02-04-2012, 20:29 | #1 |
HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR
HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONLAR
ALPEREN GÜRBÜZER SALGI BEZLERİ Salgı taneciklerinin başlangıç yapımı hücre içerisinde var olan granüllü endoplazmik retikulum yoluyla start alıp, buradan golgi aygıtına taşınırlar. Derken golgi cihazında özel bir paketleme işleminden sonra sitoplâzmaya geçip salgı bezi şeklinde sahne alır. Böylece salgı bezleri dış salgı ve iç salgı bezleri olmak üzere iki kanaldan neşvünema bulur. Mesela midenin hemen alt kısmında bulunan karaciğer ve pankreas organımız salgı bezlerin yuvalandığı mekân olarak dikkat çekmekte. Anlaşılan o ki; beslenme, kan dolaşımı, vücut ısı ayarı, büyüme fonksiyonları, vücuttaki protein, şeker, tuz vs. maddelerinin denge ayarı gibi daha pek çok faaliyetler salgı bezleri tarafından yürütülmektedir. Bu arada salgı sistemini teşkil eden bezler iç ve dış salgı bezi diye iki ana grupta incelenir. Zira dış salgı bezlerini yağ, ter ve tükürük bezleri, iç salgı bezlerini ise hipofiz, adrenal, troit, paratiroit, epifiz, testis overler(yumurtalıklar), duodenum, ve böbrek üstü bezler (adrenal bez) gibi bezler temsil etmektedir. Bu arada dış salgı bezleri salgılarını bir kanal vasıtasıyla veya geçici bir organ aracılığıyla boşaltırlar. Keza derideki deride ki yağ, ter ve ağızdaki tükürük bezleri de öyledir. Mesela yine safrasını 12 parmak bağırsağına boşaltan karaciğer ve sindirim esnasında ince bağırsaklara salgı gönderen pankreas hem iç hem de dış salgısı olmakla beraber bu şekilde faaliyet gösterirler. İç salgı bezleri ise salgıladıkları sıvıları doğrudan doğruya kana intikal ettirerek birçok hayati faaliyetlere geniş ölçüde etki ederler. Yüce yaratıcı vücudumuzun dengesi için salgı bezlerinin yaratmanın yanı sıra bir takım negatif geri tepme ve kontrol mekanizmaları bahşetmiştir. Hatta kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, nerede konuşlanacağı çok önceden belirlenmiş bile. Yani ayarı kurulmuş bir saat misali her iki sistemde bizlere her an, her salise hizmet etmekteler. Bize düşen denge ayarı iyi ayarlanmış vücut sarayı emanetine sahip çıkıp, haddi aşmamaktır. Şurası muhakkak; insan acıkınca mide asit birikimi artmaktadır. Fakat oruca niyet etmesiyle birlikte asit birikimi durmaktadır. Çünkü niyet olayı beyin mekanizmasını harekete geçirerek uyarıcı hormon etkisi yapmakta, akabinde oruçla sinir sistemimiz üzerindeki stresler boşalır, derken hipofiz, thyroid, pankreas gibi salgı bezleri geçici de olsa rahat bir nefes alma imkânına kavuşur. Bu arada insan acıkınca kanda ki gıda özü miktarının düşmesine bağlı olarak bir yandan kemik iliği uyarılırken, öte yandan oruç tutunca da kan hacmi azalmasına paralel kalp hafiflemektedir. Yani küçük tansiyon oruç sayesinde düşüp kalp ritmi rahata ermiş olur. Keza anemi olanlar oruç tuttuklarında daha kolay kan ürettikleri gözlemlenmiştir. Dahası Ramazan orucuyla zayıfların kilo aldığı, şişmanların ise kilo verdiği, aynı zamanda orucun damar içerisinde ki yağların yakılmasını hızlandırıp kolesterol ve trigliseridin normal düzeylerde oluşumuna olumlu etki yaptığı ve damar sertliğini önlemeye karşı koruyucu rol oynadığı belirlenmiştir. İşte tüm bu gerçeklerden hareketle Rasulullah (s.a.v); ‘Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür’ diye beyan buyurmuşlardır. Tabiî ki orucun faydaları burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki; oruç sayesinde hem bağırsaktaki salgılar, hem de hareket eden kaslar istirahata kavuşur. Bilindiği üzere mide karışma ve kasılma esnasında HCl (Hidroklorik asit) asit salgılar. Bu yüzden Yaratıcı tarafından mukus adlı bir sistem kurulmuştur. Bu sistemin çalışmasıyla birlikte mide içerisinde değirmen misali besinlerin hazım işleri gerçekleşir. Böylece midede pepsin enzimi vasıtasıyla parçalara ayrılan besinler bulamaç halinde ince bağırsak laboratuarında protein, yağ, nişasta ve şekere ayrışarak vücut için yararlı bileşenlere dönüşürler. Ayrıca bağırsaklar absorbe edilmiş halde ki besinleri venüs kan, vena porta hariç diğer besinleri karaciğere bırakır. Fakat yinede çok az bir asterial kan (arteria hepatica) karaciğere gelebiliyor. Karaciğer bu ürünleri bir takım metabolik faaliyetlerde kullanmak üzere depo edip lüzumu halinde tekrar kana verir. Derken başlangıçta cansız gibi görünen gıdalar haşir misali hayat kaynağı haline gelmiş olurlar. İnce bağırsağın iç yüzeyi villusla kaplıdır. Bu villuslar sayesinde mideden ayrışan protein ve vitaminlerin elimini sağlanır. Bu arada ince bağırsak laboratuarında proteinler, yağlar, nişasta ve şeker hangi ünitelere ayrılır derseniz, elbette ki: —Proteinler; aminoasitlere, —Yağlar; yağ asitlerine ve gliserine, —Nişasta ise glikoza ayrılır deriz. Anlaşılan sindirim sisteminde görev alan tüm hücreler hiç tanışmadığı ekmeği, hatta uzaktan yakından bilmediği nişastayı şekere dönüştürüp vücudun diğer hücrelerine nasıl gönderilmesi gerektiği hususunda eğitimi ta baştan anne karnındayken almışlar. İşte bu noktada Nasreddin Hocanın; “Un var, şeker var, yağ var, o zaman hani helva” sorusuna karşılık Yüce Mevla bir yandan ayrıştırma işlemleri için ince bağırsakta rafineri sistemi kurmuş, diğer yandan ayrıştırılan ürünlerin üretimi için karaciğer kimya fabrikası kurmuştur. İşte yaratılış gereği karaciğer kendisine ulaştırılıp ayrıştırılan ürünlerden bin bir derde deva ilaçlar üreterek vücut için denge ayarı yapmaktadır. Belli ki karaciğere farmakoloji görevi verilmiş. Dolayısıyla karaciğer denilince vücudumuzun ihtiyacı olan globülinleri hazırlayan bir kimya fabrikası akla gelmelidir. İşte bu yüzden vücudumuzda kimya fabrikası inşa eden Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Bu fabrika olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Zaten karaciğerin dolaşımdaki stratejik yeri hiç kuşkusuz bağırsağa gelen besin maddeleri özel maddeler haline çevirip diğer dokulara sevk etmektir. Yani yağ, et, süt yumurta gibi maddeleri proteinlere ve glikojene çevirecek hamleyi gerçekleştirmektir. Karaciğerin en önemli fonksiyonlarından biri de glikozu enzimatik reaksiyonla glikojen halde polimerize etmektir. Bir başka ifadeyle basit bileşikler diye bilinen laktik asit, gliserol ve pürivik asit karaciğer içerisinde önce glikoza sonra da glikojene çevrilirler. Bu arada glikojen ihtiyaç halinde dokular için gerekli glikoza parçalanır. Demek oluyor ki glikozun glikojene çevrilmesi veya glikojenin parçalanması gibi bir dizi işlemler karaciğerde fosforilaz enzimi serisi ile düzenlenir. Tabii tüm bu işlemler için önceden kanda depo formu şeklinde aktif galaktoz–1-P veya glikoz–6-P kan şekeri bulunur. Böylece ilk basamakta glikoz reaksiyonları fosforilaz enzimi, epinefrin ve glikagon tarafından fosfat bağlanmış olarak gerçekleşip karaciğerin uyarılmasıyla birlikte glikoz kana verilmiş olur. Belli ki karaciğer kandaki şeker miktarını ayarlayan bir görev üstlenmiş durumda. Dolayısıyla bu ayar bozulduğunda şeker hastalığı nüksetmektedir. Karaciğerin maharetleri burada bitmiyor tabii. Mesela karaciğer lipitin taşınması ve kan içerisinde lipit miktarının belli bir seviyelerde kalmasından da sorumludur. Oldu ya lipit seviyesi düştü, bu durumda karaciğer ilk iş olarak Endoplazmik Retikulum içerisindeki glikojeni yağ asitlerine (yağlara) çevirip kandaki lipit ve kolesterol miktarını yükseltmek olacaktır. Ayrıca karaciğer özel bir yetenekle kendisine gelen A vitamini tanır, hatta üretir de. Özellikle bizler karoten içeren yiyecekleri aldığımızda, karaciğer bu gıda özünü karotinaz mayasıyla A vitaminine çevirebiliyor. Hatta bu arada alınan zehirli maddeleri parçalayıp zehirsiz hale getirdikten sonra böbrekler vasıtasıyla üre ve ürik asit halinde kana vermektedir. Karaciğer bundan başka plazma proteinlerinin sentez edildiği yer olarak göze çarpmaktadır. Dolayısıyla tedavi sırasında cilt üzerinde uygulanan ilaçların yan etkisinden kaynaklanan bir takım sıkıntılar karaciğer tarafından özel enzim salgılanması sayesinde önlenebiliyor. Özellikle bu yan etkilere karşı kolesterol sentezinin yanı sıra çoğalan Endoplazmik Retikulum sayısı çok önem arz etmektedir. Ayrıca böyle olumsuz durumlara karşı karaciğerde normal dolaşımın dışında %80 civarında safra tuzu dolaştırılarak enterohepatik denilen karaciğer iç dolaşımı geliştirilir. Şayet karaciğerle ilişik safra yolları (kanallarının) tıkanmışsa aşırı safra salgısı kaçınılmaz olacaktır. Karaciğer bu durumda ister istemez bu kanalı açmak için ototerapik tedbir alıp daha fazla safra salgılayacaktır. Derken salınan safra lenf içine, oradan kana gönderilip, böylece bu yolla sarılık hastalığının önüne geçilmiş olunacaktır. Karaciğer bez karakterinde olduğu için hücre yapıları iri çekirdekli ve hızlı bölünen rejeneratif bir organ olarak dikkat çekmektedir. Yani vücudumuzun en büyük bezi olma özelliği ona has kılınmıştır. Bu arada karaciğer safra kanalı yoluyla salgısını duodenuma (12 parmak bağırsağı) boşalttığı durumlarda ekzokrin tip bez (dış salgı bezi) olarak görev yapar. Fakat kendisi tarafından sentez edilen maddelerin birçoğunu kana verme durumlarında ise endokrin bez özelliği taşımaktadır. Dahası karaciğer içerisinde çok miktarda lenf sıvısı üretilmenin yanı sıra özel immunite sağlayan fagositik hücrelerde üretilmektedir. Fagositik hücreler aynı zamanda pigment granülleri, eritrosit parçalanma ürünleri, Fe granülleri gibi parçalanma ürünlerini fagosite eden kubfer hücreleri olarak bilinmektedir. Kubfer hücrelerinin azalması ise karaciğer yetmezliğine (siroz hastalığı) sebep olmaktadır. Karaciğerin bir kısmı ameliyatla çıkarıldıktan sonra çok kısa zamanda kendini yenileme sürecine girip, zaman içerisinde normal konumuna kavuşabiliyor. Omurgalılar içerisinde en fazla yenileme kabiliyeti olan canlı hiç kuşkusuz faredir. Dolayısıyla diğer omurgalıların büyüklüğü ile rejenerasyon ters orantılı seyretmektedir. Omurgalı canlılarına hemen hepsinin karaciğer içerisinde çok sayıda rejenerasyon maksatlı konuşlandırılmış lobüller bulunur. Lobüller üçgen şekilli bağ doku sahalarıdır. Bazen bu dokular altıgende olabiliyor. Her karaciğer lobuna karbon tetraklorür verilmesi durumunda doku bozulmasına (çürüme-nekröz) yol açmaktadır. Nekrotik hücreler bir yandan otoliz yöntemi ile yok edilirken diğer yandan lobun sağlam burnunda yer alan hücrelerde mitoz yoluyla çoğalma görülüp takriben 5–6 gün içerisinde karaciğerde lokal urlar şeklinde büyüme bölgeleri belirebiliyor. Neyse ki bunlar zararlı olmayan hücresel hasarların tamir edildiği bölgeler olarak sahne almaktadır. Ancak aşırı nekrozlarda eğer karbon tetraklorür düzenli aralıklarla verilirse normal doku yerini fibröz dokuya terk edecektir. Hatta karaciğer tedavisi çok uzun süre devam edip sonuç alınamıyorsa bu noktadan sonra artık siroz hastalığı kaçınılmaz olacaktır. İlginçtir karaciğer epiteli üzerinde çok ileri düzeyde mitoz olayı vuku bulmaktadır. Şöyle ki; artan safra kanallarının sonunda çevredeki hücreler duklus biçiminde kanal hücrelerine dönüşüp ölürler. Bu devrede safra sıvısı kendine bir yol (kanal) yapar. Böylece nekroza girmiş sirozit, mitoz bölünme kabiliyeti sağlam safra kanalı epitelyum hücresi bulduğunda karaciğer normal yapısına dönüşebiliyor. Bu iş için zaten karaciğerde spesifik yapıcılar devreye girer. İşte bu nedenle karaciğeri yeniden aktive edici olarak devreye giren söz konusu antisirotik maddelere epinefrin ve glukagon denmektedir. Bu arada parçalanma sonucu açığa çıkan bazı zararlı ürünler ise safra içerisinde dışarıya atılırlar. Bu bakımdan safra hazım olayında önemli bir fonksiyon üstlenmiş bir boşaltım salgısı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kan plazmasının yapımı için karaciğerde birçok protein sentezi yapımı gerçekleşip kana verilir. Dolayısıyla karaciğer karbonhidratların hem depo edildiği hem de boşaltıldığı bir mekân vazifesi görmektedir. Karaciğer içerisinde safra yolları diye bilinen kanalcıklar da bulunur. Zaten öd denilen zehirli sıvı karaciğer tarafından üretilir. Bu zehir öyle bir etkili zehir ki herhangi bir deney hayvanına enjekte edilse o hayvanı anında öldürebiliyor. Fakat bu zehir bize zarar vermez, hatta onun sayesinde yağların sabunlaşmasının yanı sıra sindirilmesi gerçekleşir. Böylece bağırsaklardaki pis kokulardan bu sayede kurtulmuş oluruz. SAFRA KESESİ Safra kesesi; “ —Korpus. —Fundus, —Boyun” diye üç kısımdan oluşmaktadır. Safra kesesi armut şeklinde karaciğerin alt kısmında içi boş bir organ olmanın yanı sıra hafifte olsa ampule benzer bir görünümdedir. Fakat patolojik durumlarda ister istemez şekli, büyüklüğü ve doku biçimi değişebiliyor. Bu arada safra kesesinin oluşturan safra hücreleri devamlı olarak safra ifraz ederler. Buna mecburlar da. Belli ki ona da bu görev verilmiş. Zaten safra kesesi şayet salgısını ifraz etmezse o vücut besinini hazmedemez duruma gelecektir. PANKREAS Karaciğerden sonra sindirim kanalına bağlı en büyük bez pankreastır. Yani midemizin sol alt tarafında, duodenum yanında yer alan, şekil bakımdan yaprağı andıran, 15–20 cm boyunda, ortalama 100 gr ağırlığında, beyaz ve pembe renkli, aynı zamanda 12 parmak bağırsağına açılan bir bezdir. Bulunduğu alan itibariyle tam konumu dalağa çapraz bulunmaktadır. Ayrıca pankreas ekzokrin (dış salgı) ve endokrin (iç salgı) olmak üzere iki kısımdır. Ekzokrin kısım çeşitli sindirim enzimleri salgılamaktadır. Endokrin kısım ise vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen iç salgıdır. Kısaca pankreası karma bir bez olarak tarif edebiliriz. Keza karaciğerde öyledir, fakat aralarındaki fark pankreastaki ekzokrin ve endokrin kısımların hücre fonksiyonu bakımdan birbirinden kesin olarak ayrılmış olmasıdır. Pankreasın bir başka en önemli özelliği de insulin ve glukagonu doğruca kana karıştırmasıdır. Diğer tripsin, steapsin ve amilopsin hormonlar ise Wirsung kanalı vasıtasıyla 12 parmak bağırsağına dökülürler. Dahası pankreas asinus adı verilen ve sayıları milyonları bulan keseciklerden meydana gelmiştir. Yemeğe başladığımız zaman asinuslar sinir sisteminden aldıkları sinyallere dayanarak sindirimi kolaylaştırıcı salgılar çıkarmaya başlarlar. Nitekim pankreas bezinin salgıladığı tripsin, kimotripsin, karboksi polipeptidaz, ribonükleaz, dezoksirisonükleaz, amilaz ve lipaz gibi enzimler yediğimiz besinleri parçalayarak vücuda yarayışlı hale gelmesinde mühim rol oynarlar. Hatta söz konusu enzimler bununla da kalmayıp besinler içerisindeki proteinleri amino asitlere çevirirler. İşte bu dönüşüm esnasında amilaz karbonhidrat grubundan nişastanın şeker haline gelmesinde, lipaz ise safra salgısıyla birlikte yağ ve yağ asitlerin gliserole çevrilme işlemini gerçekleştirirler. Demek ki hiçbir şey başıboş değilmiş, her biri kendi kulvarında bir misyon yüklenmiş durumda vazife icra etmektedir. Tabiî ki pankreasın aktivitesi burada bitmiyor. Mesela kanımız hemen hemen her gün yüzü aşkın sayıda glikoz emmesine rağmen kandaki glikoz değeri 100ml/100 miligramı geçmemektedir. Keza kalsiyumda öyledir. Niye acaba, hiç düşündünüz mü? Bakın pankreas bunlardan başka kendisini oluşturan pankreas hücreleri tarafından insülin hormonu salgılayarak kan şekerinin ayarlanmasında vazife görmektedir. Ancak bu görev esnasında insülin aşırı derecede salgılanırsa hipoglisemi hastalığı nüksedecektir. Şayet insülin salgısı azalırsa bu sefer kan şeker miktarı çoğalır ki buna şeker hastalığı (Hiperglisemi) denmektedir. Anlaşılan kan şekerinin azalması veya tam tersi yükselmesi hormon dengemizin bozulmasına yol açmakta. Yine de telaşlanmaya gerek yoktur. Çünkü Allah-ü Teala öyle bir biyolojik nizam tesis etmiş ki dengesinden sapan bir sistemi diğer denge sisteminin enformasyon ağı ile onarılmasını sağlayacak mekanizmayı vücudumuza kodlamış bile. Mesela haberleşme sisteminin önemli sacayağı olan sinir ağımızın her elemanı kendi başına buyruk olmayıp, bir bütünlük arz ederek dengemizin sağlanması bunun tipik bir misalini teşkil etmektedir. İnsülin Aslında dışarıdan aldığımız her türlü protein, yağ ve şeker türü besinler kanda yakıldıktan sonra bu söz konusu gıdalar bir takım negatif geri tepme bağlantıları sayesinde kan içerisinde belirli seviyelerin üstünde tutulmasına izin verilmemektedir. Yani kan şeker seviyesinin belirli seviyelerde tutma işlemi homeostasis denge sistemiyle sabit tutulmaktadır. Keza ısı dengesi de öyledir. Zaten denge sisteminin ideal hedeflerden sapma gösterdiğinde ister istemez bir takım metabolizma bozukluklarıyla karşı karşıya kalırız. Nitekim şekerli besinlerin yeterli derecede yakılamamasından ötürü diabet hastalığı (şeker hastalığı) vuku bulmaktadır. Hiç kuşkusuz kandaki glikozu yakan esas faktör insülin hormonudur. Zira insülin yapı bakımdan bir protein yapılı hormon olup kan şekerinin düşürülmesini sağlar. Yani insülinin azlığı durumlarda diabetes mellitus denilen bir başka tür şeker hastalığının ortaya çıkması söz konusu olacaktır. Şöyle ki; insülin bir protein olduğundan hazım kanalında proteolitik enzimlerin etkisiyle özelliğini her an kaybedebiliyor. Bu bakımdan insülin noksanlığında hastalara ağız yoluyla insülin verilmemesi gerekir, damardan verilmesi en uygun olanıdır. İnsülin pankreas dokusunun Vangelhans odacıkları tarafından salgılanmaktadır. Bu salgılanma esnasında özellikle granüllü endoplazmik retikulum faktörü çok önemli rol oynamaktadır. Öyle ki pankreas insülin salgısı salmasıyla birlikte kandaki glikoz seviyesini ayarlar. Bundan dolayı insüline şeker düşürücü anlamına gelen hipoglisemi faktör denmektedir. Yani kandaki normal şeker seviyesi insülin ve adrenalin hormonlarının karşılıklı negatif geri tepme bağlantıları sayesinde %90 - %110 arasında sabit kalabiliyor. Zira bir yandan insülin kandaki şekeri yakarak hipoglisemi hale getirirken, öte yandan adrenal ise dokularda depo halde bulunan glikojeni serbest hale getirip kana aktarmasıyla birlikte kandaki şeker seviyesini yükseltmiş olur. Böylece adrenal ve insülin adlı iki ayrı hormonunun biri düşürücü diğeri yükseltici etki yapıp kandaki şeker dengesi bu şekilde ayarlanmış olmaktadır. Bu arada yeri gelmişken izah etmekte fayda var, kandaki proteinler ve lipitleri yakan mekanizma daha henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulamamıştır. Aydınlatılmaması da normal, çünkü vücut sarayı nice sırlarına ermediğimiz mükemmel bir kompleks sistemle donatılmıştır. Glukagon Glukagonda bir proteohormon olup, pankreasın Vangerhans odacıkları tarafından salgılanır. Hipogliseminin tehlikeli sınıra eriştiği zaman glukagon karaciğerin glikojen yapma fonksiyonunu hızlandırmasıyla birlikte kan şeker miktarını yükseltip, olması muhtemel hipoglisemik şoku önlemeye çalışır. Bu bakımdan glukagona hiperglisemik faktör adı verilir. Mesela sağlam kimselerde bile insülin azlığında veya yokluğunda kan şeker seviyesi tehlike sinyalleri verip hiperglisemik seviyeye yükselebiliyor. Glukagon azlığı durumunda ise tam tersi düşük sınır diyebileceğimiz hipoglisemiye dönüşmektedir. Belli ki her iki hormonun karbonhidrat metabolizması üzerinde çok yönlü ve zıt etkileri sayesinde organizmanın protein balansı dengede tutulmaktadır. Bu bakımdan insülinsiz diğer büyüme hormonları (growth hormonları) esas büyümeyi gerçekleştirmekten acizdirler. Bunun sebebi insülinin protein metabolizması üzerine doğrudan etki yapmasından kaynaklanmaktadır. Aslına bakarsak yukarıda bahsetmeye çalıştığımız pankreas bezi, tüm faaliyetlerini hipofiz bezinin kontrolü altında yürütmekte olup, asla kendi başına buyruk değildir, o da kontrole tabiidir. Yani hipofiz başkanlığı koordinatörlüğünde Tripsin, Amilaz ve Lipas gibi enzimleri salgılamanın yanı sıra insülin hormonu vasıtasıyla kan şekerinin ayarlanmasında görev yapıp vücut dengemizin önemli bir organ olarak dikkat çekmektedir. Tripsin, Steapsin ve Amilopsin; üç grup parçalayıcılar olarak diye adlandırılırlar. Bunları kısaca değerlendirmekte yarar var. Şöyle ki; Tripsin Tripsin proteinleri parçalayan hormon olup; —Kemotripsin, —Karboksipeptidaz, —Deoksiribonükleaz ve Ribonükleaz diye üç tiptirler. Tripsin PH 7,9 şartlarında mide de kendini hissettirmekte, keza karboksi peptidaz PH 5,2–6 şartlarında bağırsakta rol almakta, kemotribsin ise PH 8 ve kemotribsinojenin bulunduğu ortam şartlarında aktif hale gelmektedir. Mesela çocuklar da kemotripsinojenin çok fazla salgılanması bunun tipik bir misalidir. Tripsin pankreasın salgı hücreleri tarafından üretilir üretilmez ilk elden bağırsak kanalına ulaştırılır. Burada tripsin elbette ki durucu değildir, derhal ince bağırsak hücrelerinin inaktif olarak ifraz ettiği enterokinaz enziminin etkisine tabii tutulup aktifleştirilir. Derken pankreastan salgılanan diğer proenzimler (Kemotribsin, Karboksipeptidaz Deoksiribonükleaz ve Ribonükleaz) tribsin inhibötür madde sayesinde bağırsağa kadar inaktif bir şekilde yol alırlar. Şayet böyle bir inhibasyon olmasaydı ya da tripsinler salındığı gibi aktif olsaydı bu durumda pankreas dokusu sindirilip parçalanmış olurdu. Nitekim Akut pankreatik hastalığı halinde aktif tripsin salgılanmaktadır. Neyse ki bu hastalığın tedavisinde tripsin salgılayan kısım cerrahi müdahaleyle kesilip alındığında pankreasın kendisini hızlıca yenileyebiliyor. Steapsin Steapsin pankreas lipazı olarak bilinir. Steapsin lipitleri parçaladığı gibi nötr yağları gliserin ve yağ asitlerine çevirir. Steapsin saklandığı yerde aktif olduğundan bu durumda pankreas yağ depolayamamaktadır. Şayet steapsin inaktif olursa pankreas yağ depolayıp sindirim bozukluklarına neden olacaktır. Dolayısıyla bu tip hastalara özel diyetler uygulanıp yağlı ve şekerli gıda alınmaması tavsiye edilir. Aynı zamanda steapsin lipaz enzimi, lipitleri ancak PH 8’de parçalayabilmektedir. Zira PH'ın düşürülmesi için parçalama işlemlerinin sona ermesi gerekmektedir. Amilopsin Amilopsinin en temel özellikleri; —Karbonhidratların sindirimini temin eden pankreatik amilaz olması. —Selüloz dışında bütün karbonhidratları parçalama özelliğine sahip olması. —Nişasta, glikojen ve diğer polisakkaritleri disakkaritlere çevirme işlemini gerçekleştirmesi. —PH 7,1 olduğunda etkili olmasıdır. HİPOFİZ Beynin hemen altında bulunan hipofiz bezi ön, orta ve arka lop olmak üzere üç bölümden meydana gelmiştir. Ön lop 6 hormon salgılamakta olup bunlardan bir tanesi hem vücut hücrelerinin büyüme ve çoğalmasında tesirli olmakta, hem de doğrudan büyüme ile ilgili işlev yürütmektedir. Hatta büyüme hormonu çocukluk ve gençlik dönemlerinde daha fazla salgılanır, fakat yaşlandıkça salgı miktarı azalmaya yüz tutmaktadır. Arka lop ise ince bir sapla beyne bağlanmış olup, bu loptan salgılanan hormonlar damarlar, ince bağırsak ve rahim kaslarının çalışmasını düzenler. Hatta diğer kasların çalışmasını düzenlediği gibi kas kaybını önleyici faaliyet gösterirler. Hipofiz bezi göz bebeği büyüklüğünde, beyin zarı uzantılarından kurulu, aynı zamanda bir sapla beyne bağlı bir salgı aygıtımızdır. Akıl belki de beyinde yer alan hipofiz bezin salgıladığı hipotalamusun elektrik dalga tesiriyle veya bir takım hormonlar sayesinde beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varır. Bu yüzden akıl melekesi bir tür kanaat önderimizdir. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir husustur. Dahası beyin mekanizması beş duyumuzun saldığı bilgileri kayıt edip adeta ekran görevi yapmaktadır. Yani, beyin bir nevi bilgisayarın hard diskindeki (hafızasındaki) yazılımı akıl vasıtasıyla ekrana taşır. Bu arada birtakım hormonlar sayesinde organlarımız sürekli duygu sağınımı gerçekleşir. İşte bu duygu salınmasının yansıması neticesinde beyin üzerinde gerçekleşecek akli yoruma dayalı bilgiler kuvve-i fiile dönüşür. Bütün bunların önceden tasarlanmış usta bir el tarafından ince ve ayarlanmış bir program sayesinde işlediği aşikâr elbet. Belli ki hipofiz bezi hormonal dengenin lideri konumunda önemli bir salgı merkezimiz olup kendi içinde ise ön, orta ve arka loplara ayrılır. Bu loplardan ön lop altı hormon salgılar. Mesela bunlardan bir tanesi var ki gelişmeyi sağlayan büyüme hormonu olarak dikkat çekmektedir. Zaten büyüme eylemini sırf beslenmeye dayalı bir sistemmiş gibi kabul etmek büyük bir yanılgı olur. Yani büyüme denilen hadise sıradan bir olayla gerçekleşmiyor, tamamen hipofiz bezin ön lobunda düzenli işleyen hormon faaliyetleri neticesinde gerçekleşebilen bir durumdur. Şayet büyüme hormonu normalden fazla salgılanırsa dev yapılı insan, az salgılanırsa cüce oluruz. Dahası diğer bezlerin faaliyetlerini dengeleyen hormonlar olmazsa, vücut şehrinin intizamı bir anda alt üst olup, kim ne yapacağını bilemez hale gelir, bu durumda anarşi çıkar. İşte kaosun çıkmaması adına hipofiz bezi ayrıca emri altındaki thyroid, adrenal ve cinsiyet bezleri gibi salgı bezlerin faaliyetlerini salgıladığı hormonla kontrol eder. Peki, vücut salgı sisteminin kumandası olan hipofiz bezi nasıl oluyor da bizim bile birçok sırrına akıl erdiremediğimiz vücudumuzun topyekûn işleyişi hakkında haberdar oluyor? Ya da hipofiz bezi vücut sistemlerinin çalışmasını düzenlerken aynı zamanda kas kaybını nasıl önleyebiliyor? Tüm bu sorulara cevap vermek hiçte öyle kolay olmasa gerektir. Anlaşılan biz meseleyi biyolojik olarak açıklamaya çalışsak ta belli ki hipofiz bezi hipotalamus aracılığı ile emir almış, emrin gereğini yapıyor. Bu hiyerarşik düzen hipotalamus vasıtasıyla hipofize, oradan da böbrek üstü bezlerine kadar tesir edebilecek niteliktedir. Beyinle bağırsaklar arasında konum olarak uzaklığa bakınca ister istemez kendi kendimize; madem biri vücudumuzun tepesinde diğeri alt kısmında konuşlanmış, o halde beyindeki arka lobun ince bağırsak ve rahim kasları ile ne alakası olabilir diye bir an olsun düşünmeden edemiyoruz. Oysa insanoğlu uzaktan kumanda ile birçok aleti çalıştırmayı yeni keşfede dursun Yüce Yaratan beyindeki hipofiz bezi başkanlığında kodlanan uzaktan kumandalı ön, orta ve arka lob hormonların her birine ayrı ayrı işlevler yükleyip vücudun nizam ve intizamını kurmuş bile. Hatta bir bakıyoruz ki hipofizin arka lobu ince bağırsak ve rahim kaslarının ihtiyaçları anında tespit edip karşılıyor da. Dahası hipofiz bezi bununla da kalmayıp vücutta su dengesini koruyup ADH ( Anti diüretik hormon) hormonu sayesinde denge ayarı işlevi de üstlenmiş durumda. Mesela vücuttaki su miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğü anda hipofiz bezi, ADH ( Anti diüretik hormon) salgılamaya başlar. Bu hormonun tesiriyle böbreklerin idrar yapma ve tükürük bezlerin ise tükürük salgılama faaliyetleri yavaşlar. İşte bu esnada hissettiğimiz susuzluk üzerine bir iki bardak su içerek vücut faaliyetleri tekrardan normale dönebiliyor. Şayet ADH hormonunun salgılanmaması veya az salgılanması halinde şekersiz diyabet hastalığı nüksedecektir. Dolayısıyla bu noktada denge çok mühim diyoruz. Zira denge bozulduğunda ister istemez birtakım hastalıkların nüksetmesi kaçınılmaz olacaktır. Bazı insanlar solaktır, neden acaba, hiç düşündünüz mü? Bu durum elbette ki beyinle ilgili bir husus. Çünkü beynimiz iki yarım küreden ibaret olup, sağ yarım küre sağdaki kasları, sol yarım küre ise soldaki kasları kontrol etmektedir. Özellikle sağ küre daha çok gelişmişse insan sağ elini, sol yan küre daha gelişmişse sol elini kullanacaktır. Anlaşılan kontrol mekanizması sıradan bir iş değil. Şayet her iki küre eşitse kontrol iki ele birden tesir edecektir, bunun anlamı her iki elin rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesi demektir. Fakat yine de yemek yerken sağ elle yemek, tuvalette temizlenirken sol elle yapma sünnetine uymakta yarar var. Dolayısıyla doğuştan solak olsak bile elimizi sağa alıştırıp yemek adabını muhakkak yerine getirmek gerekir. Hâsılı kelam hipofiz bezi diğer salgı bezlerinin salgıladığı hormonlara kumandanlık ederek hormonsal dengeyi kontrol eden bir üst makam olarak dikkat çekmektedir. ADRENAL Böbreğin üzerinde üçgen şekildeki parmak ucu kadar olan bezlere adrenal bezi denildiği gibi, soyut olarak korku, kaçış veya tepki hormonu adıyla da anılmaktadır. Çünkü herhangi bir tehlike ile karşılaşınca kanda adrenal seviyesi yükselip ansızın terler ve ağzımız kurumaya başlar. Bu durumda kalbin ritmi hızlıca çarpmaya başlayınca ani müdahalelere karşı gayri ihtiyari gardımızı almaya başlarız. Ya da tam tersi rakibimizi alt edemeyeceğimizi hissettiğimizde kaçışa hazırlanırız. Hayvanlarda ise tüylerin kabardığı gözlemlenmiştir. Bilindiği üzere her iki böbreğimizin üst kısmında üçgen şeklinde olan adrenalin yapısı kabuk (korteks) ve öz (medulla) olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. Bu böbrek üstü bezlerden Medullayı oluşturan hücreler noradrenalin hormonları salgılayarak kana karıştıkları anda tansiyonun yükselmesine, kalp atışlarının ve kandaki şeker miktarının artmasına sebep olur. Korteks kısım ise kortizon hormonu ve aldosteron hormonu salgılarlar. Aldosteron vücuttaki kanı temizleyip su ve tuz dengesini ayarlayan bir steroid hormon olarak ta bilinir. Fakat aşırı aldosteron salgılanması halinde böbrekte sodyum tutulumunun artmasına neden olmaktadır. Şurası muhakkak korteks, kortizon hormon salgılayarak vücutta karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici rol oynadığı gibi amino grup asitlerle yağları glikoza dönüştürerek karaciğer içerisinde depolayıcı bir hormon vazifesi görmektedir. Son yapılan araştırmalara göre kortizonun insanı birçok hastalıktan koruma fonksiyonuna sahip olduğu anlaşılmıştır. Hatta bir insanda sol böbrek alınsa bile kortizon madde ortaya çıkan boşluğu giderecek bir vazife üstlenerek durumu telafi etmeye çalışır. Onun için insanlar laboratuarlarda kortizon imal ederek ilaç yapmaya başlamışlardır. Fakat kortizon salgısının azalması veya durması halinde böbrek yetmezliği denilen Addison hastalığı meydana gelir. Hatta adına Tunç hastalığı da denen bu vakayla birlikte vücutta zayıflama ve yorgunluk belirtileri görüldüğü gibi saç dökülmesi ve tansiyon düşüklüğü gözlemlenmiştir. Dahası vücudun çeşitli kısımları koyu kırmızı bir renk alır. Bu hormon hakkında hiçbir şey söylemesek bile böbrek üstü bezleri alınan bir insanın takriben iki gün içerisinde ölmekte olduğu gerçeği adrenal bezlerin hayati önemini tek başına anlatmaya yetiyor, artıyor da. THYROİD BEZİ Kelebeği hepimiz severiz, ona baktıkça hayalende olsa kelebek misali ötelere kanatlanırız. Bu arada bilmem kelebeğe benzer gırtlağımızda yer alan bezin varlığından haberdar mıyız? Yani kelebek bezimiz nefes borumuzun üstünde yer alıp, T3 ve T4 tirozin aminoasit atomlarını salan bir hormondur. Şimdi sanırım ne demek istediğimizi anlamış bulunuyorsunuz. Zira bu söz konusu kelebek bez kan içerisinde iyot maddesini çekmesiyle dikkat çekip, hatta vücuttaki iyodun 2/3'sini bünyesinde taşımaktadır. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere iyot içeren T3 ve T4 hormonu salgılamaktadır. Şurası muhakkak salınan hormonlar kendi başına buyruk değildir, hipofiz tarafından salgılanan TSH(troid stimulan) hormonunun kontrolünde kana intikal ettirilir. Şayet tiroksin salgısı fazlalaşırsa salgılama faaliyeti bu hormon tarafından durdurulur da. Tiroksinin(T4) görevi deiyodinaz enzimi yardımıyla bir protein maddesi ile birleşmiş halde bir atom eksilerek triiyodotironine (T3) dönüşüp, hem vücut sirkülâsyonunu sağlamak hem de sindirim yoluyla vücuda giren iyodu düzenli bir şekilde hücre fonksiyonlarında kullanmak ve vücut metabolizmasını kontrol etmektir. Şayet tiroksinin az veya çok salgılanması durumunda insanı ölüme götürecek derecede rahatsızlıklara kapı aralayacaktır. Mesela guatr adıyla tanıdığımız hastalık vücuda yeterli miktarda iyot alınamamasına paralel troid bezinin anormal derecede büyümesi neticesinde ortaya çıkmaktadır. Zaten vücudun günlük iyot ihtiyacı bir gramın beş binde biri (1/5000) kadardır. İşte görüyorsunuz günlük normal ihtiyacın dışında iyot alınması guatr türü hastalıkların doğmasına vesile olabiliyor. PARATİROİD - PARATHORMON Paratiroid; troid bezinin arka kısmında yer alan sayıca dört adetlik küçük beze verilen isimdir. Bu bezin salgıladığı hormon ise parathormondur. Parathormunun en belirgin özelliği az veya çok vücutta fosfor ve kalsiyum metabolizmasını ayarlamasıdır. Bu hormonun az salgılanması halinde Tetani hastalığı meydana gelir. Öyle ki; bu tip hastalıkta el ve ayak parmakları kıvrılır, gelişme çağındaki çocuklarda ise diş ve kemiklerin gelişmemenin yanı sıra deri kuruması ve kan basıncının düştüğü belirlenmiştir. Hatta bu tür çocuklar genelde geri zekâlıdır. Şayet parathormon normalden fazla salgılanırsa bu seferde kandaki kalsiyum miktarı artmasıyla birlikte kaslarda gevşeme görülecektir. OVER VE TESTİS İnsanda en büyük hücre ovumdur. Hatta nihai olgunluğa ulaştığında bu hücre çıplak gözle bile görülebiliyor. İşte bayanlarda gözle bile dahi görülebilen olgunlaşmış ovum hücresi acaba ne salgılar derseniz, elbette ki adına uygun davranıp over hormon salgılayacaktır. Şöyle ki; yumurtalıklar iki adet sağlı sollu fallop tüplerinin saçaklı kutuplarında tıpkı bir ahtapotun kolları arasında konaklayan yumağımsı bir topu andırmaktadır. Bu yumağın iç kısmında iki adet tabakadan müteşekkil medulla ve korteks bulunur. Korteks hem yumurta, hem de folikül hücrelerinin etrafını koruyucu veya kuşatıcı görev ifa eder. Medulla ise dal budak salmış durumda kan damarlarını oluşturarak yumurta hücrelerinin beslenmesini sağlar. Bilindiği üzere ana yumurta hücrenin (oogonium) mitoz bölünmesi sonucunda ilk yumurta hücresi (oocyt) meydana gelir. Bu bölünme esnasında Oocytlerin dış kısmı yassı epitelyum hücreleri ile sarılı olduğundan, bu sarılı kısma primer folikül (birinci folikül) adı verilmektedir. Nitekim folikül hücrelerin içerisinde sadece bir yumurta hücresi bulunur. Ancak çok istisnai durumlarda bazen iki veya üç tane olabiliyor. Ki; bunlar zaten daha olgunlaşmasını tamamlamadan mevta olmaktadır. Dahası yumurta hücresinin iki veya üç çekirdekli olduğu durumlarda gözlemlenmiş, tabii bunların da akıbeti ölümle sonuçlanmaktadır. Folikül hücreleri bulunduğu konum itibariyle yumurta hücrelerinin gelişim seyrine paralel aşama kayd edip birden fazla hücre dizilimi meydana getirecek şekilde çoğalırlar. Çoğalan bu hücreler yumurta hücresi etrafında glikoprotein yapıda adına zona pellusida (zona pellucida) denilen zar oluşturup, ilişiğindeki kanalcıklar vasıtasıyla beslenmeye alınırlar. Böylece folikülün bu safhaya erişmiş görünümüne ikinci folikül (sekonder folikül) keseciği denmektedir. Bu arada durmak yok yola devam diyen folikül hücreleri gelişimine ara vermeden hücreler arası küçük boşluklar oluştururlar. Derken küçük boşlukların birleşmesiyle folikül antrum denilen büyük boşluk meydana gelir. Daha sonra büyük boşluk liquor follicula sıvı ile donatılır. Bu sıvının en önemli özelliği ise protein, hyalüronik asit ve östrojen hormonunca zengin olmasıdır. Hiç kuşkusuz olgunlaşan yumurtanın yumurtalıktan dışarı atılması bu sıvı sayesinde mümkün olup, atılan yumurtayla birlikte ister istemez östrojen hormon yoğunluğunun azalmasına paralel kendini yenileme ihtiyacı hissedecektir. Zira yumurtlama döneminin ardından yenilenir de. Şöyle ki; rahim iç duvar cidarlarının dökülmesinin ardından yenilenme olayına geçiş yapılarak menstrüasyon (aybaşı hali) vuku bulur. Böylece “Her dem canlar yeniden tazelenir” misali rahim iç yüzey hücrelerinin %75’i yenilenmiş bir şekilde adeta hayata yeniden merhaba denilir. Kelimenin tam anlamıyla lutein hücrelerinin yıkımına paralel progesteron hormonu azalıp adına adet kanaması denilen yeniden diriliş gerçekleşir. Peki, sonrasında ne var derseniz, malum olduğu üzere gelişmesine devam eden ikinci folikül hücreleri oluşturdukları boşluk içerisindeki yumurta hücresi folikül tekası (thea folliculi) kılıfı ile kuşatılırlar. İşte yeni şekliyle ortaya çıkan bu yapı üçüncü folikül veya Graff folikülü diye sahne alacaktır. Ta ki yumurta hücresi ileride (buluğ çağında) döllenene kadar Graff folikülü (sanduka) içerisinde muhafaza edilecektir. Yumurta hücresi döllendiğinde ise bu hücreler salgı bezine dönüşür ki buna Korpus luteum (sarı cisim) denmektedir. Korpus luteum’un en tipik özelliği progesteron hormon salgılamasıdır. Söz konusu hormonun salgılanması sayesinde hem bir sonraki döllenme aşamasına hazırlık yapılır hem de yeni kanamalara meydan vermeyecek şekilde embriyonun ana rahme köprü misali tutunma zemin şartları hazırlanmış olur. Bu durum ceninin dördüncü aya eriştiği safhada ki plasenta ile bağlantısını gerçekleştireceği güne kadar devam eder. Yani artık bu noktadan sonra Korpus luteum’un üstlendiği beslenme ve bakım işini plasenta devr alacaktır. Böylece plasenta hormonal salgı görevi üstlenerek endokrin sistem misali çalışma örneği sergiler. Anlaşılan luteum hücrelerinin hazırlık aşamalarındaki faaliyetlerinde her hangi bir aksaklık olsaydı cenin dört aya kalmaz anne karnında gelişmesini tamamlayamayacaktı. Yumurtalıklarda tüm gelişim aşamalarını tamamlayan yumurta hücresi artık sperm hücresi ile buluşmak üzere karın boşluğuna uğurlanır. Bir başka ifadeyle karın boşluğunda serseri mayın misali kendi haline garip bir halde bırakılmaz, takviye edici unsurlardan fallopian tüp ve tuba uterina olmak üzere iki adet tüp yardım elini uzatarak spermle buluşacağı büyük gün için misafir edilir. Burası adeta varılabilecek son menzil olup, nihai buluşma gerçekleştikten sonra teşekkül eden cenin tüm embriyonik gelişme evrelerini rahim (uterus) içerisinde tamamladıktan sonra dünyaya adımını atmış olacaktır. O halde rahim deyip geçmemeli, o adeta doğurgan bir toprak vazifesiyle yükümlü armut şeklinde içten dışa doğru endometrium, myometrium ve premetrium yapıda katmanlardan oluşan bir mekândır. Burada endometrium (iç tabaka) yumurta hücresinin spermle birleşme ihtimaline binaen kendi yıkımını gerçekleştirerek hem kendini yenilediği gibi hem de rahimin arındırılmasına vesile olur. Aynı zamanda rahimin yenilenmek üzere akıttığı kan (aybaşı kan) pıhtılaşmayan cinsten bir kan olarak dikkat çekmektedir. Zira bu kan pıhtılaşsaydı anne sağlığı açısından son derece ciddi tehlikeleri beraberinde getirecekti. İşte 3–4 günlük menstrüal safhası belli ki yumurta hücresinin döllenmesiyle oluşacak olan cenine hazırlık için çok iyi programlanmış bir usta elin varlığını ortaya koymaktadır. Tüm bu hazırlık süreci takriben 10 günü bulan yumurtlama dönemiyle birlikte son bulur. Derken akabinde sırasıyla folikül ve sekrasyon safhalarının önü açılmış olur. Allah-ü Teala; “Sizler analarınızın karınlarında ceninler iken, sizin hallerinizi çok iyi bilendir”(Necm, 32) beyan buyurarak buna işaret eder zaten. Peki ya erkekte testisler ne imal eder derseniz, onlarda elbet testosteron hormonu salgılarlar. Cenine ait testisler alt karın boşluğu denilen lumbal bölgede bulunup, yedinci aya gelindiğinde ancak bir uçak misali piste (torbaya) iniş yaparlar. Derken doğumla birlikte torbaya tamamen geçmiş bulunurlar. Şayet her iki testis iniş yapmayıp pelviste kalırsa bu hale kriptorşizm (cryptorchism) denir ki, bu durum erkekte kısırlaşmaya yol açar. Fakat erken teşhiste gecikme olmazsa basit bir ameliyatla testisler torbaya alınarak kısırlığın önüne geçilebilir. Demek ki ovaryum; overin ürettiği progesteron ve östrojen salgılar, erkek cinsiyet bezleri ise testosteron hormonu üretirler. Zaten dişilik ve erkeklik duyguları bu hormonlar sayesinde belirlenebiliyor. Bir nevi bunları cinsiyet ayıracı hormonlar olarak ta tanımlayabiliriz. Bilindiği üzere testisin salgıladığı testosteron hormonu sesin kalınlaşması sakal ve bıyıkların çıkması gibi erkeklik belirtilerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden testisler sperm hücrelerinin depolandığı iki adet üretim hane olarak bilinir. Bu üretim hanesi incelendiğinde sayıları 1000’den fazla seminifer tüpün (rubuli seminifer) bulunduğu ve kanalcıkların içerisi ise sperm ana hücrelerince dizayn edildiği gözlemlenmiştir. Hatta seminifer tüpleri sertoli hücrelerince korumaya alınmışta. Dahası Seminifer tubüllerin oluşturduğu ampul bezlerin arasını dolduran bağ doku içerisinde Leydig hücreleri var ki; bu hücreler ileri aşamalarda adeta bakım ve beslenme işini üslenmek için seferber olacaklardır. Şöyle ki; sperm hücreleri hareket halinde çok efor sarf ettiğinden dolayı kendisi için gerekli enerjiyi Leydig hücrelerinin salgıladığı Testosteron hormonu aracılığı ile elde edeceklerdir. Anlaşılan o ki buluğ çağında erkeklik karakterlerinin ortaya çıkmasını sağlayan Testosteron hormonudur. Kadınlığa ait belirtiler ise over tarafından salgılanan östrojen ve progesteron hormonu tarafından idare edilir. Bu salgıların azlığı cinsiyet yetersizliğine ve vücutta yağ toplanmasına yol açar. Hâsılı kelam erkek ve dişilik hormonları vasıtasıyla bir insanın erkek veya dişi mi olduğunu fiziki olarak anlarız. Bu yüzden erkeğin kasları kadınlarınkinden çok daha iri olduğundan ağır işler erkeğe verilir. Üreter (üretra)-Üst idrar kanalı Üreter erkek ve kadında birçok bakımdan farklıdır. Kadında kısa bir pasaj biçiminde olup sadece boşaltım işlevi görür. Bu arada kadın vajinal bölgesi yüksek konsantrasyonda asidik (PH 4) sıvı içerir. Belli ki dışarıdan gelebilecek herhangi patojen enfeksiyonlara karşı rahim korunmaya alınmış. Üstelik böyle asidik sıvı ortamın oluşmasına yine bir başka mikroorganizma aracılık etmektedir. Nitekim laktobasiller vajinal bölgenin salgıladığı glikojeni parçalayıp, ardından mevcut ortamın süt asite çevrilmesiyle birlikte PH’ını yükseltirler. Ayrıca kadında yumurta hücresinin döllendiği tüplere fallop tüp denir ki; özellikle döllenme noktası olarak bu tüplerin seçilmesi belli bir plan ve programın gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Pekâlâ, döllenme karın boşluğu veya yumurtalıklar, ya da rahim içerisinde de olabilirdi, ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Nitekim fallop tüp dışı döllenmelerde dış gebelik denen marazlar doğacaktır ki, bu çoğunlukla hem anne hem de bebek için ölüme yol açabiliyor. Belli ki fallop tüpünün tercih edilmesinin arka planında yatan ana neden, hem bu bölgenin döllenen yumurta hücresinin rahime geçiş için en uygun ön hazırlık işlemlerinin gerçekleştirileceği mekân olması, hem de yeni bir yumurtanın oluşumuna mani olmak içindir. Demek ki ne yumurtalık gebeliği, ne de dış gebelik derde çare olabiliyormuş. Çare “ol” emrin gereğini yapan programın şifrelerinde gizliymiş meğer. Üretra erkekte uzun bir tüp olup idrar ve genital boşaltım yollarından gelen salgı ve sementi sevk eder. Yani ürigenital bir kanaldır. Böbrek enfeksiyonları bu kanalda erkeğe göre kadında çok daha sık rastlanır. Yardımcı erkek genital bezleri Bunlar testisin boşaltım kanalına açıldığı bez grubu olup; —Vesicula Seminalis, —Prostat, —Bulboüretral bezler olarak bilinirler. Seminifer tüplerin oluşturduğu ampul şeklinde ki bezler ve aralarını dolduran bağ doku içerisinde yer alan Leydig salgı hücreleri, çift yapraklı bir zarla (tunica vaginalis) etrafı çepeçevre sarılarak ambalaj haline getirilir. Çünkü bu ambalaj içerisinde olgunlaşan sperm hücreleri depo edilmektedir. Derken testisin arka bölümünde yer alan 10–15 sayıda ductus deferens denilen kanalcıklar vasıtasıyla kazasız belasız tek kanallı ductus epididymise doğru geçiş gerçekleşir. Epididimisler aynı zamanda sperm hücrelerinin hizmet içi eğitim gördükleri üstlerdir. Bu üstlerde sperm hücreleri adeta bakım, dinlenme ve beslenme işinin yanı sıra yumurta hücresiyle vuslatının gerçekleşeceği talimat günü için hareket kabiliyetini artırmak maksadıyla yüzme bile öğretilir. İşte bu amaç doğrultusunda bir yandan vuslat öncesi vücut sıcaklığı 36,5 santigrat dereceden 2 santigrat derece daha (34,5 santigrat derece) düşük tutulurken, öte yandan Leydig hücrelerinin salgıladığı früktoz şekerinden enerji sağlanılmaktadır. Böylece eser miktarda asidik (PH= 6,7) ortamda spermlerin hareket etmelerinin önüne geçilerek boş yere telef olmaları önlenmiş olur. Söz konusu 36,5 santigrat derecelik ideal ortam ancak vuslat zamanında gereklidir. Yani vuslat öncesi 34,5 santigrat derece sıcaklık vesikula seminalis kese şeklindeki tüp ve ampul bezlerin karışık bulunduğu bolca salgı yapan küçük epitel hücrelerine özgü sabit ortam sıcaklığı olup, bu sabit ayar spermin muhafazası için tasarlanmış testislerin konakladığı torbalar tarafından yürütülür. Hatta birçok ateşli hastalıklarda vücut sıcaklığı 39 santigrat dereceye çıksa bile 34,5 santigrat derece bu bölge için her daim sabit kalacaktır. Böylece ortamın hem buharlaşmasına, hem de büzüşmesine geçit verilmemiş olacaktır. Vesicula seminalis aynı zamanda mukoza, epitel ve dış lamina denen elastik lif bakımdan zengin üç tabakadan oluşur. Testisler sadece tunica vaginalis zarı ambalajı ile korunmaya alınmayıp buna ilaveten epididimisle beraber ortak çift yataklı bir oda (skrotum) içine alınarak konuk edilirler. Öyle ki skrotum içerisindeki iki testisin arasındaki septum bölmesi sayesinde birbirine temas etmeyecektir. Hatta oda içerisindeki salgı hücrelerince salgılanan lipokrin pigmentler ilk defa puberta döneminde (çocukluktan erişkinliğe geçiş safhası) sakal çıkma ile start alıp, bu devre cinsel olgunluğu gösteren bir işaret olacaktır. Üstelik yaş ilerledikçe bu lipokrom pigment sayısı da artmaktadır. Şayet bir şekilde testis çıkarılırsa zamanla vesikula seminalis fonksiyonunu kaybedecektir. Fakat testis hormonu enjekte edilirse erkeklik fonksiyonu tekrar yeniden kazanılabilir. Prostat Prostat mesaneden (idrar kesesi) çıkan ve atkestanesi büyüklüğünde, aynı zamanda üretraya çepeçevre bağlı olan glandula prostat bir bezdir. Ayrıca bu bez çok kanallı ve sitoplâzması bol salgı granüllü epitel hücrelerinden yapılmıştır. Fakat yaşlılıkta prostat büyümesi esnasında bu salgılar mesaneye baskı yaparak sık sık idrara çıkmanın yanı sıra idrar sırasında yanmaya da (sızlama) sebep olurlar. Bu durumda kastrasyondan (hadımlık) sonra epitel hücreleri küçülmesiyle birlikte salgı granülleri kaybolmaya yüz tutar. Dolayısıyla prostat salgısı sırasında protein miktarı azalmakta, proteolitik enzim ise fazla açık vermektedir. Zaten kana karışanı prostat salgısına ait enzim kısmıdır. Dolayısıyla prostat salgısı çok karmaşık bir yapı olup zamanla kireçleşince mesane kalküli(mesane taşı) adı verilir. Hatta kireçleşmiş taşların büyük olanları bez içerisinde kalarak kistik teşekküllere sebep olur. Bu durumda tedavi sırasında prostat bezinin alınması kaçınılmaz olacaktır. Bu arada asit fosfataz ise en çok prostat tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla prostat karsinomu kandaki asit fosfataz yükselmesine paralel vuku bulmaktadır. Şurası muhakkak; akut myokard infarktüsü, konjestif kalp yetmezliği, hepatitis (sarılık), lösemi (kan kanseri), neoplastik hastalıkları ve diğer enfeksiyöz mononükleoz (öpücük hastalığı) gibi arızi durumlarda serum laktik dehidrogenaz (LDH) enzim miktarı artmaktadır. Akut koroner yetmezliği, Angina pektoris (göğüs hastalığı), Gut hastalığı, Akut kolesistitis, Lupus eritematozus(sle), kronik viral hepatitis, Kaloderma, Laennec sirozu gibi hallerde ise kolinesteraz enzimi miktarında artış gözlemlenmiştir. Plasenta Plasenta (eş) görünürde saçaklı, dallı ve ağaççılı bir et parçası gibi dursa da, hüneri çok büyük bir köprüdür. Üstelik yapısında ne hipofiz benzeri bir salgı bezi var, ne de hormon üreten salgı bezleri var. Buna rağmen plasenta tarafından hormonal sistemin dışında kendine özgü hormon imal edilebiliyor. Plasenta (eş) sadece bununla kalmayıp anne tarafından gelebilecek mikrop ve zehirli maddelere karşı adeta etten duvar oluşturarak sızmasını engeller. Böylece bu noktada trafik polisi gibi bir görev icra eder. Hatta göbek kordonu vasıtasıyla faydalı olan maddeleri geçirir, faydasız olanlara dur deyip, özellikle zehirli maddelere karşı panzehir görevi yapmaktadır. Ayrıca rahim duvarında yer alan kılcal damarlar plasentaya açılarak buraya gelen kanın emilmesi sonucu anne karnında ceninin beslenme olayı gerçekleşir. Her ne kadar hücre yapıları sıradan bir epitel hücresi görünümünde olsa bile işte görüyorsunuz maharetleri ortada, ünü dillere destan diyebiliriz. Çünkü yaptığı icraatlarıyla bilim dünyasını hayretler içerisinde bırakmaktadır. Demek ki epitelyum yapısı görünümüne aldanmamalı, mühim olan üstlendiği programın önem arz etmesidir. Öyle harika bir programla donatılmış ki anneden gelen viral hastalıklar hariç her türlü mikrobu öldürebiliyor, gerektiğinde hormon salgılayabiliyor, bununla kalmayıp zehirli maddeyi bertaraf edebiliyor da. Bu yüzden Tıp dünyası şimdilerde plasentaya odaklanmış durumda. Nitekim birçok ilaç yapımında plasenta kullanılmaya başlandı bile. Ceninin her aşaması birbirinden ilginç estetik manzaralara sahnedir. Şöyle ki; 4,5 günlük cenin 107 hücreli taşlı bir yüzük bir manzarayı andırır. Ki; bu safha blastula olarak bilinir. Blastulanın dış kısmı trofoblast, içi ise embriyoblast denilen iki tabakadan ibarettir. Trofoblast parmak yüzüğün taş kısmına benzeyip daha çok rahime tutunma görevinin yanı sıra besleyicilik fonksiyonu icra eder. Öyle ki bunlar rahime saçak kökleri ile kanca attıktan sonra gömülerek gelişimini tamamlayıp plasentaya dönüşürler. Cenin 14‘üncü evresinde hücre tabakasıyla ayrılan iki boşluktan ibaret bir alan hüviyetindedir. 15 günlük olduğunda rahim duvarına bir et parçası sapı ile bağlanmasıyla birlikte endoderm ve ektoderm tabakası belirginleşip, akabinde alt kısımda villus boşluğunun küçülmesine paralel amnion boşluğunun yavaş yavaş tüm cenini çepeçevre sararak tüm organların simetrik olarak yaratıldığı küçücük dünya ile karşılaşırız. Ceninin on altıncı (16.) güne gelindiğinde balon görünümünde boşlukta duran küçücük bir nesneyi andırıp, artık bu noktadan sonra rahim duvarına iyice gömülmesinin ardından endoderm ve ektoderm arasında mezoderm (orta tabaka) tabakasının eklendiği görülür. Zaten insan vücudu bu üç tabakadan teşekkül eder. Zira her tabaka ayrı ayrı organların birer küçük nüvesi olma misyonu yüklenmiştir. Nitekim beyin ve beyincik ektoderm, mide ve bağırsaklar endoderm, kıkırdak, kemik ve kan damarları da mezoderm kökenlidir. 19 günlük ceninde en öncelikli olarak kalp ve sinirlerin varlığı sezilip, akabinde tüm insan bedenini oluşturacak diğer organlar devreye girecektir. Zira 28 güne gelindiğinde 3–5 mm ebadında baş ve kuyruk kısımların belirginleştiği, hatta göz ve kulakların filizlenmeye start aldığı bir süreç başlar. Yani 30 günlük ceninde iç organların hızlı bir şekilde gelişme sürecine girdiği bunlardan özellikle böbreğin kabartmalı bir görünümüne şahit oluruz. Dördüncü hafta sonunda cenin bilhassa baş ve boyun bölgeleri neredeyse tüm vücut boyunun yarısını oluşturacak şekle girip, bu arada yemek borusu, mide ve bağırsakların ilk hallerinin oluştuğu gözlemlenir. İkinci ayın başından itibaren ise cenin artık gelişmekte olan göbek kordonu vasıtasıyla plasentaya bağlanacak konuma gelir. Kelimenin tam anlamıyla ilk dört hafta dünyaya gelecek insan bedeninin temellerinin atıldığı hazırlık dönemidir dersek yeğdir. Cenin beşinci haftaya girdiğinde kol ve bacaklar nüve halinde olup 1cm seviyesinde başını eğmiş sanki ilahi huzurdaymış gibi adap üzerinedir. Demek ki Adapla başlayan yolculuğun mükâfatı lütufla dünyaya dönüş biçiminde karşılık bulmakta. O halde göbek bağı deyip geçmemek gerekir. Kaldı ki bu göbek kordonu bir yandan cenine temiz kan taşırken diğer yandan da kirli kanı atar damar vasıtasıyla plasentaya tahliye eder. Böylece kan deryasından oksijen, glikoz, amino asitler ve vitaminler vs. cenin tarafından absorbe edilmiş olur. Bundan sonraki 8 ay içerisinde insan embriyosu (cenin) deniz kirpisi görünümüne büründüğü ve aynı zamanda embriyonun kendi iç âleminde kendine özgü şartların sağlandığı bir nizam-ı âlem söz konusudur. Tabir caizse bir cenin için ilk 40 gün ekser organların belirip toparlanma dönemidir. İkinci 40 gün adeta pıhtı evresinin yaşandığı bir dönem söz konusudur. Üçüncü 40 gün dediğimiz 120 günlük maratonun sonunda ise artık cenin Yunusun; “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus diye görünürdüm” dediği et parçası safhasını alır. Derken bu duraktan sonra vazifeli melek tarafından ruhun üflendiği aşamaya geçilecektir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v); “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha) et parçası (mudga) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” beyan buyurmaktadır. Belki de Yunus’un hamdım, yandım, piştim dediği bu olsa gerektir. Belli ki halk arasında üçler yediler kırklar diye sıkça konuşulan sözler boşuna değilmiş. Görüyorsunuz başlangıçta daha ortada hiçbir şey yokken, yani bir zamanlar babanın cinsiyet hücrelerinde sperm halde, annede yumurta hücresiyken vuslatla birlikte biranda tüm zerreler mükemmel bir bebeğe dönüşüyor. Bulboüretral bezler Bulboüretral salgısı berrak akıcı olması hasebiyle proteince zengin mukoz bir bez olarak bilinmektedir. Hatta bu bezin salgısı spermlerin beslenmesine ve sıvı yoğunluğunun azalmasına yarayıp, böylece spermlerin hareketini kolaylaştırmaktadır. Bu arada sperm sayısı kişiden kişiye göre değiştiği gibi yaşlılıkta azalmaktadır. Bulboüretral bezler elips ve bezelye biçiminde olup, normal ağırlığı 24 saatte 10 –15 gramdır. Fakat ağırlığı biranda 184 -200 grama da çıkabiliyor. Hatta bu miktara ulaşan bez kronik atılım denen immunoglobulin aracılığı ile atılmaya çalışılsa bile yine de hipertansiyona bağlı ani komalar görülebiliyor. Böbrek Böbreğin birçok biyokimyasal fonksiyonları söz konusudur. Aslında böbreğin asıl fonksiyonu idrar yapmaktır. Bu fonksiyonla hem plazma, hem doku aralarında değişik yoğunlukta bir sıvı (idrar) toplanarak H2O sıcaklığı (ısı hidril) ve sabit iyon dengesi sağlanır. Böbrekte çok sayıda zengin lenf damar ağı kortekse yerleşmiştir. Bu arada medulla ve papillada lenf dolaşımı olmadığından atılım esnasında arta kalan üre kana geçmektedir. Şayet üre kana geçmezse böbreğe yakın dokuların lenfası pıhtılaşma yapmasıyla birlikte junction meduller kan dolaşımın devre dışı kalmasına sebep olacaktır. Ki; bunun anlamı böbrek taşı yapımı demek olup idrarda yanmaya yol açacaktır. Apandisit Apandisit sekum adı verilen kese şeklinde bir bölgenin divertikülüdür. Öyle ki bu kese tüp biçimde kör bir uzantıyı andırır. Apandisin en karakteristik özelliği üçgenimsi bir lümen, dışta kalın bir tabaka içerisinde düzensiz asit salan lieberkühn hücrelerinin (bezlerinin) bulunmasıdır. Apandisit lenfatik dokunun içine girerek lenf nodülleri meydana getirir. Hatta bazı besin artıklarının bir kapsül biçiminde dışı yağla sarılarak lieberkühnü tıkaması sonucu barsak paraziti veya özel bir bakteri yardımıyla çürüme şeklinde apandisit ağrılarına yol açmaktadır. Böylece doku bozulmasına sebep olur. Görüldüğü üzere salgı sisteminin meydana getiren bezler vücut dengesinin muhafazasında hayati önem taşımakta. Anlaşılan vücut şehrimizde hayat ve intizamın devam etmesinde salgı bezlerinin rolü çok büyüktür. Timus bezi Timus lenfoepitelyal bir bez olup bademciklerin yapısıyla hemen hemen aynı gibidir. Timus ön troid bezin altında bulunur. Bir kesit alınıp mikroskobik inceleme yapıldığında ortada Hassal korpüskülü (timus), yanlarında genç lenfocytler ve bunların arasını dolduran Endotelyal reticular dokuların varlığı gözlenir. Ayrıca erken yaşlarda Timus bezinin X ışınlarına dayanıklı olduğu tespit edilmiştir. Timus bezi daha çok perikard kaide kısmına büyük venler göndererek kalp çalışmasını düzenler. Timus aynı zamanda hormon bezi olup lenfocyt yaptığı tahmin edilmektedir. Hatta Timosit ilerde daha dayanıklı lenfocytlere dönüşür. Mesela sıtma gibi ateşli hastalıklarda lenfositler mikropları fagositize ederek zehrini akıtıp imha ederler. Fakat savaştan kurtulan birkaç mikrop bu noktadan sonra lenfositin saldığı zehiri tanıma avantajını yakalar. Gerçekten de bir sonraki aşamalarda lenfositin karşısına değişik yapıda çıkıp lenfositi etkisiz hale getirecektir. Nitekim humma hastaları bunun tipik misalini teşkil eder. Timusun lenfosit yapma özelliği yanında az miktarda plazma hücresi ve myelositte yapar. Dahası Timusun endokrin fonksiyonu da söz konusudur. Zira fetal ve erken doğum sonrası evresinde küçük lenfositlerin yapıldığı yer timustur. Timosit antikor yapmadığı için koruyuculuk veya bağışıklıkla ilgileri yoktur. Timusu çıkarılan bir insanın birkaç ay sonra zayıflama, immunolojik yetersizlik ve antikor yapma kabiliyetinin azalması şeklinde Wasting Disease hastalığı(kronik zayıflık hastalığı) denen konfikasyon görülür. Erken doğumda birkaç hayvanın timusu çıkarıldığı zaman ani ölüme yol açan timektomi görülebiliyor. Testisi çıkarılmış olan sıçan ve tavşanlarda ise lenfocyt yapımının durduğu gözlemlenmiştir. Hatta bu durumda timusun küçülmesinden olsa gerek yüksek dozda verilen narkozun bile etki etmediği belirlenmiştir. Bilindiği üzere küçük lenfocytler fetal hayatta kemik iliği ve karaciğerde pek az yapılırlar. Ancak doğum sonrası karaciğer içerisindeki bazı hücreler (ana hücreler= stem cell) kan yoluyla timusa geçtiklerinde timosit yapımı gerçekleşebiliyor. Nörohormonlar Nörohormonlar sinirlerin uyarılmasını sağlayan salgı molekülleridir. Mesela 10. kafa sinirin (vagus) uyarılmasıyla asetil kolin teşekkül eder. Yani vagusun uyarılmasıyla kolin ve asetil koenzim-A (Asetil-coA) birleşerek asetilkolin oluşur. Bir noktada asetil kolin kendini takip eden diğer bir nöronun uyarılması için adeta bir impuls vazifesi görüp, görevini yaptıktan sonra asetilkolinesteraz tarafından parçalanarak kolin ve asetata çevrilir. Demek ki asetil kolin sinir ve kaslarda düşük potansiyelli biyoelektrik meydana gelmesi için gerekli bir maddeymiş. Bir başka ifadeyle nöradrenalin kontrol ettiği sinirlerin aksonları içinde depolanan bir impuls taşıyıcısıdır. Dolayısıyla kaslarda bolca bulunurlar. Eğer bu işlem gerçekleşmezse sinirlerde impuls aralıksız iletileceği için kaslarda fizyolojik tetanosa, yani kontraksiyona (gerilme) neden olacaktır. Kelimenin tam anlamıyla dışarıdan gelen mesajlar beş duyu organımızın reseptörlerine bağlı sinir sisteminin dendritinden gangliyona aktarılırlar. Derken gangliyona gelen mesajlar ilgili sinir hücresinin aksonundan geçerek omurilik seviyesine indirgenmeden merkezi sinir sisteme (beyne) ulaştırılırlar. Bu arada beş duyu reseptörlerin dışında kalan ağrı, refleks, titreşim, basınç, dokunma ve hareket gibi duyumlara ait mesajlar ise omuriliğe havale edilirler. Dahası refleksle ilgili faaliyetler için omurilik duyarlı bir merkezi rol oynar. Hatta birtakım alt kademelerden gelen mesajlar Talamusta değerlendirildikten sonra kortekse, yani beyin kabuğuna iletilmektedir. Böylece kortekse gelen bilgiler harmanlanıp nihai karar olarak talimata dönüşünce bu sefer mesajlar yukarıda bahsettiğimiz aynı yolun bir değişik tekrarını sergilemek üzere yola çıkarılırlar. Yani hiyerarşinin başından aşağıya inerken çaprazlaşan yol ayrımında emir yüklü mesajlar omurilik içerisinden geçip ve omuriliğin ön boynuzundaki motor hücre gövdesinde ilgili organa (mesela kas gibi) iletilmek üzere süreç tamamlanmış olur. Serotonin Beyin mitokondriumda bulunan serotonin, korteks faaliyetlerini düzenlediği gibi krebs döngüsünün kontrol edilmesini de sağlar. Mesela glutamin gibi amino asitler ve amitleri çok kere krebs ile birlikte kısa devre yapması sonucunda süksinik asite dönüşür. Dolayısıyla bu tip döngüye Krebs- Henseleit siklusu denmektedir. Pankreozimin Pankreozimin asit kimus etkisiyle duodenuma (12 parmak bağırsağı) girdikten sonra secretin ile bir başka parahormonun salınmasına sebep olur. Pankreozimin; pankreastan salgılan Tripsin, Kimotripsin, Karboksipeptidaz, Amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerin sentezini sağlar. Kolesistokinin Kolesistokinin, duodenum içerisinde sentez edilen sindirim parahormanlarıdır. Esas görevi safra kesesinin büzülmesini sağlamak ve safranın dışarıya çıkmasını temin etmektir. Ayrıca kolesistokinin mide salgısı veya gastron parahomonun salgılanmasını sağlar. Böylece bağırsağa giren yağ miktarının artmasıyla birlikte mide sıcaklığın yükselmesine ve mide hareketlerinin inhibe edilmesine neden olur. Doku hormonları Doku hormonları; Relaksin, Angıotensin ve Eritropoetin olmak üzere üç ana başlıkta incelenir. Doku hormonların teşekkülü ile etkili olduğu yer aynı yerdir. Mesela bu noktada metabolizmaya ara ürün olarak minimum seviyede etki ederler. Doku hormonları bulundukları ortamın kan basıncı vb. faaliyetleri kontrol edip, daha çok doku içi sıvıların basıncı ile kan basıncı arasında denge kurarak besin, su ve gaz alışverişini sağlamada yardımcı olur. Bunlar mide, barsak parahormonlarından daha basit yapılı olup, özellikle kompleks ve çok yönlü reaksiyonlara iştirak ederler. Relaksin Relaksin özellikle doğumu kolaylaştırıcı olarak vücutta yer alan bağ dokunun elastiki hale gelmesini sağlayan hormondur. Söz konusu hormonun sentez edemediği durumlarda tedavi için ilaç verilmesi icap eder. Eritropoetin(EPO) Eritropoetin böbrekten eritrosit yapımını uyarmak için salgılanır. İşte bu amaçla salgılanan salgıya ESH hormonu denmektedir. Aynı zamanda eritropoetin demir(Fe)’in eritrosite girmesini sağlar. Mide bağırsak parahormanları Gastrin Gastrin midenin pilor mukozasında üretilmektedir. Ayrıca gastrin kan yoluyla mide salgısı yapan hücrelere taşınıp, bu hücrelerde HCl (Hidroklorik asit) yapımı uyarılır. Bu arada vagus siniri ise mide salgısını artırır. Şayet gastrin salgısı çok artarsa pepsinde o oranda yapılmaya başlanır. Gastrin aynı zamanda tek zincir yapıda bir polipeptit salgısıdır. Pepsin Mide öz suyundan salgılanan HCl (Hidroklorik asit)'in yetmediği durumlarda pepsin devreye girmektedir. Mideye inen besinlerbesin cinsine göre ya gastrin-pepsin, ya da sadece gastrin veya sadece pepsin salınmasına neden olur. Yani pepsin salgısı proteinleri etkileyip peptonları parçalamakta, derken besinlerin küçülme işlemi gerçekleşir. Bilindiği üzeremide boş haldeykensindirme özelliği olmayanpepsinojen durumunda bulunur. Dolayısıyla pepsinojen refleks stimulasyon ve gastrinin kimyasal etkisi altında kimyasal öğütücü diye bilinen HCl tarafından aktif pepsin (parçalayıcı enzim) haline çevrilir. Dahası besinlerin mideye girişiyle ilgili işlemler oto katalitik olarak kendiliğinden yürür. Şayet mide aşırı doygun ise bu durumda sindirim güçleşir. O halde ne yapmalı? Elbette ki pratik bir metotla pepsinojenin pepsine dönüşme işleminin tersi uygulanır. Yani pepsin pepsinojene dönüşür. Böylece HCl salınmasının önüne geçilmiş olunur. Pepsin sindirimle ilgili proteinleri proteaz ve peptonlar vasıtasıyla parçalar, fakat aminoasitlere kadar parçalayamamaktadır. İşte bu yüzden buna eksik sindirme denilir. Dolayısıyla pratikte (tedavide) pepsin ihtiva eden bazı haplar verilerek peptonların sindirilmesine yardım edilir. Bu bakımdan pek az pepsin ihtiva eden bu haplar parahormon olarak yerini alırlar. Secretin İnce bağırsak mukozasında asit timus uyarıcılarının etkisiyle secretinler hâsıl olup bunlar kana verilerek pepsin salınmasını hızlandırırlar. Secretin aynı zamanda 27 amino asitten oluşmuş bir polipeptit dizisi olup duodenum mukozasında teşekkül eder. Ayrıca secretin pankreas öz suyunun ince bağırsağa akıtılmasından sorumludur. Fakat secretin öz suyu deudenium gastriti olanlarda duodenum mukozasına HCl gibi tesir edip yanmalara sebep olmaktadır. Hormon etkisi gösteren maddeler (Parahormonlar) Uyardıkları dokularda sentez edilip kan yoluyla taşınmaya gerek kalmadan aynı dokuda görevlerini yürüten hormon benzeri salgılara parahormonlar adı verilir. Parahormonların çoğu protein kalıbında amino asit dizilerinden yapılmıştır. Yani çoğunlukla küçük moleküller olmayıp kısa zincirli polipeptit ve proteinlerden ibarettir. Parahormonlar iç salgı bezlerinde salgılanmazlar. Aynı zamanda kan yoluyla ilgili dokulara giderek (hacimsel) integrasyon etkisi de göstermezler. Bu yüzden bunların hormon olup olmadığı kesin belli değildir. İltihap dokusunda teşekkül eden Leukotoxin, pyridoxin(vitamin B6), melanofor melanin konsantrasyonuna etki eden ve epifizden çıkan melatoninve Trotropinler parahormonlardır. Keza sindirim mukozalarında meydana gelen bir kısım hormonlar sindirim sistemi üzerinde etkisini gösterip, bu tip parahormonlar intestinal dış salgıları çoğaltan sekretogog olarak bilinirler. Diğer bir grup ise ilgili dokularda etkisini gösterip, bunlar serotomin, histamin ve tiramin maddeleridir. Bu maddeler birçok yaptırıcı etkilere sahiplerdir. Velhasıl; insanoğlu yediği yemeğin tuzunu bile ayarlamakta zorluk çekerken vücudumuzda kurulu hormon donanımı bizim haberimiz olmadan ince bir ustalıkla biyolojik dengemizi ayarlamaktadır. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|