05-14-2008, 11:04 | #1 |
Ateş Nereye Düşerse Düşsün Beni Yakar
Değerli Fahri Ağabey;
Bu satırları size Bosna’dan yazıyorum; Avrupa’nın en büyük su kaynağının başından. Burayı görmenizi isterdim. Yekpâre bir kayadan yükselen azametli bir dağ ve o dağdan fışkıran bir nehir… Evet, evet, tek bir kaynaktan fışkıran koca bir nehir.. ve suyun çıktığı mağaranın hemen ağzına, sırtını dayamış bir tekke… Erenler Tekkesi… Zarif bir mimarî ile yapılmış şirin bir ecdat yâdigârı… L şeklindeki yapısıyla, azametli dağın bir o kadar merhametle açılmış kolları gibi duruyor. “Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşacık kök ve damarları ‘Bismillah’ der, sert olan taşı ve toprağı deler geçer.” ifadeleri, sanki burası görülmüş de öyle yazılmış. Zîrâ bu azametli dağın bağrından yüzlerce ağaç fışkırmış. “Allah nâmına, Rahmân nâmına…” diyerek kayaları delen bu ağaçların gölgesinde bir türbe var. O türbede de olanca vakarıyla uzanmış iki sanduka. Sandukaların üstünde bir kılıç asılı. Heybetli bir çelebi gibi kim bilir kaç asırlık nöbetine devam etmekte. Yeşil örtülerin altında uzanan bu iki sanduka ve üstlerinde asılı duran kılıç, ruhla aksiyonu iç içe resmeden bir tablo. Bu muhteşem tablo insana neler anlatmıyor ki!.. Buradaki kutsîlerin ne ruhî derinlikleri aksiyonlarına mâni olurdu, ne de aksiyonları mânâ âlemlerinde pervâz eden ruhlarına kement. Bu kutsîler, gündüzleri gâzâ neferleri, geceleri dua erleriydi. Aynı yiğitler, tekkelerini nehrin hemen kaynağına kurmakla da insan ruhuna çok şeyler fısıldıyorlar: “Bu nehir gibi olacağız, hakikatleri kaynaklarından olduğu gibi alarak nefsâniyet kurnalarında bulandırmadan dillendireceğiz. Berrak.. temiz.. tertemiz… Ve kıyısında bulunduğumuz su gibi durup dinlenmeden, kimseden esirgemeden akacağız, hep akacağız, geçtiğimiz yerlere hayat taşıyacağız.” Ya tekkenin hemen üstündeki kayalıkları mesken tutmuş beyaz güvercinlere ne demeli?!.. Kim ne derse desin bence bu beyaz güvercinler buradaki gönül erlerinin ak niyetlerinden başka bir şey değil Fahri Ağabey. İnsan ruhuna ötelere ait bin bir nağme fısıldayan bu âsûde iklimde, bahçedeki incirin altına oturmuş, size yazarken, bir yandan da Türk kahvesini yudumluyorum. Bizim kahveyi Bosna’da içmek lâzımmış Fahri Ağabey. Bakır bir tepside, bakır bir cezveyle getirip kulpsuz bir fincanda ikram ediyorlar. Tepsi, fincan ve cezvede mutlaka ay yıldızlı motifler olması lâzımmış, yanında da lokum. Size loş bir ışıkta yazıyorum. Sesiyle insanı alıp götüren bir suyun başına oturup loş bir ışıkta yazmak bende ne tedâiler yapıyor tarif edemem. Gaz lâmbasının titrek alevindeki çocukluğumun geceleri geçiyor gözlerimin önünden. Fakir ama mütevekkil. En fazla yatsıya kadar devam eden, kısa ama renkli geceler. O huzurlu demlerin kucağında gezerken birden karabulutlar sardı yüreğimi, tahammülsüz acılara attı beni. Ah Fahri Ağabey ah!. Ah ki kelimelerle yok ifadesi... Lise son sınıftaydım. Amcamı ziyaret maksadıyla köye gitmiştim. Akşam köy kahvesine gittik. Yine böyle loş bir ışık vardı. Gaz lâmbasının altında, kendi hâlimizde hasbıhal ederken bir ‘cemse’nin sesi kulaklarımızı doldurdu. Biraz sonra içeriye özel timden uzun boylu biri girdi. Bir sivil gibi ‘Selamünaleyküm ağalar.’ dedi ve elini göğsüne götürdü. Hep bir ağızdan ‘Aleykümselâm.’ dedik. O selâm.. o mert duruş.. ve o mütebessim çehre… Sıcacık bir meltem gibi esti kahvede. Net ve berrak bir sesle, ‘Ağalar, köyünüze gelirken yolun sağındaki bahçeden…’ elini cebine götürüp birkaç tane erik çıkardı ve bize uzatarak: ‘Bunları aldım, akşam çocuklarıma götüreceğim. Bu erikler kiminse hakkını helâl etsin.’ dedi. Kahveden ‘Helâl olsun!’ nidası yükseldi. ‘Ananın ak sütü gibi olsun!’ Hepsi bir koronun usta fertleri gibi içten, aynı anda söylediler bu sözleri. Hem şaşkınlık hem takdir hem de mutluluk okunuyordu yüzlerinden. Gaz lâmbasının altında sakallarından keder akan adamların çehrelerindeki memnuniyeti görünce, Yavuz Sultan Selim’in (ra) bir seferde ordusunu durdurup askerin çantalarını kontrol etmesini hatırladım. Hiçbirisinin torbasında geçilen bağ ve bahçelerden bir şey bulunmaması üzerine ‘Eğer bir tek askerin çıkınında haram bir şey bulsaydım bu seferden vazgeçerdim.’ sözleri canlandı zihnimde. ‘İşte işte!’ dedim, ‘Bütün umerâ-yı ekrâdı, İdris-i Bitlisî’nin gayretiyle savaşsız Yavuz’a bağlayan ve Osmanlı’ya itaat ettiren sır bu!’ Gaz lâmbasının ancak aydınlattığı o mekânda içimize binlerce lâmba yakan bu yiğit, çıkıp giderken bütün konuşmaların başköşesine oturdu. Her konuşan, bu hakperestliğe övgüler düzüyordu. Gerçi bir iki çatlak ses de yok değildi; ama onlar ilk defa bu kadar cılız çıktılar. İlk defa sessizliğe mahkûm olup öylece kalakaldılar. Çok geçmeden huzurumuzu kaçıran silâh sesleri, hepimizin yüreğine korkuyu bir bıçak gibi sapladı. Olduğumuz yere çöktük. Ne dışarı çıkabiliyor, ne de dışarıdan haber alabiliyorduk. Kahredici bir korku ve merakın pençesinde çaresizce bekliyorduk. Bu durum ne kadar sürdü bilemiyorum... Nihayet silâh sesleri kesildi, ardından ürkütücü bir sessizlik yayıldı geceye. Kadınlarımız, çocuklarımız, anamız, babamız, koyunumuz, hayvanımız.. dışarıda canlı adına ne varsa öldürülmüş de sinsice bizi de öldürmeye geliyorlardı sanki. Silâh sesleri ve ardındaki sessizliğin şokundan kurtulamadan yine bir cemsenin sesiyle irkildik. Cemse, kahvenin önünde durdu. Ayak sesleri doluştu kulaklarımıza, ardından kapı açıldı, dört er kollarından ve bacaklarından tuttukları bir askeri en yakındaki masaya yatırdı. Aceleyle elbiselerini çıkarmaya çalıştılar. O sırada Rıza Dayı lâmbayı alıp onlara yaklaştı. Masada yatan askerin yüzünü görünce hepimiz şok olduk. Hepimizin gözlerine yaşlar hücum etti. Tam o sırada masadaki askerin cebinden ham erikler dökülüverdi. Zemine çarpan erikler yüreğimize kurşun gibi iniyordu. Bütün köylü ağlıyorduk. Gaddar Remo bile. Bir ara erikleri toplayıp o askerin çocuklarına götürmek istedim. Sonra ‘Hey şaşkın!’ dedim kendi kendime, ‘Dağ gibi babaları gitmiş, senin düşündüğün şeye bak.’ Aman Yâ Rabbi bu nasıl bir acıdır böyle?!.. Bir şey yapamamanın acziyle bir daha ağladım. Hiç olmazsa buradaki insanların gözyaşlarını gösterebilseydim bu şehidin çocuklarına. Başımı minik dizlerine koyup babalarına kurşun sıkanlarla, babalarına ağlayanları aynı kefeye koymamaları için yalvarabilseydim. Yürekleri acıyla tanışan herkese, askere kurşun sıkanlarla aynı kefeye konduğunda yangın yerine dönen bu yüreklerin acılarını anlatabilseydim. Zîrâ en büyük sancıyı bir de bu yürekler çekti zamanında ve belki de hâlâ çekiyorlar. Onlar, ‘Asırlardır beraber yaşadığımız, mazlumiyet ve mağduriyetlerde omuz omuza olduğumuz bu bünyeden kopmamızı isteyenler, hep düşman bildiğimiz kimseler değil mi? Hâl böyleyken nasıl onların istediklerini ister, tezgâhlarına malzeme olursunuz? Düşmanın açık bıraktığı kapılar, onların istediği yere çıkmaz mı? Yıllarca bu coğrafyayı emen kanlı eller adına bu mağdur coğrafyada bir Truva atı olmayı hangi vicdan ve insafa sığdırıyorsunuz?’ dediğinde bazıları bu insanlara ‘Satılmış, asimile olmuş.’ diyorlardı. Yıllardır ihmal edilen bir coğrafyada ‘İnsana eğilmeli, her kırık gönülle ilgilenilmeli.’ fikirlerini yüksek sesle söyledikleri zaman bu sefer de birileri onlara ‘Hain!’ diyorlardı. Ama şükürler olsun ki bu vatanın gerçek sahipleri, ‘Ateş düştüğü yeri yakar.’ bencilliğine inat ‘Ateş nereye düşerse düşsün, beni yakar.’ âlicenaplığına kulak kesildiler ve pek çoğunun ateş dökmeye çalıştığı buraların en ücra yerlerine kadar geldiler. Yıllarca buralarda zulümle hüküm süren ‘cehalet ağa’ ve en az onun kadar zâlim olan oğulları ‘zaruret bey’ ve ‘ihtilaf efendi’ye bütün samimiyetleriyle karşı koydular. Buradaki insanlar da Millî Mücadele’deki gibi bir kez daha seferber oldular. Okullar, dershaneler açtılar. Bu müesseselerde kafası ve kalbi aydınlanan nice delikanlı, bu insanlık davasının kara sevdalısı oldu. Bu sevdayla dünyanın dört bir tarafına giden sevgi kahramanlarının arasına katıldı. Bize de burası düştü Fahri Ağabey. Burada kimse bize ‘Sen doğulu musun, batılı mısın?’ diye sormuyor. ‘Şucu musun bucu mu?’ demiyor. İstisnasız bütün Boşnaklar, bizi Ebû’l-Feth Hazretleri’nin torunları olarak bağırlarına basıyor. Buradaki insanların dertleri ve Osmanlı evlâtları olarak bizden bekledikleri karşısında memlekette yaşadığımız onca kısır çekişmeler öyle küçük kalıyor ki Fahri Ağabey… Yıllarca hedefsiz, ufuksuz kalışımız; bir ev, bir araba, bir yazlık, köşede biraz paradan ibaret ideallerimiz… Zengin bir kız ile fakir bir gencin aşkından ibaret filmlerle ağlayışlarımız… ‘Hababam Sınıfı’ ve kahkahalarımız, kahvelere doluşup hâlimize bakmadan memleket kurtarışlarımız. Câmi önlerinde verdiğimiz birkaç kuruşla avuttuğumuz vicdanlarımız... Aydınlarımız, gazetelerimiz, dergilerimiz… Kaybolan değerlerimiz, hırslarımız, nutuklarımız, sıkılan yumruklarımız... Kahrolsun sloganları ve kahreden kardeş kavgalarımız.. ah.. kardeş kavgalarımız.. yitirdiklerimizle şanlı bir geçmişin müflisleri olarak hiç olmazsa beraber oturup ağlaşmamız lâzımken birbirimizden ne istemişiz. Bu bir yana, birbirimizle uğraşıp küçük hesapların peşinde koşarken daha nice coğrafyaya da elemler salmışız. Bunu anlamak için Bosna’da olmak lâzım Fahri Ağabey veya Bosna gibi Anadolu’nun yollarını gözleyen diğer mağdur adreslerde. Keşke askerliğin vatan borcu olması gibi memleketimizin her yiğidine, ümit ağaçlarını Anadolu’dan sulayan yerlere gitmek de bir borç olsaydı! Dünyanın dört bir tarafına giden kutsîler gibi onlar da sevgiyle şahlansalardı. Afrika’nın açlarından, Amerika’nın merhamet fukaralarına; Asya’nın bezgin ruhlarından, Avrupa’nın huzursuz kalblerine kadar, bütün insanlığın dertleriyle ızdırap duyan ışık süvarileri gibi olsalardı! O zaman ne küçük hesaplar kalırdı ne de mânâsız çekişmeler. Bu âsûde iklimde 21. yüzyıl alperenlerinin hatırasıyla ruhum nasıl coşkun, nasıl kıpır kıpır anlatamam. Size yazacak o kadar şeyim var ki… Ama hepsini yazmaya şu an ne kuvvetim kaldı, ne de isteğim. Hani beyaz güvercinlerden bahsettim ya mektubumun başında. Az önce ne olduysa hepsi birden lâhûti bir edayla terennüme başladılar. Belki de muhabbet fedailerinden bahsettiğimi anladılar. Onun için dua ediyorlar. Yazamam gerisini artık. Kal sağlıcakla Fahri Ağabey!
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|