|
![]() |
#1 |
![]() HAYVANLAR ÂLEMİ-3
ALPEREN GÜRBÜZER YILANLAR Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermektedir. Onların görünüşü avını korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o görünüşünden ziyade avlarının üzerine yıldırımca atlayıp zehirlerini şırınga etmekle avlamaktadır. Öyle ki zehri avını felce uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olmaktadır. Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, bu arada zehir kaslarının otomatik olarak harekete geçmesiyle birlikte küçük bir kanal yoluyla zehir dişe akmakta, oradan da avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir. Şurası bir gerçek zehirli yılanların tek silahı bezlerinde taşıdığı zehir olsa gerektir. Neyse ki insanoğlu yılan zehirlenmelerine karşı özel serumları imal etmeyi başarabilmişlerdir. Bazı yılanlarda avının bir çember misali etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka altına alıp boğabilmektedir. Bazıları avını sıkıp bir bütün olarak yutmaktadır. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton birkaç saat içerisinde domuzu yutabilmektedir. Böyle bir büyük lokmanın sindirimi kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Yılanların üremesi ise yumurta yoluyla olmaktadır. Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu kadarı yılan hakkında fikir vermesi yeter diye düşünüyorum. SOLUCAN Onları bazen bir bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her an görmek mümkündür. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de büyük bir şefkatle yanına sokulabiliyoruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak solucana karşı da tavrımız değişebilmektedir. Şayet onu tehlikeli bir yaratık algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan vücut donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini gidermektedir. Bu durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı vermekteler. Bundan da öte sakın ola ki statükonun kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapmaktalar. Onlar aynı zamanda toprak altı faaliyetleriyle toprağın havalandırmasını sağlamaktalar. Böylece havalanan toprak tüm canlı âlemine gıda olmaktadır. KERTENKELE (İGUANA) Adı: Kertenkele. Cinsi: İguana Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile birtakım böcekler. Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak bölgeleri. Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona Cin ejderi demeyeceklerdi. Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeden güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan kimse onları alıkoyamamaktır. Çünkü güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır. İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri de söz konusudur. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki; Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki : “- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.” Öbür üfürene de dedi ki ; “- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.” Bu misalden hareketle bizim burda katkımız: Hak ve hakikat yolunu bilip, sevmek olacaktır. Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki? Kertenkeleler ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek yerine bir yenisi eklenmektedir. SÜLÜK Adı: Sülük Konakladığı mekân: Kendi tabiî sulak ortamı. İnsanoğlu belki de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş durumda. Yine de kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde hissederiz. Fakat sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlamaktadır. Ayrıca kanın pıhtılaşmaması içinde hirudun denilen maddeyi üretmeyi bir vazife bilmektedir. Derken konakladığı canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik işlem sonucunda elde ettiği kan gıdası onun altı ay kadar bir süre beslenmesine yeter artar bile. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmaması için bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri sayesinde gıdasını muhafaza etmeyi de ihmal etmez. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp her şeye rağmen yine ayakta kalabilmektedir. Bugün sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda; “ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim” (Sahih-i Buhari ![]() SALYANGOZ Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak dikkat çekmektedir. Üstelik onun helezonik olması zikir halkalarını hatırlatır hep bize. İlginçtir karın kısmı kaslarla kaplı olması hasebiyle ona hareket manevrası sağlamaktadır. Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan başlayan dalga manevrası son kısımda tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Karın bir noktada ona ayak olmaktadır. Dahası var; ayağının ön kısmında bulunan bezlerden salgılanan mukus denilen sümüksü madde her ortama yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlamaktadır. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde, gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabilmektedir. Hatta yolunun üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus salgısı onu her halükarda incitmeden seyahatini huzur içerisinde geçirmesine vesile olmaktadır. Gerektiğinde yapışkan bu maddeyi kurutulmuş halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangozu çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun artık o hayvanda yaşama ümidinden eser kalmayacak demektir. Dolayısıyla mermer sağlamlığında diyebileceğimiz kabuk onun için bir koruyucu zırh olmaktadır. MARMOTLAR Marmotlar yerde ve kayaların arasında yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denmektedir. Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyumaktalar. Onları ilginç kılan hem düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları hem de kendi aralarında son derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüleri misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmaktadır. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının hücumuna uğrama riski de var, dolayısıyla böyle bir tedbiri almayı ihmal etmezler. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir sesle alarm vererek arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece bu haber sayesinde önceden kazmış oldukları yuvalara sığınarak ta ki ikinci alarm sesi gelene kadar yuvalarından çıkmayıp tehlikeden kendilerini korumuş olurlar. Zaten ikinci alarm kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası değildir elbet. Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeyecek şekilde tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak, mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat inşa edilen şehirleri bizler ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olup herhangi bir tehlike anında bir başka emniyet sübabı görevi yapmaktadır. Anlaşılan Allah’ın marmotlara ve dağ sıçanlarına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı. PORCUPİNE Çok nadirde olsa mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine oklu kirpiden başkası değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilmekte. Tabiî bu arada kurt başına neler geleceğini bilmeden kolayca besleneceğini sandığı bu hayvanın dikenleri ağız ve boğazına batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde sonunu hazırlamaktadır. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki öldürücü mikropların istilasına uğrayarak sonu ölümle sonuçlanmaktadır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında onlar da aynı akıbete uğramaktadır. BUKALEMUN Kertenkeleye benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden ayırmaktadır. Keza vücudunun basık olması da ayırıcı özellik katmaktadır. Bu arada dili boyundan 1–1,5 kat uzun olup, avını yakalayacak kabiliyette hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki insanın gözlerinden katbe kat üstün maharete sahiptir. Nitekim insanoğlu sadece gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakmaktadır. Yani bakarken her tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurmaktadır. Derileri deseniz, zaten dillere destan, yani herkesin dilinde. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi bu hayvanda derilerinin birkaç tabakadan meydana gelmesi dolayısıyla tabakalar içerisinde ki boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela sarı, yeşil, kırmızı tonlarında mevcut renkler usul usul kestane veya siyah renge çevirebilmektedir. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ansızın kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin kontrolü otomatik olarak sinirler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Hatta onun böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olmaktadır. Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak olmaktadır. Neslin devamı içinde dişi bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakmaktadır. KAPLUMBAĞA Kaplumbağa halk arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi kabuklu bir sürüngen hayvandır. Dikkat edin sürüngen dedik. Çünkü aheste aheste yürümektedir. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat bir hayvan sanır. Belki de böyle değerlendirenler haklıdır. Zira 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında herhangi bir değişiklikten eser bile görülmemektedir. Bu yüzden nesli tükenmeden bugüne kadar gelmeyi başarabilmişlerdir. Hatta rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir. Kaplumbağaların karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genelde bataklıkları tercih edip ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçmektedir. Hakeza dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyor. Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmekteler. Yani parmaklar karada yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malum olduğu üzere karadakiler 250 kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulmaktadır. Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır. Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır. KESELİ FARE(Jerboa) Adı gibi kendisi de ilginç bir hayvan. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal etmez. Hele kendi aralarında kavgaları var ki görülmeye değer. Sanki iki boksör gibi dövüşen bir sporcu havası vermekteler. En önemli özelliği ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalları veya köklerin neminden temin etmektedir. Zaten suya yüksek derecede ihtiyaç hissetseydiler çöllerde yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden yaşayabilme rekoru ona ait bir simge olmuştur. Onların en çok iştiyak duyduğu şey cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır. Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde bulunurlar. OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller) Hem etçil hem de otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak bilinmektedir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi olup, herhangi bir tehlike karşısında hemen panikleyip akıllıca tavır sergileyememektedir. Bu yüzden hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler. Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama kabiliyetine sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk kümeslerinde parçaladığı hayvanın kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada bırakmasıdır. Kan kokusu mu onu sersem hale getiriyor bilinmez amma tembel olduğu her halinden belli zaten. Yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya getirmektedir. Hatta yavruları öylesine minicik ki hepsini toplasan bir opossum yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığına tekabül etmektedir. Gelişme çağında büyüklüğü ise ancak bir kedi kadar kalmaktadır. CÜCE SİVRİ FARE Bakmayın siz onun öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu tonlarda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla da dikkat çekip aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışları yavaşlamakta ve solunumu durmaktadır. Üstelik tükürüğü zehirli olduğundan etkisini anında göstermektedir. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da. Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda zararlı haşereleri öldürmeseler pekte çekilecek cinsten hayvan sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmektedirler. KIR FARELERİ Kahve renkli bu fareler Norveç fareleri ile yakın akraba olup genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan hayvanlar olarak dikkat çekmektedir. Belli başlı geçim kaynağı ot ve yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce etrafa üşüşmesine neden olmaktadır. Hatta açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayatı son bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan olarak adından söz ettirecektir. LEMMİNGLER Adı: Yumuşacık kürklü fare. Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav ülkeleri. Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün yiyecekler. Bu hayvanlar bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört yılda bir olağan üstü artmaktadır. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek adına göç etmek zorunda kalırlar. Kolay değil yaşadığı mekândan bir anda meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi gözükmüyor. Belli ki bu yolculukta her türlü engellerle karşılaşacakları malum, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerlemekteler. Özellikle bu arada ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmıştır. Tüm donatılara rağmen ilahi bir güç tarafından göç esnasında bir şekilde popülasyon dengesi sağlanmaktadır. Zira karşılarına deniz bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri bulan topluluk halinde göç ettikleri için martı, atmaca, tilki, gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payını alırlar. Hakeza Ren geyikleri de onları yutup böylece açlığını giderirler. İyi ki de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle murad etmektedir. KÖSTEBEK Gözleri görmemesine rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen bir memeli hayvan olarak dikkat çekmektedir. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilememektedir. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle donatılmıştır. Bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı tüneller yüzünden pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak yığınlarından geçilmez hale gelebilmektedir. Hele bir yağmur yağmaya dursun, fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler iştahını kabartacak avı olmaktadır. KOKARCA(mephitis) Adı üzerinde kokarca. Belli ki onunda savunma yöntemi gizlenmeye gerek kalmadan etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Fakat tehlike sezdiği an önce homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı göndermekte, sonrada sırtını dönüp ateşleme pozisyonu almaktadır. Şayet “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer geniş kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını uzaklaştırmış olur. Öyle ki saldığı koku 800 metre uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece boynuzlu baykuştur. Yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi püskürtüp düşmanını şaşkına çevirmektedir. İlginçtir koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor. Genellikle yaşadığı yerler Orta Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda, çalılıklarda görmekte mümkündür. Aynı zamanda kendisi etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve 10’dan fazla türü olup, sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan gibi hayvanlardır. Üremeleri ise erkek kokarcaların evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için yola koyulmakla başlamaktadır. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında kavga bile çıkmaktadır. Kavganın ötesinde dişi kokarcanın dikkatini çekmek adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmamaktadır. Derken en nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir. Doğum sonrasında kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlamaktadır. Ekseriyetle gündüzün dinlenerek geçirip geceleri ise mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış uykusu diye bir derdi de yoktur. Evi ise içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten ibaret bir sığınak olmaktadır. TAVŞAN Tavşanlar bir doğumda 4–12 yavru doğurmakta olup, doğan yavrular gözü kapalı ve tüysüz olarak dünyaya gelmektedir. Ancak zaman içerisinde tüyler kısa, kuyrukları uzun kıllı hale gelir. Tavşanlar aynı zamanda doğurgan olup yavrusunu ancak bir hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir hayvandır. Fakat aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle beslenenler de var. Bir kısım tavşanlar var ki toprak altında açtığı tüneller veya yuvalarda yaşamakta, bir kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirmekteler. Yeryüzünde birçok tavşan türü var, ama onları birbirinden küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının yapısına göre ayırt edebilmekteyiz. Tavşanların belki de en ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat çekmektedir. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkmektedir. Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar da mevcuttur. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte önemli bir sektör oluşturmaktadır. Türkiye’dekilerin ise Ankara keçisi gibi beyaz olanı çok makbuldür. Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna yatmazlar. Ömürleri 5–12 yıl arasında değişmektedir. Hemen hepsinde diş olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki defa sindirme yoluyla hazmetmektedirler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile tekrar yutmaktan imtina etmezler. Böylece yedikleri otçul besinler kalın bağırsakta bakterilerce sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilmektedir. Dışkılarının yemesine engel olunduğunda ise hastalanıp bitap düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızık uğruna ilerledikleri yol güzergâhı yokuş bile olsa çok iyi sıçrayarak 33 kilometrelik bir hızla cambaz misali iyi koşabiliyorlar. Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere de çare olduğu gibi çocukların diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı sağlamaktadır. Hatta tavşan eti sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici durumu bile söz konusudur. KAR KUNDURALI TAVŞAN Adı:Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan. Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır. Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir. Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır. Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini değiştiği gibi o da mevsime uygun bir tarzda kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin değişmediği bir ortama götürülse de yine rengi sanki saat gibi ayarlanmış bir vaziyette kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan o ki renk değiştirme genetik bir durumla alakalı bir husus. Hatta kürklerinin rengi gezegenlerin ve bir takım gök seyyarelerinin hareketleriyle uyumlu seyretmektedir. Dolayısıyla kışın karlar içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark etmek hiçte kolay olmayacaktır. Neslini devam ettirebilmek adına yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Ya yürümesine ne dersiniz, yürüyüp hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine doğru ilerleyebilmektedir. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile. KANGURU Bunlar sıçan kangurusugilleri ile karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar olabileceği gibi dağlık alanlarda olabilmekte, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemektedirler. Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır. Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya konuk edilir. Öyle ki yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler. Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabilmektedir. Dolayısıyla bundan sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt pompalamak zorunda kalmaktadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son derece şefkatlidir ki mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor. Kanguruların ömrü takriben 15 yıl sürmektedir. SLOTH (Tembel hayvanlar) Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile meşhur bir memeli hayvan. Tembel insanlar olduğu gibi tembel hayvanlarda varmış meğer. Zaten tembellerin özelliğidir yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak. Nitekim Sloth gibi tembel hayvanlar günde 15–18 saat uyumakla gününü gün etmekte. Hatta bu tip hayvanlar sanki çiğneme zahmetine katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri ne de su içtikleri görülmüştür. Zira Sloth tembel tembel tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak yaşamaktadır. Zemine ise ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp insanlar tembel hayvan demişlerdir. Her ne kadar Slothların vücut ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan gel Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek tembelliğini adeta ilan etmektedir. Tembel hayvanlar aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiklerinden hepçil olup, yanı başlarında ne bulursa onu yemeye razı bir halleri vardır. DEVE Adı: Deve Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya. Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs. Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi yiyecek hususunda titiz davranmayıp Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yediklerini yağa çevirip “Yolcu yolunda gerek” diyebilen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf noktanın nedeni hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanmaktadır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çekmektedir. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez. Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktadır. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlarda vardır. Bundan da öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır. İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki; Allah Resulü ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmiş olsa gerek ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin: —Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı. Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koydu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi. Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile İşte Allah’ın Habibi geldi! Diye heyecan varı haykırıyorlardı. Hakeza genç kızlar: “—Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişcesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı. Ensar söz birliği yapmışcasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı. Habib-i Kibriya Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi. Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değil, bütün Medine halkı idi. O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü bile oluyordu. LAMA Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden insanların hizmetine amade olmuş binek taşı hayvan olarak dikkat çekmektedir. Güney Amerika’da yaşayan bu iri cüsseli hayvan yaklaşık 100 kilogram ağırlığında yük taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan bir hayvan olarak insanların gözdesi olmuşlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya kızdırıldıklarında homurdanarak tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende bir canım, bu kadarı da pes doğrusu” dercesine kendince mesaj vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da Yavuzca davranmaktadır. İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır. SIĞIRLAR Sığırın hem sütünden, hem derisinden, hem de etinden faydalanırız. Yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz bezinin salgıladığı hormon) denilen hormonun ürettiği sütle beslenmektedir. Sığırlar bilindiği üzere geviş getirerek sindirim yapmaktadırlar. Bunu yaparken de aşama aşama gerçekleştirirler. Öyle ki yediği otlar ilk evvela doğrudan işkembeye gönderilir. Gerçekten mideye gönderilmesine gönderilir de selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan kolay kolay sindirememekte, o halde inek nasıl sindirir bunu düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır. Şöyle ki; otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler ve birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır hale gelebiliyor. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konumuna gelmektedir. Zira otlar işkembenin kasılma hareketleriyle ağza gönderilmektedir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir meyvenin şirazeden sıkma işlemine benzer yöntemle suyu çıkarılmaktadır. Derken en nihayet üçüncü bölüm olan mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ olur karbon hidrat vs. olur. Anlaşılan o ki ot yiyen hayvanlar yırtıcı hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Belli ki böyle yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne avlanılıyorlar ne de et yemekteler. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınmış gözde hayvanlar olarak anılacaktır. Zira sütü besleyicidir. Malum olduğu üzere süt içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade olabilmektedir. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği davranışında gizlidir. Ayrıca dünyamızda yabani sığırlarda vardır. Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat bulmaksızın hayata veda etmekteler. Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulmaktadır. Yine hakeza dağda yaşayan Tibet sığırlar var ki adından yak diye söz ettirmektedir. Öyle ki kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmezler. Postlarının tüylü olması onları soğuktan koruduğu gibi dağların tepeleri karla kaplı olsa da bir şekilde toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor. Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun, önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır. Birde yabani öküzler var ki görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser sesleri dersin. Bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk eden yenilmiş sayılmaktadır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan da korumaktadır. Bu arada kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabilmektedir. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır. GERGEDAN VE MANDA Gergedan ve manda gibiler filden sonra iri cüsseli hayvanlar olarak dikkat çekmekteler. Buna rağmen onlarda kendi dışında küçük hayvanlara muhtaçtırlar. Şöyle ki üzerlerine musallat olan kene ve pireler kanlarını emmekteler. Dolayısıyla kene ve pirelerin defi için yardımcı kuvvetlere gerek vardır. Bunun için bazı küçük yapılı kuşlar adeta imdadına yetişmektedirler. Onların bu yardımını derinden hisseden gergedan ve manda üzerine konmasından zevk alırlar. Hatta zevk almak bir yana onlara binek taşı olurlar. Manda ve inek gibi hayvanların kolu olmadıklarından üzerlerine üşüşen sinekleri kuyruklarıyla uzaklaştırırlar. Demek ki kuyruk deyip geçmemek gerekirmiş. Aksi takdirde hayvancağız rahatsızlıktan huzursuz olacaktı. Gergedanın bir diğer tipik özelliği serseri mayın misali bir yerlere toslamasıdır. Toslaması huysuz olduğundan değil gözlerinin küçük olmasından dolayıdır. Öyle ki toslarken küçük ağaçları köklerinden bile koparabiliyorlar. Tabiî bu arada olan boynuza olmaktadır. Neyse ki kırılan boynuzun yerine bir yenisi gelebiliyor. Boynuzlar aynı zamanda yırtıcı hayvanlara karşı kalkan görevi yapmaktadır. İlginçtir koca gövdelerini kısa ve kalın yapılı bacaklar sayesinde taşıyabiliyorlar. Onların en büyük zevklerinden biri de hiç kuşkusuz su içerisinde boylu boyunca uzanmalarıdır. Belli ki hem serinliyorlar, hem de korunuyorlar. Yani, üzerindeki çamurların kurumasıyla birlikte güneşin o kavurucu sıcaklığından korunmuş olurlar. Derisi deseniz seyrek kıllı, kalın ve kırışık yapıdadır. Bu arada kat be kat katmerli derisine musallat olan parazitlerden kurtulmak için de çamura yatmaktadır. Bu da yetmez, ikinci bir takviye güce ihtiyaç vardır. Şöyle ki yukarıda bahsettiğimiz üzere üzerilerine konan minicik kuşlar gagalarıyla asalakları bir bir temizleyerek gereken takviye yardımını fazlasıyla yapmaktalar zaten. Hatta ağzını açıp dişlerini bile onlara temizletmekten yüksünmezler. Temizliğe öylesine önem verir ki dışkısını bile rast gele yere bırakmaktan imtina edip, tam bir çevre bilinci edasıyla bir ağacın veya çalılığın altını eşeleyerek üzerini örtmektedir. Her şeyden öte tuvalet adabı nedir bilmeyen insanlara bu davranışıyla örnek olmaktadır. Bir başka önemli özelliği de kalabalık halde yaşamayı sevmemesidir. Daha çok yalnızlığı tercih etmektedir. Bu arada ürkek hayvan olması hasebiyle pek rahatsız edilmeye gelmez. Çünkü parladıklarında tehlikeli olabiliyorlar. Keza insanı gördüğünde ise kaçmayı yeğler. BOĞA ANTİLOP (Taurotragus derbianus) Boynuzgiller familyasından olup yeryüzünün en büyük antilop türü, otçul ve ceylan benzeri bir hayvandır. Ayrıca ağaçların yapraklarını kemirmeyi de ihmal etmezler. Otu keskin dişleriyle kesip ağzına aldıktan sonra çiğnemeksizin direk olarak dört bölümden oluşan midesine gönderip geviş getirmektedir. Bu arada kendi türleri arasında postunun kahverengi ve beyaz çizgili olmasıyla fark edilmektedir. Oldukça iri ve boğa görünümlü olmasına rağmen saatte 70 kilometre hızla koşan aynı zamanda 1,5 yüksekliğe bir atlet misali sıçrayabilme kabiliyetiyle dikkat çekmektedir. Hatta arkadaşlarının üzerinden atlayarak adeta 'birdirbir' oyunu oynamaktalar. En büyük düşmanları ise tabiî ki aslan ve sırtlan olmaktadır. Çok darda kalırlarsa kendini en yakın nehrin sularına atmayı göze alacak kadarda cesaretlidirler. Gerektiğinde düşmanına korku salmak için havlama narası bile atmaktadır. Bir köşeye sıkıştırılsa da kesici ve sivri toynakları sayesinde düşmanı karşısında hemen pes etmemektedir. Yani boynuzları bir noktada düşmanını saldırma fikrinden caydırabiliyor. Böylece öküz varı başlı boynuzuyla yavrularını koruma becerisi sergilemektedir. Antilopların bazı türleri var ki sadece erkeklerinde boynuz vardır, bazılarında ise hem erkeğinde hem dişisinde vardır. Hatta türler arasında boynuz tasarım farklılıkları da söz konusudur. Yine de genel itibariyle boynuz ağırlıkça uzunca helezoni borazan şeklindedir. Bu yüzden Afrikalılar boynuzundan borazan yapıp müzik enstrümanı olarak kullanmaktalar. Hele bir kızmaya dursun derhal yönünü rüzgâra doğru çevirerek koşup insana bile karşı koyabiliyor. Mesela Adaks iri cüsseli hayvan su ihtiyacının çimenlerin neminden temin edebilen bir antiloptur. Zaten böyle olmasaydı kuru olan yerlerde gezinmesi mümkün olmayacaktı. Onlar için nemli bir rüzgâr bile su ihtiyacını karşılamak demektir. Hakeza Arap ceylanı türü de öyledir. Bunlarda su ihtiyacını geceleri bitkilerin üzerinde ki çiy damlalarından gidermektedir. BİZON Bunlarda boynuzgiller familyasında olup kıvırcık bir yele ve kamburumsu omuzları ile dikkat çeken otçul iri yapılı bir hayvandır. Tabir caizse bir tür yeleli yaban öküzü hayvandır. Kızıl derililer bir zevk uğruna çok sayıda bizon tükettiler. Tüketmekle kalmayıp tüyünden mont yapıp güya kendilerince soğuktan korunmaya çalıştılar. Hatta etlerini kurutup gıda olarak yemeklerine katık yaptılar. Bu arada yağını da almayı ihmal etmeyip muhafaza altına aldılar. Yani bilinçsiz avlanmanın kurbanı oldular diyebiliriz. Derken yıllar yılı kovalarken dünyamız cihan savaşların eşiğine geldi. Böylece bizonlar ikinci dünya savaşının acımasız tahribatı sonucu bu sefer beyazların ihtirasıyla birlikte gittikçe nesli azalan canlı durumuna düşmüşlerdir. Günümüzde kala kala Amerika bizonu ile Avrupa bizonu kalmıştır. Abdurrahman Karakoç’un bu konuda öylesine mükemmel bir şiiri var ki, Hasan Sağındık bu güzel şiiri siyah ağıt klibin de; “Önce ellerinde İncil Sonra tüfekle geldiler, Evleri ekinleri bizim olan topraklara Uzak ülkelerin uğursuz insanları Ne hakla geldiler anam, ne hakla geldiler Misafir olmak, dost olmak dururken Şart mıydı ellerinde silah olması. Bizimde yüreğimiz vardı Sevmesini bilirdik. Suç muydu derilerimizin siyah olması. Dövdüler, vurdular, sürdüler Öz çocuklarımızı öpüp koklayamadık Bize ait olan her şeyimizi Yeni efendilerimiz aldılar Namusumuzu bile saklayamadık. Ve işte onlardan geriye kalan: ‘Boş bir klise, Taş bir kule Bronz bir çan!’ Gel bunları da götür, gideceğin yere Adaletsiz medeniyetin babası, Ölçüsü menfaat olan, beyaz insan” diye seslendirip bir dramı güzel sesiyle zaten yorumlamış ta. Neyse olanlar olmuş, biz yine de beyaz adamın hışmına uğrayan bizonlar konusuna devam edebiliriz pekâlâ. Bilindiği üzere bu hayvanlar her türlü tedbiri elden bırakmayan yönüyle dikkat çekmektedir. Öyle ki 800–1500 kilogramlık vücudunu ağaçsız düz otlak yerlerde gıdasını temin ettikten sonra bulunduğu yeri değiştirip kurak kalmasının önüne geçebiliyorlar. Gebelik süresi 9,5 ay olup dünyaya tek yavru gelmekte. Aynı zamanda yavrusuna karşı son derece şefkat sahibidir. Üstelik yavrusu doğar doğmaz bedenini yalayarak hayata tertemiz girmesini de ihmal etmez. Ayrıca sürüler halinde yaşamaktalar. Bu arada kendi aralarında ki kavgada kim galip gelirse sürünün reisi o olmaktadır. http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?sk=info
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|