02-09-2012, 22:31 | #1 |
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
ALPEREN GÜRBÜZER Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği uzun yıllar tartışılmaya neden olmuştur hep. Hatta bir zamanlar aşağı organizasyonlu canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğine inanılırdı. Daha sonrasında ise her canlının kendine benzer bir canlıdan meydana geldiği fikri doğdu. Derken her iki fikir abiyogenez ve biyogenez başlığı altında tartışılmaya başlayıp, günümüzde kadar uzanmıştır. Belli ki tek hücreli sistemden çok hücreli bir sisteme doğru gidildikçe müthiş bir organizasyonun varlığı sezilmektedir. Sezilmesi iyi hoşta ancak mükemmeliyet arttıkça enerji ihtiyacı da o nispette artmakta. Dolayısıyla bu verilerden hareketle abiyogenez kavramı cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden kooservatlara, kooservatlardan proteinlere, proteinlerden tek hücreli canlılara ve en nihayet kompleks yapılara doğru gelişmenin teorisi olarak tanımlanmıştır. Mesela ab-ı hayat su her ne kadar canlılık için ideal bir içecek türden lider konumdaysa da birtakım ortam özelliği niteliğindeki maddeler sayesinde birçok organik bileşiklerin oluşumu susuzda gerçekleşebiliyor. Zira Wollin ve Ericson amonyak, metanol, formik asit ve formaldehit reaksiyonuyla aminoasitlerin oluşabileceğini dillendirmişlerdir. Onlar dillendire dursun bu tip veriler abiyogenezi doğrulasa bile bu durum yaratma iradesinin iptali olmayıp, bilakis yaratılış gerçeğini teyit etmiş olacaktır. Muhtemeldir ki, Hz. Adem (a.s) bizim ana rahminde geçirdiğimiz ontogenezis gelişimin bir değişik benzer süreci toprağın ana rahminde tamamlayıp ben-i adem olarak ruhi varlığına kavuşmuştur. Yaratılışın akabinde imtihan gereği Hz. Âdem (a.s) ile Havva anamız cennet yurdunda mutlu bir hayattan sonra çamur dünyaya inmişlerdir. Peki ya biyogenez! Malum biyogenez ise canlıdan ancak canlı yapıların meydana gelebileceğinin ifadesidir. Zira canlının temelini hücre oluşturmakta. Zaten hücre bölünmesinde temel amaç; yeni bir canlının meydana gelmesidir. Bir başka ifadeyle eşey hücrelerini oluşturmaktır gaye. Şöyle ki; hücre çoğalmasını bölünerek gerçekleştirmekte. Yani hücre büyüyüp belli bir kıvama gelince bölünmek zorunda kalır. Malumunuz ilkel canlılarda üreme olayı, hücre içerisinde kromozomlar daha teşekkül etmeden çekirdek ve sitoplâzmanın ikiye bölünerek çoğalması şeklinde vuku bulur. Yani çoğalma amitoz bölünme dediğimiz metotla gerçekleşir. Dolayısıyla mitoz bölünme; amitoz bölünme şeklinin aksine çekirdekte kromozomlar oluştuktan sonra gerçekleşen bir üreme şeklidir. Mayoz bölünme ise eşey hücrelerinde (germ) birbirini takip eden iki nükleus şeklinde gerçekleşen, aynı zamanda iki aşamalı olarak vuku bulup bu aşamaların birinde kromozom sayısı yarıya inerek, diğer aşamalarda basit bir mitoz bölünme tarzında cereyan eden bir başka bölünme şeklidir. Öyle anlaşılıyor ki; üreme hücrelerinin gelişim evreleri incelendikçe hiçbir tesadüfe meydan vermeyecek tarzda mükemmel bir sistemin işleyişine şahit oluyoruz. Gerek mikro, gerekse makro âlemde her şey belli bir sistematik çerçevede canlının yaratıldığı apaşikar ortada. Tabiî ki bu arada her şeyden önce bütün bu harikulade âlemin idrakine varabilmekte önemlidir. Çoğunlukla hücrelerde bölünme yaşanırken önce mayoz, sonra mitoz görülür ki bu duruma premeosis denmektedir. Üreme hücrelerinde kromozom sayısı, 2n kromozomlu vücut hücrelerinin tam aksine haploit (n) olup, işte bu yarıya inme hadisesi hücre çekirdeğinin ardı sıra iki defa bölünmesi sonucunda cereyan etmektedir. Yani kromozom sayısını yarıya indirme olayı sıradan bir operasyon ya da kendi kendine başıboş gerçekleşmiyor, belli ki bir planın eseri olarak ortaya çıkıyor. Şöyle ki; mayoz bölünme sırasında erkek hücrelerin geçirdiği başlangıçtaki gelişme evresine spermatogenez, dişi hücrelerin kaydettiği gelişmeye ise oogenez adı verilip, her iki cinsiyet hücresi (spermatogenez-oogenez) kromozom sayılarını yarıya indirmek için gelişmesini mükemmel bir program dâhilinde üç safhada gerçekleştirirler. Böylece bu gelişme evrelerini sırasıyla çoğalma, büyüme ve olgunlaşma diye üç aşamada tamamlarlar. Yani mayoz bölünme eşeysel yolla üreyen gamet hücrelerin gelişme safhasında kendini gösteren bir olay olup her türe özgü kromozom sayısını muhafaza eden bir hamlenin adıdır diyebiliriz. Şayet gametler (eşey hücreleri) mitoz bölünmeyle çoğalsaydılar zigot safhasında kromozom sayısı iki katına çıkıp türe has kromozom sayısı korunamayacaktı. Ki; bu durum başlı başına felaket olurdu. Anlaşılan çoğalma aşamasında mitoz bölünme sonucu ortaya çıkan erkek ana üreme hücreleri spermatogonium, dişi üreme hücresi ise Oogonium adını alır. Hatta bu evrede hem erkek cinsiyet hücreleri (44+XY=46), hem de kadın cinsiyet hücreleri (44+XX=46) 46 kromozomludurlar. Değim yerindeyse her bir aşama yeni bir değişime yelken açmak gibidir. Şöyle kispermatogonyum ve oogonyum hücreleri mitoz bölünme aşamasını tamamladıktan sonra büyüme evresine gelindiğinde bol miktarda besin depolayıp başlangıçtaki büyüklüğünün yüzlerce katına çıkarak primer spermatosit (Birinci sperm hücresi-spermatozit I) ve primer oosit (Birinci yumurta hücresi-oosyt I) adını alırlar. Tabiî ki bu durum buluğ çağına kadar devam edip akabinde olgunlaşma safhasına geçiş yapılır. Olgunlaşma safhası derken ister istemez bir Allah dostunun; “Hamdım, yandım, piştim” sözleri akla geliyor. İşte aynen öylede üreme hücrelerinde görülen aşamalarda bunun gibi bir şey olsa gerektir. En son safhada buluğ çağına gelmiş kişilerin olgunlaşma evresinin gereği gerek primer spermaosit, gerekse primer oositler redüksiyon bölünme geçirerek kromozom sayılarını yarıya indirirler. Öyle ki erkeklerde birinci telofaz sonu gerçekleşen primer spermatozoitten 22+X=23 ve 22+Y= 23 kromozomlu iki sekonder spermatozoit (spermatozoit II) teşekkül edip, kadınlar da ise buluğ çağına kadar ki genital organların foliküllerinde saklı tuttukları primer oositten (Oocyt I) 22+X= 23 kromozomlu sekonder oosit (Oocyt II) ve kutup hücresi meydana gelir. Fakat kutup hücreleri ekseriyatla kaybolup etkisiz hale gelirler. Bu yüzden büyük olanı her daim ikinci yumurta hücresi (Oocyt II) olarak bilinir. Yani oocyt II hücre olgunlaşmasına rağmen yine de dört dörtlük haploid konuma gelemeyecektir, ancak ikinci bir mayoz bölünme süreci geçirip bir sperm hücresi ile döllenmiş olduğunda oocyt gelişimini tamamlamış olacaktır. Görüldüğü üzere başlangıçta dişi ve erkek cinsiyet hücreleri 2n diploid hücre iken mayozla yarıya inip (n) haploid kromozoma dönüşebiliyor. Demek ki ilk mayoz bölünmeyle kromozomlar tam manasıyla ayrılmamış olsa gerek ki derhal ikinci mayoz sürecinden geçirilerek ikinci telofaz sonunda her bir sekonder spermaositten eşit sayıda 4 spermatid, sekonder oositten ise ergin yumurta ve ikinci kutup hücresi oluşturulur. Ayrıca bu safhalarda birinci kutup hücresi genellikle ikiye bölünerek iki tane kutup hücresi meydana getirir, ama bu arada kutup hücreleri yaşama yeteneği olmadığı için ölmektedirler. Sonuçta kala kala bir yumurta hücresi ve dört spermatit kalır. Keza spermatitler şekil yönünden bu safhada yuvarlak halde olup kuyruksuzdurlar. Bu yüzden spermatitler ancak testislerin seminifer tüplerin içerisindeki sertoli hücreleri tarafından bakıma alınarak spermhistogenez adı verilen olayla baş, orta ve kuyruk olmak üzere olgunlaşmış spermium şeklini alıp epididimise kaydırılırlar. Derken burada gerekli eğitimlerini tamamlayan sperm hücreleri mezun olma noktasına geldiklerinde yumurta hücresi ile birleşme anı için uğurlanırlar. Böylece olgun spermalardan içerisinden ancak bir tanesinin akrozom kısmında bulunan hyalüronidaz ve proteaz enzim sayesinde bir olgun yumurtanın dışındaki zona pellusida ve sitoplâzma zarını eritip delmesiyle birlikte her iki cinsiyet hücrelerin çekirdeklerinin birleşmesi (döllenme) sonucunda bildiğimiz tek hücreli 2n zigot meydana gelmiş olur. Kelimenin tam anlamıyla yeni bir canlının temeli atılmış olur. Galiba çokluk içinde birlik denilen hadise bu olsa gerektir. İşte insanın embriyonik ve sonrası macerasını ancak bu şekilde özetleyebiliyoruz. Dile kolay, bütün bu aşamaları inceleyip hala yaratılıştaki bu mucizevî olaya hala tesadüf deniliyorsa pes doğrusu, yapılacak tek şey bu noktadan sonra; Allah onlara hidayet versin demek düşer bize. Zaten başka ne diyebiliriz ki. Canlı alem son derece kompleks yani çoklu karmaşık bir sistem olduğu muhakkak. Bütün dünya ülkelerin yönetiminde başkan bulunur da biyolojik hayatın idari mekanizmasın da bulunmaz mı? Elbette bulunur. Çünkü böyle bir mekanizma biyolojik hayat içinde geçerli akçe. Bilindiği üzere canlının üretim ve kalıtım olayları DNA tarafından yönetiliyor. Hatta bu iş için (üretim ve kalıtım olayları için) hücre ve hücre içerisinde binlerce enzim cansiparane çalışıyorlar bile. Derken her bir enzim DNA ipliğindeki her bir gene karşılık gelip canlılık bu şekilde tanzim edilmeye başlıyor. Zaten biyolojik hayat; her türün kendi içinde gerçekleştirdiği polijenik evrelerin tümünü kapsayan hadisedir, yani bu noktada biyolojik hayat çok menşelidir diyebiliyoruz. Dolayısıyla canlı türler arasında nesep bağı aramak, ya da soy sop faslına girmek boşa kürek sallamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Belli ki insanın embriyolojik gelişme evresi ancak ve ancak anne karnındaki aşama aşama geçirdiği ontogenez süreci ile açıklanabiliyor. Ki bu doğrudur. Baksanıza insanlık tarihi gelişim evreleri filogenez olarak adlandırılır ki bu da doğru bir tespittir. Anne karnındaki ontogenez serüveni yukarıda belirttiğimizi gibi Hz. Adem’in toprağın ana rahminde geçirdiği ontegenez sürecin özetidir zaten. Erkekler XY geni ile tanımlanıp hem erkek karakteri hem de dişilik karakteri verme özellikleriyle rol oynayan iki cinsiyet allel geni bünyelerinde taşırlar. Kadınlarda ise sadece XX halde dişilik karakterine haiz cinsiyet geni vardır. İnsanlık bu gerçeği geç anlasa da Kur’an-ı Muciz’ül beyanda; “Nihayet o meniden erkek ve dişi iki eş yarattı” (Kıyame, 39) beyanıyla 14 asır evvelinden duyurulmuştu bile. Yani insandaki 46 kromozomdan 44 tanesi otozom, iki tanesi cinsiyet geni ile ilgili heterokromozomdur. Gametler de (eşey hücreleri) 46 yerine biri babadan diğeri anneden 23 çift oluşturacak tarzda ikişerli kromozomların intikali söz konusu olup bunlardan 22 çift autozom ve 23 çift gonozom zigotta birleşerek insana has karakterler devam ettirilir. O halde ilk insan hayat çekirdeğini kendinde toplamış olsa gerek ki; Havva anamız Hz. Âdem’in eğe kemiğinden dişilik geni ile ayrılarak ailenin ilk basamağına zemin hazırlanmış, derken bu ilk nüveden kıyamete kadar devam edecek olan değişik ırkların toplamını kapsayan insanlık âlemi ortaya çıkmıştır. İşte ilk aile, ilk filogenik ağaç böyle doğdu, bunun başka izahı şimdilik yok gibi. Evet dikkat edin ilk maymun, ilk maymun aile demiyoruz eşrefi mahlûkat olmamız gereği ilk insan, ilk aile diyoruz. DOĞAL SELEKSİYON-MUTASYON-MODİFİKASYON Türlerin değişmesinde çevre şartlarının yol açtığı etkenler veya başka sebeplerle doğal seleksiyonun rol oynadığı ileri sürülse de her canlının gelişim evresi içerisinde gerçekleşebilecek değişiklikler hiçbir zaman başka bir tür canlı ortaya çıkaramayacaktır. Zira meydana gelen arızı değişiklikler olsa bile (altıparmaklılık gibi) söz konusu değişiklik ancak türün kendi içinde sınırlı kalacaktır. Hakeza aynı şey mutasyon içinde geçerli. Mutasyon; hücrenin gen yapısında ortaya çıkabilecek ani değişiklikler olup, bu durum daha çok ultraviyole ışınları, kozmik ışınları, X ışınları ve kimyasal maddeler vs. nedenlerden kaynaklanan milyonda bir ihtimal dâhilinde olabilecek değişikliklerdir. Mutasyonu biyolojik çeşitliliğin diğer bir nedeni olarak kabul ya da yeni varyasyonların temeli olarak ilan etsek bile hiçbir zaman mutasyon kavramı başka bir türe dönüşen bir olay diye tanımlanamaz. Bir diğer değişim biçimi ise kalıtsal olmayan, yani dölden döle geçmeyen modifikasyon olayıdır. Modifikasyonda tıpkı mutasyonda olduğu gibi bir türden başka bir türe dönüşümün aracı değildir, olamaz da. Madem bir organizmanın sahip olduğu genlerin tümüne genotip (genom) diyoruz, o halde genotipi farklı olan bireyler birleştiğinde fenotipinde birtakım farklılıkların ortaya çıkması gayet tabiidir. Bu tip farklılıklar elbette ki varyasyonlarıyla birlikte dölden döle geçerek değişik kombinasyonlar oluşturacaktır. Ancak değişik kombinasyonlar hiçbir devirde veya belirli bir zaman diliminde yeni bir tür ortaya çıkaramayıp, her tür kendi soy ağacı içerisinde mahkûm kalacaktır. Bir başka ifadeye çeşitlilik yeni bir türü yaratmak demek değildir, aksine bu tip dönüşümler türün kendi içinde gerçekleştirdiği zenginliğin ifadesidir. Kelimenin tam anlamıyla mutasyona uğramış genler kalıtsal olarak dölden döle geçse de asla yeni bir tür oluşturamayacaktır. Yani organizmanın kendi içindeki değişikliklerden öte bir anlam ifade etmeyecektir. Zaten bu değişiklikler genel itibariyle ya bir iki baz ileri ya da bir iki baz geri şeklinde sınırlı kalan değişikliklerdir. Üstelik mutasyonların zararlı olduğu da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Kaldı ki mutasyona maruz kalıp da canlının uzun ve sağlıklı ömür yaşadığı görülmüş değildir. Şurası muhakkak mutasyona uğramış hücreler uzun ömürlü kalsa bile istisnai bir vaka olarak değerlendirilir. İstisnalar kaideyi bozmaz sözü boşa söylenmiş söz olmasa gerektir. Evrimcilerin mutasyonların ancak çok az bir kısmının faydalı olduğunu ileri sürerler ki, bu bile evrimin tek başına devirmeye yeter artar bile. Zira milyonda bir görülen istisnai uç bir olayla evrimi kurtarmak adına, bir kısım aklı evvellerin canlı âlemde cereyan eden yüz binlerce dönüşüm ve çeşitliliği açıklamaktan aciz olacakları besbelli iken hala inatla saplantı haline getirdikleri mutasyonu milyonda bir faydalıdır savı ile devam ettirmek istiyorlar. Dikkat edin milyonda bir rakamına muhtaç kalmışlar, vah zavallılar, vah! DARVİNİZM VE YARATILIŞ Anlaşılan Darvinizm'i kurtarmak adına evrimi moleküler genetik biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar. Bilindiği üzere fosiller sedimant (çökelen tortular) tabakalar içinde meydana geliyor. Nasıl mı? Çökelen tortular kaya şeklinde sertleşirken bir yandan da canlı artıklar basıncın etkisiyle ister istemez preslenerek kaya parçası haline geliyorlar. İşte bu yüzden bu tip kalıntılara fosil denmektedir. Günümüzde kullanılan radyometrik metottan hareketle bir kısım bilim adamları yeryüzünün yaşını dört buçuk milyar yıl olarak hesaplamışlar, aynı zamanda bu hesaplamalar ışığında elde edilen fosiller ait olduğu tortul tabakalar üzerinde tahmin edilen zaman dilimleri belirlenip jeolojik sütun olarak tasniflenmiş. İşte evrimciler bu sınıflamadan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, akabinde bunları balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve memelilerin takip edip, güya dönüşüm yaşandığı, böylece canlılığın jeolojik aşamaları bu şekilde sıralandığı tarzında fikir serd etmişlerdir. Yaratılış fikrini savunanlar ise yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabul etmekle beraber canlı türlerin değişik zamanlarda ortaya çıkıp türden türe dönüşmediğini ve her türün kendi cinsiyle birlikte bir anda ortaya çıktığı noktasında hemfikirdirler. Bütün bu tartışmalardan meseleye objektif olarak bakıldığında söz konusu tasnif sıralamasında yer alan prekambriyen kayaçları arasında şimdiye kadar çok hücreli fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini bir çırpıda çürütüp, yaratılış fikrini daha çok güçlü kılmaktadır. Öyle ya; şayet prekambriyen devrinde fosil mevcut değilse kambriyen faunasının evrim geçirmediği bariz bir şekilde ortaya çıkmış olmaz mı? İnanılır gibi değil, üstelik fosilleşmiş hiçbir geçiş formu olmadığı halde evrimciler bu tür yorumlara tevessül edebiliyorlar hala. Sanki yangından mal kaçırırcasına birtakım gerçekleri ört bas etmeye çalışılıyorlar, doğrusu şaşmamak elde değil. Bırakın Darvin teorisiyle kalsın, bilimde bilimliğiyle kalsın. Çok hücreli canlılar özellikle hücrelerinin farklı olmasıyla göze çarparlar. Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz birbirlerinden çok sayıda özellikleri ile ayrılmaktadırlar. Bu farklılıkların nedeni protein sentezinin son derece karmaşık düzeninde aranmalıdır. Canlının gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşma bazı hücrelerin fonksiyon kazanması veya özelleşmelerine yol açmak içindir. Hücre içinde bulunan birçok yapının neden yapılmış oldukları konusunda bilgiye sahip olabilmek için hücreyi oluşturan elemanların her birini ayırabilecek izolasyon çalışmalarına başvurmak gerekir. Bugün gelinen noktada hücre yapılarını birbirinden ayıran birbirinden başarılı teknik metotlar geliştirilmiştir. Herhangi bir biyolojik materyal özel solüsyonlara tabii tutularak santrifüj tüpüne konulup değişik devirlerde hızla döndürülmesiyle (merkez kaç kuvvetiyle) birlikte başarılı izolasyon çalışmaları gerçekleşebiliyor. Hatta aşama aşama değişik devirde çöktürülen izolasyona giren biyolojik örneklerin en son safhasına gelindiğinde üst kısımda kalan sıvı içerisinde yer alan hücre yapılarının daha düşük yoğunlukta olması hasebiyle bu kısımda daha çok ribozomların yer aldığı gözlemlenmiştir. Genellikle insan hücrelerinde bir nükleolus var olup, ayrıca RNA ve buna bağlı proteinler bakımdan oldukça zengindirler. Dolayısıyla bu maddeler kromozom içerisinde sentezlenerek nükleolusta toplanırlar. Nükleolusta ki RNA ise rRNA (ribozomal RNA) karakterindedir. RNA burada proteinlere ve özellikle histonlara bağlandıktan sonra sitoplâzmaya geçer. Böylece sitoplazmaya geçen ribozomlar amino asitlerle birlikte protein sentezlenmesine önderlik etmiş olurlar. KROMOZOMLAR Bilindiği üzere kromozom sayıca ve şekil bakımdan cinsten cinse, türden türe değişebiliyor. Mesela insanda 46 kromozom var olup, bu sayı matematik programın gereği sabit kalmaktadır. Dikkat edin sabit diyoruz, yani başka bir rakam söz konusu değildir. Her şeyde olduğu gibi belli ki burada da ölçü tayin edilmiş. Şayet cinsiyet hücrelerinin kromozom sayıları mayoz bölünmeyle yarıya indirgenmemiş olsaydı 46 kromozoma sahip erkek ve dişi fertlerin birleşmesinden ilk etapta (44+XY) + (44+XX) = 88 + XXXY = 92 kromozomlu zigot meydana gelecekti. Gerçi isteseniz de böyle bir zigot gelişmez, geliştiğini varsaysak bile ikinci nesilde mevcudun iki katı 184 kromozoma ulaşılacaktı ki bu başlı başına bir felaket demektir. Bu aynı zamanda sağlıklı bir bebeğin dünyaya gelmemesi anlamına gelir ki, nüfusu olmayan dünyanın sonu demek olacaktır. Laboratuar analiz çalışmaları sonucunda kromozomların çok sayıda iplikten meydana geldiği gözlemlenmiştir. Peki, iplikler nelerden oluşur derseniz elbetteki bu ipliklerin her biri kromanemalardan oluşur. Normal bir hücrenin kromozomundaki kromonemaların arka arkaya uzunlamasına defalarca bölünmesi olayına endomitoz adı verilir. Fakat endomitoz sırasında meydana gelen iplikler birbirinden ayrılmayıp bir arada kalırlar. Yani bu şekilde iplik paketinden oluşan politen kromozomların kromonema ipliklerinde dizili olan kromatin tanelerinin yan yana gelmesiyle bantlar oluşur. Bugün genetik çalışmalar sayesinde elde edilen kromozom haritalarında genlerin yeri ve bantların yeri karşılaştırılıp, böylece bu bantlar sayesinde interbantların lokus haritaları belirlenmektedir. Nitekim kriminal laboratuvarlarda kimliklendirmeye yönelik çalışmalar veya PCR işlemleri sayesinde STR denilen kısa tekrar gen bölgelere ait DNA dizilimlerini gösteren pikler belirlenebiliyor. Ayrıca lamba fırçası şeklinde dev kromozomlar söz konusu ki, bunlar politen kromozomlardan daha uzundurlar. Nitekim bu fırçanın ekseninde dört kromatit bulunur. Lamba fırçası kromozomlarında diplotenden sonra bir küçülme görülür hep. Eğer kromozomlar metafaz ve anafaz safhasındayken sıcak su, asit buharı, alkolik çözeltiler veya potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edilirse yapısında spiral şekildeki teşekküllerin varlığı görülecektir. Küçük veya büyük spirallar şeklinde olan bu teşekküller kromonemadan başkası değildir elbet. Kromonemanın yapısında yer alan küçük spiralların dönüm sayısı (kıvrım sayısı) artış kaydedip, büyük spirallara dik bir şekilde uzanırlar. Büyük spiralların dönüm sayısı mayoz bölünmenin profaz safhasında kromonema üzerinde düğüm benzeri kısımlar var olup, bu yüzden bilim adamlarınca genlerin kromonemalar üzerinde yer aldığı kabul edilmektedir. Görüldüğü üzere canlının temelini hücre oluşturur demekle iş bitmiyor. Hücrenin içerisine dalmakta gerekiyor. Nitekim giriliyor da. Bu da yetmez, hücrenin içine konuk olduktan sonra hücrenin başkenti dediğimiz çekirdeğe de ulaşmalı. Ki canlının merkezden nasıl idare edildiğini çözülebilsin. Hatta çekirdeğin merkezine varmakla da dava bitmiyor, merkezin karargâhı dediğimiz ve canlının idari mekanizmasının adeta beyni sayılan DNA’ya da ulaşmak gerekiyor. Hadi diyelim DNA denen moleküler merdivenimsi spiral yapıyı keşfettik, bu seferde biyolojik hayatın bu kombinezon içerisinde nasıl düzenli bir şekilde hareket ettiğini, hücreyi oluşturan bütün birimlerin hiç şaşırmadan rotasında nasıl seyrettiğini de irdelemek mecburiyeti var. Belli ki mikro âlemde seyreyledikçe gelinecek en son nokta yaratılış gerçeğidir. Zaten hayretler içerisinde yüzdüğümüz mikro âlemde en güzel mutluluk elbette ki Allah demek olacaktır. Ne mutlu Allah adını ananlara. HÜCRENİN KİMYASAL YAPISI VE PROTEİNLER Mikro âlem bununla bitmiyor, hücrenin elementer ve bileşik yönleri de var. Nasıl mı? Malum olduğu üzere Hücrenin kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan temel elementler ile mangan, iyot, alüminyum, çinko ve silisyum gibi atomlardan meydana gelen iz elementler oluşturur. Yine hücreyi bileşikler yönünde incelediğimizde organik ve inorganik bileşikler şeklinde tasnifleriz. Su için ab-ı hayat denilir ya, gerçekten de su anorganik bileşiklerin en önemli bileşiğidir diyebiliriz. Malum organik bileşikler ise nucleikasit ve nucleic asitlerin dışında kalan protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevlerini kapsar. İşte tüm bu bileşiklerden canlının nüvesinde öneme haiz proteinleri ele alacak olursak, proteinler hücre içerisinde hem fonksiyonel hemde enerji meydana getirmede aktif rol oynadıklarına şahit oluruz. Malum olduğu üzere proteinler, aminoasitlerin (dipeptit, polipeptit) birleşmesiyle meydana gelip 20 harfli bir alfabe ile yazılmışlardır. Buradaki harften kasıt elbette ki aminoasitlerdir. Proteinler uzun fibriller (lifler) ve globüler (küresel) olmak üzere iki türlü halde bulunurlar. Bu arada satırlar ilerledikçe görüyorsunuz ister istemez hücrenin element âleminde dolaşmaya başladığımızı fark ediyoruz. Nasıl mı? O halde izleyelim görelim neymiş diye. Bakın fibrin yapıdaki proteinler hücrede dayanıklı kısımları ve özellikle zarları meydana getirirler. Bu nedenle yapı proteini olarak isimlendirilirler. Mesela ayakkabıcılıkta kösele olarak kullanılan hayvan derisinin dayanıklılığı bu lifsel proteinlerden ileri gelir. Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Bu tip proteinler lifler halinde değildir. Bu nedenle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, nispeten küre şekli kazanırlar. Nitekim globuler protein molekülleri hücrenin sıvı ortamında daha yüzer olabilecek özelliğinden dolayı birtakım kimyasal reaksiyonlarda rahatlıkla kullanılabiliyor. Anlaşılan yapı bakımdan proteinler; alfa amin asitleri veya bunun türevlerini kapsamakta. Bileşik proteinler ise; bir basit proteinin diğer bir madde ile prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Peki ya enzimler, onlarda genellikle kısa veya globuler tipte protein molekülleri tarzında sahne alırlar. Şurası muhakkak organik bileşiklerden nükleon protein, nucleic asit veya bir birkaç proteinin birleşmesi sonucu nucleic asitler (DNA ve RNA) meydana gelmiştir. Bu yüzde prostetik grup olarak bulunan nucleic asitler biyolojik açıdan çok önem arz etmektedir. Şöyle ki bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerindeki bir nucleoside tekabül edip, bir nucleoside fosfat grubu ile birleştiğinde nükleotid diye adından söz ettirirler. Derken nükleotidlerin kondansasyon yapmasıyla da bir nücleik asit meydana gelir. Hakeza nükleik asit de proteinle birleştiğinde nükleon protein oluşturur. Demek ki; hiçbir şey görüldüğü gibi rastgele oluşmuyor, belli bir plan dâhilinde zincirlemesine gerçekleşen bir tür protein tercüme faaliyeti cereyan ediyor. Böylece mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, aslında büyük bir âlemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor. Yani bu âlem karşısında dilimiz tutuluyor adeta. MİNAREMİZ DNA Hiç kuşkusuz canlılarda en ilgi çekici moleküller nükleik asitlerdir. Zaten önemine binaen bu moleküller ilk olarak XIX. yüzyılın sonunda İsveçli biyokimyacı Friedrich Musher tarafından büyük bir gayret sonucu irin ve sperma hücrelerinin çekirdeklerinde bulunmuştur. Hatta çekirdekte bulunmasına istinaden nücleik asit adı verilmiştir. Fakat bugün nükleik asitlerin çekirdek dışında bile tespit edilmesine rağmen yine nücleik asit terimi kullanılmaktadır. Sonuçta her ne ad üzere anılırsa anılsın nücleik asitler virüslerden insana kadar tüm canlılarda bulunduğu ve hücrenin temel hayati olayları üzerinde yönetici konumunda rol oynadığı deneysel çalışmalarla ispatlanmıştır. Zaten hücrenin yönetimi çekirdekten gelen talimatlar doğrultusunda şekillenir. Bu talimatlar DNA’nın komplemanter kopyaları olup mRNA halinde sitoplâzmaya gönderilir. O halde nükleik asitler hayatın temeli mi, ya da başka bir ifade ile dirlik mi? Bu tip sorular ister istemez insanlığın zihnini daha çok meşgul edeceğe benziyor. Şu bir gerçek her keşfedilen bulgular bize Allah’ı hatırlatıyor, birtakım materyalistler umursamazlıktan gelseler de bundan kaçış kolay kolay gözükmüyor gibi. İlmin sonu yok çünkü. Her neyse konumuza devam edecek olursak; dirlik anlamında iki tip nükleik asit vardır. Peki, bunlar nasıl ayırt edilir derseniz, yapılarında bulunan şeker molekülüne göre belirleniyor her şey. Zira nucleic asitlerin deoksiriboz ihtiva edenlere Deoksiribo nucleic asit (DNA) der, ribonükleikasit ihtiva edenleri ise Ribo nucleikasit (RNA) diye tanımlayarak işin içinden çıkarız. Gerçekten e her iki tip nücleik asitte beş karbonlu şeker molekülü ihtiva eder. Fakat ribozun aynı C (karbon) atomuna bağlı olan OH (hidroksil) grubu yerine deoksiriboz da sadece bir hidrojen mevcuttur. Hakeza nucleic asitlerin hidrolizi sonucu (ayrıştırmasıyla) beş karbonlu şekerin yanı sıra fosforik asit ve organik bazların varlığı da tespit edilmiştir. Madem durum bu, bakalım neymiş bu organik bazlar. İsterseniz biraz daha mikro âlemde seyreyleyelim bakalım ne çıkacak bu işten? Organik bazlar pirimidin ve pürünler iki ana başlıkta kategorize edilirler. Yani nükleik asit temel yapının serbest bağlarına çeşitli atom veya atom gruplarının bağlanmasıyla değişik pürün ve pirimidinler meydana gelip görücüye çıkarlar. Dolayısıyla protein sentezi için görücüye çıkan primidinler “sitozin, timin ve urasil”, pürinleri ise “adenin ve guanon” diye sahne alırlar. DNA dokularda mevcut olup, hemen hemen tüm doku hücrelerinde DNA miktarı birbirinin aynısıdır, ancak eşey hücrelerinde bu miktar vücut hücrelerinin yarısı kadardır. Watson ve Crick’s ikilisinin elde ettikleri deneylerle DNA’nın telsel bir yapıya sahip olduğu, ikinci çalışmalarda ise H(hidrojen) bağlarının mevcudiyeti gözlemlenmiştir, derken üçüncü çalışmada DNA fosfat gruplarının spiral zincirin dış tarafında yer aldığını fark ettiler. Sonraları Maurice Wilkins, Franklin ve arkadaşlarının X ışını kırınımı deneyleri gündeme damgasını vurmuştur. Bu deneylerden elde edilen sonuçlar itibariyle ipliklerin gerilmiş bir şekilde uzanmadığı, uzun helezonlar (heliksiler) şeklinde kıvrıldığı ve her bir heliksin iki molekülden teşekkül ettiği anlaşılmıştır. Bu buluş sonunda tıpkı örgü ipliklerinde bükülmesinde olduğu gibi daha çok sağa bükülü bir helezonal heliks şeklinde olduğu ortaya atılmıştır. Böyle bir yapı sanki bir minare şerefesine kadar çıkan kıvrımsı merdivenleri andırıyor dersek yeğdir. Minarenin tepesine çıkıldığında tüm âleme tevhit ilanı yapılır ya, işte bundan hareketle DNA da hücresel faaliyetlerin bir değişik duyurusudur diyebiliriz. Öyle ki minarenin basamakları pürün ve pirimidin çiftlerinden meydana gelmiştir. İster adına çiftlerin izdivacı deyin ister birleşmeleri deyin her ne derseniz deyin her pürün kendine olan primidine zayıf H bağları ile bağlanır. İnsanoğlu gönülden bağlanır da pürin ve pirimidinler bağlanmaz mı? Ne mutlu gönülden gönüle bağlanıp da yol bulabilene. Genellikle DNA’da yer alan pürin miktarı pirimidin miktarına eşittir. Ancak “adenin + timin” orantısı birtakım canlılarda değişiklik gösterebiliyor. Güncel hayatta kimliklendirme olmazsa karışıklığa meydan vereceği muhakkak. Buradan neye varmak istediğimi merak ettiğinizi tahmin ediyorum. O halde hemen merakınızı gidermeye çalışalım. Şöyle ki; DNA merdivenin her bir kenarında kardeş moleküllerin birbirine zıt yönde bulunuşu bile akıllara durgunluk verecek nitelikte hayretimizi artırıyor. Şayet söz konusu moleküller zıt yönde bulunmalardı DNA molekülünün iki ucu birbirinden kolaylıkla ayırt edilemeyecekti. Neyse ki şeker dediğimiz organik kökler nükleotid zincirine simetrik olarak yerleşmişler. Böylece DNA molekülün bir ucuna doğru her şeker molekülü (3) numaralı karbonuyla fosforik aside bağlanırken diğer ucuna da (5) numaralı karbon ve fosforik asit bağlanır. Bu çift durum belli ki genetiğin kimyasal ayırt edici özelliğini teşkil etmektedir. İşte bu ayırt edici özellik sayesinde baz, deoksriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen üçlü topluluğa nükleotid, buna uygun olarak dizilen DNA zincirine de polynucleotid diyebiliyoruz. Ne mutlu farkı fark edenlere. DNA molekülünü şu şekilde özetlemek mümkün; —İki zincirden kurulmuş olup bir eksen etrafında kıvrılarak helezonik düzgün bir çift sarmal meydana getirirler. —H (hidrojen) bağları ile bağlanmış olan bazlar (nükleotidler-AG-T-C) daima fermuar misali açılan sarmalın iç kısım şeritte yer alan adenin karşısına diğer şeritten gelen timin, guanon karşısına ise sitozin eşlik edecek şekilde dizilirler. Öyle ki bu komplemanter olan çiftler iki zinciri birbirine bağlayan H (hidrojen) köprüler eşliğinde karşılıklı tutunarak sahne alırlar. —DNA sarmalı zincirin yönü birbirlerine zıt olup, birinci zincirde yer alan fosfat, şeker bağları (5) (3) şeklinde olmasına karşılık diğer ucunda konumlanan fosfat şeker bağları ise (3) (5) şeklindedir. Böylece kimlik krizi yaşanmasına geçit verilmemiş olunur. Velhasıl; cansız sandığımız DNA, tüm hücresel faaliyetlere imza atan dirlikmiş meğer. Vesselam. http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|