06-11-2009, 18:06 | #1 |
Bediüzzaman Said Nursî Kimdir ?
Bediüzzaman Said Nursî bir eserinde kendi hayat tarzını şöyle özetlemiştir: "Kur'ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir." Buna göre insan, Allah'ı tanımak ve Ona iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İlim, meşruiyet, hürriyet, dürüstlük, ümit, çalışmak, sebat gibi faziletler ise, insanın hayatına anlam veren değerlerdir. Bunlar hem dünya, hem de âhiret saadeti açısından insanın olmazsa olmaz gerçekleridir. Bu sebeple 6000 sayfayı aşan eserlerini iman ve fazilet üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Hayatının ilk dönemlerinde Bitlis ve Van yörelerinde yaşamış olmasına rağmen, Osmanlı yönetimini ve dünyayı yakından takip etmiştir. Hatta en temel mesele olan eğitim konusundaki aksaklıkları Sultan Abdülhamid'e arz etmek üzere İstanbul'a gelmiş, fakat o günlerde onunla görüşmesi mümkün olmayınca, aynı teklifi daha sonra Sultan Reşad'a götürmüş, Doğu Anadolu'da Medresetü'z-Zehra adında bir üniversite kurmak için hazineden ödenek ayrılmasını sağlamıştır. Ancak zamanın şartları gereği üniversite kurulmadan ülke savaş ortamına girmiştir. "İstibdâdın her nevine karşıyım. Onu nerede görürsem tokadımı vururum. Bence istibdâdın en kötüsü ilme yapılan istibdattır. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. İman ne kadar gelişirse hürriyet de o kadar parlar. İşte asr-ı saadet!" sözleriyle hürriyete olan büyük sevdasını ifade etmiştir. Birinci Dünya Savaşında milis kuvvetleri gönüllü komutanı olarak savaşa katılmış ve esir düşerek iki buçuk yıl Rusya'da esaret hayatı yaşamıştır. Daha sonra İstanbul'un işgalinde işgalci güçlere karşı mücadele ederek ilim adamlarını ve halkı uyarmıştır. İstanbul âlimlerinin Kuva-yı Milliye ve Kurtuluş Savaşı aleyhinde verdiği fetvayı, "İşgal altındaki bir yerde bulunan sorumluların verdiği fetva irade özgürlüğü bulunmadığı için mualleldir (sakat ve tutarsızdır)" gerekçesiyle karşı çıkmış ve çürütmüştür. 1922 yılının sonunda Ankara'ya davet edilmiş, TBMM'de merasimle karşılanmış ve daha sonra mebuslara hitaben bir beyanname yayınlayarak yeni Türkiye'nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Hayatını üç döneme ayırmıştır: Doğumundan Risale-i Nur'u telif etmeye başlama tarihi olan 1926 yılına kadarki hayatını Eski Said, bu tarihten 1950'ye kadar olan kısmını Yeni Said, 1950'den sonraki hayatını da Üçüncü Said diye adlandırmıştır. Ancak bu ayırım fikrî bir değişiklikten ziyade bir metod ve tarz değişikliğidir. Her üç dönemde de dine ve imana hizmet yönünde zamanın ve zeminin durumuna göre değişik metodlar uygulamıştır. ("Üç Said Dönemleri" için bk. Bilgiler, s. 263)
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
06-11-2009, 18:07 | #2 |
Bediüzzaman Said Nursî, Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı Isparit Nahiyesi’nin Nurs Köyünde 1878’de dünyaya geldi. Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Bunlar katıksız iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde on beş sene kadar süren klâsik medrese eğitimini üç ayda tamamladı.
Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı. Bu yüzden "Molla Said"e, "zamanın emsalsizi, benzersizi" anlamında "Bediüzzaman" lâkabı verildi. Onun yaşadığı dönem, tüm dünyada maddeciliğin öne çıktığı bir dönemdi. İnsanlık kendi geleceğini tahrip etmeye yönelmişti. Bu değişimden Müslüman milletler de etkilenmişti. Meselâ, tek bağımsız İslâm devleti olan Osmanlı Devleti çoktan eski haşmetini ve gücünü kaybetmişti ve çözülme noktasındaydı. İnsanlığın ortak problemlerinin yani sıra, yasadığı toplumun problemlerine de eğilen Bediüzzaman, sunu gördü: Batı maddeciliğe saplanmış, Doğu ise eskiyen kurumlarını yenileyip iman eksenli bir yapılanmaya gidememişti. Osmanlı Devleti de aynı sorunu yasıyordu. Devlet ve millet şeklen Islama bağlı olmakla birlikte mânâ plânında Islâm’dan kopmuştu. Batı’daki değişim ve bu değişimin yapısı tam kavranamamıştı. Bediüzzaman'a göre mutlakiyet (monarşi) İslâm dirilisin önünü kapatıyordu. Ancak meşrutiyete yumuşak geçiş yapılmalıydı. Bunun için de evvelâ "üç büyük düşman" saydığı cehalet, zaruret ve ihtilâfla mücadele edilip kazanılması gerekiyordu. Bu maksatla bir eğitim projesi geliştirdi. Buna göre Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak tüm vatan sathi "Medresetüzzehra" adını verdiği eğitim kurumlarıyla donatılacak, bu kurumların ilk, orta, lise bölümleri olacak, ayrıca din ve fen dersleri birlikte okutulacaktı. "Vicdanin ziyası (ışığı), ulûm-ı diniyedir; aklin nuru fünun-ı (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (bütünleşmesi, iç içe girmesiyle) hakikat tecelli eder... Iftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit, birincisinde taassup (tutuculuk); ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)" diyordu. Görüşlerini Padişaha sunmak için 1907’de İstanbul’a geldi. Fakat imparatorlukla birlikte imparatorluğun başkenti İstanbul da çürümüştü. İstanbul’da dile getirdiği fikirler sarayı tedirgin edince, akıl hastanesine sevk edildi. Fakat doktorlar, akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir rapor verdiler. Bu rapora rağmen, gözaltında tutulmaya devam edildi. Nezarette iken, saray, bu ateşin zekâyı etkisizleştirmek için altınla ödüllendirmek istedi. Kendisiyle konuşmaya gelen Zaptiye Nâzırına, "Maarifi tehir, maaşı tacil nedendir?" diye sorup ihsan-i şahâneyi reddetti. Bediüzzaman, Şark ulemasından sonra İstanbul’daki meşhur âlimlere de kendisini kabul ettirmekte zorlanmamıştı. Onunla görüşenler en girift sorularına cevap alıyor, "Sen gerçekten de Bediüzzaman’sın" demekten kendilerini alamıyorlardı. Meşrutiyeti İslâmî esaslar üzerine bina eden ve "meşrutiyet-i meşrua"yi öngören hürriyetçi fikirleri özellikle ilgi çekiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü talebelerden bir milis alayı kurup doğduğu toprakları savundu. Bitlis savunması esnasında yaralanıp Ruslara esir düştü. Yaklaşık üç yıl süren esaret hayatından firar ederek kurtuldu. Esaretten dönüsünde, ordunun adayı olarak devrin tek İslâm Akademisi olan "Darü'l-Hikmeti'l-Islâmiye"ye üye oldu. Anadolu’daki Millî Mücadeleyi "isyan" sayan fetvaya Anadolu ulemasıyla birlikte karşı fetva verdi. İstanbul işgali sırasında işgalci İngilizlere karşı yayınladığı bir eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüme mahkum edildi. Bu faaliyetlerinden dolayı, Ankara’ya Büyük Millet Meclisi’ne dâvet edildi (1922). Meclis'te resmi karşılama töreni yapıldı. Fakat yeni yönetici kadro ile millet arasında "kıble farkı" oluşmak üzere olduğunu görünce on maddelik bir beyannameyi Meclis’te dağıttı. Ardından, Van'a geri döndü. Şeyh Sait hadisesiyle bir ilgisi bulunmadığı, esasen her fırsatta; "Dahilde kılıç çekilmez." dediği halde bir çok mazlum gibi Bediüzzaman da nefy edildi. Önce Burdur'a, ardından Barla'ya sürüldü. Barla'da Risale-i Nur’u telif etmeye başladı ve tek başına bir mektep oldu. "Cevher insan" yetiştirmek için insanüstü bir gayret gösterdi. 1925'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlanan dini dışlama politikalarına karşı Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur adını verdiği eserleriyle İslam’ın temel altyapısını oluşturan prensipleri açıklamaya yönelik bir tarz geliştirdi. Bediüzzaman Said Nursî geliştirdiği bu Kur'ânî tarz ile akil, kalp ve duygu bütünlüğünü temin ederek iman hakikatlerini anlatmıştır. Böylece kelâm, tasavvuf ve pozitif bilimleri terkip ederek Müslümanlara yepyeni bir bakış açısı sunmuş, mektep, medrese, tekke ayrılığını ortadan kaldırmıştır. Risale-i Nur’u telif eden Bediüzzaman, bu eseri telif etmeye başlayana kadar olan hayatını Eski Said dönemi diye adlandırmıştır. Eski Said, daha çok imanın dışavurumu olan kurumlar, davranışlar ve siyasetle ilgilendi. Yeni Said ise, imanın tahrip edilmek istendiği bir ortamda, imanı korumak ve güçlendirmek için gayretini bu temel meseleye tahşid etti. Bediüzzaman’a göre temel mesele; insanin kendisine, diğer insanlara ve varlıklara mana-yi harfiyle bakması, yani onları iman ekseninde algılamasıdır. En önemli husus bunu sağlamaktır. Problemin çözümü Kur'ân'ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur Külliyatı ise, bu çağlar üstü mesajın günümüze bakan veçhesidir. Bediüzzaman’ın bu yöndeki gayretlerinden ürkenler onu defalarca tutukladılar. Eskişehir (1935), Denizli (1943) ve Afyon (1947) hapishanelerine attılar. Fakat onu inançlarını yaşamaktan ve risaleleri telif etmekten vazgeçiremediler. Bediüzzaman, İslâm dünyasının karsılaştığı en köklü ve yıkıcı tehlikeyi (dinde laubalilik ve fen ilimlerinden kaynaklanan inkar fikri) oluşan şüphelere ilmî ve mantıki cevaplar vererek izale etmiş ve milyonların imanınların kurtulmasına vesile olmuştur. 1960 senesinin 23 Mart'ında Urfa’da Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddî servet; bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, on lira ve bir miktar çay ve şekerden ibaretti. Manevi miras olarak; bu asrı aydınlatan ve gelecek asırları aydınlatacak Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’u ve dünyanın her tarafında milyonlarca "Kur’an talebesi" bırakmıştır. (Nursites.De) |
|
06-11-2009, 19:49 | #3 |
Eskiden verilen mücadelelerin meyvelerini yiyoruz fakat bu nimetin kıymetini bilmiyoruz zira o dönemlerde Bediüzzaman Said Nursî efendinin çektiği elem verici sıkıntılar,ki namaz kılmak bile nerede ise imkansızdı ve şimdi ise bu kadar rahat ve sıkıntısız olmasına rağmen bizler yüz çevirmekten geri durmuyoruz...
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|