdi ve yazıyı Ankara'ya gönderdi. O zaman 53 vilayet vardı. Diyanet bütün illerden gelen raporları inceliyor ve numara veriyor. Bir süre sonra Edirne müftülüğüne bir takdirname geldi o yazı üzerine. Hocaefendi'nin o genç yaşta hazırlamış olduğu o rapor büyük takdir toplamıştı. Allah ona güzel bir ilim vermiş...
1960 İhtilali Sırasında...
Hocaefendi'yi ihtilal sırasında ihbar ettiler. Bir sivil polis takip etmiş. Adı da Necati idi. Bir de Eskişehir'li Tatar asıllı bir polis vardı. Hocaefendi'yi bir gece alıp emniyete götürmüşler. Orada sorgu sual sırasında gürültüye getirip Hocaefendi'yi merdiven boşluğundan itmek istemişler. İtme kakma esnasında Hocaefendi'nin kaşını yaralamışlar. Birgün baktım kaşının üstünde yara gibi bir şey vardı. Gözünün üstünü bir bezle kapatmış. Olanlarla ilgili bana da bir şey anlatmıyor. Neyse polisler Hocaefendi'yi alıp savcının huzuruna götürüyorlar. Savcı camiye gelip vaazlarını dinlediğinden Hocaefendi'yi hemen tanıyor tabii. Polisler 'efendim bu hoca nurcudur, onun için tutup getirdik buraya' diyorlar. Savcı arkasına yaslanıp şöyle bir süzüyor onları. Polislere 'niye getirdiniz oğlum bu hocayı buraya? Ben bunu camiden tanıyorum, bula bula bir imamı mı buldunuz? Çabuk kaybolun buradan' diyor. Bunları bana o zaman savcı katibi olan Kamil Yenice anlatmıştı. Emniyette bir de komiser olan Resul Bey vardı, Hocaefendi'yi de çok severdi. Çok yardımı olmuştur Hocaefendi'ye.
Hocaefendi Askere Gitti
Hocaefendi'yi 1961 yılı Kasım ayında askere uğurlarken yanımızda müftü Yaşar Tunagür Hoca da vardı. Dualarla Karaağaç'tan trene bindirdik. Karaağaç ile Edirne arasında 5-6 kilometre kadar bir mesafe var. Hocaefendi'yi askere uğurlayınca bizi bir hüzün sardı. Yaşar Tunagür Hoca 'Fethullah Hocaefendi'yi böyle askere yollayınca artık vasıtaya falan binmek yok, yaya olarak dönelim Edirne'ye' dedi. O gün güzel bir hava vardı. Hep beraber Hocaefendi ile geçen günlerimize ait hatıralarımızı anlata anlata Edirne'ye geldik. Hocaefendi'yi uğurlamaya giden 40 kişi kadar vardık. Talebeler, esnaf, kabzımal, müftülük personeli, diğer yandan İsmail Gönülalan, Yüksel Bey, Raif Bey, Bakkal Hamdi Bey, Mustafa Bey ve daha ismini sayamadığım nice insanlar vardı. Hocaefendi iki sene askerlik yaptı. İlk gidişinde Ankara Mamak Muhabere Okulu'na gitmişti.
Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den Aldılar
1963 yılında Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den alıp İzmir'e vaiz olarak verdiler. O sırada Fethullah Hocaefendi de askerdeydi. Sanki Edirne bomboş kaldı, çok hüzünlendim tabii. Vaazlarında veya konuşmalarında çok cesur konuşuyordu. Müftülüğe bir can getirdi, çok hareketli ve disiplinli idi.
Edirne ihtilalden sonra vaaz ve sohbetlere yeniden alıştı. Ben Eski Cami'de vaaz ediyorum, Fethullah Hocaefendi Üçşerefeli'de, Yaşar Tunagür Hoca da Selimiye'de konuşmalar yapıyordu. Tam bereketli bir dönemdi.
O zaman Edirne'ye çok iyi bir vali geldi, emekli bir albaydı. Adı Sabri Sarptır idi. Hiç kimseyi tutuklamadı, içeri almadı. Allah razı olsun Edirne'de çok rahat ettik o vali döneminde. Vali, Yaşar Tunagür Hoca'yı çok severdi. Yaşar Hoca'yı valiliğe çağırmaz, kendisi kalkar müftülüğe kadar gelir çayını içerdi. Bu gelişmeler üzerine önce valiyi Edirne'den aldılar, arkasından da Yaşar Hoca'yı.
Yaşar Hoca İzmir'e gidince Kestanepazarı Camii'nde vaazlar vermeye başladı. Orada İmam Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği'ni hayata geçirdi. Yaşar Hoca İzmir'de 1963'ten 1965'e kadar iki sene kaldı. 1965'te de Ankara'ya gitti ve Diyanet İşleri Başkan Muavini oldu.
Yaşar Hoca Ankara'ya gideceği zaman İzmirliler gelip kendisine yalvarıyorlar, 'Hocam etme eyleme, bizi böyle yalnız bırakıp nereye gidiyorsun, bizi kime bırakacaksın' gibi serzenişte bulunuyorlar. O da diyor ki 'ben size öyle bir hoca göndereceğim ki beni unutacaksınız.'.
Yaşar Tunagür Hüseyin Top Hoca'yı Edirne'den Almak İstedi
Yaşar Hoca İzmir'den Ankara'ya Diyanet'e başkan yardımcısı olarak gidince benim için de planlar yapmış. Beni Edirne'den almaya karar vermiş. Bir gün Ankara'ya çağırdı beni. Makamında oturuyoruz. Sekreterini çağırdı. Müftülüğü boş olan illerin listesini istedi. Sekreter hanım getirdi listeyi. 6-7 kadar il var müftülüğü boş olan. Hiç unutmuyorum, boş olan illerden biri Yozgat idi. 'Şimdilik seni Yozgat'a vereceğim, daha sonra Fethullah Hocaefendi ile ikinizi bir araya getirmeyi düşünüyorum, hemen yaz bir dilekçe, halledelim bu işi' dedi. Biz böyle konuşurken o anda oraya 4 tane milletvekili geldi. Birisi, Hocaefendi'nin hemşerisi olan Rafet Sezgin, devlet bakanı imiş. Yaşar Hoca onlara beni tanıttı. Onlarla konuşurken, benim otobüs saatim geldi, geri döneceğim. 'Müsaade ederseniz ben kalkmak istiyorum, Edirne'ye gideceğim, otobüs saatim geldi, inşallah ben daha sonra size dilekçemi göndereceğim' dedim.
Kalktık geldik Edirne'ye. Durumu evdekilere anlattım. Bizim hanım Edirne'den başka yere gitmeye razı gelmedi. Zaten annesi de rahatsızdı. Hasta yatıyordu. Hanım anne babasını kastederek, 'bunları böyle bırakıp nereye gideceğiz, ayıp olur, günah olur' diye bana bir yere gitmek istemediğini söyledi. Bir süre sonra Yaşar Tunagür Hoca Ankara'dan telefon açıyor. Edirne'de tanıdığımız şekerci Sadık Bey'e telefon açıp 'Hüseyin Bey'e söyle dilekçesini hemen göndersin' diyor. Sadık Bey de Yaşar Hoca'ya 'Hocam ne olur Hüseyin Bey'i alma Edirne'den, mütevazi bir adamdır, müftülük falan yapamaz o, biz ona alıştık, o bize alıştı, bırak onun yakasını, onu bize bırak' diyor. Bu telefon görüşmesinden sonra Yaşar Hoca bir daha üstelemedi ve bu tayin meselesini unuttu. Ben de böylece Edirne'de kaldım.
Hocaefendi Askerden Döndü
Yaşar Hoca'dan boşalan müftülüğe ben vekalet etmeye başladım. Aklımdan da 'artık bu Fethullah Efendi bir daha Edirne'ye dönmez, ne evi var, ne barkı' diye geçiriyordum. Edirne'de bıraktığı sadece kitapları vardı. Kendisinden Allah razı olsun askerliği bittikten sonra yine Edirne'mize geldi. Terhis olduktan sonra bir süre Erzurum'da kalmış, bilahare de 1964'ün yaz mevsiminde Edirne'ye tekrar geldi. Hocaefendi askerden sonra gelince ben ona Kur'an Kursu öğretmeni yaptım. 4 Temmuz 1964'te resmî tayini yapıldı. Aynı zamanda Darülhadis Camii imamlığı görevini de verdik. O sırada müftülüğe ben vekalet ediyordum. Darülhadis Camii'inin aslında imamı vardı, fakat yaşlı ve hasta olduğundan Fethullah Hocaefendi'yi ikinci imam olarak atadık. Orada vekil imam olarak vazifeye başladı. Müftülük, o zaman mesela 100 lira maaş veriyor idiyse 50 lirasını Hocaefendi'ye, diğer yarısını da evinde dinlenmekte olan yaşlı imama veriyordu. Hasta olan yaşlı imamın ismi de Salim Ülperli idi. Hocaefendi kendisine verilen 50 lirayı da almamış, esas birinci imamın aylığı olduğu gerekçesiyle parayı akşam götürüp evinde imama verirmiş. Kapıya çıkan oğluna 'müftülük bu parayı bana verdi ama ben parayı hocama iade ediyorum, çünkü hocam hasta ve yaşlı, paraya benden daha çok ihtiyacı vardır' diyor. Bunu bizzat o hocanın oğlu anlattı bana.
Suat Yıldırım Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
Hocaefendi askerden dönmüş, yeni vazifelerini dört kolla sarılmış, heyecanla işe başlamıştı. Tam o sırada Edirne'ye yeni bir müftü geldi. 1964 yılının Ekim ayı idi. Suat Yıldırım Diyarbakır'dan Edirne'ye müftü olarak atanmıştı. Ben müftülüğü Suat Yıldırım Bey'e teslim ettim. Hocaefendi, Suat Yıldırım Bey'le çok güzel anlaşıp kaynaştılar. Darülhadis Camii'ne yakın bir yerde ev tutarak 10 ay kadar beraber kaldılar. Sonra orasını talebelerin kalması için ayarladık.
Hocaefendi Suat Yıldırım Hoca ile beraber kalırken Darülhadis Camii'nde dersler yapmaya başladı. Camiye girişte sağda camekanlı bir oda vardı, orada her yatsı namazından sonra ders yaparlardı. Arapça, hadis, fıkıh okunur, risaleden dersler yapılırdı. Çok güzel bir çevresi oluştu Hocaefendi'nin orada.
Hocaefendi İzmir'e Tayin Edildi
1965'te yeni bir teşkilat kanunu çıkıyordu. Vaiz ve Müftü olma şartlarını İlahiyat veya Yüksek İslam Enstitüsü diplomasına bağlıyorlardı. Hocaefendi'yi Diyanet'e çağırdılar. 'Sizin müktesap hakkınız var, gelin vaizlik belgenizi alın' dediler. Sonra 23 Temmuz 1965 tarihinde vaiz olarak Kırklareli'ne tayin edildi Hocaefendi. Orada kısa bir zaman kaldı, sanıyorum 8 ay kadar bir süre Kırklareli'nde kaldı. Yaşar Tunagür Hoca, Diyanet İşleri Reis Muavini olunca Fethullah Gülen Hocaefendi'yi de Kırklareli'nden de aldı, 11 Mart 1966 tarihinde kendi ayrıldığı İzmir Kestanepazarı'na tayinini çıkardı. Artık Fethullah Gülen Hocaefendi, Yaşar Hoca'nın ayrıldığı Kestanepazarı Camii'ne gitmişti.
Ben birgün İzmir'e Kestanepazarı'na ziyarete gittim. Orada bir arkadaş Hocaefendi ile ilgili bir hatırasını anlattı bana. Büyük bir ihtimalle Cahit Erdoğan olması lazım. Hocam dedi. 'Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'e yeni geldi, henüz ilk vaaz ve hutbesini verecekti. Ben Yaşar Tunagür Hocanın verdiği bütün vaaz ve hutbelerini teyple kasete kaydederdim. Hocaefendi yeni olduğu için belki Yaşar Hoca kadar etkili konuşmaz diye kaydetmeye de gerek görmedim. Sonra Hocaefendi vaazını verdi, hutbesini okudu. Bir baktık ki şahane bir üslup ve ses tonu. Hakikaten Yaşar Hocanın dediği kadar varmış dedim, teyp ve kasetlerimi getirip kaydetmediğime çok pişman oldum. Ama artık ondan sonra hiçbir vaaz ve hutbesini kaçırmadım, elimden geldiğince kaydetmeye çalıştım.
Hocaefendi Kırkpınar Güreşlerine Geldi
Fethullah Gülen Hocaefendi Kırkpınar güreşleri münasebetiyle 1995 yılında Edirne'ye gelmişti. Kendisini o zaman burada misafir etmiş, gezdirmiştik. Bir iki gün kalmıştı burada. Güreşlerin olduğu gün (1 Temmuz 1995) Sarayiçi'ne gittik. Pehlivanları seyretti, başpehlivan olan Ahmet Taşçı'yı tebrik etmişti.

1995 Yılında Hocaefendi Edirne ziyaretinde Hüseyin Top Hoca ile. En soldaki resimde Hocaefendi'nin sağındaki şahıs ise Prof. Dr. Suat Yıldırım.
Hocaefendi Okul Temeli Attı
Hocaefendi 1996 yılında Edirne'de yapılacak olan Özel Serhat İlköğretim okulunun temelini atmaya geldi. Bir kürek harç o attı, bir kürek ben attım. Yanımızda Hacı Kemal Erimez de vardı, çok muhterem bir zat idi. O da bir kürek harç attı. 25 Ekim 1996 Cuma günü okulun temelini hep beraber attık. Edirne'deki bu okulumuz bir sene içinde tamamlandı ve 1997 yılında eğitim ve öğretime başladı. Açılışı 29 Eylül 1997'de yapıldı.

Fethullah Gülen Hocaefendi 25 Ekim 1996'da Edirne'de Özel Serhat İlköğretim Okulu'nun temelini atarken. Sol tarafında Hüseyin Top bulunuyor..
Günlerden Cuma idi. Selimiye Cami'ine gittik. Bir baktık ki üst seviyede bir devlet memuru da cumaya gelmiş. Okul temeli merasiminden dolayı epeyce gelen vardı o gün. Hocaefendi ile beraber kürsüye yakın bir yerde oturuyoruz. O zaman müftü yardımcısı olan Yakup Bey vaaz ediyor. Kendisi de Tokatlı idi. Neyse camiden çıktık, Cumayı kıldık. Her yerde yemek yemediğini bildiğimden evde yemek hazırlatmıştım hanıma. 'Hafız abi bu sefer gelemeyeceğim, çok kalabalık var. Şimdi dikkat çeker, ben buradan ayrılmayayım' dedi. Ben de yemekleri Hocaefendi'nin olduğu yere getirttim. Topluca orada yendi yemekler.
Amerika'da Hocaefendi'nin Ziyaretine Gittim
Ben 2003 yılında Hocaefendi'yi Amerika'da ziyarete gittim. Damadım Saim Bey götürdü beni oraya. Uçaktan indikten sonra 230 km karayolu ile gidiliyor kaldığı yere. Etraf, yol boyunca hep ormanlıktı.
Biz, gece ulaştık. 'Hocaefendi istirahatta' dediler. Sabahleyin Hocaefendi sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra hemen kucaklaştık, ağlaştık, hal hatır sorduk. Çok memnun oldu. (Hüseyin Top Hoca bunları söylerken ağlıyor)
Bir cumartesi günü idi. Öğle yemeğini beraber yedik. Bir yemek salonu yapmışlar. Gelen misafirler yemeklerini orada yiyorlar. Yemekten sonra sohbet salonuna geçtik. Epey geniş bir sohbet salonu var. Salonun başında Hocaefendi'nin bir koltuğu var, önünde bir sehpa ve bir mikrofon bulunuyor. Hocaefendi illa ki beni kendi koltuğuna oturttu, kendisi de normal kanepeye oturdu. Bir kaç misafir de var salonda. Herkes bize bakıyor. Kimseden ses çıkmıyor, derin bir sessizlik oldu. Bana bakıyorlar, biraz da hayret ediyorlar. 'Hocaefendi'nin koltuğunu kendisine verdiği bu adam kim?' diye biraz meraklı bakışlarla bana bakmaya başladılar.
Ben fazla dayanamadım, bari ben konuşayım dedim. Hocaefendi'ye 'müsaade ederseniz ben bunlara kendimi bir tanıtayım' dedim. Başladım konuşmaya tabii. 'Ben Edirne eski vaizlerinden emekli vaiz Hüseyin Top hocayım, Hocaefendi'yi ziyarete geldim, sağolsun bizi kendi yerine oturttu' dedim. Birkaç kelime daha konuştum.
Ben 1982 yılında kalp rahatsızlığından ötürü Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde bir ay yattım. O zamanlar Hocaefendi aranıyordu. Beni tanıyanlar hemen Hocaefendi'ye haber vermişler. Hüseyin Top Hoca hastanede yatıyor demişler. Bunun üzerine Hocaefendi hastaneye gelmiş.. Gece yarısı, o vaziyette odama kadar geldi 'geçmiş olsun' dedi. Bunu tabii ben sonradan öğrendim. Hocaefendi'nin bize çok hakkı geçti, kıymetini bilemedik zamanında. Ona bir şey yapamadık. O bize fazlasıyla iltifatta bulundu.
[1] 1957 yılında Ramazan ayı 2 Nisan'da başladı ve 30 Nisan'da sona erdi
[2] 1950 Yılında Ramazan ayı 17 Haziran'da başladı

Konu Tarantula_ tarafından (08-10-2009 Saat 17:44 ) değiştirilmiştir..
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım