![]() |
#1 |
![]() ![]() Emperyalistler girdikleri ülkelerde direnişi kırmak ve zayıflatmak için çeşitli yöntemlere başvururlar. Bunlardan bazıları üzerinde kritik yapmaya çalışalım. İlk el attıkları yer veya konu eğitim sistemidir. Kendi kurdukları özel okullarda, kendi zihin yapılarına uygun, muhalefet etmeyecek, hatta kendi politikalarının sıkı uygulayıcısı bireyler/liderler yetiştirmeye koyulurlar. Çünkü; böylesi daha az tepkiyle, direnişle karşılaşır. Uzun vadede direnecek kimse kalmayabilir. Çünkü; artık yönetim/iktidar, kendilerindenmiş gibi görünmektedir yerli işbirlikçiler sayesinde… Hatta bazılarına mevki, statü sağlayarak, onları sistemlerinin sadık bekçisi haline getirebilirler. İşgalcilerinin, sömürgecilerinin eğitimini, öğretimini kabul edenler, işgali ve sömürüyü yavaş yavaş kabullenmeye başlarlar. Ne olursa olsun yaşamak arzusu, direniş duygusunun önüne geçer. Ümitler kırılır ve sömürgecilerle iyi geçinmek için tavizler verilmeye başlanır. Bir zaman sonra düşman göze sevimli gelmeye başlar. Çünkü güçlüdür, yenilmezdir. Üstelik bazı faydalar da sağlıyordur. Düşmanın asıl yüzünü göremeyenler, görmek istemeyenler; zillete boyun eğerek hayatta kalmanın telaşı içindedirler. Sömürgecilerle nasıl mücadele edeceklerini bilemezler. Çünkü zihinleri bulanıklaşmıştır. Gerçekleri göremezler. Artık düşmana hayrandırlar. Peki bir insan nasıl olurda düşmanına hayran hatta aşık olabilir. Canına, ırzına, malına, onuruna, hürriyetine kastedenlere nasıl hayran olur. Tabii bu normal bir psikoloji değildir. Aşağılık kompleksine maruz kalmanın bir tezahürüdür. Bir insan her türlü zulme maruz kalabilir. Kendisine uygulanan işkence ve baskılar nedeniyle, kendine olan özgüvenini, özsaygısını kaybetmezse mücadeleyi kendisi kazanmış demektir. Baskıların ve işkencelerin insana verdiği en büyük zarar, onun şahsiyetini zedelemesidir. Yapılan kötülükleri hak ettiğini düşünmesi, kendini değersiz görmesi, sonun başlangıcı, yenilginin ta kendisidir. Bundan sonra insan, kendine iki yol seçmek zorunluluğu hisseder. Ya düşmanı gibi, kin ve nefretle dolarak intikam için fırsat kollar. Gücü eline geçirdiğinde, fırsat bulduğunda düşmanından daha acımasız olabilir. Canavarlaşabilir, zalimleşebilir. Veya aşağılık kompleksine kapılarak düşmanın gücüne, kollarına, pazularına hayran olur. Bir anlamda aşık olur. Onunla kendini özdeşleştirmeye çalışır. Kendi benliğini, onun benliğinde yok ederek var olmaya çalışır. Onunla dostluk kurmaya, arkadaş olmaya çalışır. Düşmana benzemek, onun gibi olmak yenilgi değil midir? Her iki hal de alçaklığa razı olmaktır. Bugün Müslüman toplumların içinde bulunduğu durumu yenilmişlik psikolojisi ile açıklamak mümkün. Batının bilimde teknikte yapmış olduğu atılımları görerek kendini değersiz görmeye ve kendinden utanmaya başlamıştır. Batı’nın ürettiği şeyleri sorgulamadan, irdelemeden alma telaşına düşmüştür. Batının dayanak noktalarını, beslendiği kaynakları görmezden gelmiştir. Peki bu durum kendisine hayır getirmiş midir? Ne gezer! Ne batılı olmuş/olabilmiş, ne de kendisi kalabilmiş. Meselelerin çözümünü kendi içimizde aramadığımız, derinliklerine/köklerine inmediğimiz takdirde, bu yenilmişlik psikolojisinden kurtulmamız mümkün değildir. Şimdi gelelim Yahudileşmiş, Siyonist israiloğullarının işledikleri cinayetlere, cürümlere… Tarihlerine bakıldığında sürekli sürgün edilmiş, aşağılanmış bir şekilde köle olarak yaşayan atalarının bozuk karakterlerini bugün de yaşatmaya çalışmaktadırlar. Kişiliksizleşmiş, şahsiyetsizleşmiş tabiatlarının bir yansıması olarak canavarlaşmayı seçmişlerdir. Kendilerini kölelikten kurtarmak, hürriyetlerine kavuşturmak isteyen liderleri Hz. Musa’ya olmadık sıkıntılar yaşatmışlardır. Savaşmaları gereken bir zamanda, Hz. Musa’ya: ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın, bizim gücümüz yok’ diyerek, O’nu yalnız bırakmışlardır. Daha peygamberleri içlerinde iken şirk koşmaya başlayan, düşmanlarına aşık olan ilk kavim israilloğullarıdır. Kendilerini uyaran doğru yola davet eden Hz. Musa’ya; ‘Bizim kalplerimiz perdeli, biz seni anlamıyoruz’ demişlerdir. Bunların tarihini iyi okumak, karakterlerini iyi tahlil etmek zorundayız. Asırlardır bu aşağılık psikolojisinden kurtulamamışlardır. Yoksa yakın tarihte Hitler’in kendilerine uyguladığı soykırımı/katliamı; bu zulümle hiç ilgisi olmayan insanlara uygulamalarını nasıl izah edebiliriz. Üstelik zor zamanlarında kendilerine kucak açmış bir imparatorluğun evlatlarına bu haksızlığı reva görmelerini nasıl açıklayabiliriz. Aslında bu acıları yaşamış insanların, başkalarına aynı acıları yaşatmaması gerekir diye düşünüyoruz. Ve yanılıyoruz. Başta da dediğim gibi bu ancak yüksek ruhların algılayacağı bir durumdur. “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” buyruğuyla yücelen Sahabelerin, Selahaddinlerin, Sıddıkların soluğunun serinliğine, dirilticiliğine sahip olmak gerekiyor. Son devrin bilge kralı Aliya İzzetbegoviç’in, savaş/soykırım, katliam sona erdiğinde söylediği şu veciz ifadeye bakın: ‘Şimdi düşmanlarımıza adalet borcumuz var, bunun dışında bir borcumuz yok.’ ‘Hakkı ayakta tutan şahitler olunuz’ (maide/8) buyruğundan ilham almasa bu sözü hangi güç söyletebilirdi? Veya intikam almaktan kim vazgeçirebilirdi? İşte özsaygısını yitirmemiş, bir iman ve mücadele abidesi bir şahsiyet… Onun bu duruşu karşısında, hangi izan sahibi saygıyla eğilmez ki? Dıştan gelen baskıları, işkenceleri içselleştirenlerin karakteri bozuluyor. Onlar da fırsat bulduklarında cellatlarından daha acımasız olabiliyorlar. Zalimler karşısında dimdik durabilmenin ilk şartı kendine güvendir. İnandığı davanın hak olduğunun bilincinde olmaktır. Zalimler, zulmün her türlüsünü uygulayabilirler. Benliğimizi, özsaygımızı koruduğumuz müddetçe galip gelen biz oluruz. Zalimlerin asıl hedefleri kendimize olan inancımızdır. Onu sarsmaya, zayıflatmaya uğraşırlar. Bunu yapmalarına biz izin vermezsek, kimse bizden bunu, özsaygımızı zor/güç kullanarak alamaz. Kendisine zulmedenlerin, yaşam tarzlarına, ideolojilerine öykünmek; düşüklüktür, yenilgidir, alçaklıktır. Düşmana hayran olmak, veya ona benzemek; özüne, fıtratına, kimliğine, misyonuna yabancılaşmanın çeşitli tezahürleridir. Direnme azmini ve gayretini kaybetmek asıl yenilgidir. Zalime boyun eğmek, yenilgiyi baştan kabullenmek; yine kendine yabancılaşmış, değerlerinin farkında olmayan ruhların ortaya koyacağı bir davranış biçimidir. Gücünü haklılığından alan insanlar asla mücadeleyi terk etmezler. Bu uğurda ölseler bile muzafferdirler. Çünkü; önemli olan gücünün son damlasına kadar direnmektir. Sabır ve sebatla yollarına devam etmektir. Onun için savaş meydanından kaçanlar kınanmıştır. İnsanı başarılı kılan, yaptığı şeye, sarıldığı davaya tam manasıyla inanmaktır. Bu iman sayesinde insan kâinata meydan okuyabilir. Nice az bir topluluk, büyük görünen güçleri yenilgiye uğratmıştır. Direnmek, güç ve imkan nispetiyle doğru orantılı olmalıdır. Ancak çok hesap yapanlar, adım atacak cesareti bir türlü bulamayabilirler. Doğru zamanda, doğru tepki verebilmek gerekir. Bazen yavrularını korumak için kendinden çok büyük bir düşmana meydan okuyan tavuğu görürüz ona hayran oluruz da; onur mücadelesi veren, direnen halkları anlamakta zorlanırız. “Sonunu düşünen kahraman olamaz” deniliyor bu güzel sözde. İnsanlar sadece kahraman olmak için ortaya atılmamalı, ama şunu da unutmamalıyız ki; ferasetle yapılan işleri tarih hep takdir etmiştir. Bu örnekleri hatırlamak için tarihimize bir göz gezdirmemiz yeterli olacaktır. Nereden geldiklerini, köklerini unutanların emperyalistlerin tuzağına takılıp kendilerine yabancılaştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü onlar/emperyalistler tarihi bilerek çarpıtırlar ve insanları kendi tarihlerinden utanır hale getirirler. Şimdi, uyanma ve kendi değerlerine sahip çıkarak, ayağa kalkma /dirilme zamanı… “Haktan inen gerçekle kalplerin yumuşama ve titreyerek harekete geçme zamanı daha gelmedi mi” (Hadid/16). Sizce de o zaman hâlâ gelmedi mi? Nihal İlimen
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|