08-17-2009, 08:37 | #1 |
D.Mehmet Doğan "İttihatçılık ve ergenekonculuk"
20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin gündemini işgal eden “ittihatçılık”la, 21. Yüzyılın başında Türkiye Cumhuriyeti’nin gündemine oturan “ergenekonculuk” arasında bağlantı kurulabilir mi? Bu konuyu sabırlı okuyucularımız için iki yazıda ele alacağız.
23 Temmuz, tarihimizde bir dönüm noktası... 2. Abdülhamid 23 Temmuz 1908’de, Makedonya dağlarında ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, kardeş kavgasını önlemek için bir zamandır yürürlükten kaldırdığı Kanun-ı Esasi’nin, yani Anayasa’nın tekrar yürürlüğe konulduğunun ilân edilmesini buyurdu. İşte bu “2. Meşrutiyet”tir. İş bununla kalsa idi, belki 23 Temmuz çok fazla hatırlanan bir yıldönümü olmayacaktı. “Hürriyetin ilânı” olarak bilinen bu tarihi hafızalarımızda yaşatan, bu tarihten sonra oluşturulan (ve hâlâ bazı zümreler tarafından sürdürülmek istenen) yönetim ve “devlet zihniyeti”dir. Osmanlı Devleti’nin meşruiyet anlayışı, Tanzimat’la belli bir dönüşüm geçirmiş olmakla birlikte, temel meşruiyet zeminleri varlığını koruyordu. 2. Meşrutiyet’in ilânını sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti (sonradan Fırkası/Partisi) Osmanlı Devleti’nin meşruiyet zeminlerini çok kısa zamanda tahrip etti. 2. Meşrutiyet’e kadar, hürriyetlerin kısıtlanması, devlet baskısı, istibdat... aydınlar arasında şikâyet konusu idi. 2. Meşrutiyet’ten bir süre sonra zamanın şairlerinin ifadesiyle, Abdülhamid’in istibdadına hasret kalındı... Değişen neydi? Değişen, devletin meşruiyet zeminlerini ortadan kaldıran İttihat ve Terakki anlayışının etkili olmasıydı. İttihat ve Terakki, Abdülhamid’in istibdadından, sıkı idaresinden şikâyetle kendi meşruiyetini sağlamışken, muhaliflerine reva gördüğü muamele ile Abdülhamid’in ne kadar insanî bir idare yürüttüğünün de anlaşılmasına yol açtı. Abdülhamid, muhalifleri en fazla sürgüne gönderiyordu. Bir kısmını (Nâmık Kemal gibi) valiliklerle, önemli görevlerle başkentten uzaklaştırarak bu işi yapıyordu. İttihatçılar, sürgün ve cezalandırmayı yeterli görmediler. Sokak ortasında güpegündüz muhalif temizliği yaptılar... İttihatçılar önce Devlet’te görev almadan, arkaplandan ülkeyi yönetmeye başladılar, bir müddet sonra kanlı baskınlarla idareye el koydular. Balkan dağlarında çetecilerle, komitacılarla iç içe yaşayan ve kendileri de çeteci, komitacı yöntemler kullanan İttihatçılar, iktidarı ele geçirdikten sonra da bu alışkanlıklarını terk etmediler. İttihat ve Terakki Devleti’ni “komitacı devlet” olarak tanımlamak yanlış olmaz. Devlet yönetimi, esas olarak üç kişinin (Enver, Talat ve Cemal paşalar), eğer biraz taban geniş düşünülürse, Merkez-i Umumî’nin eline geçti. İcabında kanunları hiçe sayarak gizli açık şiddete başvurarak iktidarlarını sürdürmeyi hak olarak görüyorlardı. İttihat Terakki demek, “gizlilik” demekti. Silahlı “fedaî” teşkilatı demekti (“Vazife” sırasında ölen fedailerin ailelerini himaye Cemiyet’in uhdesindeydi). Bu önce gizli, sonra “açık” Cemiyet’e gözü kapalı ve silah üzerine yemin edilerek girilirdi. Cemiyetin kendi mahkemesi vardı, ölüm cezası dâhil ceza verir, infaz ettirirdi... Babıâli baskınından sonra devletin mutlak hâkimi hâline geldiler. “Hürriyet kahramanları” halkın hürriyetini gasb etmekle kalmadı, Devlet yetkilerinin de gaasıbı oldular. Bu anlayış, Osmanlı Devleti’nin sonunu getirdi. Kendilerini milletin yetkili temsilcisi sayıyorlardı, seçimde filan fazla gözleri yoktu. Ülkeyi 33 yıl idare etmiş, büyük bâdirelerin atlatılmasını sağlamış 2. Sultan Abdulhamid’i hiç bir dahli olmadığı halde 31 Mart Vak’asını bahane ederek tahtından indirdiler. Öne sürdükleri gerekçe hâlâ komikliğini koruyor: Millet sizi istemiyor! Sultan Hamid’e bunu söylemeye gelenler bu komikliği daha da şiddetlendiriyordu! Bu daha sonra da uzun müddet kullanılacak bir replikti: Millet sizi istemiyor!!! “Hâkimiyet-i milliye” kavramı onların elinde bütün muhtevasını kaybetti. Onların iradesi milletin iradesi demekti! Sonraki yıllarda İttihatçı metodlar, ittihatçılığı reddedenler tarafından da kullanılmaya devam edildi. Osmanlı Devleti’nin ana topraklarını kurtarma mücadelesi sırasında, İstiklâl Harbi’nde Büyük Millet Meclisi teşkil edildi. Ülkenin vatansever evlatları bir araya geldiler. Konuşarak, tartışarak hakka hakikate ve kurtuluşa ulaşmaya yöneldiler. Fakat, komitacı yöntemler burada da câri oldu. Milletvekilleri bir sabah uyandılar ki, “Müdafaa-i Hukuk Grubu” diye bir grup oluşturulmuş. Bu grubun merkez komitesi kararları alıyor ve grup Meclis’te bu kararların takipçisi oluyor. İşte TBMM’de “Birinci grup” böyle İttihatçı bir yöntemle oluşturuldu. Bu gruba dahil edilmeyenler, kendiliğinden “ikinci grup” durumuna düşürüldüler. (Yarın: “İlân-ı Hürriyet”, “İlân-ı Cumhuriyet” ve ergenekonculuk) ¥ Cumartesi günü yayınlanan “Ahî Mes’ut neresi?” başlıklı yazıda yer alan “Türkçede iki sessiz harfin peşpeşe gelmeyeceği kuralı” ibaresinin doğrusu “Türkçede sert sessiz harften sonra yumuşak sessiz harfin gelmeyeceği kuralı”dır. vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|