|
![]() |
#1 |
![]() ENZİM DÜNYASI
ALPEREN GÜRBÜZER Enzimler gerek fotosentez sırasında gerekse molekül bağlarının bağlanmasında çok büyük pay sahibidirler. Zira birçok kimyasal reaksiyona giren ve çıkan moleküllerden enerji elde etmek için enzimlerin parçalayıcı ve çözücü etkisine ihtiyaç vardır. Enzimler sadece parçalayıcı ve çözücü etki mi yaparlar, elbette ki hayır. Aynı zamanda proteinlerin sentezine yönelik hücre içerisinde oluşan tüm reaksiyonları başlatıcı, kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı nitelikte katalizör görevleri de söz konusudur. Dolayısıyla enzimsiz hayattan söz edilemez. Zaten enzimlerin katalizör özelliği olmasaydı hücre içerisinde cereyan edebilecek reaksiyonlar için yüksek sıcaklığa ihtiyaç duyulacaktı. Ki; bu durum canlının reaksiyon sonucu açığa çıkan ısıyla yanıp tutuşması demek olacaktı. Anlaşılan o ki enzim moleküllerinin girdiği birçok kimyevi reaksiyon faaliyetlerde enerji sarfiyatı asgari seviyelere çekilmektedir. Bu yüzden enzim mucizesi için Allah'a ne kadar şükretsek o kadar azdır. Enzimler tıpkı bir anahtarın kilidi açmasında olduğu gibi molekülü ya parçalayarak ya da birleştirecek tarzda etki yapıp birçok kimyasal reaksiyonun oluşumuna öncülük ederler. Yani her bir enzimin kilit noktada hangi molekülle izdivaç kuracağı, nasıl reaksiyona gireceği, ne gibi görev üstleneceği ve ne kadar süre içerisinde işini bitireceği bizatihi yine enzim tarafından belirlenir. Buna halkımız “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” şeklinde izah etmektedir. Gerçekten bu söz enzim içinde geçerlidir. Üstelik söz konusu enzim kimyasal reaksiyon tamamlanıncaya kadar etki ettiği bölgede görevini en iyi şekilde ifa ettikten sonra o bölgeden pılını pırtısını toplayıp çekip gidebiliyor da. Mesela Beta amylase enzimi glikoz elemanlarının nişasta zincirinden kopmasını sağlayıp disakkarit maltoz şekerine dönüştürdükten sonra oradan ayrılabiliyor. İlginçtir aynı enzim nişastanın yapısına benzemesine rağmen selüloza etki etmediği gözlemlenmiştir. Anlaşılan her reaksiyonun başlaması veya sonlanması için kendi kalıbına uygun özel enzim görevlendirildiği gibi ayrıca her moleküle özgü çok sayıda enzim çeşidi tahsis edilmiştir. O halde enzim deyip geçmemeli. Düşünsenize elimizi açıp kapamamız bile enzim faaliyeti sayesinde gerçekleşmektedir. Çünkü her kıpırtı değim yerindeyse kimyasal reaksiyonun fitilini ateşlemek anlamına gelip ister istemez bu noktada enzime ihtiyaç duyulacaktır. Hatta bugün hücre yönetimi genlere bağlı kalarak enzim ve mRNA vasıtasıyla gerçekleştiğini hemen hemen hiç bilmeyenimiz yok gibidir. Ancak enzim sentezi de belirli kriterlere bağlı olarak çalışır. Mesela bir mRNA'nın protein sentezinin gerçekleştirebilmesi için ortalama beş dakikada bir enzim üretmesi icap eder. Zaten üretilen enzimlerin her birinin ömrü yaklaşık 20 saat kadarla sınırlı kalmaktadır. Bu durum 20 saatlik ömür içerisinde bir adet mRNA' dan 240 adet enzim üretileceği manasına gelir. Üstelik bu sayı sadece bir adet mRNA’nın tek başına gerçekleştirdiği sayıdır. Dolayısıyla bunun gibi aynı kategoride yer alan 240 adet mRNA’nın çalışmakta olduğunu düşündüğümüzde diğer moleküllerinde ortalama 57.600 enzim imal ettikleri gerçeği ile yüzleşiriz. Bu bakımdan enzim üzerinde çok daha kafa yormak gerekir. Zira bakterilerin toprağa karışan artık maddelerden tek ayrıştırmadığı madde plastik malzemelerdir. Şayet insanoğlu plastik maddelerin çevreye saldığı kimyasal gazların zararlarından korunmak istiyorsa plastik sanayide kullanılan plastik mamullerinin içerisine enzim türünden bir madde katmayı başarması lazım gelir. Başarıldığı takdirde bilin ki plastik maddenin güneş ışığının etkisiyle kolayca parçalanıp ayrıştırıldığını, pekâlâ görmek mümkün olabilecektir. Böylece sentetik enzimin keşfiyle birlikte yeni bir teknolojik hamlenin günlük hayatımıza renk katacağı gerçeği ile buluşacağız demektir. Kaldı ki bilimsel çalışmalar sonucunda 600’den fazla enzim tespit edilmiş, hatta her geçen gün bu sayının daha da artacağıihtimal dâhilindedir. Mesela demir sadece hemoglobin içerisinde değil kas proteini oluşturan miyoglobin ve daha birçok enzimin yapısında bile bulunabiliyor. Şu da bir gerçek enzim yapısı büyük ölçüde protein içermesine rağmen, hiçbir protein tek başına enzim fonksiyonu icra edememektedir. Mutlaka proteinin enzim hüviyetinde olması icap eder. Bu arada enzim faaliyetlerin düzenlenmesinde bir takım hormon ve sinirlerin uyarıcı rol oynadıklarını da unutmamak gerekir. Koenzim Bazı mineral ve vitaminler ise koenzim olarak bilinmektedir. Hatta koenzimlerden çoğunun esasını vitaminler oluşturur. Yani koenzim; enzimlerin görev yapabilmesi için gerekli protein yapısında olmayan bir vitamin türü madde diye tarif edebiliriz. Bu yüzden koenzim görevi yapan gruplar enzime sıkı bir şekilde yapışırsa prostatik grup adını alır. Bilindiği üzere vitaminsizlikten ötürü pellegra, beriberi, skorbüt(çocuklarda c vitamini eksikliği) ve vitamin eksikliği (vitaminoz) gibi hastalıklar sahne alabiliyor. Mesela uzun deniz seyahatlerine çıkanların skorbüt hastalığına yakalandığı bir vaka. Bu yüzden bu hastalıktan korunmak adına limon suyu ilaç niyetine kullanılır. Dolayısıyla deniz seyyahları tarih kitaplarında limon sıkıcılar olarak anılırlar. Nitekim bu ilacı Portekizli ünlü denizci Vasco Do Gama, tayfaları Madagaskar’da vefat ettiği zaman bulmuşlardır. Özellikle insanda genel olarak hidroliz yapan enzimler koenzime ihtiyaç duymadan iş görürler. Mesela sindirim kanalında iş yapan hidroliz enzim bunun tipik misalini teşkil eder. Hakeza izomerizasyon, grup transferi, okside redüksiyon ve kovalent bağ teşekkülünü sağlayan enzimler koenzimlerle iş görürler.O haldekoenzimleri görevlerine şöyle sınıflandırabiliriz: —Hidrojen transferi yapan enzimler, —Hidrojen dışında ki gruplarda transfer görev yapan enzimler. Hidrojen transferi yapan enzimler Bir miktar hidrojen peroksidi (H2O2) arada bir katalizör olmaksızın ısıtıldığında hemen hidrojen ve oksijen bileşenlerine ayrışmadığı, ancak ayrışması için belli bir sürecin yaşanması gerektiği gözlemlenmiştir. İşte bu süreci hızlandırmak adına katalizör bir platin siyahı bir madde eklemek bu iş için yeterli olacaktır. Ya da bir balon içerisine hidrojen ve oksijen gazlarını heterojen bir şekilde doldurup bu ortama küçük bir kıvılcım yakmakla önce büyük bir patlamaya, sonra patlamanın ardından su moleküllerinin oluşacağına şahit olabiliriz. Kimyagerler bu tür deneylerle ter döke dursunlar canlı hücrelerde an be an yaşanan bu tip bir dizi kimyasal reaksiyonlar çok daha teknik olarak cereyan etmektedir. Kaldı ki canlı hücre âlemi sadece ayrıştırma, parçalama gibi işlemlerle sınırlı değil, pekâlâ transfer işlemleri bile başarılı bir şekilde yürütülebiliyor. Bilindiği üzere hidrojenin oksijen üzerinde transferi krebs çemberinden sonra gerçekleşip, bu olay organizma için hayati önem taşıyan ilk reaksiyondur. Böylece solunum metabolizmasında enerjinin açığa çıkması bu tür hidrojen yoluyla mümkün olmaktadır. Yani enzimler bu olayda hidrojen atomunun elektronlarını alarak ya mitokondri bünyesinde bulunan düşük potansiyelli maddelere aktarırlar, ya da enzimden enzime taşırlar. Dolayısıyla bünyelerine hidrojen almak suretiyle indirgenen koenzimler okside duruma geçerken ilk etapta birleşemese de, bilahare hidrojenin oksijene kademe kademe yaklaşmasıyla birlikte kontrollü vuslat gerçekleşebiliyor. Böylece bu vuslatın ardından hem su, hem de enerjice yüksek 3 ATP molekülü meydana gelmiş olur. Hidrojen transfer olayının önemini belirten bir diğer önemli hususta pürivik asidin laktik aside dönüşüm reaksiyonudur. Şöyle ki bu dönüşümün katalizlenme olayında laktik dehidrogenaz enzimi etken faktör olup, reaksiyonun akabinde NADH ise NAD’ye dönüşür. Derken glikozun devamı için NAD+ (yükseltgenmiş NAD) yükseltgenmiş olup, fosfoglukonat çemberi üzerinde 1 mol glikozun parçalanmasıyla birlikte 36 ATP elde edilir. Keza krebs çemberi ve oksidatif fosforilasyon sistemiyle oluşan glikoz yıkımı sonucunda açığa çıkan enerji ise 38 ATP olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki enerji istasyonları teknolojik cihazlara mahsus bir durum olmayıp, aynı zamanda hücre âlemi içerisinde bile cereyan edebiliyor. Belli ki başlangıçta ışık enerjisinin önce besine dönüşmesi, sonra bu besinlerin tüketici canlılara (hetetrof canlılar) transfer edilme işlemleri sıradan bir iş değilmiş, belli bir program gerektiren husus olduğu anlaşılmaktadır. Nasıl ki buharla çalışan bir makine buhar basıncına, elektrikle çalışan bir motor elektrik enerjisine ihtiyaç duyuyorsa, aynen öyle de hücrelerde vücuda dışarıdan giren besinlerin kimyasal enerjiye çevrilmesi sonucunda açığa çıkan enerjiden yararlanma noktasında ise adenozin trifosfat’a (ATP) muhtaçtırlar. Çünkü ATP sıradan bir molekül olmayıp, bilakis bağrında azot içeren adenin ve şekerden meydana gelmiş bir riboz, üç oksijenli fosfat grubu ve bir hidrojen enerji taşıyıcı özelliği taşımaktadır. İşte bu enerji taşıyıcı ATP sayesinde insan hareket edip canlılığını koruyabiliyor. Hakeza bir balıkta yüzerek denizin keyfini çıkarmakta, bir bitki gülümseyen yüzüyle çiçek açmakta, bir maya hücresi de yıkılmadım ayaktayım dercesine bölünüp çoğalmakta. Fermantasyon kelimesini çoğumuz duymuşuzdur. Aslında bu kavram mayalanma manasına gelmektedir. Yani kimyasal bileşimlerin mevcut durumundan daha küçük şekilleri dönüşmesi sonucunda ortaya çıkan ürüne mayalanma deriz. Elbette ki bu küçük değişime sebep olan etken faktör bitki ve hayvanlar tarafından üretilen enzimden başkası değildir. Mesela bu hususta mayalar (yeasts) enzim üreten tek hücreli bitkiler olarak bilinmektedirler. Dolayısıyla anaerob bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılar oksijensiz yaşayıp, enerji ihtiyacını beslendikleri gıdaları bünyelerinde var olan enzim sayesinde parçalayarak karşılayabiliyorlar. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşümüyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. Dahası mayalanma olayı “alkolik, asetik ve çürüme” tarzında üç yoldan gerçekleşebiliyor. Sonuçta hangi metotla gerçekleşirse gerçekleşsin her bir mayalanma olayında kimyasal değişimde rol oynayan ve işi bizatihi enzim üretmek olan bakteri gerçeğini değiştiremeyecektir. Mesela meyve siroplarına (şekerli sos) Zymase adında maya enzimi katıldığında alkole dönüşmesi bunu teyit etmektedir. Yine üzüm suyu sirke anası denilen bakteri sayesinde sirkeye dönüşüp, bu olay asetik mayalanma diye tarif edilmektedir. Yine bu arada et ve diğer hayvani gıdalar da bir başka yöntemle veya çürüme sonucunda mayalanır ki bu çoğu zaman insan sağlığı açısından risk teşkil etmektedir. O halde yiyeceklerin bozulmaması için bakterilerin üreme fırsatı bulamayacakları soğuk zincir şartlarında veya buzdolabında saklı tutmakta, ya da konserveleşmesinde fayda vardır elbet. Hatta mayalanma hadisesi yediğimiz gıdaların sindirilmesini sağlamaktadır. Tükürük içerisindeki pityalin enziminin nişastayı eriyebilir şeker haline dönüştürmesi bunun ilk tipik basamağıdır zaten. Diğer basamaklar ise malum; sindirim sistemi boyunca dizilen mide, bağırsak, pankreas vs. gibi tüm ara istasyonlarda rol alan enzimler tarafından gerekli dönüşümler yürütülmektedir. Solunum olayında CO2 ve H2O’yun açığa çıkması glikozun oksijensiz ortamda pirüvik asidin laktik asit üretimi lehine yıkılması sayesinde gerçekleşmektedir. Derken bu olay sayesinde oksijenin birçok kimyasal olaylarda aktif hale gelmesi sağlanır. Hakeza hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan Hidrojenin oksitadif fosforilasyonla yakılıp enerji elde edilmesi de bir başka enerji kaynağını ortaya koymaktadır. Elbette ki bu kaynak mitokondriden başkası değildir. Nitekim mitokondrilerin iç kısmındaki krista denilen raflar oksitadif enzimlerin sıralandığı yerler olup buralarda son derece ciddi anlamda kimyasal reaksiyonlar sahne almaktadır. Özellikle Asetil Ko-enzim A’nın enzimden enzime geçme aşamalarında reaksiyona giren ürünlerin CO2 ve H2O ya çevrilmesiyle birlikte kimyasal enerji açığa çıkmaktadır. Böylece bu enerji sayesinde protein sentezi için gerekli ATP üretilmiş olur. Demek ki her canlıda her an her salise bir takım kimyasal reaksiyonlar meydana gelebiliyormuş. Zira kimyasal reaksiyonlar moleküllerin birbiriyle çarpışmasından meydana geliyor. Fakat bu çarpışma işlemini gerçekleştirebilmek içinde dışarıdan mutlaka bir aktivasyon enerjisine ihtiyaç vardır. Nasıl ki nur topu bir çocuğun dünyaya gelmesi belirli aşamalar kaydedildikten sonra gerçekleşiyorsa suyun meydana gelmesi içinde belli bir aşama süreci gerektirip, akabinde ab-ı hayat su doğmaktadır. Anlaşılan ab-ı hayat için aktivasyon enerjisi zaruridir. Bu enerji olmadan asla ne kimyasal reaksiyon başlatılabiliyor ne de başlamış olan reaksiyon hızlandırılması gerçekleşebiliyor. Rabbül Âlemin bu yüzden birçok hayati olaylarda kimyasal reaksiyonların cereyan edebilmesi için canlıyı meydana getiren hücrelerin arasına katalizör görevi ifa edebilecek enzimler yerleştirmiştir. İşte bu enzimler sayesinde birçok hayati fonksiyonlar işler hale gelmektedir. Dolayısıyla su deyip geçmemeli, o başlı başına bir katalizör rolü oynayan önemli bir can suyudur. Sadece su değil tabi, bunun yanı sıra protein içeren her madde aynı zamanda katalizör misyonuyla görev yapmaktadır. Nitekim bu misyona sahip protein moleküllerine enzim denilmesi bu yüzden olsa gerektir. Hatta bitkilerde kimyagerlere taş çıkartırcasına kimyasal reaksiyonların başlatılması için çok sayıda araya giren maddeler anlamına gelen katalizör türünden bitkisel maddeler kullanılmaktadır. Kimyagerler ise ekseriyetle katalizör olarak platin türü maddeler kullanarak birçok kimyasal reaksiyonların oluşmasına şahit olup, bunun heyecanını yaşarlar. Zira bir kimyager iki hidrojen molekülü bir oksijen molekülüyle karıştırıp katalizör madde olarak kullandığı bir kibriti çakmasıyla birlikte nükseden patlama sayesinde su elde edebiliyor. Aslında aktivasyon enerji için dışarıdan başlatılan bir kıvılcıma da gerek duyulmayabilir. Bunun yerine oda sıcaklığında platin türü siyahı bir katalizör madde katarakta oksijen-hidrojen birlikteliği pekâlâ sağlanabilir. Demek ki katalizör görevi yapan tüm enzimler kendilerinde değişiklik meydana getirmeyecek şekilde reaksiyon başlatma veya hızlandırma görevi ile yüklenmişlerdir. Bu yüzden enzim yapısında bir protein molekülü protein karakterinde olmayan bir başka molekülle birleşmiş halde bulunabiliyor. Mesela demirin B vitamini ile bir arada bulunması bunun tipik bir misalidir. Yapılarında protein içermelerinden olsa gerek enzimler ortam şartlarının değişmesinden etkilenirler. Bunlara ilaveten: —Subrat yoğunluğu, —Enzim yoğunluğu, —Hidrojen iyon yoğunluğu, —İnhibitör yoğunluğu, —Temperatür gibi faktörlerde ekleyebiliriz. Enzimlerin özellikleri: —Enzimler büyük miktarda substratı ürün hale çevirmek için bünyelerinde bulunan az miktarda katalizör enzim kullanırlar. — Enzimler katalize ettiği reaksiyondan asla etkilenmezler. —Bir enzim bir reaksiyonun denge şartlarını etkilemeyecek şekilde hızını artırırlar —Enzimler oluşan kimyasal reaksiyonun aktivasyon enerjisini daha düşük seviyeye indirirler. Mesela 1 mol enzim tarafından 1 dakikada içerisinde ürüne çevrilebilen substrat molekül sayısı o enzimin turnover sayısını vermektedir. —Enzimler en yoğun şekilde mitokondri ve kloroplastlarda bulunur. Enzimlerin isimlendirilmesi etkiledikleri reaksiyonlara göre şu şekilde isimlendirirler; —Enzimler etkiledikleri substrata ve katalize ettikleri reaksiyonun türüne göre isimlendirilir. Genellikle substratın sonuna -az eki getirilir. Örnek: Arginini etkileyen enzim arginaz olarak isim alır. —Enzimler etkiledikleri bileşik gruplarının adı ile anılırlar. Örnek: Proteinaz ve karbonhidraz enzimleri. —Enzimler katalize ettikleri reaksiyonun tipine göre isimlendirilirler. Örnek: Karboksilaz ve fosforilaz enzimleri. Enzimler katalize ettikleri reaksiyonun tipine göre ise şöyle sınıflandırılırlar: —Hidrolitik enzimler. Örnek: Esteraz, karbohidraz ve proteaz. —Oksidasyon-redüksiyon enzimler. Örnek: Dehidrogenez ve oksidaz. —Fosforilaz enzimi. —Transferazlar. —Karboksilaz enzimi. Örnek: Glutamik-Aspartik Transaminaz. —İzomerazlar. Örnek: Aldoz ve ketoz. —Epimerazlar. Prostetik gruplar Enzimlerin proteinik olmayan kısımların da bağlanmış bulunan proteinlere konjuge proteinler denir. Konjuge proteinler (enzimler) amino asitlerin oluşturduğu apoenzim ve proteinik yapı içermeyen prostetik grup olarak iki grupta kategorize edilirler. Bu iki enzime örnek olarak metale ihtiyaç duyan enzimleri verebiliriz. Aynı zamanda bu tür enzimler metal aktivatör adı altında tasniflenmektedir. Bu metallerin bazıları şunlardır; Cu, Fe, Mn, Zn, Ca; K ve Co. Bazı enzimlerde metalaktivatörler yerine organik madde yer alır. Dolayısıyla bu tür organik prostatik gruplar ko- faktör veya ko-enzim olarak bilinirler. Başlıca tanımlanabilen koenzimlerden bazıları şunlardır: —NAD (Nikotinamid adenin dinükleikotid) —NADP (Nikotinamid adenin dinükleikotid fosfat) —ATP (Adenozin trifosfat) —CoA (Koenzim A) —FMN (Flavin mononükleotia) —FAD (Flavin adenin dinüklotia) NAD+ ve NADP NAD koenzim–1, NADP ise koenzim–2 şeklinde isimlendirilir. Her ikisi de Niasin (B3 vitamini) adlı bir Beta kompleks vitamini veya onun türevini kapsayıp, yapılarında 2 riboz, 1 fosfat grubu 1 adenizontrifosfat vardır. Elbette ki bu yapının enzimatik reaksiyon aktivitelerinin ölçülmesinde çok büyük önem arz etmektedir. Genellikle güneşten gelen yüksek dozdaki radyasyonların etkilediği ilk koenzim NAD ve NADP+ olmaktadır. Hakeza radyum atomun saldığı gama ışınlar 150 metre mesafede bir canlıyı etkilemesi de öyledir. Anlaşılan FAD ve FMN, Alfa-lipoik asit, koenzim Q, koenzim-a, Tiamin trifosfat(B1 vitamini), pridoksal fosfat(B6 vitaminin etkin hali), Folik asit koenzimi(vitamin- B9), vitamin D12 enzimi gibi faktörler gerek protoplazmada ve mitokondri içerisinde gruplar halinde iş görmektedirler. Asetil Koenzim A’nın oluşumu (Asetil CoA) Şayet ortamda yeterli miktarda oksijen varsa karbonhidratların parçalanması sonucunda oluşan pürivik asit oksidatif dekarboksilasyona uğrayarak Asetil-KoA’yı oluşturur. Ayrıca Asetil-KoA oluşumu için: —TPP(Tiamin pirofosfat) —Mg iyonları. — NAD. —Koenzim A —Lipoikasit gibi faktörlere ihtiyaç vardır. Mesela pürivik asitten asetil–CoA oluşumu için 4 aşamalık süreç gerektirir ki, bu süreç şu şekilde seyreder: —TPP ile pürivik asit kompleksi oluşup, bunu pürivik asitin karboksilasyonu izler. —Dekarboksilasyonda sonra geri kalan Asetal aldehit birimi lipoik asitle reaksiyona girerek asetil –lipoik asit kompleksi oluşturur. —Lipoik asitten asetil grubu serbest kalıp asetil-CoA’ya verilir. Böylece oluşan reaksiyon ürünleri asetil-CoA ve indirgenmiş lipoik asit olarak zikredilir. —İndirgenmiş lipoik asitten NAD+’ye elektron taşınmasıyla birlikte lipoik asidin okside durumu yeniden oluşur. Ayrıca NADH+H+ oluşumu için NAD’ye verilen 2 elektron daha sonra elektron taşıma sistemine verilerek 3 ATP molekülün oluşumunu sağlar. Elektron taşınımı birbiri üzerine elektron verebilme yeteneğine sahip bir seri stokrom enzimlerinden oluşur. Hidrojen yakalayıcılar (NADP, NAD, FAD) tarafından yakalanan elektronlar solunum oksidasyon aşamaları sırasında elektron taşınma sistemine aktarılarak stokrom enzimlerinin oluştuğu zincirden geçerler. Bu taşınma esnasında elektronun enerji seviyesinin düşmesi veya enerji farkının fosfor bağı şeklinde bağlanmasıyla birlikte ADP ATP’ye dönüşür. Hakeza bir krebs çemberi ara ürünü (AH2) oksitlenince A formu haline geçer. Redüklenen NAD+’den NADH+ H+ oluşur. NADH+H+ ’nin oksitlenmesiyle de FAD, FADH2 haline dönüşür. FADH2’nin oksitlenince de hidrojen iyonları sitoplâzmada serbest kalıp mevcut elektronlar stokrom köprülerinden geçerler. Bu sistemde taşınan her elektron çifti 3ATP’nin oluşmasına yol açar. En sonunda elektronlarını kaybetmiş elektronlar redükte stokrom a3 ten oksijene verilerek oksijeni aktive ederler. Glikozun CO2 ve H2O halinde oksidasyon sonunda 38 ATP kazancı olmaktadır. Özetle: Elektronlar Hidrojen yakalayıcılar tarafından ETS’e (elektrik taşınım sistemi) aktarılarak stokrom enzimin oluştuğu zincirden geçerler. Bu taşınım esnasında ADP → ATP’ye dönüşür. AH2→ (A formu) haline geçer Redüklenen NAD H+ H+ → NAD H+ H+ NAD H+ H+ → FAD, FADH2 FADH2 oksitlenmesiyle→ H iyonları sitoplâzma serbest hale geçer. Bundan sonra elektronlar stokrom köprülerinden geçerler. Elektronlar → stokrom köprülerinden geçerek → 3 ATP’yi oluşturur. ATP sentezleri NADH’ın oksidasyonunda 2 stokrom b’nin ve 2 stokrom a’nın oksidasyonunda olur. En sonunda elektronlar → redükte stokrom a3 den → Oksijene verilerek oksijeni aktive eder. Oksijen serbest hidrojen iyonlarını kabul ederek H2O’yu oluşturabilir. Glikozun → CO2 + H2O halinde oksidasyonu sonunda 38 ATP olur. Vesselam. http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124
![]() Konu Ertuğrul ÖZGÜL tarafından (12-31-2011 Saat 18:17 ) değiştirilmiştir.. Sebep: Başlıklar Küçük Harflerle Lütfen... |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|