AK Gençliğin Buluşma Noktası
Makale & Deneme Makale ve deneme içerikleri.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-10-2009, 14:41   #1
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart Araf'tan

Artık bir şeylere inanmak istiyorum. Oysa sonsuza kadar süreceğini sandığım o kadar şey yıkıldı gitti ki artık hiç bir şeye inanamıyorum. İnanmak ne büyük bir bahtiyarlıktır . Örneğin bana yeryüzünün en mutlularını sorsalar '' Mehlika sultana aşık yedi genç '' derim. Onlar Mehlika sultanın ne gözlerini ne de saçının rengini görmüşlerdi. Yine de onun varlığına inanıyorlardı ve ona kavuşmak için her birinin yüreği devasa bir ateşle tutuşuyordu. Kendilerini yollara vurdular , uzaklardaki sevgiliye kavuşmak ümidiyle. Mutluydular. Çünkü inanıyorlardı. Mehlika sultanın varlığına ve güzelliğine. Yalan da olsa, Mehlika sultan yalnızca bir düşsel yaratı da olsa onlar inanıyorlardı ya, onun tek gerçek yaşayan varlık olduğuna. Bu yüzden bana sorarsan Mehlika sultan , o düş güzelliğindeki düşsel yaratı, bence en elle tutulur , gözle görülür her cisimden daha gerçektir. En azından o inanmış bahtiyar yedi genç için. Kaf dağına Mehlikanın kokusu sinmiş! Öyleyse gidip te gelmemek , yine de onun uzağında yaşamaktan daha çekicidir . İnandılar , gittiler ve dönmediler. Onlar yeryüzü mutluları , bizim gibi inanamayanlardan ne kadar da şanslıydılar ! Bizim gibi hakikatleri sorularla sarsmadılar , mantığın o iğrenç işleyişini hesaba katmadılar, ölçüp biçmediler , aklın kuruluğunu ve büyüleri bozan gücünü sevgili Mehlika'larına karşı kullanmadılar. Biz ise bu şansı elimizden kaçırdık. Artık ne mantıktan kaçmak gibi bir lüksümüz var,ne de aklın acımasızlığını kaale almamak gibi bir şansımız.

Bana yalnızca aramak kaldı. Aramak ve beklemek,aramak ve ümit etmek,aramak ve özlemek , aramak ve ümitsizliğe düşmek , aramak ve ...........Tıpkı Hz. Ali , Buda , Niçe , İbrahim Ethem , Gılgamış destanının kahramanı , Selmanı farisi , Tolstoy , Hemingway , İsmet Özel , Sezai Karakoç , Kierkegard ,Eflaton , Sadrettin Şirazi , Prumeteus , Şapenhaver , Hallacı Mansur ..... vs. gibi. Bütün bu azınlıkta kalmış delilerin her birinden bir yadigar kaldı ruhuma. Modern dünyanın ve felsefenin ortasında , ilkellik , toprak , çöl , kaval ve ney kokan bana, bu delilerin her birinden bir ateş kaldı.Bunlar kimdir ? Sorunları nedir ? Kimisi daha yaşıyor kencennetle müjdelenmiştir , kimisi pembe renkli mermerlerden yapılmış ve cennet nimetleriyle dolu saraylarda yaşamıştır , kimi zenginliğin ve paranın sahibidir , kimi üne , şöhrete ve takdire kavuşmuştur , kimi bedensel gücün ve yenimezliğin sembolüdür. Yine de mutsuzdurlar ! İnsanlar arasında yalnız ve garip yaşamaktadırlar. Neden ? İnsanoğlunun dünyada isteyebileceği her şeye sahipken , mızmızlık eden çocuk gibi neden durmadan yakınmışlar , dövünmüşler ? Her biri dünyanın farklı bir coğrafyasından , farklı bir milletinden , farklı bir dilinden ve kültüründen , ama şikayetleri ve istekleri ne kadar da birbirine benziyor ? Her biri durmadan kendileriyle kıyasıya bir hesaplaşmanın ve arayışın içinde , mutluluklarını kendilerine zehir etmekteler. Sahip oldukları şeylerle mutlu olmaya çalışmaktansa ; sahip olamadıkları şeylere üzülmekle adeta hayatlarının baltası olmuş ve duramadan kendilerini baltalıyorlar. Üstelik bunları yaparken de, diğer insanları sığlık ve derinden kavrayamamakla suçluyorlar. Bilmeyenler gülüyor ; onlar biliyor ama ağlıyorlar. Bilmenin acısına , fark etmenin , kavramanın amansız talihsizliğine uğramış iflah etmez bir uçuruma yuvarlanmışlar. Yitirmişler ve arıyorlar !



 

  Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 04-10-2009, 14:41   #2
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Buda !
İslam medeniyeti kendi özgün kodlamalarını yaptıktan hemen sonra , batı medeniyetinin özgün formatlarıyla flörtleşmeye başladı. Abbasi halifesi El Memun'la zirveyi çıkan bu flörtleşme daha sonra İbni Sina , Farabi , İbni Rüşd gibi doğulu olup batıcı-doğulu kafasıyla düşünen müslüman düşünürlerle beraber evliliğe dönüştü. Sanılanın aksine , İslam medeniyetiyle batı uygarlığı kültürel bir savaştan çok kültürel bir etkileşim içindedir. Karşılıklı olarak birbirlerini doğurmuş ve büyütmüşlerdir. Oysa uzakdoğu medeniyeti kendi kadim formatlarını hiç bir zaman batının kodlarıyla bulandırmadı ve bir etkileşim içine girmedi. Bu gün bile doğu medeniyeti denildiğinde batılı aydınların islam medeyetinden çok , uzakdoğu ve Pers-Hint-Çin eksenini anlamaları bundandır. Bu eksenin ''Çin'' ayağını oluşturan coğrafya , tarihte yer değiştirmeden binlerce yıl yalnızca kendi dinamiklerinden bir coğrafyadır ve bu yüzden özgün medeniyetin başlıca durağıdır.Filozof Buda ise bu kadim durağın hem beyni hemde kalbidir işte.Buda, bir Çin prensinin oğlu olarak dünyaya geldi. Pembe renkli mermerlerin süslediği sarayda , süzgün bakışlı cariyeler , hizmette kusursuz köleler ve cennetsi nimetler arasında bir bilinçsizlik cenneti yaşayan genç Buda başka yaşamların olduğundan habersizdir. Bir gün kendi bakıcısıyla el üstünde taşınan ( artık o günün taşıma araçları neyse ) bir şehir turuna çıkıyor. Sokağın bir tarafında sus-pus oturmuş ve dilenen bir yaşlı görünce Buda bakıcısına bu miskinin durumunu sorar ve bedensel çökmüşlüğünü anlamya çalışır. Bakıcısı bunu yaşlılık olarak tanımlar ve bunun insanoğlunun kaçınılmaz sonu olduğunu söyler. Buda, bu kaçınılmaz son beni de mi bekliyor ? diye korkuyla bakıcısına sorar ve alınan cevap evet oluncada hızla saraya dönülür. Buda ateşler arasında inleyerek bu şoku atlatmaya çalışır. Kaç zaman sonra bu şok geçince yeniden bir şehir turuna çıkılır. Bu kez eller üstünde taşınan bir tahta yığınının etrafında toplanmış kalabalığı görünce bakıcısına merakla bunun nedenini sorar. Bakıcısı da bunun bir ölüm merasimi, bu tahta yığınının da tabut olduğunu ve içinde bir ölünün taşındığını söyler. Buda ölümün kendisi için de mi bir kaçınılmaz son olduğunu sorunca cevap yine evet olur.

Artık Buda için saraya kaçıp saklanmak , bunları düşünmemek gibi bir seçenek yoktur. Onun bilinçsizlik cenneti derin bir sarsıntı geçirmiş ve ölümün soğukluğuyla başına yıkılmıştır. Buda, mutlu bir rüyadan korkunç bir kabusa uyanmış , hayalin yalancı mutlu dünyasından gerçeğin acı dünyasına sürülmüştür. Sarayı bırakır ve sonu olmayan yolculuklar , yoksunluklar başlar. Niçin? Aramak için. Neyi? Ruhunu ölümsüzleştirecek olan şeyi. Ölmeyen , değişmeyen , mutlak erdem ve derinliği bulmak için. Her nerede olursa olsun. korkunç içsel acılar , kederli arayışlar ve cevapsız sorular bu yolculukla sürüp gider yıllarca. Buda artık dünyaya yalnızca ayaklarıyla bağlıdır. Dünya ve içindeki iğreti şeyler onu doyurmamaktadır. O ise sonsuz ve mutlak olanın peşindedir.

Bir gün bir ağacın altında uzanırken , birden ruhu tuhaf bir hal alır ve Buda adeta üç boyutlu bir dünyada vecd içinde ruhunun sonsuzlaştığını hisseder. O artık Nirvana'sına ulaşmıştır.Fakat bu acısını dindirmeyecektir. Sevgilinin büyüleyici yüzü onun istekelrini daha bir kamçılamıştır. Daha büyük hasret ve özlemlerle dolu büyük yangınlar Buda'yı beklemektedir. Bir kere bulduğu ama yitirdiği şeyi , hayatının sonuna kadar aradı durdu. Bir ruh boyutunda , başalngıçsız ve sonu olmayan bir döngü içinde.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 04-10-2009, 14:41   #3
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Eflaton !

Sokrat'ın yakışıklı öğrencisi. Kendisini hocasının güçlü mantığının yanılmazlığına bırakan , ve bu güvenle o gölgenin altında yaşayan mutlu Eflaton , hocası gerçeği göremeyen , derinlikten yoksun Atina jürisi tarafından ölüme mahkum edilince Eflaton , kendisini yalnızlığa , uzlete ve arayışa adadı.

Dünya ve içindeki şeylerde güzelliği bulamayınca adeta onu yaratarak mutlak güzelliği ve mukemmelliği idealarda aradı. Eflaton'un felsefesi bir güzellik arayışıdır. Güzelliğeduyduğu özlem onu malihulyalı yaptı. Hep bir hayal dünyasında buruk bir hüzünle yaşadı. Şu iğrenç dünyaya bir hikmet sistemi düşündü: '' Devlet'' . Her şeyi yeni baştan kumaya , ona bir düzen vermeye çalışan bu adam fark etmedi ki , peşinde olduğu dünya yalnızca soylu kafalarda bir tasavvur halinde mümkündür. Felsefe tarihi bu yanılgıyı affetmedi ve bu gün Eflaton'un sistemi yalnızca ''İdeal Ütopyalar'' sınıfında kendisine bir yer buldu .
  Alıntı ile Cevapla
Alt 04-10-2009, 14:42   #4
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Sezai Karakoç!

Herkes onu Mona Rosa ile tanıdı. Her aşık olmuş kişi , onun aşkından kendisi için bir referans aradı. Yeryüzünde onun kadar aşıklara ilham kaynağı olmuş ama aşkı anlaşılamamış bir başka kişi var mıdır ?

Bu gün yetmiş bir yaşında yalnız ve suskun yaşamaktadır. Herkese ve her şeye karşı müthiş bir öfkeyle dolu olarak , düş kırıklıklarıyla yapayalnız. Dünya ve içindeki noksan varlıklar onun bütünü arayan ruhunu doyuramadığı için , kalkıp '' Ahlaklı medeniyet '' teorisine mutlak bir hakikatle tanrı buyruğuymuş gibi sımsıkı sarıldı. Büyük filozof ya da edebiyatçı olmak için çoğu zaman bir şeylerin mahrumiyetini çok derinden yaşamış olmak gerekir. Bu mahrumiyet , karşılık görmemiş bir aşk , yoksulluk , çözümü bulunamayan bir fikirsel çıkmaz , tatminsizlik , cevapsız kalmış bir soru ya da başka bir şey olabilir. Sezai Karakoç denilebilir ki karşılıksız kalmış bir aşkı destanlaştırmış olmanın bitmez deryasıdır. Aşktan karşılık bulamayınca ,
hengameli bir çalışmaya girişmiş , durmadan yazmış ve bu gün sayısı bir hayli kabarık şiir ve kültürel kitapları mevcuttur. Kalbini aşk pınarından doyurmamış bu adam , medeniyet nehrinden ve din denizinden kendisine bir pay çıkartmaya çalışmıştır. En yakınlarından , şakirtlerinden , talebelerinden , dostlarından bile ihanete uğrayınca bu hengameli çalışmalar yavaş yavaş yerini bir ümitsizliğe ve içe kapanıkığa bıraktı. Son olarak ''Diriliş Partisi''ni kurdu. Partisi de kapanınca insanlığa dair tüm umutlarını yitirdi ve bu gün kendisini bütün dünyaya kapatmış, bütün dünyaya küsmüşbir şekilde yanlızca kendisini ziyarete gelen üniversite öğrencileriyle görüşmektedir. Sezai Karakoç'un ziyaretine gitmek ve onu görmek yenilginin , dev bir çınarın çürüyüşünün , gürül gürül akan bir nehrin kuruyuşunun macerasını görmeye gitmek demektir. Hangi hisli yürek bunu görmeye dayanabilir ?

Aristothales'in o müthiş sözü belkide Sezai Karakoç'un hayatının bir özetidir : ''Dostlarım ! Dünyada dost yoktur ! İnsanın tek dostu kendi gölgesidir o da güneşli bir gün ister.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 04-10-2009, 14:42   #5
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Selmanı Farisi !

Tamda içinde doğup büyüdüğü milletine özgü o sürekli hüzünlü mizacıyla Selman , hendek savaşında medinenin savunulmasını etrafına hendek kazıp çevirmek fikriyle islam tarihinde bir yer edindi.

Selman iranlı zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İçinde hakikati bulma arayışı onu dine yöneltmiş ve ateşli bir dindar kesilmiş kendisi bu yola adamıştır. Bir bakıyorsunuz Selman , mecusilerin ateşgedelerinde en yakıcı içsel dualar ve zikirlerle geceler ve gündüzler boyu ağlamaktadır. En azimli dindardır. Ateşgedelerin sadık hizmetkarı ve yılmaz fedaisidir. Ama yine de bir eksiklik vardır. Ateşgedelerdeki dini anlayış onu doyurmamakta , bütün zamanını dolduran ibadetler ne yaparsa yapsın onu yine de tatmin etmemektedir.

Bir gün ansızın ateşgededen kaçar ve çöllere düşer. Sonra bir kiliseye sığınır ve oradaki rahiplerden hristiyanlığı öğrenir. O artık İsa'nın öğretisinin en ateşli şakirtidir. Kilise ayinleri , oruçlar , dualar vs. çok geçmeden bütün bunlardada bir noksanlık hissine kapılır. Bu öğreti de artık onu doyuramamakta , hakikate susamış ruhunu tatmin etmemektedir. Kiliseden de kaçmıştır. Kısa süreli hakikati buldum inanışı yerini yeniden acı arayışlara bırakmıştır.

Bir gün bir yerden arabistan çöllerinden çıkmış Muhammed adlı birisinin kendisini Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak ilan ettiğini duyar. Selman'ın o çokça düş kırıklığı yaşamış ruhu yeni bir heyecenla sarsılmakta ve yeni bir çekim merkezinin gücüne kapılarak gayri ihtiyari arabistan çöllereine yönelmektedir. Selman aramaktan yorgundur ama aramaktan ve ruhunu tatmin edecek hakikate ulaşmaktan başka bir çıkış yolu da yoktur.

Muhammed'in şehrine ulaşınca doğrudan insanlardan kendisini ona götürmelerini ister. Peygamberin ashabı bu tuhaf tedirginlikle ve güvensizlikle karşılasalarda Peygamber ve Selman göz göze geldiklerinde iki gönül arasında yıllarca öncesinden varmışcasına bir sevgi akar. Bir tarafta ulul azm bir Peygamber , bir tarafta hayatı kederli arayışlarla geçmiş bir çöl adamı. Bir tarafta kendi içinde bile garip kalmış tüm zamanların en büyük insanı , diğer tarafta onu bulmak için annesini , babasını ve tüm zenginliği ve zevkleri elinin tersiyle itmiş soylu Selman. Selman'ın üzerine çölün tozu ve kokusu sinmiştir. Gözleri ağlamaktan ve düş kırıklığına uğramaktan sonsuz bir dolmuş bir yürek delisi.

Peygamber : Bırakın ! Dost dosta gelsin diyor. Selman!ın gözlerindeki o sonsuz hüzün bir çocuğun gurbetten dönen babasını karşılarken ki sevincine dönüşmüştür. Peygamber beklemiş , Selman ise aramıştır. Belki de Selman'ın bütün bu acıları ve arayışı Peygamber'in ona : Selman ehli beyttendir, demesine neden olmuştur. İki dost ! Başkaları anlamasa da aralarında gizli bir anlaşma var. Suskunluklarında bile birbirlerini anlıyorlar ve birinin yüreği diğerinin göğsünde atıyor.


ALINTIDIR
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi