AK Gençliğin Buluşma Noktası
Forum Köşe Yazarlığı Ak Parti Forum Köşe Yazarları buraya.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 05-13-2012, 15:59   #1
Kullanıcı Adı
alperen
Standart DÜNYAYA YÖN VERENLER
DÜNYAYA YÖN VERENLER

ALPEREN GÜRBÜZER



Dünyaya yön vermek müspet veya menfi yönde olabiliyor. Aşağıda vereceğimiz örnekler bunu teyit ediyor zaten. Tabii bizim tercihimiz insanlığı pozitif yönden etkileyen bilge insanların ön görüleridir. Şayet bir arada yaşadığımız dünyamızın kana bulanmama diye derdimiz varsa buna mecburuz da. Ama şu da bir gerçek dünya döndükçe iyi veya kötü, pozitif veya negatif gibi daha nice kategorize edebileceğimiz tüm ikilemler hep yaşanacak. Bu yüzden makalenin başlığını dünyaya yön verenler olarak attık. Bakalım neymiş bu yön verenler, izleyelim görelim.
Makyavelli; siyasetle ahlakın ayırt edilmesi gerektiğini, siyasi iktidarın korunması için her türlü hilekârlığın, ikiyüzlülüğün yapılabileceğini söyleyen pragmatis bir rehber. İşte bu yüzden o, siyaset ilmini pragmatizm zeminine oturtmaya çalışan ve bu yönde siyasi iktidarlara “Hükümdar” adlı eseriyle ışık vermeye çalışan insan olarak algılanacak. Galiba günümüz dünyasında dürüst siyaset, siyasi ahlak sadece lafta, sanki olaylar Makyavelizm’i doğruluyor da.
Paine; Amerika’nın vatanı İngiltere diyerek çıkış yapan bir isim. Aynı zamanda O bir kıtanın devamlı bir adadan idare edilmesine itiraz ederek Amerika’nın bağımsızlığına, hatta davasına gönül veren bir deha örneği. Böylece Paine, bu tip fikirler eşliğinde ABD ismini kullanan ilk insan olarak ta tarihe geçer.
Devletçi ekonomilerin istila ettiği bir dönemde, bir ülkenin zenginliğini sağlamanın en pratik kısa yolun her insanı serbest bırakmaktır deyip adından çokça söz ettiren filozof Adam Smith’dir. Bu yüzden Adam Smith liberalizmin ve kapitalizmin kurucusu olarak siyasi tarihe geçmiştir.
Thomas Robert Malthus; Nüfus konusunda ileri sürdüğü görüşlerle dikkat çeken bir öncü. Yani Adam Smith’in zenginliğin sebepleri üzerindeki incelemelerinin değişik bir versiyonu sayılan yoksulluğu esas almıştır. Mesela Malthus nüfus artışı için “ 1, 2, 3, 4, 8, 16, 32, 64, ..” şeklinde tasniflerken, gıda maddelerinde artışı ise; “1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, ..” şeklinde formüle etmiştir. Böylece yoksulluğun nedenini matematiksel verilerle izah etmeye çalışmıştır. Malthus’un yoksulluk üzerine kaynattığı kazan, hala lehte ve aleyhte tartışmalarla bugün bile devam etmektedir. Yani, kimi nüfus için güç diyor, kimi ise yoksulluk etkeni diyor. Derken değişik fikirler hız kesmeyip hayatın bir mücadele alanı olduğundan dem vurularak insan nüfusunun gıda hammaddelerinden daha hızlı bir şekilde arttığına, fakat bu durum bazen hastalık, deprem ve olağan üstü birtakım tabiat olayları ile dengelendiği noktasında birleşirler. Bu tür düşüncelerden güç alıp balıklamasına dalan Darwin ise güya canlılar âleminde acımasızca kavganın yaşanarak tabii seleksiyon denen ayıklama metoduyla güçlü olanların ayakta kaldıkları, zayıfların ise elenip yok oldukları sonucunu çıkarmıştır.
Henry David Thoreau; En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir, bütün seçimler bir çeşit kumar oyunu, eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapman şey alet olmamandır diye öğüt veren biri. Dahası Thoreau; “insanın vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalıdır” vurgusuyla bireyi ön plana alan anlayışın bayraktarlığını yapmıştır.
Mahatma Ghandhi; Mağdurların sesi diyebileceğimiz bir gönül kahramanı.O belli ki;Thoreau’nun açtığı meşaleyi Pasif direnmenin kutsal kitabı haline dönüştürerek bir adım daha ileri gitmiştir. Bir başka ifadeyle Ghandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” diye tez geliştirip Thoreau’nun sivil itaatsizlik prensibini bir nevi sivil inisiyatife çevirmiştir.
Proletaryanın sesi Karl Marks olmuştur. Karl Marks, Hegel’in diyalektiğini ters yüz edip, adeta diyalektizmi tarihi materyalist manifestosuna dönüştürmüştür. Zira savunduğu teorisini tarihi süreç içerisinde şu evrelerle izah etmeye çalışmıştır. Şöyle ki; sırasıyla antik çağ olarak nitelediği devrede köle ve esirler, feodal çağda toprağa bağlı köle ve senyörler, Kapitalist çağda ise patron ve ücretliler, en nihai çağ da bütün bu aşamaların noktalanacağı sınıfsız toplum, ya da komünal toplumun doğacağını söyleyen bir ideolog. Bu yüzden Karl Marks; “İşçinin satacak tek malı vardır o da emeğidir. Kâr, faiz ve rant işçiden çalınan artık değerin ürünüdür” diyerek artık değer teorisini ortaya atmıştır. Hatta Marks dini bile zenginler tarafından yoksullara yutturulmuş afyon olarak niteler. İşte Karl Marks’ın seveninin çok olmasının nedeni milyonlarca kişinin yoksulluk duygularını kabartmış olmasıdır. Hâsılı, Adam Smith felsefesini zenginler üzerine kurmuş, Karl Marks ise yoksullar üzerine bina etmiş ikililerdir.
Adolf Hitler, lider ya da Führer’e (şef) kayıtsız şartsız itaat etmek prensibini esas alıp tek düşman ilkesini ortaya koyması Nazizm’in ruhunu yansıtır. Dolayısıyla Hitler’in gözünde tek düşman Yahudilerdir. Keza Hitler demokrasi kavramı yerine liderlik ilkesini oturtturmuştur. Ona göre; “Çoğunluğa uymak budalalık alameti, aynı zamanda korkaklıktır. Yüz tane kafadan akıllı bir adam çıkaramadığımız gibi, yüz tane korkak kafadan kahramanca bir karar çıkartamazsınız” teziyle Führer sisteminin temellerini atmıştır. Böylece Nazizm ırk ayrımcılığı olarak sahne almıştır.
Aıfred T. Mahan; “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” görüşüyle adını duyuran kişi. Hatta O; İngiltere’nin ve Kuzey denizi ticaret yollarına hâkimiyeti ona üstünlük kazandırdığını, Japonların ise uzak doğuda en büyük deniz gücü olduğunu örnek gösterip teorisini güçlendirmeye çalışan bir başka bilge yetenektir.
Sır Halfrod J Mackınder; “Doğu Avrupa’ya hâkim olan merkez bölgeye egemen olur, merkez bölgeyi ele geçiren dünya adasına, dünya adasına egemen olan ise dünyaya hâkim olur” düşüncesini savunan adam. Yani Mahan’ın ileri sürdüğü görüşün tam tersi Merkez bölgenin Avrupa ve Asya’nın denizden olan kısmı olduğunu belirtmiştir.
Herrick; “Uçaklara hâkim olan üslere, üslere hâkim olan göklere, göklere egemen olan dünyaya hâkim olur” düşüncesini ortaya atarak hem Aıfred T.Mahan'dan hem de Sır Halfrod J Mackınder’den farklı bir tez geliştirmiştir. Böylece o da hava gücünün önemine dikkat çekmiştir.
Alfred Nobel; Kimya laboratuarında ölüm tehlikesine aldırış etmeksizin aşkla şevkle çalışan bir bilim adamı. Bir kere patlayıcı maddeyi neydi edip bulmayı kafasına koymuştu. Nitekim bu amaç uğruna yanında ki yardımcı eleman çalışma esnasında ölmüş, kendisi ise yaralı olarak kurtulabilmişti. Kurtulmasına kurtuldu, ama o hala patlayıcı madde bulma düşüncesinden vazgeçmiş değildi. Keza yine bir gün tezgâhın üzerinde en ufak sarsıntıda bile patlayacak nitelikte nitrogliserin maddesi duruyordu, bir ara eğilip kalktığında masaya dokunmasıyla o maddenin düşmesi bir oldu. Neyse ki korktuğu bu sefer başına gelmemişti. Çünkü nitrogliserin yerdeki kumlara karışarak çoktan hamur haline gelmişti bile. Tesadüf mü desek, tevafuk mu desek bilinmez amma, ortada bir gerçek var; en tehlikeli bir madde istenirse tehlikesiz hale gelebiliyormuş. Madem nitrogliserin kuma karışınca patlamıyor, o halde yapılacak tek şey nitrogliserinin içerisine kum, kil ve selüloz karıştırıp dinamit elde etmek varmış. İşte bu tür düşünceler eşliğinde Alfred Nobel tarafından icabına bakılıp öylede yapılır. Derken dinamit keşfedilmiş olur. Fakat bu kez bir başka problemle yüz yüze geliverdi. Belli ki bu sefer problem bir bambaşkaydı. Zira problemin niteliği vicdanları sızlatacak nitelikteydi. Meğer bulduğu dinamit kötü yollarda kullanılabiliyormuş. Bunları görünce çok üzülür. Artık bu noktadan sonra yapılacak şey kalmamıştı. Ancak yine de o bu buluşuyla kazandığı paraları fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış alanında insanlığa hizmet için koşan eser sahiplerine verilmek üzere Nobel vakfına bağışlayıp üzüntüsünü bir nebze olsa dindirmeye çalışan bilim adamıdır. Belki de onun 1896’da ölümü ile birlikte adına her yıl düzenlenen Nobel ödülü törenlerinin gelenek haline gelmesi bu yüzdendir.
Nicolas Copernicus; Dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini anlatan ilk bilim adamı. Bruno’dan farklı olarak uzayın sınırsız olduğunu belirten bilge şahsiyet. O bu gerçeği belirtti belirtmesine de, ama bedelini engizisyon mahkemesince yakılarak ödedi. Çünkü orta çağ kafası Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsiz tezine inanmıştı. Neyse ki geçte olsa tarih onu haklı çıkarmıştı.
Sır Isaac Newton; Evrenin nasıl matematik kanunlarla idare edildiğini gösteremeye çalışıp tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğuracağını, dünya dâhil tüm gezegenleri güneş etrafında dolaştıran kuvvetin çekim kuvveti olduğunu ileri sürmüştür. Yani, gezegenlerin elips şeklinde bir seyir takip ettiğinden hareketle tezini çekim kanunu ile açıklamaya çalıştı. Dahası, Newton üç keşif yapıp, şu başlıklar altında tasniflemiştir:
— Differansiyel hesap,
— Işığın birleşimine ait kanun,
— Evrensel çekim kanunu.
Heinsenberg; Tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğurduğu (belirlilik-deterrminizm prensibi) fikrine karşı çıkarak sebep netice ilişkisinin hiçbir zaman aynı sonuçları ortaya koyamayacağına vurgu yapıp belirsizlik ilkesini (indeterminizm) savunmuştur. Keza O; “Öyle bir noktaya varmış bulunuyoruz ki, gerçek denilen olgular bir duman halinde kayboluyor, madde parmaklarımızın arasından adeta kayıyor” demiştir. Gerçekten de madde ile ilgili birtakım işlemler uygulandığında enerji haline gelip buharlaşmakta, derken madde denen bir şey kalmamaktadır. Neyse ki Sibernetik bilimi (otomatik makineler tarihi bilim) Newton’la Heinsenberg arasındaki anlaşmazlığa son verip determinizm ve indeterminizm arasında bir yol bularak tabiatta cereyan eden bir çok hadisenin yaratıcı gücün tayin ettiği sınırlar içerisinde seyrettiğine dikkat çekmiştir. Dolayısıyla ortada ne belirlilik ne de belirsizlik var, sadece külli iradenin belirlediği daire içerisinde cüzi iradenin hareket manevrası söz konusudur.
Arşimet (Arkhimedes); Suyun kaldırma kuvveti kanunuyla meşhur bilim adamı. Şöyle ki; bilimin milattan öncesi ve sonrası olamayacağını belki de Arşimet’in hayatına bakarak anlayabiliriz. Zira o milattan önce 287 yılında Sicilya’nın Sirakuze şehrinde dünyaya geldi. İlginçtir babası da bir bilim adamı. Babasının adı Pheidias olup, daha çok ilgi alanı astronomi olmuştur. Belli ki babasından bilim ruhu oğluna da sirayet etmiş olsa gerek ki genç yaşta İskendireye’ye gidip zamanın ünlü matematikçi Öklid’e talebe olmuş. Üstelik yaşadığı dönemde Kartaca ile Roma arasında cereyan eden sonu gelmez savaşlara rağmen o bu savaşa aldırış etmeksizin bilim yolundan bir saniye olsun geri kalmadı. Hatta bir gün Romalı kumandan Marcellus’un Sirakuze’yi fethettiği sırada, askerlerinden biri sahilde kumlar üzerinde birtakım çizgiler çizen bir adama denk gelir. Elbette o adam Arşimet’ten başkası değildir. Tabii asker bu durumda Arşimet’i Marcellus’a götüreceğini söyler, ama hiç oralı olmaz, hala o kafasını kurcalayan problemi kumlar üzerinde çözme derdindedir. Asker bir kez daha seslenince; verdiği cevap müthiştir: “Problemi çözmeden asla bir yere gidemem” der. Askerin onuruna dokunmuş olsa gerek mızrağıyla ünlü bilgin Arşimet’in kalbine saplayıp oracıkta öldürüverir. O öldüre dursun, bu gün Arşimet bulduğu Arşimet kanunuyla bilim dünyasının gönlünde taht kurmuş bir vaziyette hala gönüllerde yaşamaktadır. İşte bilim böyle bir şey. Bugün onun sayesinde sıvıların kaldırma kuvveti ilgili prensipleri öğreniyor ve tüm dünya bu prensiplerle deniz altı, deniz üstü teknolojik buluşlar üzerine hamleler geliştiriyor. İşte tüm bu gerçeklerden hareketle Arşimet’le ilgili bilmem daha ne söyleyebiliriz ki. O zaten yapacağını yapmış, dolayısıyla onun için son sözümüz; “O unutulmayacak bir bilim adamıdır” demek olacaktır.
Albert Eınsteın; yirminci yüzyılın fizik dehası. Onu çocukluğunda görenler görünümüne bakarak saf birisi sanıyorlarmış. Hatta öğretmenleri onun için son derece donuk, ama bir o kadarda zihninin aksi istikamette çalıştığını dile getirmişlerdi. Oysa zaman içerisinde anlaşıldı ki pratik zekâya sahip biri. Bunun ilk emaresini ta 12 yaşlarındayken kendi kendine geometriyi çözmekle gösterecektir. Babası her ne kadar oğlunun kendi işlettiği elektrik fabrikasında çalışmasını arzulasa da, o bundan hoşnut olmayıp matematik ve fizik alanında ilerlemeye karar vermiş ve böylece Zürih şehrindeki politenik akademisinde okumaya koyulur. Derken fizik öğretmeni oluverir. Fakat öğretmenlik yaparak diğer çalışmalarının aksadığını fark edince soluğu İsviçre Patent ofisinde alıp oraya memur olarak atanır. Memuriyeti esnasında fırsat bulmuş olacak ki “İzafiyetin Özel Teorisi” adlı eserini yazmayı başaracaktır. Hatta bu eser onun biranda şöhret kazanmasına vesile olacaktır. Öyle ki; birçok ilim çevrelerince kendisine gıpta ile bakılan bir isim olmuştur. Dahası Avrupa üniversitelerinden birçok teklifler almaya başlar, bu teklifler sonucunda 1914 yılında Berlin üniversitesinde fizik profesörü unvanına kavuşur da. Ancak 1933 yılına gelindiğinde Adolf Hitler'in Almanya’nın başına geçmesiyle birlikte işler tersine döner. Çünkü birçok konular da Hitler'e karşı çıkmanın bedelini elinde ne var ne yok tüm mal varlığına el koyulmakla öder. Artık bu noktadan sonra doğup büyüdüğü Almanya’dan Amerika’ya hicret etmek zorunda kalacaktır. Ve en nihayet ömrünü 1955 yılında öz vatanından uzak Amerika’da gözünü kapatarak hayata veda eder.
Şimdi biz onun kısa biyografisini anlattıktan sonra asıl bizi ilgilendiren kısmı teşkil eden bilimsel çalışmalarına göz atabiliriz. Şöyle ki; o önce fotoelektrik kanunu geliştirip kitle iletişim araçların doğmasının kapısını aralar, sonra enerji ile kütlenin aynı şeyler olduğunu E= m.c² formülüyle teyit edip ortaya kanun koyar. Böylece kütlenin enerjiye dönüşmesi esnasında ortaya çıkacak müthiş enerjiyi gösterecek sırrın esrarı E= m.c² formülünde yer aldığı anlaşılıverdi. Derken kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu açıklığa kavuşmuştur. İşte bu formül sayesinde bugünkü teknolojik gelişmeler dal budak salabildi. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının sadece ve sadece cisimlerin kütlelerine bağlı bir kuvvet olmayıp, buna ilaveten küreler arasındaki magnetik alanların da (gravitasyonal çekim alanı) olabileceğini hesaba katmak gerektiği kanaatine varmıştır. Hatta o kanaatle yetinmeyip çekim sahalarının varlığını bir takım matematiksel hesaplarla ispatlayarak adını ilklere yazdıran bir bilim adamı hüviyeti kazanmıştır. Öyle ki o, güneş gibi büyük kütlelerin her daim etraflarında büyük çekim alanların var olduğunu, hatta bu çekim alanların uzayı bile eğip bükebilecek güçte olduğunu ileri sürüp dikkatleri bir anda üzerine çekmeyi bilmiştir. Bununla da kalmayıp, bu konuda; “Göreceksiniz 1919 yılının mayıs ayında bir güneş tutulması olacaktır. Güneşin çekim alanı nedeniyle ondan uzaktaki yıldızların ışıkları, güneşin yakınından geçerken ister istemez güneşe doğru kırılacaklardır elbet. İnanmayan gidip bakabilir, hatta teleskoplarını ona göre ayarlasın” diye bir iddiada bulunmuştur. Gerçekten denilen günde güneş tutulması gerçekleşir de. Bu yüzden onun izafiyet teorisi sayesinde güneşin çekim alanına kapılan bir ışığın 1,75 saniyelik bir derece ile kırılıp yol değiştireceği hesabı bilim dünyasında adeta bir çığır açmıştır. Dahası bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatladı. Hakeza yine Eınstein, sadece uzayı uzay olarak düşünemeyiz, hatta uzaya zamanı da katmak gerekir görüşünü ortaya atarak zaman kavramının izafi olduğunu belirtip; “Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur” şeklinde açıklar. Böylece o, zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Yani zamanın beynimizin ön gördüğü bir takım sıralama alışkanlıklarından kaynaklanan bir algılama biçimi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu sıralama daha çok “önce-sonra” tertibine göre ileri akma şeklinde algılanmaktadır. Oysa bu ön yargı olmasa “sonra-önce” tertibi de pekâlâ mümkün. Hatta rüya âleminde saatlerce yaşandığını sandığımız olaylar aslında birkaç dakika ya da birkaç saniyede cereyan eden hadiselerdir. Bir başka ifadeyle zaman mekânın bir değişik boyutudur demiştir. Bu arada onun vermiş olduğu meşhur bir asansör örneği var. Bu misalinde; “Bir an olsun kendimizi dünyada değil de asansör içerisinde doğduğumuzu düşünelim. Şayet asansör belli bir sabit hızla yükselirse bizim asansörün yükseldiğini fark etmemiz imkânsızdır. Tıpkı dünyanın döndüğünü fark etmediğimiz gibi..” der. Böylece Eınstein zamanın göreceli bir kavram olarak izafi bir algılama biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Özetle; Eınstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin ‘eğrili’ği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtan bir fizik üstadıdır. Her şeyden öte yer, zaman, şekil ve hareketle her ne varsa tüm ilişkilerin nispi olduğunu ve mutlak olmadığını haykıran bir bilim adamıdır. Nitekim O; “Deruni bir inanca sahip olamayan gerçek anlamda bir bilim adamı olamaz” demiştir. Bu sözler Mutlak olanın ancak Allah olduğunu hatırlatması bakımdan kayda değer olarak hep gönlümüzde yankılanacaktır elbet. Kaldı ki zamanın izafi olduğunu bundan 1400 yıl önce Kur’an-ı Muciz’ül Beyanda onaylanmıştır. Şöyle ki;
“De ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız? Dediler ki; Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor. Dedi ki: Yalnızca az (bir süre) kaldınız, geçekten bir bilseydiniz” (Müminun,112–114)
“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bir yıl kadar gibidir.”(Hac, 47)
“Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic, 4)
Blaise Pascal; Kendisi 1623–1662 yıllarında yaşamış, aynı zamanda Fransız filozof bir matematikçi olup birtakım otomatik hareketlerden yararlanarak ilk toplama işlemini yapan makineyi icat eden kişi olmuştur. Hatta o dişli çarkların hareketlerinden ilham alarak bugün bilgisayar sisteminde kullanılan ikili yapı işlemine dayalı bir cihaz yapmıştır. Ürettiği dişli çarkların bir mil ya da bir çivi vasıtasıyla döndürüldüğünde çarklarda kayıt altına alınan sayı 9 rakamını aştığında kayda 0 sayısı olarak geçmekte, derken bir sonraki çark 1 rakamı şeklinde sahne almaktadır. Böylece ortaya çıkan bu ikili sistem sayesinden dört işleme ait her türlü işlem rahatça yapılabilir hale gelmiştir. Pascal’ın yaptığı ikili sistem meşalesi bir çığır açmış olsa gerek ki Alman bilim adamı Gottfried Wilhelm von Leibniz (1646–1716) çarpma işlemi bile yapabilen hesap makinesi keşfedebilmiştir. Nitekim Leibniz makinesin toplama–çarpma ve çıkarma-bölme işlemlerini yapan üç bölümden ibaret bir düzenektir. Zira bu düzeneğin çarklarında çarpma ve toplama işlemlerini yapan çark çoğalmayı gerçekleştirirken diğer dişli çarklar ise kademeli çark görevi üstlenmiş yapıda görev ifa etmektedir.
Charles Babbage (1792–1871); ömrü boyunca diferansiyel ve analitik sistemle çalışabilecek makineyi keşfetmeye harcamış bir bilge insandır. Nitekim onun bu inanılmaz azmi sonunda meyve verip yaptığı analitik motor sayesinde bugünkü elektronik hesaplamaya dayalı çalışır cihazların rehberi olmaya hak kazanmıştır. Hatta Babbage’den takriben 40 yıl önce bir başka aygıt diyebileceğimiz delikli kartları keşfederek bugünkü elektronik sistemle çalışan cihazlara ilham kaynağı olan Joseph Marie Jacquard’ın hakkını da yememek gerekir. Her ikisi de bu konuda gerçekten öncü olmuşlardır. Zira onların öncülüğü sayesinde bu arada Amerikalı Herman Hollerith (1860–1920) nümerik hesaplamalarda işe yarayan kartları hem delici, hem ayırıcı, hem de okuyucu karta dönüştürebilmiştir. Böylece keşfettiği ikili sisteme dayalı istatistik hesaplamalarda kullanılan bu işe yarar kartlara jaquard kartları denmektedir. Derken sahneye Howard H. Aiken çıkar. O da delikli kartlarla yapılan tüm hesaplamaların otomatik hale dönüşebilecek bir sisteme kafa yormuş, sonunda Automatic Sequence Controlled Calculator (ASCC-otomatik dizilerle kontrol eden hesaplayıcı) cihazı 1944’te bulmayı başarmıştır. Böylece ASCC sayesinde bir yandan 0’dan 9’a kadar sayılar belirlenmiş, diğer taraftan hesaplanan sonuçlar veri tabanında kayıt altına alınabilmiştir. İşte Sibernetik çağına girişimiz Charles Babbage’denbaşlayıp Howard H.Aiken’le devam eden bir zincirle damgasını vurmuştur diyebiliriz. Nitekim hesap makinelerine elektronik sistemlerin ilave edilmesiyle birlikte gerçek manada Computer işletimi 1941 yılında Berlin’de Zuse tarafından gerçekleştirilip Sibernetik âleme adım atılmış oldu. Ardından J.P. Eckert ve J. W:Mauchly iki bilge insanın ortaya koyduğu daha hızlı bir şekilde çalışan ENIAC (Electronic Numerical Integrator and calculator-elektronik sayısal toplayıcı ve hesaplayıcı) denen bilgisayar icadı devreye girmiştir.
Marvin;17. yüzyıl matematiğin, 18. yüzyıl kimyanın, 19.yüzyıl biyolojinin çağıdır” diyerek adeta bilimsel bir tarih kronolojisi tespiti yapan apayrı bir bilge kişi.
Aristo; kanın karaciğerde teşekkül ettiğini, oradan kalbe gittiğini, kalpten de damarlarla vücuda yayıldığını söyleyen bir düşünür. Erasistratus da; “Ana damarların bir çeşit hava veya ruh taşımaktadır” der. Galen ise; “Arterlerin hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” diyerek konuya yeni boyut kazandırmıştır. W. Harway bu açıklamaların ötesinde bugünün bilgilerine yakın olarak kanın hareketi daima bir daire halinde olduğunu ve kalbin çırpınışlarıyla meydana geldiğini ve kanın kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine gittiğini sonra toplardamarlar vasıtasıyla sağ tarafa geldiğini gösterdi. Harwey bununla da yetinmeyip kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını ve vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını gösterdi. Fakat mikroskobu olmadığı için kanın atar damarlardan toplardamarlara geçtiği kılcal damarları göremedi. Yine de böyle kanallar olacağını düşünüyordu. Neyse ki Marcello Malpighi bu düğümü William Harwey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneylerle bu muammayı çözüp kılcal damar ağlarının varlığını ispatlayabilmiştir.
Galenus; ikinci asırda yaşamış meşhur bir hekim olup aynı zamanda ilk cilt sıcaklığını ölçen aleti bulan bilim adamıdır. Tipik özelliği hastalarının ciltlerini sıcaklık ve rutubet oranına göre ölçüp hastalık derecesini öyle teşhis ediyordu. Zaten bugün birçok ateşli hastalıkların teşhisinde onun ortaya koyduğu hararetin ölçülebilirliğini gösteren rakamların keşfi sayesinde bu noktaya geldiğimizi söyleyebiliriz Hatta Galenus insan hararetini (temperatur) ayırt etmekle kalmamış birçok ilaçları ısıtıcı ve soğutucu olarak gruplamışta. Nitekim haşhaş, afyon kaynaklı ilaçlar uyuşturucu türünden olduğundan soğutucu kabul edilmektedir.
Galile; Kopernik’in İslam’dan aldığı ilhamla dünyanın hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğü fikrini teyit eden eserinden dolayı ilerlemiş yaşına rağmen engizisyon mahkemesine verilen bilim adamıdır. Kolay değil orta çağ karanlığında tahrif edilmiş İncil’e aykırı beyanlarda bulunmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Fakat baskılara dayanamayıp iddiasını inkâr etmek zorunda kalmış, ama yine de o yüksek sesle olmasa da “E pur si mueve” diyebilmiştir. Yani “her şeye rağmen dünya deniyor” demiştir.O tüm çektiği sıkıntılar yetmemiş gibi tüm hürriyetleri elinden alınarak evine kapatılıp, 74 yaşında hayata veda ederken de Hıristiyan mezarlığına bile defnedilmemiştir. İşte bilim düşmanlığı buna derler. Neyse Galile’nin çektiği sıkıntılar bir yana dursun, yaptığı deneyler günümüz bilim adamlarına ışık kaynağı olmuştur. Nitekim bir cam balonun sıvıya daldırılıp bir yandan da sıcak bir elle boru tutulduğunda içerisindeki hava ısıtacağından ister istemez sıvı miktarı dışarıya doğru bir miktar kayacaktır, el çekildiğinde ise soğuma olacağından bu kez sıvı seviyesi tekrar yükselecektir. İşte bu mantık çerçevesinde basit düzenekle yapılan termometreye Galile termometresi denilmiştir. Dolayısıyla Galile’nin hararete dayalı ortaya koyduğu basit düzenekli termometre ölçüm cihazının keşfi sayesinde önce Danimarkalı astronomi bilgini Römer, ardından Fahrenheit ve en nihayet İsveç astronomu Anders Celsius'un kendi isimleriyle kodlanan termometreler geliştirilecektir. Böylece bu keşiflerle birlikte insanoğlu başta kendisi olmak üzere birçok nesnenin ısı ölçümünün kontrolünü elde etme imkânına kavuşup, ısı ve enerji ilişkisini de bir şekilde termodinamik kanunları üzerine oturtmayı başaracak düzeye erişecektir.Nitekim James Joule, ısı ve işin eş değerli bir enerji şekli olduğunun sonucuna varmıştır. Derken bu gün bu sonuçtan hareketle ısı ve işin joule cinsinden ölçülebilirliği ispatlanmıştır. Ayrıca bir makinenin çalışma esnasında (iş halinde) hem mekanik enerjiye dönüşür, hem de bir kısmı ısı şeklinde açığa çıkarak etrafta yutulmaktadır.
Torricelli; Galile’nin öğrencisi olup, atmosfer basıncını ilk defa ölçmeyi başaran bilim adamıdır. Görünüşte basit bir camdan ibaret bir düzenek gibi görünse de sonuçları itibariyle büyük bir öneme haiz alet olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim 1643 yılında bir ucu kapalı diğer ucu ise açık bir cam boru içerisine önce cıvayla doldurur, sonra parmağını açık olan cam boru üzerine kapatıp ters yüz etmesiyle birlikte içerisi yine cıvayla dolu bir kaba daldırır. Böylece borudan bir miktar cıva sızar sızmaz yaklaşık 24 santim civarında bir boşluğun oluştuğunu gözlemledi. Derken geriye 76 santimetrelik doluluk fark ediliverdi. İşte 76 santimetrelik doluluk atmosfer basıncına tekabül eden bir sayıdır ki; o gün bugündür bu buluş sayesinde barometre cihazları adı altında artık havanın yağışlı mı, ya da normal mi olacağını ölçer hale gelebildik. Yani hava basıncının seyrine göre gerek borudaki cıva, gerekse kap içerisindeki cıva seviyesi yükselir. İşte bu yükselen değerin seviyesine göre meteoroloji uzmanları hava tahmin raporları rahatlıkla sunabiliyorlar.
Jean Baptiste van Helmont; önce 100 kg ağırlığındaki toprağı kurutmuş, sonra kuruyan bu toprağa bir fidan dikmiş, derken beş yıl içerisinde bu diktiği fidanı gerek tabiatın sunduğu yağmur suyu ile gerekse kendisinin hazırladığı damıtık suyla sulayarak nihayetinde 90 kg ağırlığında bir ağaç yetiştirmeyi başarabilmiştir. Tabii burada iş bitmiyor, yetiştirdiği ağacın toprağını ayrıştırarak tekrar kurutup tarttığında başlangıçtaki 100 kg ağırlığından 60 gram eksildiğini gözlemlemiştir. Buradan çıkan sonuç Nasreddin Hoca misali “Ciğeri kedi yedi” diyen hanımına kediyi tartarak “Şayet bu kedi ise hani ciğer” diye cevap verdiği benzer bir tablo ile karşılaşılmıştır. Çünkü toprağın ağırlığında devasa eksilen bir şey yok gibiydi, hemen hemen başlangıcına eşit ağırlıktaydı. İşte Jean Baptiste van Helmont bu koca ağacın bugün adına fotosentez olayı dediğimiz havadan alınan karbondioksit ile kökleriyle alınan su ve güneşten aldığı ışık sayesinde büyümüş olmalı fikrine ulaşan bir bilim adamıdır. Hatta toprakta eksilen 60 gramın bitkinin ihtiyacı olan toprakta var olan bir takım mineraller olduğu tespit edilmiştir.
Antoine Laurent Lavoisier; Biyokimyanın kurucusu olup, o daha çok enerji bir şekilden bir şekle dönüşebilirliğine vurgu yapıp, ancak enerjinin ne yok edilebilir, ne de yeniden yaratılabilir görüşüyle gündeme gelmiş bir bilim adamıdır. Ayrıca enerjinin korunması prensibini kanunlaştırarak adına Termodinamik kanunu denilmiştir. Böylece bu kanun sayesinde kâinatta bir enerji transferi ve dönüşümü yaşandığını fakat toplam enerjinin sabit kaldığını öğrenmiş olduk. Elbette su (potansiyel enerji) ısınıp (ısı enerjisi) buhar(buhar enerjisi) olacak, buhar basıncı icabında bir dinamoyu(mekanik enerji) döndürmesiyle birlikte elektrik(elektrik enerjisi) kaynağına dönüşecek, elektrik ise gerektiğinde bir ışık, gerektiğinde bir elektrik ocağı vs. görevi üstlenip, üzerinde tekrardan bir su ısıttığımızda buharlaşma olayına yeniden şahit olacağız demektir. Burada enerjinin bir dizi değişim ve dönüşümlerini bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçse de değişmeyen tek bir gerçek var, oda bunca dönüşüme rağmen toplamda enerjinin sabit kaldığı gerçeğidir.
Marie Cure; Radyumu bulan kadın olarak bilim dünyasında yerini almıştır. Tabii bunun bir öncesi var. Zaten öncesi olmasa sonrası gelmezdi. Dolayısıyla 1895 yılında, Alman fizikçi Konrad Röntgen X ışınlarını bulmasıyla birlikte Tıp dünyası kullandığı birçok röntgen filmi veya röntgen cihazlarına onun adını vermiştir. Aslında bu garip ışınları bulmuştu bulmasına da fakat ne olduğunu bilmiyordu. Neyse ki bu olayın üzerine gidildi. Nitekim bu olayın üzerinden bir ay geçmeden bu sefer Fransız fizikçi Besquerel bir laboratuar analiz çalışması esnasında daha önceden tezgâhın üzerine koyduğu uran tuzlarına dönüp baktığında birde ne görsün tezgâhın üzerindeki fotoğraf camlarını etkilediğini gözlemledi. Belli ki uran tuzları tıpkı X ışınları gibi görünmeyen ışınlar yayarak hiçbir engel tanımadan materyaller üzerinde etki yapabiliyormuş. Hem Alman fizikçi hem de Fransız Fizikçi bu görünmez ışığı bulmakla elbette ki insanlığa büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Fakat ortada bir mesele var ki; o da bu görünmez ışınların nasıl kullanılacağı hususudur. İşte bu noktada Radyoaktivitenin varlığını belirleyip kullanıma nasıl koyulacağını ortaya koymak için kafa yoran karı koca ikilisi devreye girecektir. Bu ikili Marie Curie ve Pierre Curie’den başkası değildir elbet. Marie Curie’ye destek çıkan kocası Paris’in Sorbon üniversitesinde fizik ve kimya profesörü meşhur bir bilim adamıdır. Derken birlikte kurdukları laboratuarda çalışmalara hız verirler. Çalışmalar esnasında gördüler ki gerçekten bir takım maddeler radyoaktif ışınları yaymaktalar, o halde bunu elde etmek gerekir deyip yola koyuldular. Ve en nihayet bir uzun yorucu laboratuar analiz çalışmaları sonucunda “***blend” denen materyali ayırmayı başaracaklardır. Hatta buldukları bu esrarengiz materyale radyum adını vererek bilim dünyasının önünü açmışlardır. Bunca emek karşılıksız kalamazdı elbet. Zira karı koca ikilisine 1911 yılında Nobel kimya ödülü verilerek onurlandırılırlar da. Her şeyden mühimi artık Nobel ödülüne layık görülen bu buluş sayesinde bugün radyasyonla kanser tedavisi bile yapılabiliyor olmasıdır.
Charles Darwin; Aslında kendisi biyoloji eğitimi almamış meraklı bir tabiat bilimcisi. Fakat bilimsel kriterlerden yoksun bu merak günümüzde bile toplumları ve birçok insanının ruh dokusunu altüst etmeye devam etmektedir. Darwin teorisine destek açısından Avrupa’da ki beyaz ırkların diğer ırklara göre çok daha ileri ve modern konumda olduğundan dem vurarak, aslında ırkçılık konusuna yeni bir boyut daha kazandırmıştır. Düşünebiliyor musunuz hem biryandan insanların maymundan türediklerini söyleyeceksiniz hem de ırkçılık yapacaksınız, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Tabii bu sözle kalmayıp Darwin’den esinlenerek bu gün ırkçılık bilimsel bir görünüm adı altında sosyal Darwinizm’e dönüşmüştür. Öyle ya madem evrim var, o halde insan ırkları evrimin değişik katmanlarında değişikliğe uğrayarak üstün ırklar meydana getirmiş olmalıdır. Hemen bu varsayımdan hareketle Avrupa ırkları üstün ırk olarak ilan ediliverdi. Tabii bu duyuruda Türk ırkı da kendine düşen payı Darwin’in şu sözlerinde alacaktır. Bakın Darwin diyor ki; “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, uygarlığın ilerleyişine sizin sandığınızdan daha çok fayda sağladığını gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma düşüncedir. Avrupalı ırklar olarak bilinen uygar ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımızda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırkları tarafından elimine edilebileceğini(yok edilebileceğini) görüyorum”(Bkz. Oğlu Francis Darwin’in yazdığı “The Life and Letters Of Charles Darwin-Charles Darwin’in Hayatı ve mektupları isimli kitabın 285 ve 286. sayfaları)”. Söz konusu kitap incelendiğinde Darwin’in Kafkasyalı (Caucasian) ırklar dediği ırklar, Avrupalılar olduğu anlaşılacaktır. Çünkü antropoloji bilimi Avrupalıların Kafkasya bölgesinden geldiğinde hemfikirdir. Anlaşılan o ki Darwin biyoloji bilimini ideoloji kazanına çevirmekle kalmamış, dünyada tüm yaşayan ülkeleri ırkçılık tohumunun kucağına atarak insanlığı ateşe sürüklemeye neden olan bir düşünce adamı olarak hafızalarda yer edecektir. Neyse ki günümüzde ABD, Avrupa ve dünyanın pek çok yerinde; “Darwin Retried: ...”, “Darwin Black Bon”, “The Mıystery of orıgın”, “Not By Change”, “Evolutıon the fossils stell say No!”, “Acase accıdent and self organizatioın”, “Shatterıng Myths Darwınısm” ve “Darwin on Trıal” gibi değişik isimler altında kitaplar yayınlanarak evrim düşüncesi çürütülmüştür. Böylece bu yayınlar sayesinde toplumları bekleyen muhtemel tehlikelere karşı bir nebze olsun önüne geçilebilmiştir.
George Bole; Mantık ilmine cebir yöntemlerini büyük bir başarı ile uygulayarak matematikte ihtimal (Olasılık-Probability) hesaplarını keşfeden ilim adamıdır. O Mathematical Analysis of Logic(Mantığın Matematik analizi) adlı eseri ile bugünkü en basit hesap makinelerinden devasa bilgisayar sistemlerine kadar kullanılan tüm matematik hesapların doğmasına ışık saçmıştır.
Norbert Wiener iseGeorge Bole’den ilham alarak1958’de Hayvan ve makinede kontrol ve haberleşme eseriyle çığır açıp Sibernetik’in (makineler teorisi) piri olmuştur. Öyle ki o müthiş matematik araştırıcı zekâsıyla hayvan ve makinenin ortak ve benzer yönlerin bulunduğunu, dolayısıyla canlı ve cansız âlemin çalışmasında aynı kanunlara tabii olarak faaliyet içerisinde seyrettiğine dikkat çekip bilim dünyasını sibernetik gerçeğine odaklamıştır. Nitekim bilim dünyasındaki aşırı branşlaşmanın diğer bilim dalların kullandığı argümanlardan uzaklaşmaya yol açtığı gerçeğini de ortaya koymuştur.
Sigmund Freud’u meşhur eden bilinçaltı faaliyetlerin keşfidir. Freud insandaki zihni faaliyetleri üç aşamada gerçekleştiğini vurgulayıp, bunların:
— İd (ilkel içgüdü),
— Ego (id’in isteklerini sansür eder),
— Süper ego (vicdan) diye tasnif eder. İd, ego ve süper ego birbirleriyle uyumlu olarak çalıştığı zaman insanı mutlu olacağını söyler. Yine o; zihinde tutulmuş bastırılmış istekleri düşünceleri şuura çıkarma tekniğine serbest çağrışım olarak adlandırır. Rüyaya bakışı da çok ilginçtir. Şöyle ki; rüyaları iç çatışmanın eseri olarak görüp, uykunun bekçisi olarak niteler. Dahası rüyayı isteklerden doğan gerginliklerin boşaltılması olarak tarif eder.
Alfred Addler ise Freud’un cinsi içgüdülere çok fazla önem verilmesini eleştirerek insanın kendi üstünlüğünü ispat etme arzusu olarak dile getirir. Jung ise, insanları dışa dönük ve içe dönük varlık olarak açıklar. Hatta şahsiyetlerin gelişmesinde ırsiyetin önemine vurgu yapmıştır.
Velhasıl, pek çok buluşlar, görüşler ve kuramlar geldiğimiz noktanın zeminini hazırlamıştır diyebiliriz.
Vesselam.

https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer

 

alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi