01-15-2012, 11:33 | #1 |
KAN DEMEK CAN DEMEKTİR
KAN DEMEK CAN DEMEKTİR ALPEREN GÜRBÜZER Belli ki Şair; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her göndere çekilişinde bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz hep. Hatta nice yiğitler bayrak uğruna toprağın bağrında şehit düşer de. Zaten al bayrağımız rengini bu toprağın bağrına düşen şehit kanlarından almıştır. Bu yüzden derler ki gecenin karanlığında şehit kanları üzerine düşen hilal ve yıldızın yansımasından ötürü o gün bugündür ay yıldızlı bayrağımız sembolümüz olmuştur. Madem bayrağımız kanla anlam kazanmış, peki o zaman al bayrak üzerindeki hilal ve yıldız motifleri yerine vücutta yaklaşık 13 litre civarında bulunan kanın mikroskobik incelemesi yapıldığında, acaba hangi şekilli elemanlarla donatılmıştır diye merak etmişizdir elbet. Nitekim damardan alınan bir sıvı kan konik tüpe konulduktan bir süre sonra kanın pıhtılaştığını gözlemleriz. İşte pıhtılaşan kanın üste oluşan hafif sarı renkli tabaka serum olup, içerisinde başta %90 su olmak üzere geri kalan %10’u protein, yağ, karbonhidrat içeren birtakım biyokimyasal maddeleri taşıması hasebiyle kan plazması adını almıştır. Plazmanın altında kalan kısım ise kırmızı görünümlü olup, içerisi kanın şekilli elemanlarının bulunduğu bir mekândır. Şurası muhakkak plazmanın dış görünümüne bakarak içerisinde ne var ne yok bilmemiz mümkün değil, ama birtakım biyokimyasal tetkikler sonucunda protein, tuz(elektrolit), glikoz, amino asit ve diğer birtakım önemli hayati maddelerin bulunduğunu fark ederiz. Hakeza kanın şekilli elemanları da öyle, onları da ancak mikroskop altında izleyerek anlıyoruz. Şöyle ki; K3EDTA’lı bir tüpe alınan sıvı kandan hazırlanan periferik yayma peraparatlarının mikroskobik incelemesinin sonucunda: “ —Akyuvarlar (lökositler- kandaki toplam sayısı 25–100 milyardır), —Alyuvarlar (eritrositler- kandaki toplam sayısı 25 trilyondur), — Kan pulcukları (trombositler)” diye üç ana elamanın varlığına şahit oluruz. Peki, kan yapımı nasıl gerçekleşiyor, ya da biyolojik açıklaması nasıl derseniz, şimdilik izleyelim görelim derim. Dalak Dalak kan yapıcı ve yıkıcı lenf organı olup, içerisinde lenf sıvısı yerine kan sıvısı vardır. Ancak burada ki kan daha çok hemolenfe benzemektedir. Dalağın başlıca özelliği ise; —Vücudun korunmasında rol oynaması, —Vücudun en büyük lenf dokusu olması, —Kan süzüm işlemi yapması (filtre organı olarak iş görmesi), —Demir depolama, hormon yapımı, makrofaj yapımı, antikor yapımı, lipit depolama, hormon yapımı ve lipit depolama gibi faaliyetlerde bulunmasıdır. Madem her şey fani, o halde bir kan hücresinin geçireceği hayat süresi elbette sınırlı olacaktır. Mesela bir alyuvar hücresi biyokimyasal faaliyet sürecini 120 günde tamamlamaktadır. Öyle ki yaşlanan alyuvarlar yıkıldıklarında bile bünyelerinde taşıdıkları işe yarar hemoglobin maddesini heba etmeyip, kendinden sonraki kuşaklara devr edebiliyor. Devredilen bu değerli miras, derhal akyuvarlar vasıtasıyla retikulo endotial sisteme (savunma örgüsüne) dâhil edilerek mevcut sistem içerisinde karaciğer tarafından demirin ayrışma işlemi gerçekleşir. Bilhassa ayrışan demir bağlandıktan sonra özgür hale getirilir. Derken serbest haldeki demir lüzumu halinde alyuvar üretiminde kullanılmak üzere muhafaza altına alınır. Bu arada arta kalan artık maddeler safraya girdiğinde yeşil renk alır, idrara taşındığında ise sarı renkli bir sıvı hale dönüşür. Peki, ömrü 120 gün olan alyuvar hücresinin son ebedi istirahatgahına uğurlanışı nasıl oluyor derseniz, bu yolculuk tıpkı insanın kabre uğurlanışı gibi alyuvarlarda kan dolaşım sistemi mezarlığına uğurlanarak süreç tamamlanmış olur. Tahmin etmişsinizdir bu mezar dalaktan başkası değildir. Nasıl ki toprağın bağrında çürümüş beden harmanlanıp ayrıştırılıyorsa, dalakta kırmızı pulpa filtreden geçen yaşlı alyuvarları parçalayarak bir başka ayrıştırma işlemi uygulamaktadır. Böylece her gün yüz milyonlarca hücre göç edip haşir misali canlar yeniden tazelenir. Yani ortalama 70 yıllık insan ömrü boyunca kan ve hücre yapıları 300 defa değişime uğrayıp yenilenmektedir. Dalakta beyaz pulpa, kırmızı pulpa diye anılan süzgeç dokular sadece yaşlı alyuvarları parçalamakla kalmayıp gerektiğinde lenf ve kan da yaparlar. Şu da bir gerçek; dalağın normal rengi pembe ve üzeri kan damarlarıyla örtülü olsa bile bazı enfeksiyon ve kan yapımı bozukluklarına (anemi ve lösemi) paralel pulpalar arasında büyük değişiklikler görülebiliyor. Yani bu tür arızı değişikliklerde pembe renk koyulaşmasıyla birlikte kan damar sayısı azalacağından dalağın alınması icap edebiliyor. Ancak dalak alınmadan önce hastaya muayyen aralıklarla hormon tedavisi uygulanır. Bu tedaviden amaç dalağın görevini diğerlerinin sırtına yüklemek içindir. Nitekim hastadan dalak çıkarıldığı zaman (splenektomi) dalak görevini kemik iliği, ilişik lenf düğümleri ve karaciğer makrofajlarının üstlendikleri gözlemlenmiştir. Kemik iliği- kan hücrelerinin yapımı (Hemopoesis) Bilindiği üzere kan hücreleri normal erginde iki gruptur: 1-) Lenfocyt ve Monocyt: Bunlar lenfoid doku veya kemik iliğinde yapılır. 2-) Eritrosit ve Granulositler: Plazma değişikliklerine bağlı olarak kırmızı kemik iliği tarafından yapılıp, bunlar myeloid elemanlar diye bilinirler. Ancak bazı patolojik hallerde myeloid elemanlar; dalak, karaciğer, lenf düğümleri gibi dokularda üretilirler. 70 kg ağırlığında bir insanın kemik iliği düşünün, bu insanda kemik iliği 2600 gr (vücut ağırlığının % 4,5) olup, yeni doğan bir çocukta ise iki yaşına kadar hem aktif kemik iliği (kırmızı kemik iliği) hem de inaktif kemik iliği (sarı kemik) bulunur. Dahası yaş ilerledikçe ilik rengi sarıya dönüşüp zamanla renk eşitlenir de. Anlaşılan kanımızın her damlası üretilen kaynak yatağında ilahi güç tarafından plazma, mineral, besin ve diğer hücre elamanların ortak karışımıyla donatılıp öyle servis edilmiştir. Böylece bu mükemmel donanımlı hayat pınarından vücuda her 10 saniyede bir eritrosit mamulü takviye edilmektedir. Hiç kuşkusuz bu kaynak pınarın adı; kemik iliğidir. Kemik iliği sadece kırmızı kan hücrelerini değil hemen hemen kanın tüm şekilli elemanlarını (lökosit, trombosit vs) kapsayan bir hayat kaynağıdır. Yani hepsi bu pınardan doğup beslenerek dolaşım sistemine renk katmaktadır. Aynı zamanda kırmızı kemik iliğinin %70'i yağdan meydana gelmekte olup, ancak soğuk bölgeler bundan istisnadır. Çünkü buralarda yağ depolama ve eritrosit tüketimi çok daha hızlıdır. Keza uzun süre açlık ve bazı hastalıklarda myeloid miktarı (kemik iliği miktarı) azalacağından doku süngerimsi yumuşak bir vaziyet alıp yağ depolama işlemi sekteye uğrayabiliyor. Ayrıca Lenf doku içerisinde serbest hücreler diye bilinen bir grup hücre daha var ki, bunlar % 30–50 arasında lenfe iştirak edip daha çok patolojik hallerde çoğalmaktalar. Normal halde bu hücreler kan dolaşımında görülmezler. Zaten görülmemeleri icap eder. Zira kanda görüldükleri zaman myelogenus levkoni (öldürücü lösemi) diye anılan kan kanseri karşımıza çıkacaktır. Kemik iliği bu kadarla sınırlı değil elbet. Bunun eritroblast ve myelosit gibi safhaları da var. Şöyle ki; eritroblastlar: —Basofil, —Polikromatofilik, —Normoblast olmak üzere üç tiptirler. Basophyl hücresi normal kan hücrelere en yakın tip olup, şekilce ameboid değildir. Fakat üç günde olgunlaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda basofiller mitoz bölünmeyle çoğalırlar, ancak yaşlandıkça sayıları azalma seyri gösterir. Polikromatofilik, erken devrede çekirdekli olup (memelilerden deve ve lama hariç) yaşlılarda çekirdeksiz yapıdadır. Normoblastlar, eozinofil boyasıyla boyandığında eritrositlerden biraz daha büyük olduğu ve kanama hallerinde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Aslında sayıca eritrosit sayısının %1'inden daha azdırlar, ama hemoglobin bolca bulunur. Olgunlaşmamış olanlarında ise normal hemoglobin görülmez, sadece ömür safhası kısa olan bir Prohemoglobin bulunur. Bu arada Normoblastlar vitamin B12 ile nükleosit sentezi ve megalosit yapımına da iştirak ederler. Myelositler Değişim ve dönüşüm sadece sosyal hayata mahsus kavram değil tabii. Zira hücre âleminde her salise değişim ve dönüşüme şahit olmak mümkün. Nitekim myelositler tipik kemik iliği hücreleri olup başlangıçta promyelosit (ilk hücre) şeklindedir, daha sonraki safhalarda ise myelosite dönüşürler. Hatta stoplazmik bazofilin %20–30’u myelositler tarafından taşınır. Peki, myelosit neye dönüşür derseniz, onlarda mitozla çoğalıp olgunlaşarak metamyelositlere dönüşür. Ayrıca metamyelositlerin myeloblast yapımı sağlayan bir görevide söz konusudur. Anlaşılan savunma sisteminin temeli kemik iliğidir. Bilhassa kemik iliğinin en gözde elamanı sayılan mezanşim hücreleri lökosit (akyuvar) üretmektedir. Hatta lenfositleri bile mezanşim hücreleri imal eder. Üstelik imal edilen her bir lenfosit göğüs kemiğinin altında bulunan timus bezinin kontrolünde eğitilir. Zaten eğitilmeleri de gerekir. Çünkü vücuda giren yabancı maddeleri daha önce kendisine yüklenen şifreler sayesinde tanıyacaktır, şayet tanıyamazsa lenfosit bu sefer kendini yok etme durumda kalacaktır. Bunun anlamı kendisinin bir anlamda intiharı demektir ki; bu noktada doku nakli, organ nakli denilen tedaviler devreye girmek zorundadır. Dolayısıyla lenfositlere bir başka gözle bakarız, değim yerindeyse onlar vücudumuzun kontrol amirleridir. Öyle anlaşılıyor ki sıradan bir hücre sandığımız savunma hücreleri, kan hücreleri üretebiliyorlar. Neyse ki akyuvar üretiminde kırmızı kemik iliği yalnız değil, bu iş için karaciğer, dalak ve bademcik gibi lenf dokularda akyuvar üretimine katkıda bulunurlar. Derken üretilen akyuvarlar, çeşitli yollarla kana geçip edilgen (pasif) halden aktif konuma terfi ederler. Mesela aktif hale gelmiş bir lökositin asıl birincil fonksiyonu fagositoz eyleminde bulunup bakteri imha etmek olacaktır. Özellikle Akyuvarların bir cinsi var ki büyük parçaları bile imha edebilecek güçte yaratılmışlardır. Bu cins elbette ki monocytten başkası değildir. İşte bu yüzden monositlere makrofaj denmiştir. Nötrofiller ise fagositik (yutma) kabiliyeti biraz daha az olan hücrelerdir. Bu arada lenfositler de fagositoz yaparlar, ama onların yutma işlemi diğerlerine göre daha sınırlı ölçüde gerçekleşir. Genellikle fagositoz özellik içeren alyuvarlar bünyesinde boyanabilen birçok hidrotik enzim ihtiva eden granüller bulundurur. İşte söz konusu enzim sayesinde birçok düşmanın üstesinden gelebiliyorlar. Ayrıca akyuvar bünyesinde enzimin dışında öldürücü bakterisit maddelerde mevcuttur. Mesela granülosit içerisinde ki hidrojen peroksitin (oksijenli su) varlığı bunun tipik misalidir. Şurası muhakkak iltihabı durumlarda bakteri ve diğer irritantlar (iltihap) vücuda girince organizmada permeabilite artmaktadır. Yani bakteriler plazma yoluyla bir yandan doku ve doku aralarına geçerken diğer taraftan nötrofiller boş durmayıp kapiller damarlardan dokuya geçiş yapmaya çalışarak bakteriyel iltihaplara yol açan yabancı cisimleri fagosite etme teşebbüsünde bulunacaktır. Ancak doku aralarında kalan bakteriler habire toksin saldıkları için kapiller yoluyla sızmaya çalışan nötrofillerin bu teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanıp kapı dışarı edileceklerdir. Bu durumda krem kıvamında yeşilimsi gri renkli ölü nötrofil toplulukları oluşup bunlar Tıp dilinde cerahat veya Pü adını alır. Lökositler kan içerisinde 6 değişik tip polimorf şekillerde olup, enfeksiyonlara karşı emniyet görevi yapan çekirdekli hücreler olarak bilinirler. Dolayısıyla lökositler çekirdek yapılarına göre: —Eozonofil, —Bazofil, —Nötrofil, —Monosit, —Lenfosit, —Plazma hücreleri diye tasnif edilirler. Ayrıca eozonofil, bazofil ve nötrofil çekirdeklerinin tanecikli olmaları hasebiyle her üçü bir arada granülosit adını alırlar. Konuyu biraz daha açacak olursak; kan içerisinde farklı bir şekilde değişikliğe uğrayarak hem alyuvarları hem de akyuvarları meydana getirme kabiliyetine haiz hücrelere hemositoblast denmektedir. Hemositoblast bir yapıdan alyuvara dönüşüm safhasına kadar ki bölümün ara kademelerini teşkil eden hücreler ise proeritroblast, eritroblast (normoblast), normositer ve retikülosit olarak kategorize edilir. Hatta bu ara seride az da olsa ilk hemoglobin sentezi eritroblast safhasında başlar. Neyse ki sonraki kademelerde Hb teşekkülü gitgide artış gösterebiliyor. Normosit ve daha evvelki safhalara baktığımızda kan hücrelerinde nükleus mevcut olup, retikülositlerde nükleusun ancak kalıntısı görülmektedir. Eritrositlerde ise malum nükleus hiç yoktur. Polimorf çekirdekli lökosit ve monositler kemik iliğinden yapılırlar. Lenfosit ve plazma hücreleri ise lenfoid organ veya dokularda yapılırlar. Şurası muhakkak akyuvar üretimi için devamlı B kompleks vitaminlere ihtiyaç vardır. Çünkü X ışınları, radyoaktif ışınlar, birtakım ilaçlar ve bir kısım zehirli maddeler akyuvar üretimine zarar verebiliyor. Ki; bu durumda ister istemez vücudun savunma sistemi olumsuz etkilenip hasta olmamıza neden olacaktır. Bilindiği üzere lenfoid doku ve organların lenf düğümleri (özellikle bağırsaklarda ve çeşitli organlardaki lenfler), dalak, timus tonsilla (bademcik) gibi lenfoid yapılar teşkil eder. Lökositlerin bir kısmı özellikle granülositlere ihtiyaç duyuncaya kadar kemik iliğinde depo edilmiş halde kalırlar. Böylece ihtiyaç hâsıl olduğunda granülositler depolardan salınarak kan dolaşımına geçerler. İşte bu durum lökositlerin kandaki hayat sürelerinin kısa olduğunu işarettir. Şöyle ki granülositlerin kandaki ömrü yaklaşık 12 saat olup, enfeksiyon esnasında ise 2–3 saattir. Monositler ise aylarca kan ve dokularda dolaşabiliyor, ancak herhangi bir iltihabı durumlarda hayatları sona erdiği gözlemlenmiştir. Akyuvarlar (lökositler) Kemik iliğinde bir miktarda olsa muhtemel tehlikelere karşı yedek kuvvet olarak akyuvarlar konuşlandırılmış durumdadır. Bu yüzden akyuvarlar (lökositler) tıpkı bir amip gibi büyük damarların iç cidarından yapışık kalmış ve her an mevzisinden çıkmaya hazır, vücuda bir şekilde sızmış mikropları zararsız hale getirebilecek güçte askeri timlerimiz olarak anılırlar. Dolayısıyla lökositler mikropların korkulu rüyası sayılıp, 1 mm3 kanda 4–10 bin sayı civarındadırlar. Bu arada akyuvarların kanda ki ömürleri 10 günle sınırlı olup, ardından ölen hücrelerin yerine yenileri gelmektedir. Bilindiği gibi vücutta bir hastalık tehlikesi belirdiği anda akyuvarlar kılcal damar çeperine doğru hareket ederek hızla çoğalıp hazır ol duruma geçerler. İyi ki de çoğalıyorlar, aksi takdirde bu savaş alanında her an kurda kuşa yem olmakta var. Bu yüzden lökositler ameboid hareketlerle yabancı maddeleri sindirdiklerinde, bu duruma fagositoz denmektedir. İşte bu sindirme olayına bağlı olarak kan içerisinde arta kalan artık maddeler özellikle plazma veya alyuvarlar içerisinde yer alırlar. Nitekim lenfositlerin bir mikrobu yutma, yani fagositize etme olayı 38,5 derecede cereyan eder. İşte bu noktada ateşin artması mücadelenin başlaması manasınadır. Bu nedenle başlangıç noktası itibarı ile 38,5 derecelik ateş büyük bir nimettir. Dolayısıyla bilinçsizce ateşi hemen düşürmeye kalkışmamalı. Aksi takdirde savunma mekanizmasının aksi yönde işlemesine yol açabiliriz. Farz-ı muhal bir mikrobun bir saatte 15 milyon sayıda ürediğini düşünürsek o vücudu neler beklediğini siz hesap edin. İster istemez böyle bir durumda vücudun normal ateşi tırmanıp tıpkı tüberküloza yakalanan hastalarda olduğu gibi bir anda akyuvar sayısı 30.000’i bulabiliyor. Demek ki düşmanla karşılaşan akyuvarlar önce mevcut hacmini büyütüp makrofaj vaziyetine dönüşür, sonra hem kendi etrafında hem de mikrobun etrafında suratlı bir şekilde dönmeye başlar. Daha sonra da yalancı ayaklar çıkararak fagositoz bir eylemle mikrobun etrafını sarıp onu yutmaya başlayacaktır. Yuttuktan sonra ise son derece ileri bir seviyede tahrip gücü fazla bir teknolojik donanım devreye girip bir yandan mikrop sindirilir öte yandan mikrobun kana saldığı zehri tesirsiz hale getirici maddeler salgılanır. Böylece vücuda bağışıklık kazandırılır. Şöyle ki lökositler damar endotelinden geçerek dokuya sızarlar. Şayet ortamda salgılanan bir kimyasal madde varsa kemotaksis bir refleksle bu maddeleri bulmaları gerekir, bulamazlarsa çekilirler. Derken akyuvarların hareket istikametini belirleyen kemotaksis yoluyla hastalıklara karşı korunmuş oluruz. İşte bu yüzden gerek yabancı madde artıkları, gerekse bakteri ölüleri veya toksinlerin akyuvarı cezp etmesi sonucunda gerçekleşen refleks olayına kemotaksis denmiştir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar yıkıcı ajanlara karşı vücudumuzun hareket komandolarıdır. Peki, akyuvar komandoları vücuda giren bu yıkıcı ajanları nasıl tanıyor derseniz, gayet kolay. Akyuvarların negatif yüklü, yıkıcı ajanların da pozitif yüklü olması ona düşmanını teşhis etme avantajı verir. Zira fizikte bir kural var zıt yükler birbirini çeker diye. O halde zıt yüklü yabancı ajanlar her halükarda yakayı ele vermekten kurtulamayacaklardır. Hadi yakayı ele vermediklerini farz etsek bile vücut şah eserimizde dolaşan gizli istihbarat elemanları ne güne duruyor. Nitekim birtakım istihbarat elemanlar sayesinde yabancı ajan derhal kodlanıp akyuvarın bir noktada işini daha da kolaylaştırdığı gözlemlenmiştir. Mesela nötrofil alkali ortamda 5–25 düşmanı bertaraf ederken, monocytler ise asit ortamda 100’ü aşkın ajanı bertaraf edecek güce sahiptirler. Bu durum bilim adamların zihninde bir ufuk açmış olacak ki birtakım laboratuar analiz çalışmaları sonucu hastada var olan cerahatin teşhis edilmesiyle birlikte artık asit veya alkali tedavi yöntemleri yapılabiliyor. Genellikle pratikte cerahat üzerine tükürüldüğünde sapsarı olursa asidiktir, bu durumda bol limon yeme tavsiye edilir. Şayet kahverengi ve kırmızı renk veriyorsa baziktir, bu durumda o bölgenin suyla yıkanmasının yanı sıra sulu yemek yenilmemesi tavsiye edilir. Vücudun yabancı bir cisme karşı gösterdiği reaksiyon ültimatom niteliğinde olup, genelde bu tür reaksiyonlar birçok hormon ve hücrenin cevabı niteliğinde bir olay olarak ta değerlendirilir. İşte bu durum Tıpta vücudun bağışıklık kazanması manasına immün sistem diye tarif bulur. Bu sistem sayesinde organizmaya yabancı kalan hem büyük moleküllü karbonhidratlar hem de proteinler antijen meydana getirirler. Lenfatik dokuda yapılan gama globülinler ise antikor adını alırlar. Tariften anlaşıldığı üzere antikorlar kan ve lenfte spesifik gamma globülinlerin sentez edilmesi sonucu meydana gelirler. Hatta antikorlar genelde antijenlerin kana girmesiyle birlikte ortaya çıkarlar. Fakat şurası muhakkak bir organizma kendi antijenlerine karşı antikor üretmez. Yani vücut hücresinin tanımadığı durumlarda ancak antikor yapımı söz konusu olabiliyor. Akyuvarlar tüm hıncıyla bakterilere karşı savaşırken, öte yandan hasar görmüş dokuları tamir maksadıyla histamin salgılamayı da ihmal etmezler. Aslında salgı olayı hasar görmüş dokunun şişmesi, su toplaması ve kızarması olayının ötesinde vücutça alınan bir tedbirin bir işareti sayılmaktadır. Belki de vücut bu tedbiri almasa hasar görmüş bölgede bakteri ve toksinler hızla çoğalıp geniş bir alana sirayet edeceklerdi. Bu yüzden bu tip yaralanmalarda doktorlar iltihap bölgesindeki şişmeden ötürü hastaya histamin gibi damar genişleticiler vererek hem antikor- antijen birleşmesine yardımcı olurlar, hem de akyuvarların rahat nefes alma imkânına kavuşması sağlanmaktadır. Fakat bu tip ilaçlar her an otoimmün (bağışıklık) hastalıklar grubu içerisinde allerjik reaksiyon verebiliyor. Zira allerji halinde eozonophyl sayısının arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca parazit hastalıklarında eozonofillerin antikor yapımında hazırlayıcı rol oynadıkları tespit edilmiştir.Şayet mikropların yayılmasına engel olunamazsa bu sefer lenf sistemi devreye girecektir. Zaten guddelerde şişmelerin nüksetmesi olaya lenf sisteminin el attığı anlamına gelir. Oldu ya mikroplar bura da durdurulamadı, artık bu noktadan sonra mikroplar açısından kana karışmak çok zor olmayacaktır. Böylece vücut daha büyük çapta enfeksiyonla karşı karşıya kaldığını ilan edecektir Değim yerindeyse akyuvarlar vücudun sağlık görevlisi, alyuvarlar ise vücudun beslenmeye yönelik ambar görevlisidir. O halde birazda ambar görevlisinden bahsedebiliriz. Alyuvarlar(eritrositler) Ambar görevlisi alyuvarlar genellikle kemik iliğinde üretilip bu mekândayken çekirdek haldedir. Bu yüzden kemik ilikleri üretim hane olarak anılırlar. Kemik iliği aynı zamanda içerisi mükemmel bölmelerin bulunduğu kanal sistemiyle donatılmıştır. Öyle ki kanalcıklar arasında endotelial sistem denilen savunucu ve kan yapıcı bir tek hücreden her çeşit hücre imal edilebiliyor. Hatta bunlara eritrositte dâhildir. Alyuvarlar (eritrositler) ne zaman ki çocukluk ve gençlik dönemlerini bitirip olgunlaşma evresine gelirler, işte o vakit çekirdeksiz disk şeklinde hücre yapısına dönüşmesiyle birlikte dolaşıma geçip vücut için ab-ı hayat olurlar. Belli ki çekirdeksizlik avantaj olup damar içerisine geçişte elastiki kolaylık sağlamaktadır. Kaldı ki elastikiyet bir yana çekirdeksizlik oksijen nakli açısından da büyük bir kolaylıktır. Dolayısıyla iyi planlanmış bir tasarımın gereği milyarlarca hücre oksijensiz kalmamaktadır. Bu yüzden kaynak yatağında (kemik hücrelerinde) çekirdekli halde bulunan alyuvarlar aşırı kan kaybı durumları hariç olgunlaşmalarını tamamlamadan asla kana karışmalarına müsaade edilmeyecektir. Bilindiği üzere 1 mm3 kan içerisinde ortalama 4–5 milyon civarında alyuvar bulunup, bunlar mezanşim hücrelerinin imal ettiği oksijen paketlerini ihtiyaç sahibi doku ve doku hücrelerine götürme vazifesiyle donatılmışlardır. Zaten alyuvar ihtiyacını belirleyen unsur doku oksijen ilişkisidir. Oldu ya dokular bir şekilde oksijensizlikten alarm vermeye başladı, bu durumda ister istemez alyuvar üretimi hız kazanacaktır. Peki, alyuvarlar dokuların oksijensiz kaldığını nereden bilecek derseniz, dokuları yaratan elbet bu durumu haberdar edecek sistemi kurmuş olacaktır. Nitekim bu iş için eritroprotein denen hormon görevlendirilmiş. Böyle bir sistem kurulmasa oksijensiz kalan vücudun çökeceği muhakkak. Ayrıca şu bir gerçek alyuvarlar dokulara oksijen nakletme başarısını hemoglobine borçludur. Zira eritrositlerin yapısında bulunan demir içeren kırmızı boya türünden “hem” faktörü ile bir protein olan globin’in birlikteliğinden doğan hemoglobin maddesi kolaylıkla oksijen ve karbondioksitle birleşecek kabiliyette olduklarından kana bir yandan kırmızı renk vermekteler, diğer yandan karbondioksitin dokulardan temizlenmesi için akciğerle işbirliği yaparlar. Bu yüzden eritrositler çekirdeksiz ve küremsi tanımlamanın ötesinde bütün vücuda besin, O (oksijen) ve CO2 taşıyan hücreler olarak bilinirler. Kemik iliğinde yaklaşık ayda 400–500 mikro litre eritrosit yapımı gerçekleşmekle birlikte teşekkül hızı ise kandaki oksijen basıncına bağlı olarak değişebiliyor. Mesela yüksek rakımlı yerlerde anormal bir şekilde vücutta eritrosit yapımı çoğalabiliyor. Çünkü yüksek rakımlı yerlerde oksijen oranı az olup, bu durum beyne gelen oksijen miktarını azaltarak aşırı kalp atışlarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla aşırı kalp atışları neticesinde polisitemi hastalığı vuku bulacaktır. Yine bu ve buna benzer bir başka olay koşma halinde görülmektedir. Malumunuz halk arasında “Harekette bereket var” denilse de koşmakla dokuların oksijen ihtiyacı hız kazanıp, dalağımız ister istemez kasılarak dolaşıma kan vermek zorunda kalacaktır. Hatta çoğu kez koştuğumuzda sol böğrümüzde (yanımızda) hep ağrı hissederiz ya, işte o sızı dalağın kasılmasıyla ilgili durumdan başka bir şey değildir. Bu arada dalaktan başka kanın oksijen seviyesini ayarlayan bir diğer mühim organımız böbreğin ortaya koyduğu faaliyetleri de unutmamak gerekir. Çünkü böbrekler, böbrek üstü bezlerin salgıladıkları eritropin hormonu sayesinde gerektiğinde alyuvar üretimi noktasında kemik iliklerini uyarıp vücudumuz zinde tutulmaya çalışılır. Belli ki sistemin en ufak dalgınlığa tahammülü yoktur, her şey olabilecek hataya meydan verilmeden en ince ayrıntısına kadar hesaplanıp uygulamaya konulmuş durumdadır. Eritrositler kanda az olduğunda aneminin (kansızlık) yanı sıra alyuvarın sayıca artmasına paralel Hb (Hemoglobin) birikmesi gibi arızalar belirebiliyor. Madem 100 mililitre kanda ortalama değer 14 gram hemoglobin bulunması gerekir, o halde bunun üstü de tehlikeli altı da. Üstüne çıktığında Hemokromatoz hastalıklar, altına düştüğünde ise halk dilinde kansızlık diye tabir edilen anemi hastalığın çıkması kaçınılmaz olacaktır. Hatta Hemokromatoz esnasında fazla miktarda ki demirin karaciğere bağlanmasıyla siroz, kalbe yerleşmesiyle kalp yetmezliği, pankreasa odaklanmasıyla da şeker hastalığı şeklinde sahne alabiliyor. Bir başka gerçek var ki; o da B12 vitaminin kemik iliğinin özü mesabesinde olmasıdır. Dikkat edin öz diyoruz üvey değil. Tabi işin şakası bir yana 'öz' sadece akrabalık ilişkileri için zikredilmiyor, biyolojide menba (kaynak) manasına kullanılır. Yani her şeyin bir özü var, öz bozulursa biranda dengeler altüst olabiliyor. Dolayısıyla B12 vitaminin eksikliği kansızlık doğurmaktadır. Yine de her şeye rağmen kanımızın rengini tayin eden hemoglobin maddesi bu açığı kapatmak adına bütün enerjisini eritrosit yapımına adamayı ihmal etmemektedir. Anlaşılan hemoglobin molekülü sıradan bir molekül olmayıp, aksine bileşiminde başta dört atomluk demir olmak üzere toplam 10.000 atomdan meydana gelen bir ünitedir. Anlaşılan anemi kemik iliğinin azalması, demir ve B12 vitamini eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkabilen bir hastalıkmış. Hatta gama radyasyonunun etkisine maruz kalan insanlarda kemik iliğinin harap olmasıyla birlikte öldürücü anemi ortaya çıkabiliyor. Görüyorsunuz kana renk katan eritrositler can demek, bu canın azlığı kansızlığa neden olmakta, böylece bir kez daha “Kan demek can demek” sözü aklımıza kazınmış oluyor. Kemik iliği fabrikasında yaratılış birçok safhalardan geçmek suretiyle gerçekleştirilir. Bu safhalardan sonra kana geçen alyuvarların her birine verilen 100–120 günlük ömür süresi içerisinde vazife gördükten sonra akıbetleri ölümle sonuçlanır. Yani alyuvarlar 120 gün içerisinde oksijen taşıyıp akabinde yaklaşık 1 milyondan fazla eritrosit hayata veda ederler. Bu durumda vücut, kandaki alyuvar sayısını korumak için yeni alyuvarlar üretmeli ki ölenlerin yerine yenileri devreye girebilsin, zaten vücut üretir de. Dile kolay eritrositler küçük damarlardan geçişi sırasında incelip uzarken ister istemez enerji sarf etmekteler. Fakat enerji temin eden enzimler kullanıldıkça ömür sınırları azalmakta, derken eritrositler damardan geçerken incelip uzayamadıklarından parçalanıp mevta olurlar, yerine yenileri devreye girer. Nihayet “Her dem yeniden canlar tazelenir” misali kanda bile haşir olayı gerçekleşir. Dahası yeni doğanlar hayata göz kırpıp emrin gereği iş başı yaparlar. Tabii bu durum sinir hücreleri için geçerli değildir. Zira sinir hücrelerinde kaybolanın yerine yenisi gelmez, üstelik bu eksiklik ömür boyu devam eder bile. Yani sinir hücreleri canlının yaşama ömrü ile sınırlıdır. Evet, eritrositlerin 120 günlük bir hayatından söz ettik. Peki, bu sınırın istisnası yok mu derseniz, elbette var. Şöyle ki; belki orak hücreli anemi hastalarını duymuşsunuzdur. Bu hastaların tipik özelliği doğuştan alyuvarlarının arızalı olmasıdır. İşte bu arızalı orak hücreli alyuvarlar kan içerisinde 120 günü dolduramayan cinsten hücre olduklarından görevlerini yerine getirememek gibi bir takım sıkıntı yaşarlar. Mesela bu sıkıntıların başında alyuvar eksikliği gelip, bunun adı hepimizin bildiği anemi demektir. Yine bir başka anemi türü Talasemi denen Akdeniz anemisi ise çapça küçük kolayca yırtılabilir olması hasebiyle görevini yapamamaktadır. Dolayısıyla buda ister istemez bir tür kalıtsal kan hastalığına neden olmaktadır. Hakeza birde Aplestik denen bir anemi var ki, içlerinde en büyük tehlike arz eden bu olsa gerektir. Çünkü bu tür hastaların kemik iliği alyuvar üretemediklerinden artık ölüm onlar için kaçınılmaz bir alın yazısına dönüşmektedir. Öyle anlaşılıyor ki tüm anemi vakalarının ortak bir paydası damarlardan dolaşan kanın ihtiyaçtan az olmasına paralel dokuların az miktarlarda oksijenle buluşturulması sonucunda bir takım organların verimi düşmesine yol açan hadisenin yaşanmasıdır. Kanda aşırı derecede alyuvar sayısı fazla olursa, bir kez daha hatırlatmakta fayda var polisitemi hastalığı nüksedip, bu vaka damarlarda kan tıkanıklığı ve kan yapıcı organların tümörleşmesine sebebiyet verecektir. Trombositler (kan pulcukları) Trombositler kemik iliği kök hücrelerinden teşekkül edip, kanın pıhtılaşmasını sağlayan 2–4 mikron çapında renksiz kan pulcuklarımızdır. Bunlar 1mm3 kanda 200–400 bin kadar bulunup, daha çok hasar görmüş doku bölgelerinde tıkaç oluşturmakla görevlidirler. Gerçekten de hasara uğramış bir dokunun önce şiştiği, sonra giderek yaygın halde çıkıntılar oluşturduğu ve daha sonra yapışkan hale geldiği gözlemlenmiştir. Dikkat ettiyseniz özellikle yapışkan diyoruz, ama ne yapışkanı. Herhalde piyasada satılan bildiğimiz yapışkan maddeler değil. Belli ki bu yapışkan madde bizim bilmediğimiz, fakat uzmanların çalışmaları sonucunda fark edilen mukopolisakkarit içerikli, ipliksi, protein içeren ve hücreler arası bağlantıyı kurabilecek nitelikte kollogen liflerdir elbet. Hatta yapıştırma işlemleri esnasında yalnız değildir, iş bölümü gereği ADP salgısı salgılanıp gerektiğinde diğer takviye kuvvetleri de göreve çağrılır. İşte bu noktada olay yeri bir anda eski ekip yeni ekip buluşmasına tanık olur. Derken gelen ekip trombositle birlikte yarayı tıkamak adına tampon güç oluştururlar. Tıkaç işleminin inşası biter bitmez bu sefer trombin salgılanıp tamponlanan bölge daha da mantolaştırılarak (sertleştirilip) pıhtılaşmayla ilgili işlemler tamamlanmış olur. Anlaşılan o ki trombositer hormonunun olay yeriyle ilgili ikazları anında karşılık bulup trombosit kuvvetlerini harekete geçirmeye yetebiliyor. Yani talimatın gereği “Evet, mesaj alınmıştır” denilip, kanda sıvı halde bulunan fibrinojen fibrine dönüştürülür. Böylece trombositler, trombositer hormonu veyabünyesinde bulunan fibronejen madde sayesinde kanamalar anında durdurulmuş olur. Fibrin burada bir nevi yara sarıcı iplik veya yapıştırıcı madde rolü üstlenmiştir. Özellikle fibrin iplikleri damar kavşağının önüne duvar örmesi sonucunda (yumakçık-kan pıhtısı) kan plazmasının damar içerisine geçişine izin vermezler. Nasıl ki bir yırtılmış su kırbası dikiş veya yapıştırıcı ile tamir edilmediğinde içerisinde su kalmazsa, aynen öyle de vücudumuzun herhangi bir yeri travma sonucu delindiğinde önlem alınmaz ya da pıhtı faktörler devreye girmezse dolaşım sistemimizin kansızlıktan tarumar olacağı muhakkak. Dolayısıyla iplik deyip geçemeyiz, belli ki pıhtılaşmayla ilgili tüm faktörlerin kan kaybına tahammülleri yoktur. Bu yüzden onlar bizim cansiperane çalışan can yeleğimiz unvanını çoktan hak ettiler bile. Demek oluyor ki trombositler olmasaydı vücudun herhangi bir yerinden meydana gelebilecek kan kaçağı sonucu ölüm kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden irfan sahibi bir bilim adamı incelediği trombositlere Yüce Allah tarafından vücuda tayin edilmiş pansuman uzmanları gözüyle bakmaktadır. Bu söz konusu uzmanlar küçük pulcuk yapıda renksiz cisimler olup, görünüm itibariyle yuvarlak veya disk şeklindedir. Çapları ise ortalama 3 mikro litredir. Dolayısıyla 1mm3 kanda ortalama 250.000 kadar trombocyt bulunmaktadır. Trombocytler aynı zamanda boyanma durumuna göre; erguvani renkte olanlar granülomer, soluk mavi olanlar ise hyalomer adını alır. Tabii bu konu burada bitmedi, dahası var. Şöyle ki trombocytler glikojen depo ettiklerinden yapışkandırlar. Yani yapılarında serotomin (damar büzücü) bulunduğu için kan kaybının önüne hızla geçilebiliyor. Nitekim damarların yırtık yerlerinde plak yapıp tıkaç (pıhtılaşma rolü ) rolü üstlenmelerinin yanı sıra ayrıca tromboplastin enzimi yapımında da bulunurlar. Şayet trombocytler kan içerisinde normal bulunması gereken sayının dışında, ya da düşük seviyelerde seyrediyorsa pıhtılaşma defekti (bozukluk) oluşup purpura meydana gelecektir. Zaten kemik purpuranın en temel tipik özelliği kanın damar dışa çıkmasıyla birlikte doku araları veya lenf damarı içerisinde birbirlerine yapışık kümeler oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu durum lenf damar tıkanıklığı, dokuda su birikmesi veya trombosit ödeme neden olacaktır. Fibrin fibrinojenden teşekkül edip, üç fazdan oluşmaktadır. Mesela ön fazda yer alan protrombinaz pıhtılaşmayla alakalı 13 faktörden ilk dokuzunu (protromblastin sistemi) protrombine çevirdiğinden “protrombin–2” olarak tanımlanır. Yani trombin trombinazdan neşvünema bulmaktadır. Ki; trombosit sayının düşük olması veya trombinazın yokluğunda trombositopeni hastalığı (hemofili-kanama) ortaya çıkabiliyor. Bu yüzden bunun önüne geçebilmek adına son fazda fibronejen katı haldeki protrombini fibrine çevirme işlemini gerçekleştirerek büyük bir efor sarf etmiş olur. Yani trombin fibrin dönüşmesinde fibrinojen etken faktör olup, Tıpta bu etken maddeye efektif faktör (etkili faktör) denmektedir. Şayet etken faktöre rağmen hala kanamalar devam ediyorsa bu tip hemofili bir hastaya kan verilmesi gerekecektir. Peki, kanın durdurulmasına yönelik pıhtılaşma işlemleri böyle yürürken bunun tam tersi kanın pıhtılaşmaması için ne gibi işlem yürütülmektedir? Her şeyden öte vücutta kanda pıhtılaşmayı önleyen antitrombin sistem bu iş için vardır. Özellikle bu sistem içerisinde heparin içeren plazma proteinleri çok büyük rol oynarlar. Heparin asit bir madde içerdiğinden, pıhtılaşmayı ancak heparin albümin kompleks donanımı sayesinde durdurmaktadır. Ayrıca heparin formaldehit bazik boyaların bulunduğu ortamda trombini inaktive edebiliyor. Hakeza bu sistemin fibrin eritici plazma özelliği de vardır, olması da gerekir. Çünkü herhangi bir kazaya maruz kalan hastanın periyodik bakım esnasında pıhtılaşma süreci devam etmektedir. Dahası, iyileşme aşamasına kadar pıhtı faktörü üzerine düşen görevi yaptıktan sonra orada kalmanın zarar vereceğini bilmişçesine kendi kendini yok edebiliyor. Zaten kendini ortadan kaldırmasa damarların tıkanmasına yol açıp risk oluşturacaktır. Zira buna meydan vermemek için 1–2 gün içerisinde birtakım aktivatör maddelerin etkisiyle fibrin eritici plazmonejen plazmine dönüşür. Böylece plazmin fibrini parçalayarak protein eritici (proteolitik) misyon yüklenmiş olur. Bu arada sistemi komple düşündüğümüzde bu iş içerisinde sitrat, oksalat, florür, Ca gibi birçok faktörlerin bile devrede olduğunu fark ederiz. Öyle anlaşılıyor ki plazminin biricik vazifesi fibrin üzerinde etki yapıp pıhtıyı eritmek olacaktır. Bu noktada akyuvarların görevi ise eriyen pıhtı artıklarını tahliye edip yaralanmış dokuda iz kalmamasını sağlamaktır. Görüldüğü üzere pıhtılaşma olayı rasgele işlemiyor, son derece planlı bir yapı söz konusudur. Elbette bazı istisnai durumlar olacaktır, oluyor da. Mesela plazma içerisinde aminoasitler, vitaminler, hormonlar, enzimler, şekerler, metabolitler, ilaçlar, aminoasitler, peptitler, glikopeptitler, laktik asit, hippurik asit, organik tuzlar, keton cisimleri, üre, ürik asit, NH3, safra boya maddeleri, bazı pigmentler, lipaz ve amilaz oluşan pıhtının rejenerasyonunu (yenilenmesini) güçleştirebiliyor. Hakeza pankreas hastalıkları esnasında artmakta olan amilazın kanın pıhtılaşmasını önlediği bilinmektedir. Bu durumda hastaya amilazın fazlasını dışarı atmak için idrar söktürücü ilaç veya serum verilmektedir. Anlaşılan gerek vücut dokularında gerekse kan içerisinde bulunan yaklaşık 30 değişik türden maddenin pıhtılaşma olayıyla yakından ilgisi var. Söz konusu 30 değişik maddenin bir kısmı pıhtılaşmayı kolaylaştırırken diğer kısmı engelleyebiliyor. Aslında burada tez antitez ilişkisine dayalı bir olay fark edilip, bu bize bir kez daha denge olayını hatırlatmaktadır. Zaten normal bir kan içerisinde pıhtılaşmayı engelleyici faktörlerin baskın olması gayet tabiidir. Aksi takdirde kan dolaşımı pıhtı faktörlerinin kuşatmasına maruz kalıp normal yatağında akıp gidemeyecektir. Ayrıca bunlardan başka pıhtılaşmayı önlemeye yönelik damar iç yüzeyince emilmiş negatif yüklü protein tabakasının varlığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu tabaka sayesinde kandaki pıhtı faktörü damar yüzeyince itilerek pıhtılaşmanın önüne geçilmiş olunur. Evet, bir yandan normal durumlarda kan dolaşımının pıhtılaşmaması için tüm fonksiyonlar devreye girmesi sağlanırken, öte yandan olağan üstü durumlara özgü hasar görmüş dokuların tamiri için pıhtılaşma faktörleri aktif hale gelebiliyor. Böylece vücut şehrimizin virane olmasının önüne geçilmektedir. İşte bu yüzden Allah’a sonsuz hamd-ü senalar olsun diyoruz. O halde Yüce yaratıcının vücudumuza yerleştirdiği kanın pıhtılaşmasına etki eden faktörleri şöyle kategorize edebiliriz. 1- )Protromboblastin faktörler —Fibronojen, —Protrombin, —Tromboblastin, —Ca, —Ac-globülin, —Accler globülin, —Prokonvertin vs. 2-) Stabilize faktörler —Antihemofilik faktör, —Antihemofilik globülin faktör, —Antihemofilik B faktörü, —Ca-kofaktör diye tasnif edilir. Görüldüğü üzere pıhtı olayında pek çok faktör devreye girmekte, hatta K vitamini bile pıhtılaşma olayında etken faktördür. İşte herhangi bir nedenle damar cidarlarında zayiat verildiği zaman, söz konusu bu sıraladığımız faktörler olaya el koyup derhal onarım işlemini başlatırlar. Hâsılı kelam bir damla kan deyip işi tabiata havale edemiyoruz. Bakın Mevlana sanki bir damla kanı hatırlatırcasına şöyle demiş; “Gerçi bir katreyim, fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim, fakat bende güneşler gizlidir.” Şimdi Mevlana'nın bu sözüne ne ekleyebiliriz ki, bırakın eklemeyi bize edep gereği susmak düşer. Plazma proteinlerin sentezi Plazma ve bazik lökositler bazı değişiklik mekanizmalarıyla yakından ilişkili olup büyük çoğunluğu karaciğerde sentez edilir. Hatta bir kısım sentez olayının bağırsaklarda meydana geldiği tahmin edilmektedir. Plazma proteinlerinin azalması durumlarında: —Doku harabiyeti, —Ödem oluşması, —Kanamalara bağlı kan kayıpları, —Plazma hacminin artması, —Protein sindiriminin azalması gibi haller görülür. Şurası muhakkak plazma proteinlerinin azalmasına paralel böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları açığa çıkıp ödeme neden olmaktadır. Bir protein cinsi olan albümin ise kandaki molekül ağırlığının azlığı sebebiyle osmotik basınç yönünden globüline nazaran daha fazla etkendir. Özellikle kan albümini; “—İç kanama nüksetmesi veya ascites hallerinde, —Karaciğer yetmezliğinde, —Plazma değişikliklerine bağlı olarak dehidratasyon olayında, —Dış kaynaklı kanamalarda” azalma gösterir. Zaten idrar analizinde albüminin artması kayıp verdiğine işarettir. Acaba anne karnında durum nasıldır? Şöyle ki fetüs gamma globulin üretememe noktasındadır, ancak kendisi için gerekli olan globülini plasenta yoluyla anneden temin etmektedir. Derken yeni doğan çocuklarda anneninki kadar gamma globülin birikebiliyor. Fakat 12–16 haftalık dönemde %17'den %0,1'e kadar mütemadiyen düşüş kaydetmektedir. Böylece bebek düşüş seyrinde ister istemez enfeksiyona yakalanabiliyor. Neyse ki bebek 8–12 aylıkken normal seyrine kavuşup, gerçek anlamda protein sentezi bu safhada start almaktadır. Plazma proteinlerinin parçalanması Plazma proteinlerin parçalanması bağırsak lümenlerinde olduğu tahmin edilmektedir. Dahası plazma proteinlerin elektrikli sahada taşıdıkları şarj nispetinde hareket ettikleri belirlenmiştir. Dolayısıyla pnömoni (akciğer enfeksiyonu) ve ateşli hastalıklarda alfa globülin artmakta olup, antikor teşekkülü hallerinde ise gamma globulin çoğalmaktadır. Albümin ve fibrinojenin tamamını ise karaciğer yapmaktadır. Ancak karaciğer kanseri, siroz, virütik hepatit ve beslenme bozuklukları gibi vakalar da serum azalma gösterir. Başlıca serum ve plazma proteinleri Plazmanın kendine özgü özel proteini olup, bunlar bildiğimiz fibrinojen ve fibrin maddeleridir. Fibrinojen Fibrinojen uzun elips çomak şeklinde olup molekül ağırlığı 40.000'dir. Ayrıca fibrinojen serum içerisinde erimiş halde bulunduğunda sulu kesim plazma adını alır. Zaten fibrinojenin fibrine dönmesi plazmanın serum haline geçişi demektir. Serum Total Proteinleri Plazmada fibrinojen ayrılınca serum içerisinde adına serum total protein(albümin ve globülinler) yer almaktadır. Elektrofazla yapılan plazma total protein fonksiyon analizleri sonucunda elde edilen yüzdelik (%'lik) dağılım oranları aşağıdaki gibidir: —Albümin % 57 —Alfa globülin % 5 —Alfa 2 globülin % 7,5 —Gamma globülin % 11 —Beta globülin % 12 —Fibrinojen % 6,5'tur. Globülinler Fe, Cu ve Zn gibi bir takım metallerle birleşmiş çeşitli proteinlerin yanı sıra Alfa ve Beta globülinler de lipoprotein ve glikoprotein yapısına girerler. Proteinler molekül yapılarına göre bir karşılaştırma yapılınca en küçük albümin 69.000, en büyük fibrinojen 400.000 kadar olduğu görülecektir. Daha sonra sırasıyla hemoglobin, Beta globülin, Alfa lipoprotein, Beta lipoprotein, Gamma globulin ve fibrinojen gelir. Şimdi adından söz ettiğimiz bu elemanlara kısa bir göz atabiliriz. Şöyle ki; Gamma globülin; bağışıklık maddesidir. Beta globülin; lipoprotein, protrombin ve aglutinin(antikor) teşekkülünde görev yapar. Fibronojen; kan pıhtılaşması görevi yapar. Albümin; plazma taşıyıcısı olup, kan osmo regülâsyonu temin etmenin yanı sıra organizmanın protein rezervini teşkil eder. Hatta birçok maddelerle reversibl bağlantı yaparak onları transport eder. Globülin(lipoprotein); yağ, stereoid ve fosfolipitleri oluşturur. Hiroksene bağlanan protein; seratonoidler ve tyroxin nakli sağlar. Haptoglobülin; parçalanan eritrositlerin serbest hemoglobin'lerini temin eder. Ceruloplazmin; Cu naklini temin eder. Antiotensinogen; kan basıncında görevlidir. Globülin (metal ihtiva edeni); transferin ve siderofilin Fe taşırlar. Globülin; antikor ve komplementlerini teşkil eder. Bunlardan ayrı plazma proteinlerin arasına transimanaz, dehidrogenaz, peptidaz, fosfataz, aldoz, amilaz ve diğer enzimler de dâhil edilir. Bazı kan proteinlerinin yapılarına iştirak eden elementler: Fe: MeselaTransferin, stokromlar, periksodazlar demir içerirler. Cu: Ceruloplazmin bakır madeni için tipik bir örnek teşkil eder. Zn: Dehidropeptidoz, karboksipeptidaz, ürikaz, karbonik anhidraz, insülin çinko yönünden zengindirler. Mg: Klorofil içeren hayvansal organizmalarda bulunup daha henüz tam fonksiyonu netlik kazanmamıştır. Tuzlar (elektrolitler) ve organik kristaloitler kapiller damarların cidarından basınç yoluyla kolayca geçebiliyorlar. Özellikle kapiller damarların dış kısmında hidrostatik basınç gerçekleşip, iç kısımda ise osmotik basınç etkindir. Dolayısıyla plazma proteinlerinin geçişi için toplamda 28 mmHg osmotik basınç uygulanıp bunun 10 mmHg basıncı İnterstiyel sıvı için, 18 mmHg basıncı ise plazma proteinler için efektiftir(etkili). Ancak bu efektif değerler arter ve vena damarda değişiklik gösterebiliyor. Mesela arter bölgesinde hidrostatik basınç osmotik basınçtan daha fazla uygulanır. Yine mesela kan proteinlerinde azalma olduğunda efektif osmotik basınç düşüp, buna paralel kapillerden arter damar içine sıvı akışı gözlenecektir. Böylece sıvı akışıyla birlikte ara dokuda sıvı miktarı artıp ödem oluşacaktır. Keza kemik hastalıkları ve tıkanma sarılıklarında kandaki alkalen fosfataz enziminin artış kaydetmesi de böyledir. Zira alkalen fosfataz; osteoblast ve bağırsakta imal olunmaktadır. Kanda grup faktör tayini Evet, bir damla kan adeta dev bir ansiklopedi külliyatı hükmünde paha biçilmez değere sahip bir hazine. Her hangi bir ansiklopedinin bütününde tek harfin karşılığı ne ise insan vücuduna denk gelen bir damla kanın karşılığı da odur. Öyle görülüyor ki bir damla kan sadece içerisinde bulunan şekilli elemanlarıyla sınırlı değil, bunun ayrıca grup faktör tayininde karşılığı olan A, B, AB, O antijenlerin varlığı da söz konusudur. Nitekim anne karnında cenine özgü grup faktör kimliği vardır. Dolayısıyla çocuğa ait kan grup faktörü ve hücrelerinin tamamını anneden alması söz konusu değildir. Cenin aynı zamanda plasenta sayesinde kendi alyuvarlarını kendisi imal edebiliyor. Fakat bu noktada demire ihtiyaç vardır. Neyse ki bu noktada plasenta anneden gelen alyuvarları parçalayarak açığa çıkan demiri cenine aktarabiliyor. Yani plasenta bir nevi karaciğer fonksiyon işlevi görmektedir. Hatta bununla kalmayıp lenf sistemi görevi de üstlenmiş durumdadır. Anlaşılan plasenta anneden gelen bir kısım antikorları kabul etse bile bir kısmını da kendisi karşılamakta. Değim yerindeyse plasenta cenin için ekmek, su, iş demek olup yapışık ikiz gibidirler. Onsuz gelişmesi mümkün değil zaten. Bilindiği üzere insan kanında birbirinden farklı A ve B tipinde iki tür antijen var olup bir sonraki kuşaklara kalıtsal olarak geçerler. Dolayısıyla dünyaya gelen her bir insan söz konusu antijenlerin ya bir tanesine ya da her ikisine de sahip olabiliyor. Veyahut ta hiçbirine sahip olmayabiliyor. Bu yüzden hiçbirinden mahrum kalanlar mevcut bu iki tip antijene karşı vücudunda spesifik reaksiyon gösteren antikor bulunmaktadır. Böylece A ve B tipi antijenler aglütinasyon olayında tetikleyici unsur olarak adından söz ettirecektir. Bilindiği üzere kanda grup faktör tayini (A), (B), (AB) ve (O) olarak dört ana başlıkta incelenir. İşte grup faktör tayininde eritrosit membranında yer alan antijenlerin kanda bulunup bulunmamasına göre; —İçerisinde şayet A ve B aglutinojen yoksa grup faktör 0 grubu, —İçerisinde şayet sadece A aglutinojeni varsa grup faktör A grubu, —İçerisinde şayet her iki aglutinojen(hem A, hem de B aglutinojen) de varsa grup faktör AB grubu adını alır. Ayrıca bu gruplara ilave olarak M, N, P ve Rh gibi alt grup faktörler de vardır. Bilindiği üzere plazmada(serumda) yer alan proteinlere aglütinin, eritrositlerin bağrında var olanına ise aglutinojen denmektedir. Dolayısıyla bir şahsın eritrositlerinde A aglutinojeni yoksa plazmasında anti-A aglutinini var demektir. Şayet eritrositinde B aglutinojen yoksa plazmasında anti-B aglütinini mevcuttur. Dolayısıyla A grubu kanda A aglutinojeni ile anti-A aglütinini bulunur. 0 grubu kanda ise aglutinojen olmayıp sadece anti-A ve anti-B aglutininler (antikor) vardır. Keza AB grubu kişiler de A ve B aglutinojenlere sahip olmakla birlikte plazmalarında aglütinin bulunmamaktadır. Dolayısıyla doğumdan hemen sonra bebeğin plazma içerisindeki aglutinin miktarı sıfır olduğu belirlenmiştir. Kan naklinde önemli reaksiyon oluşturabilen antijenler A-B-O ve Rh faktörü başlığı altında değerlendirilir. Madem böyle bir sistem söz konusu, o halde kan transferi işlemlerinde önce bir sistem dâhilinde alıcı ve verici uygunluğu belirlenmeli, sonra kan transfüzyonu gerçekleştirilmelidir. Yani önce tespit sonra uygulama esastır. Mesela A ve B antijenleri bir insanda olmayabileceği gibi sadece bunlardan biri ya da her ikisi pekâlâ bulunabiliyor. Bu yüzden verici ile alıcı arasında uyumluluk şartı aranır. Şayet verici alıcı arasında kan uyuşmazlığına rağmen kan transfüzyonu yapıldıysa alıcı ve verici alyuvarları birbirlerine bağlanıp yapışık kümeler oluşturacağından bu durum aglütinasyona (çökmeye) yol açacaktır. Yani verici ve alıcı kan uyuşmazlığına bağlı olarak adeta aralarında soğuk rüzgârlar esmesiyle birlikte anti-A veya anti-B taşıyan aglütinin kroslaşması cereyan edip akabinde aglütinasyon (parçalanma-pıhtılaşma-çökelme) oluşur. Kelimenin tam anlamıyla bu çökme hadisesinde; önce aglütininler eritrositlere bağlanır, sonra tek bir aglütinin iki veya daha fazla eritrositi birbirine bağlayıp kılcal damarlarda tıkanmalar, daha sonra kalp koroner damarlarının tıkanması ve ardından kalp krizine kadar varacak bir dizi vakalar yaşanır. Anlaşılan her şey birkaç dakika içerisinde fagositik eritrosit ve epitel sistemin aglutine olmuş hücrelerinin hemoglobini plazmaya vermesiyle başlayıp, sonrasında damar tıkanıklığı gibi bir takım istenmeyen vakaların ortaya çıkmasıyla son bulmaktadır. Ortaya çıkan bu problemli vaka Tıpta organik oto terapi (kemik tedavi) yoluyla giderilmeye çalışılsa bile Normokromik normosit anemi (özel bir kansızlık) sonucu ölüm vuku bulabiliyor. (0) grubu adı üzerinde sermayesiz sıfır durumda, yani eritrositi aglutinojen ihtiva etmediğinden anti-A ve anti-B serumu ile reaksiyon oluşturmayacaktır. AB grubu ise bünyesinde bulunan mevcut A ve B sermayeden (aglutinojen) dolayı aglütinasyon meydana gelecektir. Bu yüzden 0 grubu genel verici özelliği ile cömert kan olarak(bütün gruplara kan vermekle) dikkat çekmektedir, ancak kendi dışında kan alamamaktadır. AB grup faktörü ise genel alıcı kan olması hasebiyle tüm gruplardan kan alma konusunda tüm kapılar ardına kadar açık, fakat kendi dışında hiçbir grup faktörüne kan verememektedir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere ABO sisteminden başka Rh faktörü, Mm, Nn, Pp, Ss faktörler de vardır. Mesela Mm, Nn, Pp, Ss faktörler özellikle Adli Tıp çalışmalarında çok önem arz etmektedir. Biz sadece şimdilik sadece Rh faktöründen bahsedeceğiz. İnsanların % 85’inin kanında Rh faktörü mevcut olup, geriye kalan %15’inde bu faktör olmadığından bu gruptaki insanlar Rh negatif(-) kesimi temsil etmektedirler. Şayet Rh pozitif (+) bir kan, Rh (-) kişiye enjekte edilirse yavaş yavaş anti- Rh aglütininleri oluşup takriben 2–4 ay sonra maksimum konsantrasyona ulaşabiliyor. Fakat bu cevap çok kimsede olumlu değildir. Mesela Rh negatif(-) bir anne ile Rh pozitif(+) bir babanın evlendiğinde doğacak çocuğun bir halini düşünün. Söz konusu evlilikle bebek babasından Rh pozitif (+) alacağından anne ile çocuk arasında Rh faktörü yönünden ister istemez uyuşmazlık doğacaktır. Böylece fetüsten anne kanına geçen antijene karşı reaksiyon (antikor) oluşacaktır. Neyse ki ilk çocukta yeteri kadar antikor titresi oluşmayacağı için bu noktada tehlike teşkil etmeyecektir. Fakat ikinci ve üçüncü doğumlarda antikor titrelerin yükselmesine paralel çocukta kuvvetle muhtemel eritroblastosis fetalis hastalığının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Demek ki; Rh negatif (-) bir annenin aglütininleri fetüsün eritrositlerinde aglütinasyona neden olmakla kalmayıp, birkaç doğum sonrası aglütinasyon seviyesine göre çocuğun ölümüne yol açabiliyor. Dolayısıyla ölüme bile yol açabilen bu hastalığa Tıp dilinde eritroblastosis fetalis denmektedir. Yani ilk evvela Rh pozitif (+) kana sahip bir babanın birinci çocuğu vasıtasıyla annenin Rh negatif (-) kanı duyarlaştırılır, daha sonra ikinci hamilelikte duyarlılık daha da hız kazanarak ikinci çocuğun kanında aglütinasyona neden olabilecek aşama gerçekleşir. Derken yaşanan bu aşamalar eritroblastosis fetalis(aşırı kansızlık veya sarılıkla kendini gösterenbir hastalık) hastalığının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Hatta herhangi bir Tıbbi önlem alınmazsa 1–2 aya kalmaz çocuğu ölüme sürükleyecektir. Bu arada şunu unutmamak gerekir bu tip kan gruplarına sahip her evli çifte ait çocuklarının bu hastalığa %100 yakalanacak diye kesinleşmiş bir kural yoktur, zaten ihtimal dâhilinde diyoruz. Kaldı ki günümüz Tıp dünyasının gelişmesiyle birlikte bu hastalığın pençesine yakalanan çocuğun kanı derhal antikorsuz bir kanla değiştirilerek bu mesele bir çırpıda çözülebiliyor. Şimdi gelelim can alıcı soruya. Deniliyor ki Hz. Âdem ve Hz. Havva Anamız bu dört grubu bir arada nasıl toplayabiliyor. İlk bakışta bu soru doğru kabul edilse de genetikte baskın ve çekinik genlerin varlığı biran olsun unutulmuş gözüküyor. Çünkü (0) grubu geni hem A hem de B genlerin yanında çekinik halde bulunabileceği gibi tam tersi iki çekinik (0) genin bir arada bulunmasıyla baskın halde (0) grubu olarak karşımıza çıkabiliyor. Yani yarı anne ve yarı babadan gelen grup faktörü genler 2n2 formülü gereği bu dünyadan göç etmiş, ya da yeni doğan ve gelecek kuşaklar sayısınca taksim edilip pay edilebiliyor. Hakeza Rh faktörü de öyledir. Bir başka ifadeyle Rh faktörü baskın genle kontrol edildiğinde pozitif, çekinik genle kontrol edildiğinde negatif diye tanımlanacaktır. Kaldı ki insanlar farklı deri renklerinden dolayı ırklara nasıl ayrılıyorlarsa kan yapıları itibariyle de farklı grup faktörlerine ayrılması gayet tabiidir. Bugün dünyada en çok (0) grubu mevcut olup, bunu sırasıyla A ve B grupları takip etmektedir. Mesela Kızılderililer ve Eskimolarda saf (0) grubu bulunurken Türkiye’de ise en çok A grubunun olduğu belirlenmiştir. Belli ki ilk insanın kanı O, A ve B birlikte orijinal halde bulunup daha sonra insanoğlunun çoğalmasıyla birlikte farklı grup faktörüne sahip popülâsyonların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dolayısıyla Hz. Âdem ve Hz. Havva insanlığın şifresini bir soy ağacında toplayan özetidir diyebiliriz. Mesela insanlığın yaşadığı avcılık döneminde, yani yabani hayvanlarla beslenen insanlar (0) kan grubuna sahiptiler, bu yüzden çok küçük alanlarda yaşayan insanlara nispeten bu grup faktörü avcı kan grubu olarak nitelendirilir. Fakat sonradan nüfus artışına paralel göçler artmış bunun sonucunda yerleşik hayatın simgesi olan doğurgan toprağın keşfi ve bitkiyle beslenmenin devreye girmesiyle birlikte A grup faktörü Asya veya Orta doğuda ivme kazanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin ataları ilk vejetaryen atalar olarak isimlendirilip, bugün bu faktör daha çok çiftçi kanı olarak bilinmektedir. Bilhassa B gurubu Himalaya bölgesinden start alıp sonradan özellikle Pakistan ve Hindistan’da görülmesi hasebiyle buna göçebe kanı denmiştir. AB grup faktörü ise malum, hem A, hem de B gruplarını bağrında taşıması sonucu en nadir görülen grup faktörü olarak sahne almaktadır. Dahası Mendel kanunlarını birazcık incelemek sanırım bu konuda yeterli bir fikir verecektir. Bu konuda benim Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı'nın bize derslerde öğrettiği aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yetiyor artıyor da. Şöyle ki: “AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir. Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir. Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.” (Bkz.Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.) Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi Hz. Âdem’de A, Hz. Havva’da B grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde günümüze kadar kuşaktan kuşağa aksamadan dört ana başlıkta toplanan kan grubu gen kombinezonu yoluna devam edecektir. Velhasıl; kan can demektir. http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|