04-02-2011, 08:51 | #1 |
Kayıtsızlık ve medyanın 'pornografik dili'
1.5 yıl önce Kayseri'de kaybolan çocukların cesetlerine ulaşılması medyanın geçen hafta en rağbet ettiği olaydı. Bunun arkasından Sultangazi'de yaşanan vahşet haberi geldi. Her iki olayın da farklı açıdan ciddi biçimde değerlendirmesi gerekiyor. İlk olaya ilişkin haberlerin yerinde ve yararlı bir değerlendirmesi ile Radikal'in 30 Mart tarihli sayısında karşılaştık. Beş akademisyen medyanın büyük bölümünün bu tür haberlerde sergilediği "sınır tanımayan" arsızlığını analiz ediyordu.
Sultangazi'de karşılaştığımız vahşete gelince: Bu olay da farklı açılardan değerlendirilmeyi bekliyor. Yaşanan vahşete ilişkin "lanet okumaya" ara verip, İstanbul'un muhtarlı ve karakollu bir mahallesinde nasıl olup da bugüne kadar hiç kimsenin küçük Fırat'ın imdadına yetişememiş olması üzerinde de ciddi olarak düşünmemiz gerekiyor. Nasıl oldu da küçük çocuğun çok uzun süredir içine itildiği cehennem hayatına etrafındakiler bu derece kayıtsız kalabildiler? En azından "aileden sorumlu" birileri bir köşede dururken... En azından birçok kere Fırat'ın komşularının şikayette bulundukları bir "karakol" olay yerinin yakınında dururken... En azından "muhtar" olarak adlandırılan kayıtsız bir kişi ortada dururken... Düşünüyorum da, acaba bir Anadolu şehrinde Sultangazi gibi İstanbul sınırları içinde olan bir yerleşim yerinde yaşanan vahşetin bir benzeri ile karşılaşabilmek mümkün müydü? Bunu söylerken sizleri "taşra"nın herkesin birbirini denetleyebildiği "cemaatsel" toplum yapısının -"kaybolan cennet" misali- münasebetsiz bir övgüsüne götürmek gibi bir niyetim yok. Taşra şehirlerinin evlerinde de -mutlaka- bolca dayak atanlar ve yiyenler eksik değildir. Ama yine de bu dünyada -küçük Fırat gibi- herkesin bilgisi dahilinde "analığından" ve onun anasından her gün muntazaman yediği dayaklar, gördüğü işkencelerden dolayı babası eve dönünceye kadar gününü sokaklarda geçiren, okula gönderilmeyen yaralı -çok yaralı- bir çocuk ile karşılaşıldığında bu durumu engelleyici bir şeyler ya da birileri bulunurdu herhalde. Yani diyeceğim, biz henüz gerekli kurumlarıyla donanmış büyük şehirlere sahip olmayan bir ülkeyiz. Büyük, çok kalabalık şehirlerimiz -İstanbul başta olmak üzere- "her koyunun kendi bacağından asıldığı" anlayışının hakim olduğu bir vahşi beldeyi andırıyor. Büyük şehirlere yerleşir yerleşmez -yani taşraya hakim olan karşılıklı denetim (hem de çok sıkısından!) kalkar kalkmaz- başta geçim derdi olmak üzere yeni bin türlü dertle karşılaşan ve bu sefer etrafına hepten "kayıtsız", ama son derece "bencil" insanlar olup çıkıyoruz. Üç küçük çocuğun cesetlerine ulaşılmasıyla medyaya dökülen haberlere ilişkin değerlendirmelere bakacak olursak: Prof. Şebnem Korur Fincancı bu haberlerde kullanılan dili "pornografik bir dil" olarak niteliyor. Bu değerli hekimin şu tespitine de katılmamak imkansız: "Kişinin sağlık durumu ve bedeniyle ilgili bir raporun mahremiyet ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu raporların kamuoyuyla paylaşılması gerekli değil." Benzer bir değerlendirmeyi Prof. Sevda Alankuş da yapıyor: " 'Üçü de parça parça doğrandı' gibi detaylar kullanılarak insanların her türlü merakını kamçılıyor, zanlı ne dediyse olduğu gibi yazıyor ve suça meyilli insanlara rol modeli oluşturuyorlar. Haberin içini doldurmak için Adli Tıp raporunun bütün detaylarıyla verilmesi de çok yanlış." Bu son derece haklı gözlem ve tespitlere konu olan haberciliğe birilerinin müdahale etmesi gerekmez mi? Bu çirkin ve sorumsuz haberciliğin "basın özgürlüğü" çerçevesinde anlaşılması mümkün mü? Bu haklı gözlem ve tespitler bana epeyce yıl önce ülkenin "en büyük gazetesi"nin "çocuk pornosu"na ilişkin bir haberini "renklendirmek" için kullandığı -değil bir gazetenin fotoğraf arşivinde, kişisel bir arşivde bile bulundurulması yasak olan- fotoğrafı hatırlattı. Bu fotoğrafı o dönem Basın Konseyi'ne şikayet etmiştim. Konsey'in konuya ilişkin kararı söz konusu gazeteyi -ertesi gün özür dilemesinden hareketle- neredeyse ödüllendiren nitelikteydi! Sultangazi'de yaşanan vahşete dönecek olursak. Olay yerindeki insanların açıklamalarına yer veren bir haberden (Radikal) mahalle halkından bazılarının küçük Fırat'ın maruz kaldığı dayak ve işkence için birkaç kez karakola şikayette bulunduklarını, durumdan mahalle muhtarını haberdar ettiklerini öğreniyoruz: "Mahalleli; kimliği bile olmayan küçük çocuğun ailesinden sürekli dayak yediği için polise ve muhtara onlarca kez başvurmuş, ancak kimse oralı olmamış." Hatta mahalleden bazı kimseler, karşılaştıkları bu kayıtsızlık karşısında "bu konu için polisle kavga bile ettiklerini" anlatmışlar. Bir mahalle sakini kadının şu açıklamasında dile getirdiği gibi: "Ben de polisi arayıp durumu anlattım. Polis bana 'Sen ne bilirsin. Sen karışma. Adam öz babası. Biz şey yapamayız' dedi." Görüyorsunuz; küçük çocuğu bekleyen felaket apaçık olarak "geliyorum" demiş. Ama ne yazık ki bu duruma müdahale etmesi gereken kurumların kayıtsızlığı bir türlü aşılamamış. Polis orada, muhtar orada, evinde kötü muamele gören çocuğu koruyan yasalar ortada, "aileden sorumlu"su da orada ama bir küçük çocuk "göz göre göre" gidiyor... Biraz önce söylediğim gibi "büyük şehirler"deki hayatın eski toplumsal ilişkilerin denetimine bırakılması söz konusu olamaz. Bu "cangıl"larda bu tür olaylarla karşılaşmamızın önüne geçebilmek için eski tür toplumsal ilişkilerin ürünü olan denetim mekanizmalarını kullanamayız. Polis, muhtar, "aileden sorumlu" bakanlar , belediye görevlileri bu konuda da üzerlerine düşen görevi harfiyen yerine getirecekler. Getirmedikleri durumlarda da birileri bunun hesabını soracak... Çok şaşırtıcı değil mi; Sultangazi'de yaşanan vahşete ilişkin hiçbir "yetkili" bu yönde en ufak bir açıklama yapmadı. Kürşat Bumin - Yeni Şafak
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|