06-27-2008, 07:32 | #1 |
HADİM DEVLET ANLAYIŞI
HADİM DEVLET ANLAYIŞI
ALPEREN GÜRBÜZER Hadim devlet kavramına gelince; Hadim hizmetkâr demek. Yani halkın hizmetinde fisebilillah koşmak, halka hizmetin Hakka hizmet olduığunun şuuruna varmış devlet demektir. Devlet, toplumun hadimi olmalıydı oysa. Ne yazık ki, şimdiye kadar ki uygulamalarda devlet daima toplumun önünde yer aldı. Devlet baba fikri kitlelerin ruhuna işlenildi sürekli, bu durumda devletten ne beklenilirdi ki. Her şeyi devletten beklemek duygusu geliştikçe, toplum sivil inisiyatifini kullanamaz hale geldi sanki, hatta sivil ruhunu kaybeder vaziyete büründü. Osmanlı’nın o ihtişamlı dönemlerinde devlet hadim rolü ifa ettiği için, tebaa’nın devlete bakışı ‘’baba’’ tarzında gerçekleşmiştir hep. Hadimiyet şuurundan uzaklaştığımız devirlerde ise yöneticiler toplumun bu iyi niyet duygusunu istismar etmişler ve şahsi menfaatleri uğruna hem devleti, hem de toplumu kendi çirkin emelleri doğrultusunda kullanan misyon üstlenmişlerdir. Milli iradenin önünde en büyük engellerden biri de hala devleti ‘baba’ olarak telakki etmemizdir. Devleti baba görmek duygusu devlet baba geleneği şartlarında doğru bir kanaat olarak yerleşti içimize. Ama günümüz şartlarında aynı tutumu devam ettirmek, sivil toplum anlayışına terstir. Yükseliş ruhunda idarecilerimiz icraatlerinde daima Allah’ı hatırlayacak çaba içerisinde idiler. Öyle bir devran geldi ki, Halife Abdülmelik, Hilafeti’nin başında: ‘’Bugünden sonra kim bana Allah’ı hatırla diyecek olursa başını kopartırım’’ çağrısında söylediği sözlerin mana ve ruhuna uygun devlet mantığı yerleşiverdi. İşte bu noktadan sonra olanlar oldu, ister istemez ‘vay halimize’, ‘vay anam’ seslerini sıkça işitir olduk böylece. Demek ki bugüne kadar bitmek tükenmek bilmeyen hayıflanmaların sebep zincirini buralarda aramamız gerekiyormuş. Nitekim geldiğimiz noktada hadimiyet bilinci zayıflayan yöneticiler, kendi emellerini hakikatmış gibi topluma dikte ettiler hep. Dikte ettikleri şey kalbimize inen oktu oysaki. Toplum ise koyun misali, olana razı seyir takip edip, kaderimiz buymuş haletiruhiyesine bürünüverdi. Oysa Müslümanlar olarak ‘iman’ın yanısıra ‘katılımcı demokrasi’ mücadelesi de vermeliydik ki aydınlık yarınlar gerçekleşebilsin. Bana göre hava hoş demek nereye kadar. Bu tür umursamazlıklarla bilmem kendi kuyumuzu kazıdığımızın farkında mıyız? Elbette ki insanız dengemiz şaşabilir. Fakat düşüncelerimizi, fiillerimizi hep bizim adımıza karar vermesini sandığımız bir takım güçlere teslim etmek nereye kadar devam edebilir ki, artık uyanma bugün değilse ne zaman? Bazen hararetli tartışmalara girdiğimizde mangalda kül bırakmıyoruz maşAllah, ama iş ciddiyete bindiğinde suspusuz her nedense. Kabahatimiz boyumuzu aşmış, birazda suçu kendimizde aramalı. Yoksa haramiler gözümüzün içine baka baka hürriyeti ve lüks yaşamayı kendilerine, itaati de biz sürülere(onların gözünde) tanıyacaklar. Nitekim anca beraber kanca beraber artık gerilerde kaldı. Fertlerden yoksun devlet modelini, ‘devlet baba’ olarak algılayarak yıllarımız heba ettik. Rüzgârlar ters yönden püfür püfür eserken, biz hala çıkmaz sokaklarda kayıbız, derken devleti kutsal bir aziz, toplumu da güdülen koyun görme anlayışımız bugünlere dek süregeldi. Devlet şuurumuz, ferdi hürriyetlerle beslenmediği için, demokrasi tartışmaları da hiçbir zaman gündemden düşmedi. Başka ülkelerde tanınan demokrasi, maalesef İslâm dünyasında kök salamadı. Çoğulcu zihniyetin önüne geçen bir takım zinde güçler her ne kadar demokrat görünmeye çalışsalar da, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş meğer. Bir eli yağda bir eli balda, bu ne saltanat, bu duruma dur diyecek irade hani nerede? Bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmemek istiyorsak, mutlaka çoğulcu anlayışı bütün kurumlara yerleştirmek gerekiyor. Tahakküm eden birtakım fırsat düşkünü zinde güçler suni gerginlikleri sağlayarak saltanatlarını devam ettirmekteler ve sivil inisiyatif gelişmeleri durdurmaya çalışmaktadırlar. Bakalım bu saltanat nereye kadar sürecek, ergeç bir gün hesabını verecek günlerde gelecek elbet. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış, onlara mı kalacak, sanmasınlar ki sonunda zafer var. Adalet bu dünyada gerçekleşmese de, bunun birde mahşer yüzü de var. Ateş düştüğü yakar çünkü. Baskıya dayalı devlet anlayışının yerine hürriyeti ön plana alan ve hadimiyet şuuru içinde hareket eden ‘hadim devlet’i inşa etmeli. İster Müslüman isterse gayri müslim olsun mensup oldukları dinlerine göre yaşamasına imkân veren hoşgürü çerçevesinde hareket eden devlet modeli zaruridir. Çoban sürüsünün hizmetine ram olmalı ki, sürüden verim alınabilsin. Aksi takdirde çobanlar başımızda kurt olacaklardır. Her kültüre ve her dine mensup zümrelerin, serbestiyet ortamında yaşamasının ancak ve ancak çoğulculukla mümkün olabileceğini bilmeliyiz. İhtilafların kaynağında genelde katılımcılık anlayışının ve bireysel özgürlüklerin olmamasından doğan sıkıntılar sözkonusu. İslâmi kaideler, hiçbir kimseye veya toplumlara zorla kural dayatmaz. Vahiy ve sünneti seniyye, kişileri ve toplumları İslâmca yaşamaya zorlamaz. Bilakis, İslâm’ı yaşamaya imkân verecek manzumeleri ortaya koyar. Kabul etmek veya etmemek noktasında tercih insana verilmiştir. İslâmın güya insanları tahakkümle müslümanca yaşamaya zorladığını iddia ediyorlar. Oysa bu kuru bir iddia, geçerliliği yok, bu yöndeki yanlış kanaatleri talihsizlik olarak yorumluyoruz. Zira İslâmi prensipler, baskıya dayalı kaideler olmayıp, aksine imkân ve fırsat tanıyan hükümlerdir. Devlet, tebaasını ister Müslüman, ister Yahudi, isterse Hiristiyan olsun, hürriyet ve hakemlik esasına göre idare etmelidir. Tüm mesele, devletin devlet olma vazifesini layıkı ile ifa etmesidir. Devlet sadece asker besleyen, vergi toplayan, dış sınırlarımızı kollayan ve gerektiğinde savaşan mekanizma demek değildir. Toplumun taleplerine, katılımcılığına sahip çıkan bir aygıt gerçek manada hadim devlet demektir. Hür iradeye dayanmayan devlet ergeç yıkılmaya mahkûmdur. Sosyal devletin temellerini şimdiden atmamız lazım. Sosyal güvenliğini sağlamış, toplumun bütün katmanlarını kucaklamış, örgütlü toplumdan çekinmeyen devlet; ancak hadim devlet olarak nitelenebilir. Devlet mekanizmasının, belli bir kesimin lehine işletilmesi kabul edilemez. Herkesin ekonomik güvenliğinin sağlandığı ve sosyal güvenlik şemsiyesiyle hür bir toplum idame etmek mecburiyeti vardır. Sosyal güvenlik sistemini biran evvel hayata geçirilmesi için biran evvel gerekli adımları atmalıyız. Bu reformın uygulaması ancak politik mülahazalardan sıyrılan kadrolarla gerçekleşebilir. Politize olmuş kadrolar bir zamanlar KİT’leri arpalık olarak kullanıp, sosyal güvenlik kuruluşlarını da çiftliği sanarak, yıllarca fakir fukaranın ve yetimin hakkını yemişlerdi. Ehil kimseler işbaşına getirilmeye başlanılması ile birlikte köstebekler yuvalarından çıkarılarak, rantiyecilerin yavaş yavaş temizlenmesi biraz olsun içimizi ferahlatmıştı. Bu tür icraatları sevindirici gelişmeler olarak görüyoruz. Demek ki, istenilirse ehil kadrolar elinde bu tür kara paralar temizlenebiliyormuş, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın döneminde kaçakçılığın canına ot tıkaması bunun en tipik göstergesidir. Yeter ki kara parayı temizleme mekanizmaları işletilebilsin, gerisi kolay. Malum olduğu üzere zekât toplumumuzun en büyük sosyal güvenlik sistemlerinden biri olduğu gibi malın kirini temizleyen en büyük reçetedir. Sadece zekât organizasyonuyla da yetinmeyip A’dan Z’ye yapılanma sürecine hız kazandırılıp hatta toplumun bütününü kapsayacak en verimli sosyal güvenlik reformu uygulamalarına işlerlik kazandırılıp biran evvel kara paralar temizlenmeli ki yoksulların mahzunluğu sevince dönüşebilsin. Hele hele yetimlerin gözlerindeki sevinci görmek bu dünyada nasip olursa, bundan böyle ölsek de gam yemeyiz artık, en azından gözümüz kalmaz arkada. Öyle ki bu durumda dünyanın kederi bile vız gelir hepimize. Kanunları tanzim ederken, sosyal hayatı göz önünde bulundurup, kaosa meydan vermemeli. Toplumu hesaba katan, ferdi hürriyetleri esas alan kanunlar, ‘hadim devlet’ olgusunun gereğidir. Toplumun gerçekleriyle bağdaşmayan kanunlar, baskıcı ve dayatmacı prensipler olmaktan öte anlam ifade etmez. Kanunlar ferdin vicdanı ile mutabık olmalıdır. Vicdan aslında subjektiflik içerir, kanun ise şeklidir. İkisi de aynı yolun iki farklı yüzüdür oysa. Yani her ikiside dış ve iç gibidirler. Kanun daha çok genele yönelik, vicdan ise ferde. Kanunların da dolduramadığı boşluklar var. İşte bu noktada vicdana iş düşmektedir. Tabii bu arada vicdanın biçimi de önemli. Bizim vicdandan kastımız ‘kalb-i selim vicdan’ olsa gerektir. Devlet kanunlarını tanzim ederken, mutlaka toplumun seviyesine ve ferdin vicdanını incitmeyecek düzenlemeler getirilmesi gerekir. Aksi durumda çıkarılan yasalar katılaşıp, anarşi ortamı doğuracaktır elbet. Ülkemizde gereği gibi hadim devlet anlayışı olmadığı için, ne vicdanlara yönelik kanunlar çıkartılabiliyor, ne de suçların çoğalmasını önleyecek caydırıcı kanunlar ifa edebiliyoruz. Devlet, maşeri vicdanla barışık kaideler ortaya koymalı ki, toplumda makes bulabilsin. Toplumla barışık olmayan kanunlar çoğu kere müsvedde paravana dönüşmüş yırtık kâğıt muamelesi görmektedir. Mutlaka ve mutlaka kanun ve vicdan ölçüsü şart. Her türlü keyfiliğe son vermek hadim devlet prensibinin gereğidir. Memleketimizde herkes birinci sınıf vatandaş olmalı. Bu ülkenin nimetini de külfetini de paylaşanlar hukuk önünde eşit olmalı. Nimetinden yararlananlara ayrı muamele, külfetini çekenlere başka davranmak hadim devlet zihniyetine ters bir durumdur. Aslolan kanunların toplumun beklentilerine cevap verebilmesidir. Hadim devlet mantığını, Türkiye’nin zihni omurgasına yansıtmalı. Ciddi ve şahsiyetli dış politika uygulamaları ile yeni nesillere güçlü bir Türkiye miras bırakmalıdır. Ateş çemberinden çıkmış coğrafyamıza yeniden kendi hakikatine teslim olacak hadim devleti kazandırmak, biricik vazifemiz sayılmalı. Maziden geleceğe köprü misyonu üstlenecek, bütünlüğü sağlayacak sivil inisiyatifi üstlenmiş iktidar yarınlarımızın teminatıdır. Bahtsız ve karayazılı toplum olmak alınyazımız olmamalı. Üç kıtada hükmeden coğrafyadan arda kalan kısım bir asır öncesine nisbetle devede kulaktır geldiğimiz nokta. Yeniden ayağa kalkmak, yeniden dirilişe geçmek ve kendi rönesansımızı kurmak mecburiyeti vardır. Bu, temenni olmanın ötesinde misyonumuzun gereğidir. İdeallerimiz dış veçhesiyle Kırım’a, Kafkasya’ya, Basra Körfezi’ne, Hicaz’a, Kuzey Afrika’ya uzanıyor, adeta Orta Avrupa’yı da içine alan bir hilale benziyordu. Ecdadımız bu geniş coğrafyayı şanına uygun tarzda sosyal adaletle senelerce idare etti. Vaktiyle bünyemiz yara alınca, hudutların her tarafında sancılar nüksetti için için. Yaşadığımız sancıya rağmen, yine de ümit varız gelecekten pare pare. Çünkü var olmuş duygusunu yitirmemiş, çağın gerçeklerini bilen aynı zamanda kimliği ile barışık gençlerin hayata göz kırpan faaliyetleri muktedir iktidarın gerçekleşeceği günleri müjdeliyor. Tabii bu arada yılların önümüze koyduğu kangrenleşmiş çileleri de hesaba katmalı, bu durumu peşinen kabullenmek zorundayız. Her medeniyet, büyük çileler neticesinde doğabilmiştir çünkü. O halde hâkim devletten hadim devlete giden yolda ateşle oynamak da var. Yeniden bünyemizi tamir edip, çağlara kanatlanmakta var tabii. O halde Rumeli’ni kaybettikten sonra dengesini yitiren devletimizi çalışan azalarına kavuşturmalı yeniden. Sadece toprak kaybetmedik, kaybolan bir tarih, bir ülkü, bir kültür, bir medeniyetti. Bu sefer kaybetmek yerine kazanmak var, öyleyse hep beraber ileri! Diye haykırma zamanı. Gün bugündür, ötelere kanatlanma günü, hem de çağları fethedecek gün. Gün ebet müddettir. Aynı zamanda gözümüz arkada kalmadan Yaratana kavuşma günüdür. Sözün özü, hafızamızı yeniden kazanarak, hâkim devletten hadim devlete geçip, yeniden misyonumuzu cihana yaymalı. Hadim devlet fikrine dün olduğu gibi, bugün de acilen ihtiyacımız var. Zira yeni nesil bu uğurda ümit kalelerimizdir.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
10-04-2009, 17:15 | #2 |
Evet Hizmetkarı esas alan iktidarın başımızda olması büyük bir avantaj.
|
|
09-13-2010, 21:36 | #3 |
12 eylül hadim devlet için önemli bir adım.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|