08-23-2008, 10:54 | #1 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
DEMOKRASİ VE İTAAT
ALPEREN GÜRBÜZER Avrupalıların düzenden anladığı, kuvvettir. Hak ve hukuku ise, “Kuvvete” dayanır. Batının kuvvetten kastı vahşettir. O kadar vahşette ileri gittiler ki insanları aslanlara bile parçalatabilmişlerdir. Yani, batı kendi dindaş ve ırkdaşlarından dahi adalet ve hürriyeti esirgemişlerdir. Bu yüzden Roger Graudy: “Batının getirdiği hal çareleri iflas etmiştir” sözlerine ilaveten: “İslâm haksızın kolunu indirecek tek kuvvettir” diyor. Bu güzel veciz sözlere bizde ilave olarak şunu deriz: Evet! Bizim kuvvetimiz; İlay’ı kelimetullah için Ak Nizam-ı âlem’dir. Demokrasi kavramının, yüzlerce tarifi ve bu tariflere uygun tatbikatlarını bilmeyen yoktur. Buna rağmen kendi kültürümüzde mevcut olan demokratik zihniyet anlayışını görmemezlikten gelinerek kökü dışarıda olan statükocu görüşlere merak salıyoruz hep. Her nedense bazı çevreler, demokratik halklar, sosyal demokrat, demokratik katılım vs. gibi kavramları ortaya koymasına koyarlar da, iş ciddiyet boyutuna taşındığında bir türlü bu güzel kavramları içlerine sindiremiyorlar. Çünkü onlar demokrasi kavramından ürkerler, daha çok derin güçlerden medet umarlar, onların nezdinde halk, sadece seçimden seçime hatırlanan yığınlar olarak görülür. Dikkat edin, İngiliz, Hollanda, Danimarka ve İsveç’te “Taçlı Demokrasi”, Almanya, Fransa ve İtalya’da ise “Taçsız Demokrasi” anlayışı mevcut. Neden bizde de Köklerimizle barışık Demokrasi anlayışı olmasın ki? Hukukun üstünlüğü diyoruz, acaba üstünlüğünü savunduğumuz hangi hukuk diye hiç sorup araştırıyor muyuz? Yüz seneyi aşkındır Anayasa meselesiyle meşgulüz. Bir türlü Anayasa tartışmalarını sona erdiremedik, hala halkın vicdanına hitap eden bir anayasa yapmış değiliz. Bilindiği gibi 1924 Anayasası bütün kuvvetleri TBMM’de toplamıştı. Tabi ki 1924 Anayasası’nı hazırlayanlar ilk başta ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ prensibini esas almıştılar, böyle yapmaya da mecburdular. Çünkü ortada İstiklâl Savaşı şartlarının önümüze koyduğu tablo vardı. 1961 Anayasasında ise, ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi hâkim olmuştur. Yani, yasama, yürütme, yargı bağımsızlığı esas alınmıştır. 12 Eylül Anayasası’da bu ölçüyü rehber almıştır. Aslında ‘Kuvvetler ayrılığı’ prensibi otoritenin kötüye kullanılmasını önlemek, ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ kaidesi ise hürriyet ve hakların istismar edilmesini önlemek ihtiyacından doğmuştur. Yani biri otokrasiye karşı diğeri ise anarşiye karşı bir emniyet sübabı olarak düşünülmüş. Mesela Meşrutiyet fikri de kuvvetler ayrılığı prensibinden güç almıştır. Hatta Tanzimat’ın kaynağında bu fikir yatar. Demek ki, Kuvvetler ayrılığı prensibi otorite buhranı dönemlerinde gündeme gelmiştir diyebiliriz. Malum olduğu üzere Montesquie’nin kuvvetlerin bölünüşü ve ayrılışı ile ilgili fikirleri siyaset dünyasında çok büyük yankı bulmuştu. Oysa bu fikir 17. asırda Monarşi otoritesini yıkmak için ortaya atılmıştı. O sıralarda Hitler demokrasi kavramı yerine liderliği yani ‘’Führer”i bina etmişti çünkü. Bu yüzden, etki tepki meselesinin gereği ister istemez Führerci oluşumlara engel olmak adına kuvvetler ayrılığı prensibi siyaset dünyasında yerini bulmuştur. Şef’e tapınma ya da lidere tapınma sadece Hitler’e mahsus bir durum olmayıp, bütün totaliter ideolojilerin vazgeçilmez alın yazısıdır. Çünkü Otokrasi ile demokrasi taban tabana zıt ikilidirler. Demokrasiler halkın iradesinden, Otokrasiler ise tarihin iradesinden güç alırlar. İster otokrasi kanalıyla isterse demokratik yollardan iktidara gelinsin, Kur’an-ı Kerim; “İşte bu makamda nusret ve hâkimiyet hak olan Allah’ındır!” hükmünü ortaya koymuş ve hiç bir makamın Allah’ın mülküne tahakküm kurmasına izin veremeyeceğini bildirmiştir. Ulu’l Emr (idareci), sadece hükümleri icraya memur vasıtadır, gaye değildir. Zaten dünyada gerçek anlamda demokrasi, yani tam demokrasi örneği yoktur. Aslına bakılırsa çoğunluğun azınlığı idare etmesi tabii nizama aykırıdır. İslâm’da yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya karşılıklı kontrol esas söz konusudur. İdare edenlerle idare edilenler birbirini karşılıklı denetlerler adeta. İslam, bir nevi Otokontrol sistemine dayanan bir yönetim modelini savunur. Hz. Ömer (R.A.)’in; Şayet doğruluktan ayrılırsam sözüne karşılık arkadaşları; “Ya Ömer seni kılıcımızla düzeltiriz” ifadeleri asrısaadette karşılıklı kontrolün ve denetiminin olduğunun tipik misalidir. İslâm’da idare edenler umum-u efkârın kontrolü altında olduğu gibi, umum-u efkâr da (kamuoyuca) kanunlara riayet etmekle mükelleftir. Görüyorsunuz, dünya hala mükemmel bir demokrasiye sahip olamadı, ama ashabın hayatında karşılıklı otokontrole dayanan mükemmel bir nizamın varlığını görmek mümkün. Anlaşılan bizdeki demokrasi anlayışı, çoğunluğun azınlığı idare etmesi demek değildir. Hem çoğunluğun hem de azınlığın katılımını (sivil katılım) sağlayacak bir demokratik anlayışı esastır. Günümüzde Liberalizm; idare edilenlerin, Otokrasi idare edenlerin, İslâm ise Allah adına bütün kesimlerin lehine tavır alır. Parayı putlaştıran toplumlar kapitalizmin boyunduruğunda, toplumu tabulaştıranlar komünistlerin hükümranlığı altında, Devleti ilahlaştıran toplumlarda faşizmin pençesi altında helak olmaktadırlar. Seçkin diye kendini tanımlayan elit tabaka, ne zaman ki halkla kaynaşır, o zaman gerçek demokrasi ortaya çıkabilir diye umuyoruz. Maalesef insanlık bugün şu üç başrolde oynayan aktörlere kurban edilmektedir: 1- Para babası, 2- Politikacı, 3- Anarşist. İnsanları ilim, tefekkür ve demokratik anlayış yönetmiyor, başrolde oynayan bu üç aktörler tarafından ülke halkları aldatılıyorlar. O halde tabandan tavana, tavandan tabana dönüşümlü yeniden yapılanma şart ve gerekli de. Aksi takdirde, aydınların aydınlatamadığı toplumu şarlatanlar aydınlatabilir, bu kaçınılmaz. Gerçek demokrasilerde devletin ideolojisi olmaz. İdeolojiler arası yarışmaya fırsat verilir sadece, toplum içindeki farklılıklar zenginlik olarak addedilir, işte gerçek demokrasi budur. Devleti belli bir ideolojinin hizmetinde koşturmak hem adil değil hem de demokratik değildir, olsa olsa onun adı faşizanlıktır. Devletin farklı fikirler karşısında “hakem” olması, vatandaşın sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda düzenlediği organizasyonlara destek vermesi, hatta halkın hizmetine koşması ve hadimlik rolü üstlenmesi gerekir, aynı zamanda devlet eşit şartlarda ve imkânlarda yarışan insanlara saygı duymakla gerçek demokrasiye kavuşacaktır. Ehl-i sünnet âlimleri, devlet reislerinin, adaletli, idari, siyasi ve askeri işlerden iyi anlayan, iktidar sahibi, dirayetli kimselerden seçilmesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Böyle kabiliyetli, liyakatli devlet reislerine itaat, bi’l ittifak vaciptir diyorlar. Evet, itaat etmek başka, isyan etmek başkadır. Ulemamız gerçeği ve hakikati daima itaat içinde aramıştır, isyanı hiç bir şekilde tasvip etmemişlerdir. İtaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar (demokratik yollar), uygun şartlar, meşru yollar bulunabilir. Resûlüllah (S.A.V.); “Her kim emirin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse sabretsin (isyanla hareket etmesin). Çünkü her kim sultana (itaatten) bir arşın ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür” buyurmaktadır. Dolaysıyla bizim kültürümüzde şükür, sabır ve iman öğeleri sistemimizin ana ruhunu oluşturur. Bakın isyanların getirdiği ağır mesuliyet gerektiren bedeller şu örneklerde gizli. Nasıl mı? Şayet Endülüs’te, şehzadeler memleketi bölerek baş çekmeselerdi, belki bugün Avrupa ve Fransa’dan söz edilemeyecekti. Osmanlı’da iç kargaşalıklar olmasaydı, muhtemelen bugün Ortadoğu endişesi olmayacaktı. Sahabeler arasında içtihatta tevellüt eden ihtilaflar olmasaydı belki de tarih, Haçlı Seferleri’ni yazamayacak, yeryüzünde kilise kalmayacaktı. İslâm, sultana itaati emretmekle beraber bu itaati kayıtsız şartsız olarak sınırlandırmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine uyduğu müddetçe, yani isyanı gerektirmeyen meseleler için” söz konusudur. Rasulullah (S.A.V.); “Emirlerinizi hem neşeli hem kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması halinde, onları dinlemeyeceksiniz” diye buyuruyor. İmam Nevevi bu hadisi şerifi söylerken şöyle der; “Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz, bunu inkâr ediniz. Yani kabul etmeyiniz ve hakkı münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icması ile haramdır.” Nitekim Peygamberimiz (S.A.V.); “Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hak kelamı söylemektir” hadisi şerifiyle meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.); “Allah’a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak maruftadır” buyurmuştur. Bu hadisi şerif şu olay üzerine varid olmuştur. Rasulullah (s.a.v) bir gün bir orduyu yola çıkarır. Başlarında da Ensar’dan birini komutan tayin ederek itaat etmelerini tembih eder. Sefer sırasında askerlere sinirlenen komutan, odun toplattırır ve büyük bir ateş yakmalarını söyler. Odunlar toplanıp yakılınca, askerlere kendilerini ateşe atmalarını emreder. Askerler: “—Biz, Hz. Peygambere kendimizi ateşten korumak için tabi olduk. Bir de ateşe mi gireceğiz” deyip emri reddederler. Sefer dönüşünde durum Rasulullah’a (s.a.v) anlatılınca bu tavırlarının doğru olduğunu beyan etmişlerdir. İmam-ı Azam, Halife Mansur tarafından nice zulüm, işkencelere maruz kalmasına ve hapishaneye girmesine rağmen halkı isyan etmemiş ve bir tane olsun huruç(başkaldırış) fetvası vermemiştir. Bilakis zulmen atıldığı hapishanede şehit olmuştur. İmam-ı Azam, devlet erkânının zulümlerine destek ve alet olmak endişesiyle kadılık teklifini kabul etmemiştir. Halife Mu’tasım Billâh da İmam-ı Hanbel’i, Kuran’ın mahlûk (yaratık) olduğuna dair fetva vermeye zorlamış, tabii ki o büyük imam itaat etmemiş, isyana teşvik edici beyanda bulunmamıştır. Buna rağmen o da şehit edilmiştir. Bediüzzaman Said-i Nursi yirmi sekiz sene hapis hayatı yaşamış, sürgün ve çilelere maruz kalmış, bununla beraber ne kendisi ne de talebeleri isyana ve şiddete başvurmuştur. Daima hukuki yollardan müdafaa yoluna başvurmuştur. Said-i Nursi demokratik zihniyetin en üst doruğuna da ulaşarak: “Risale-i Nur talebeleri asayişin manevi bekçileridir” der. Evet! O, hep nizamı, asayişi savunmuştur. Nizamın ve asayişin zıddı ise anarşidir nitekim. Anarşi ve isyanın defterinde hukuk, kaide ve kurala yer yoktur. Başıboşluk, isyan ve başkaldırış anarşinin ve anarşizmin felsefedir zaten. Bizim kültürümüzde anarşiye geçit verilmez. Şöyle ki; Elmalı Hamdi; “Gayri Müslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını” beyan etmişlerdir. Feteva-yı Hindiye eserinde ise bu hususlarda, yani nizamın sağlanmasında; “Emr-i Bi’l Marufu Umera (devlet yöneticisi) el, ulema (âlimler) dil, avam-ı nas (halkın genel seviyesi) ise kalp ile yapar” ifadeleri vardır. Nitekim Rasulullah (S.A.V.); “Bir yerde kötülük gördüğünüzde elinizle, gücünüz yetmiyorsa diliniz ile buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz ediniz. Zira bu imanın en zayıf derecesidir” beyanları Fetavayı Hindiyye’deki açıklamaları teyid eder. Hadiste geçen “...imanın zayıf derecesi” hükmünü İmam-ı Nevevi; “Sevabın noksaniyeti” olarak tefsir etmiştir. Herhangi bir hadisi şerif ve ayeti kerimenin çıplak manasına bakıp da anlamı işte budur, diyemeyiz. Ayet ve hadislerin gerçek anlamlarını, neye işaret ettiğini anlamak için sahasında uzman, âlim ve içtihat şartlarına haiz ehil kimseler olmalı ki, ne manaya geldikleri anlaşılabilsin. Bunun dışında insan kendi kendine tefsir edemez, âlime başvurmak gerekirmiş demek ki. Velhasıl, demokrasinin şekli müesseseleri; Anayasa, seçim, devlet başkanı, yargı, hükümet (idare edenler) ile idare edilenler, sivil toplum, yani halktır. İdare edenler adil olmak zorunda, idare edilen halkta itaatkâr olmalı. Demokrasinin dış şekli önemli olduğu gibi, muhtevası da (özü) yani içi de önemlidir. İç güzel olunca dışa da yansıyacaktır elbet. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
08-24-2008, 17:28 | #2 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
yorum yokmu
|
|
08-24-2008, 17:42 | #3 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
Siz aşmışsınız üstadım artık..Yazılarınıza yorum yetiştiremiyoruz..Yine çok önemli ve harika bir köşe yazısıydı..Bir solukta okudum..Her yazınızı merakla bekler olduk.. Ne diyelim..Kaleminizin mürekkebi daimi olsun inşAllah.. :-*
|
|
08-24-2008, 19:28 | #4 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
ha şöyle ses gelmesi inan bizleri ziyadesiyle sevindirdi. Durmak yok yola devam. Teşşekkür ederim .
|
|
08-24-2008, 19:33 | #5 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
inşAllah..
|
|
08-25-2008, 13:44 | #6 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
amenna saddak.
|
|
08-26-2008, 10:05 | #7 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
"Asıl olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstermektir."
hakikat dediğimiz şeyi İdea ile mi özdeşleştirdin abi. Şu platonun idealar dünyasıyla.... :o |
|
08-26-2008, 11:13 | #8 |
DEMOKRASİ VE İTAAT
tabiki Allah ve Resulünün dışında herşey tartışılmaya muhtaçtır. Bu noktada mutlak hakikatle idea özdeşleştirilemez, ama hakikata ulaşmada beyin jimnastiği yapmakta fayda var.
|
|
08-30-2009, 10:23 | #9 |
demokratik açılım şart.
|
|
09-12-2009, 11:47 | #10 |
evet, demokrasiyi yeşertecek irade maalesef muhalefette gözükmüyor.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|