08-24-2008, 13:27 | #1 |
DEMOKRATİK TOPLUM
DEMOKRATİK TOPLUM
ALPEREN GÜRBÜZER Demokratik toplum baskılardan uzak özgürlük sever kitlelerdir. Düşmanına karşı bile son derece tahammüllü cömertkardır. Hasmını boğmak diye derdi yok, derdi davası fikri hür, vicdanı hür kalabilen toplum inşa edilmektir.. Demokrasinin devrim muhafızlarına ihtiyacı yoktur, emniyet sübabı özgür iradedir çünkü. Aşırı uçlardan söz etmez, tüm akımları serbest bırakıp umursamaz halde kendi hallerine terk edip çoğullaştırarak uysallaştırır. Marjinallerin, değişik radikal grupların amaçları demokrasiyi yıkmak olsa bile, konuşmalarına izin vererek onları yapa yanlızlaştırır. Tek tip görüşlerle bir yere varılamayacağının tarihin sayfaları şahit zaten. Rakiplerine koku salmanın ya da gözdağı vermenin marjinal kalmış radikal grupların emellerine hizmet etmek olduğunun farkında bir şuurdur demokrasi. Berikiler-ötekiler, laik-anti-laik, ilerici-gerici vs. gibi şablonlar, birliği baltalayan ayrılıkçı tasniflerdir. Bırakınız her düşünce kendi ekseninde kalsın ki rekabet doğsun, böylece radikal akımlarda güç kaybetsin. Dayatmayla farklılığa zorlarsanız zayıflatamazsınız, aksine güçlendirirsiniz, yasaklarla popüler hale sokarsınız. Hiçbir düşünce kamçıyla, dipçikle yola gelmez, yasakçılıkda çizmeyi aşarsanız ya da elinize balyoz alırsanız her akım silahlı eylem manyağı haline dönüştürürsünüz. Stalin, Mussoloni, Hitler ve Franco gibileri milyonların canına hep böyle kıydılar. İnsanlara zorla tek bir gömlek giydirmeye çalıştığınızın farkında mısınız? Oysa tek tip üniforma giydirmekle insanların herbiri bukalemuna dönüşüyor, yani içi başka dışı başka fertler üretmiş oluyorsunuz. Nitekim yıllardır Türk insanına giydirilmeye çalışılan deli gömlek dar geldi. Farklılığın olmadığı yerde sahtekarlığın ve yalanın biri bin kıymet kazanıyor maalesef.. Erk’in görevi insanı itaate zorlayan birey üretmek değil, insan dünyaya daha ilk adımını atar atmaz ona değer vermek ve saygı duymaktır. Değer verirsen işte o zaman bayrağına, ayına, yıldızına kurban olan Türkiye doğar. Jakobenler, Robespierre, Billaud Varennes, Sain-just, Le Pelletier vs.’lerin izledikleri yol yol değil, düpedüz korku salmaktı etrafa. Hepsi toplumu formatlamak için ömür tükettiler, fildişi kulelerden yöneltmek istediler kitleleri, tepeden baktılar zavallı diye insanlara. Peki, ellerine geçen kazanç ne oldu? Ardından bıraktıkları sermayeleri; İçi boş kavramlar düşünceden yoksun insanlar, toplum bilinci yerine yığınlaşmış öbekler, boş kuleler, boş saraylar ve sadece elitistlerin ağırlandığı mekanlar vs... Tabi eğer bu bir kazanç ise.. Devlet insanileşmesi ya da şefkat abidesi olması gerEkirken resmileşmeyi yeğledi, resmileştikçe de halkda devletleşti, böylece kuşkucu, herşeyden nem kapan halk oluştu en sonunda.. Mevlanamız ne olursan ol yine gel diyerek bireye saygı duyarken, elitist oligarşik zümre birakın insanlığı, halkımızı bile hep öteki gördü, ya da bir kullanımlık kâğıt mendil. Kiminin vatansever duygularını kullanıp kandil dağlarına saldılar, işi bitince de acımadan hadi güle güle deyip ruhunu çöpe attılar, seninle buraya kadar yolumuz dediler adeta. Kimilerini de başka alanlarda değerlendirdiler. Erk’imiz İnsana insanca bakamadı birtürlü... Mahkûm etmek en kolay olanı idi, öylede yapıldı. Böylece toplumla devlet arasında derin onarılmaz yaralar açarak durduk yerde başımıza dert açtık. İç barışı unutalı hayli bir zaman oldu, pembe şafakların doğmasını bekler olduk yeniden. Bir türlü yakalayamadık o eski ihtişamımızı. Örnek aldığımız Fransa bile Avrupa Birliğinde yer almamıza tahammül edemiyor. Kimbilir yeniden medeniyet oluruz kaygısından olsa gerek bu tavrını ısrarla sürdürüyor.. Üstelik içteki mekanizmalar yansız olmadığı için ideolojik gözlükle olaylara tek pencereden bakmayı adet haline getirdiler ve her türlü görüş ve düşünceyi peşin peşin zindana mahkûm ettiler. Fransa bizi dış platformda ön yargılarla karalamaya çalıştı, iç platformda da elitistler öteki Türkiye’yi mahkûm etmeye çalışıyor. Totaliter ağlarla örülü etrafımız, dikte anlayışlarla beynimiz arındırılmak ve hızaya gelmemiz isteniyor hep, ya dediklerimizi yaparsınız, ya da kökünüze kibrit suyu dökeriz tehdidine maruz kaldık adeta. Ruh kökümüz hep avcı misali haremilerce avlanıyor, çocuk muamelesine tabii tutuluyoruz, elimize tutuşturulan oyuncaklarla al oyalan bununla deniliyor. Dahası da var: Kendine çeki düzen vermeyenlere gözdağı veriliyor. Nasıl mı? İkna odalarında terapiyle işe başladılar YÖK örneğinde olduğu gibi. Olmadı acımasızca bir takım yazarçizerler karanlık mahvillerce andıçlandılar, daha da olmadı karaladılar hain ilan edildiler. Hala 28 Şubatın yaraları sarılmış değil, zaman zaman yeni 28 Şubat senaryoları sipariş verilmeye çalışılsa da boşa gayretler, artık o konjonktürel şartların oluşması zor görünüyor. Neyse ki; bu sefer ne yaptığını bilen akıllı, hamasetten uzak bir iktidar Kopenhang kriterleri kartını kullanarak zinde güçlerin harekât alanlarını daraltıyor. Avrupa uyum yasaları bir bir devreye girdikçe rejim elden gidiyor diye avaz avaz nara atıyorlar, öteden beri Cumhuriyeti kuran iradeyi kendi emellerine göre kullanmayı huy edinmişler. Düşünceleri belli bir zaman dilimine hapsetmek sevdasından vazgeçemediler. Oysaki tüm bu çabalar hem o iradeye saygısızlık hemde onları sevimsiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Cumhuriyet kurulduğunda o günün konjoktür şartları gereği bir nebze otoriter olmak zorundaydı, belki geçiş sürecini sancısız geçirmek adına böyle düşünülmüş olabilir. Fakat gelinen noktada devamlı otoriter kalmak isteği toplumu çağın dışına ve kapalı toplum olmaya itmek demektir. Her değişim evresi zemzem suyuyla yıkanıp gerçekleşmez, mutlaka yeni bir sistem oturtmanın bir bedeli vardır.. 600 yıllık imparatorluktan daha çiçeği burnunda Türkiye’ye geçişte, yeni devletin Faşizmi örnek alması teklif edildiğinde, bunun bir zulüm, istibdat olacağını o gün bile reddedilmişti, bizatihi en yetkili ağızdan; öğreti istemem, yoksa dogmalaşırız denilerek demokrasi denemesine geçilmiş, ama bu engin anlayışın ömrü yetmemiş, anlaşıldı ki; demokratik Cumhuriyetin gerçekleşmesi sonraki kuşaklara bırakılmış. Belli ki, şimdiki sözde Kuvayi milliyecileri 30’lu yıllara mıhlanmakta ısrarcılar, bu yüzden bir milim dahi mesafe kat edemiyorlar. Oysa düşün ama ifade etme diyen bir ülke olmak insanımıza en büyük zorbalıktır. Geleceğe gözümüzü çevirmeli, yeni ufuklara kanatlanmalı. 1930’lu yıllar sadece kuruluş mayamız, o mayanın üzerine demokrasiyi inşa edebilirdik pekala. Nasrettin Hoca misali göle demokrasi maya çalma zamanı bugün değilse ne zaman? Hoca’nın o meşhur espiri ile karışık; ‘ya tutarsa’ sözü, ileriye atılım yapılmasının gerekliliğine işarettir. Cumhuriyetimizi bize armağan edenler; sakın ola bir adım ileri gitmeyin, bıraktığımız noktada çivilenip kalın diye devretmediler, modern uygarlığın en üst seviyesine sıçrayalım diye emaneti teslim ettiler, anlayana tabi. Evvela beyinleri özgürleştirerek işe başlamalı, zihinler gülüstana dönüştürmeli ki toplumsal mutabakat gerçekleşebilsin. Ferdin devlet gibi düşünme mecburiyetini rafa kaldırmalı, eğer düşünceye saygılı isek. Çünkü düşünceye saygı erdemliliktir. Düşünceyi devletin erdemi yapamamış ülkeler asla demokratik cumhuriyet olamazlar. Şöyle tarihe gözattığımızda gelişmelerin kaynağında hep mimlenen sakıncalı diye tabir edilen insanların varlığını görürüz. Sakıncalı insanlar yaşadıkları dönemlerde çok ağır bedel ödeseler de birçok tabuların yıkılmasına vesile oldular. Sokrates Atina yasalarınIN tard ettiği filozof, onlar dışlasalarda bugün o gönüllerde yaşıyor hala. Çünkü o düşünce adamı idi, ya diğerleri? Hani onu yargılayan yargıçların hiçbirinin ne adı var ortada, ne de sanı, esameleri bile okunmuyor. Neden hafızalardan silindi acaba hiç düşündünüz mü? Yasaklar hep maraz doğurmuştur, ideolojiler bile karşıtı olan ideolojiyi eleştirerek boyveriyor, dal budak salıyor yeni sentezler üretebilirken, Devletin demoklasın kılıcı ile kitleleri hizaya getirmeye çabalamasını anlamış değiliz. Sade bir insanın bile sahip olduğu düşüncesinİ veya fikrinden dolayı dışlamayı hangi mantık ve izan kabül edebilir ki? Her türlü fikrin gölgesinden dahi korkan aynı zamanda cezalandırıcı yasalar çıkarmakla hüneriz dünyada. Yansız, tarafsız idari mekanızma kuramadık, kurabilseydik esas o zaman laiklik güvencededir diyebilecektik. Ancak o fırsatı kaçırdık, hala da inadına inat diyor 28 Şubat gbi postmodern anlayışlarına prim veriyoruz. 28 Şubat bir kırılma, bir fay hattı oluşturdu, toplum mühendisliği uygulamaları BÇG(Batı çalışma grubu) elinde zirveye çıkması bunun en tipik örneği. Mevlana veYunusi çizgiden gelen topluma devlete başkaldıran muamelesi ve radikal misyon yüklenmek istendi, hatta o gözle bakılmaya başlandı. Tüm bu post-modern uygulamalarına rağmen halkı sokağa dökemediler, halk büyük bir sabır örneği sergileyerek oyunlarını suya düşürdü. Üstelik ötekiler diye kategorize edilmelerine rağmen duruşuyla metanetiyle yıkılmadık ayaktayız dediler adeta. Hadi diyelimki Merve Kavakçı’yı sürgün edebilmek adına Hamas ajanı lanse etmenizi bir derece anladığımızı farz saysak bile, ya Eski Milli İstihbbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakçıoğluna CIA ajanı karalamınıza ne demeli? Sizin bu yaptıklarınıza kargalar bile güler.. Bunlarla yetinmediniz Cengiz Çandar gibi usta yazarları andıçladınız. Türban türban diye yıllardır dilinize doladığınız kavram bile Fransadan ithal. Türbanın Türkçe karşılığı bone olduğunu YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın üniversiteye girsinler diye o gün için pratik çözüm diye sunduğu önerisi ile öğrendik. Baktılar ki türbana alaka büyük, Anadolunun yaylalarından beraberinde geleneksel özellikleri ile şehirlere gelen genç kızların sayısı çoğaldığını gören zinde güçler boneye maksadının dışında anlam yüklemeyi yeğlediler. Artık bu noktadan sonra türban, birzaman Ecevit’in dilinde de pekiştirilmiş haliyle devlete başkaldırmak simgesine dönüştürülmüş saik. Oysa 1974 yılında devletin temeline dinamit atmak isteyenler ve başkaldıranlar kamuoyunda Rahşan affı diye tanımlanan afla özgürlüklerine kavuşmuşlardı, hiç bunun muhasebesi yapılmadı bu ülkede maalesef. İstesenizde yüzde yüz başörtüsüz toplum oluştaramazsınız, işte bu konuda israrcı olmaya devam ederseniz bunun adı laiklik değil, Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un dediği gibi laikçiliktir. Çünkü laiklik dinsizlik değil, bilakis dinlerin özgürce kendi kulvarında yaşamasına fırsat tanıyan kavramdır. Neyse bu mesele çok su götürür. Velhasıl, modern çağın ötesine sıçramak ancak demokratik cumhuriyet ve demokratik toplum oluşturmakla mümkün.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
08-24-2008, 23:54 | #2 |
DEMOKRATİK TOPLUM
Erk’in görevi insanı itaate zorlayan birey üretmek değil, insan dünyaya daha ilk adımını atar atmaz ona değer vermek ve saygı duymaktır. Değer verirsen işte o zaman bayrağına, ayına, yıldızına kurban olan Türkiye doğar.
Hocam değer vermek her bireyin işi değildir..Bunlar değer verdiklerince değer bekliyorlar..Oysa biz sevilmedende sevmeyi bilmeliyiz..Bilmeliyiz ki sevilelim..Yine yürekçe yazılmış bir yazı.. Kaleminize sağlık.. Biraz yavaş olsak hocam yetişiemiyoruz.. : [size=16pt](+)[/size] |
|
08-25-2008, 11:32 | #3 |
DEMOKRATİK TOPLUM
değerli paylaşımlarınız için teşekkür ederim.
|
|
09-21-2009, 13:15 | #4 |
slm
Bayramınız mübarek olsun.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|