![]() |
#1 |
![]() Sihirli Kelimeler
Amerika'da kelimelerin sihrini ölçmek için şöyle bir tecrübe yapmışlar: Birbirinin tıpatıp aynı erkek şapkalarından iki ayrı tezgah düzenlemişler. Tezgâhlardan birinin üzerine "Tirolyen" yazılı bir yafta eklemişler. Öbürüne hiç bir yafta koymamışlar. "Tirolyen" diye adlandırılan şapkalar ötekilerden üç misli fazla satmış. Bir başka tecrübe de çoraplar üzerinde yapılmış. İki grup bej çorap, biri yazısız, diğeri "Gala" yaftalı bir masaya yerleştiriliyor. "Gala" lar on misli fazla satmış. Ayrıca kelimelelerin sihrine kadınların erkeklerden daha fazla kapıldıklarına da mütehassıslar dikkati çekiyorlar. İsimlerin kuvvetine gene inanmayanlar varsa denesinler; Bir kasap dükkanında şu iki yaftadan bakalım hangisi daha tesirli olacak: "Ekstra ekstra bonfile" mi yoksa, "birinci sınıf gebermiş öküz parçası" mı? Nâhoş şeyler için hoş yahut hafifletici sözler kullanmaya frenkler evfemizm (euphemism) diyorlar. Grekçe asıllı bu kelimelerin parçaları ev "iyi", femi "konuşma" manasınadır. Meselâ "verem" yerine "ince hastalık" denir, ölüm yerine çok değişik tabirler vardır: Halikla buluşmağa hazır... Bir ayağı çukurda... İhtizar... Hâlet-i nezi'-de... Vakit saat geldi... Emr-i Hak vuku buldu... Zemzemi yuttu... Son nefesini verdi... Kanına girdiler... Sizlere ömür... İrtihal etti... İrtihâl-i dâr-ı beka eyledi... Merhum oldu... Rahmetlik oldu... Hayata gözlerini yumdu... Dünyasını değiştirdi... Dünyadan âhirete göçtü... Aramızdan ayrıldı... Maddi vücudu aramızdan uful etti... Ecel çağırdı... Göçtü... Kurtuldu... Cenab-ı Hak'ka ruhunu teslim etti... Allah aldı... Fâni dünyaya veda etti... Ahiret yolculuğuna çıktı... Son karargâhına yol aldı... Kalıbı dinlendirdi... Allah'ına kavuştu... Can emanetini Yarada-na teslim etti... Eceline kavuştu... İlâhi vuslata nâil oldu... Cennetlik oldu... Ebediyete intikal etti... Vs... Fakat siz şuna bakın, Arapçadır diye "Vefat" kelimesini bile dilden atmak isteyenler çıkıyor. Emellerine erişebileceklerini ummak için bu insanların "dil realitelerine" olduğu kadar "psikoloji", "sosyoloji", "antropoloji" ilimlerine de kulaklarını tıkamaları gerekir. Onlar istedikleri kadar "Öldüğümüze yanmayız, arkamızdan gazeteler vefat etti diye yazacaklar." deyip dövünsünler, bu millet onlara "vefat etti" diyecektir. Bu millet onların arkasından "merhum" diyecektir. Hiçbir zaman "sayın ölü bay" dem iyecektir.. Kelimelerin sihrinde tesirli olan sadece mânâ yönü değildir. Ayrıca telaffuz şekillerinin, kulağa saldığı hoş ahengin, hâyâle verdiği gölgenin de kelimelere kazandırdığı bir sihir vardır. Ama dillerin bir "ses güzelliği" ile dalgalanıp bir "duyurma, anlatma" ve "inandırma" gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır. Bir tarih boyunca ordu, insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gâzi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, bir çok da savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliği ile kazandılar. Kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının başarısı, söze musiki'nin duyurucu kuvvetini katabildiği Ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şâiri Bâki'nin: Avâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. mısralarında: yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış zirveler göze çarpar. Çünkü dillerin bir musiki gücü kazanması, kelimelerin birer "nağme güzelliği" alması, kısa zamanda olmamıştır. Denilebilir ki, dil ve edebiyat sanatı bu güzel neticeye varmak için sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarında başlayarak, "söz" ü "ses" le birleştirmeğe çalışmıştır. Ve işte böylece dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmistir. Düşünmelidir ki, söz'ün sese bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, hem de bizim kendilerine ibtidâi dediğimiz ilk insanlar dahi anlamışlardır.. Asırların, çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mânâ kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar için ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delili budur. Diller, musiki âletlerinden yükselen sesi; zamanla, sazları terkedecek kadar, kendi mısra, cümle ve kelimelerine nasıl işlediler? Asırlar ilerledikçe, dilin bizzat kendisi, bu nağmeleşmiş kelimelerin yardımıyle, mısralar hatta düz sözler olarak, nasıl, birer "musiki cümlesi" haline girdi, bilinmesi lâzımdır: Diller ses bakımından nasıl güzelleşip nasıl musîkileşti? Burada, bu mevzuun çok derin olan tafsilatına girmeyeceğim. Yalnız şunu belirtelim ki: Türk dili, şiir söylemek, hatta söz söylemek için, türlü sazlardan başka, dile ses katan âhenk unsurlarının en mühimlerinden olan kâfiyeyi- keşfeden lisandır. Türkçe, daha ilk şiirlerinden başlayarak, mısrâlarda âhenkli ses tekrarları mânâsındaki "Alliterasyon" ları büyük zevkle ve alışkanlıkla kullanan ilk şiir dilidir. Böylelikle, şiiri, yalnız sazla değil, dilin kendi mimarisi içinde de musiki ile söylenen bir milletin lisanıdır. Bu sebepledir ki, diller, bir tarih boyunca, yalnız kelime sayısı bakımından değil, ses güzelliği bakımından da işlenmişlerdir. Bunun içindir ki kelimeler, asırların ve asırlar içinde atalarımızın işledikleri bir söz mücevheridir. Onları âdi boncuklarla değiştirmek La Fontaine'nin horozu gibi, mücevherin kıymetini bilememektendir. Dillerin musikileşmesi tarihinde, dillerin biri birinden ayn fonetik sistemlerle gelişmesinde, aynı zamanda vatan topraklarından yükselen sihirli seslerin; iklim ve coğrafya hususiyetlerinin de büyük tesiri vardır. Bu bakımdan, "Fransız dilini, bin yılda, Fransa'nın toprağı yetiştirdi." diyen Fransızca cümlede derin hakikatler gizlidir. Nitekim, Türk dilinin müzikal tekâmülünde Türk vatanlarının büyük tesiri olmuştur. Evet Türkçe, birçok başka diller gibi, yalnız bîr vatanda değil, milletimizin tarih boyunca, nice müstakil ve muhteşem devletler kurduğu, çeşitli vatanlarda işlenmiştir. Türkiye Türkçesinin güzelliğinde de en büyük coğrafi tesir, 900 yıla varan bir zamandan beri, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesinin tesiridir. Fakat Türkçe, tarihin son dokuz asrında, dünyanın üç kıtası üzerinde lisani bir imparatorluk kurmuş ve bir imparatorluk dili halinde işlenmiştir. 3u bakımdan dilimiz, hüküm sürdüğü toprakların neresinde güzel bir ses bulmuşsa, onu kendi bünyesine almakta büyük kabiliyet göstermiştir. Bir de milletlerin dillerini seven, anlayan ve ruhani bir güzellikle kullanan, büyük şâirlerdir. Büyük şâir demek, milletinin dilindeki güzel sesi duyan ve duyuran insan demektir. Büyük şâirler, dillerini nasıl, hangi anlayışla işlerler? Buna parlak bir misal, Fransız şâiri Malherbe'dir. Malherbe, Fransızcayı, yüksek ve çok güzel sesli bir şiir dili hâline koymak için bilgiyle, şuurla ve en mühimi sabırla işlemiş, bir şâirdir. Aslında Fransızcada, şiirde aruzu meydana getiren bir uzun hece sistemi yoktur. Uzun hece, dilleri âdeta tek sesli olmaktan kurtarıp çok sesli yapan ve dillerde büyük müzikalite sağlayan kıymetli ses unsurudur. Malherbe böyle sihirli bir unsurdan mahrum olan Fransızcayı, şiirde her İmkâna baş vurarak bir musîki lisanı yapmak için çalışmış, Fransızcada bunun sırlarını aramış ve bulmağa muvaffak da olmuştur. Malherbe, kökü hangi dilde olursa olsun Fransızcalaşmış kelimenin ne demek olduğunu büyük bir şuurla anlamıştı. O tarihlerde Fransada görülen kelime uydurma hareketine şiddetle muârız bulunuyor ve kelime türetmekten nefret ediyordu, halk içinde yaşayan kelimelerin nasıl birer cevher olduklarını çok iyi anlıyordu. Malherbe'nin asil kelimeleri, bu halk dilinden seçilmiş kelimelerdi. Bir şiir üzerinde, yıllarca çalıştığı oluyordu. Bir keresinde Verdun Belediye Reisinin genç yaşta ölen Rose (Gül) isimli kızı için Malherbe bir mersiye yazıyordu. Fakat bu mersiyenin yazılması çok uzun sürdü. Belediye reisi mâtemini unuttu, hatta vakti geldi, Reis de dünyadan ayrıldı. Şiir ancak bu uzun zaman içinde bitti. Malherbe'e: — İyi ama dediler, sen bu şiiri Belediye Reisini teselli için yazmıştın. Halbuki artık ortada teselli edecek bir kimse kalmamıştır. Malherbe şu cevabı verdi: — Kabahat bir şiirin yazılacağı zamana kadar yaşayamayan Belediye Reisindedir. Malherbe'in böyle, bir kuyumcu gibi ve bir minyatür işler, bir tezhib yapar gibi işlediği şiir dili, onun hemen her mısraına ayrı bir sağlamlık veriyordu. Mısraların hemen hepsinde dilin bütün seslerini kullanmaya çalışıyordu. A, e, i, o, u, ö, ü sadâları ile sesli kelimeleri bir mısra içinde toplayarak dilde büyük bir musiki sağlıyordu. Aynı sesli harfi, meselâ a veya e sesini, o da mecbur kalmadıkça üstüste iki defadan fazla kullanmıyordu. Malherbe, kızı Rose'un ölümü dolayısı ile Verdun Belediye Reisi Monsieur da Perier'ye yazdığı teselli mersiyesinde "Izdırabın ebedi mi olacak da Perier? Babalık sevgisinin ilham ettiği hüzünlü düşünceler bu elemi durmaksızın artıracak mı?" Diyor ve şiirinin bir mısraında da: "Et rose elle a veseu ce gue viuent les roses'' kelimeleriyle övüyordu. “E, o, c, a, e, ü, ö, i, e, o” harfleriyle seslendirilen bu mısrada; üst üste gelen iki ayrı ö sesi de dahil, hiçbir ses iki defa tekrarlanmıyordu. Şiirin mânâsı aşağı yukarı, "Gül, bir güldü ve güller kadar yaşadı" duygusundaydı. Fransızlar, Malherbe'in bu mısraını Fransız şiirinin beş hârikası arasında saydılar. Malherbe, Fransızcayı da işleyip güzelleştiren bu mısraıyle bir kere daha devamlılık kazandı. Çünkü Malherbe, bir dil nasıl güzelleşir? Bunun sırrını kavramıştı ve aslında Malherbe Fransızcayı, Fransa, kadar candan seviyordu. Çünkü Malherbe, ana dili üzerinde sevgi ile, bilgi ile, şuurla ve sabırla işliyordu. Ona tek bir uyduruk kelime katmıyor, onu Fransız halkının kullandığı kelimelerin en güzellerini seçerek güzelleştiriyordu. Bir cümle ile Malherbe, dilini yıkanlar gibi değil dilini yapanlar ve yaşatanlar gibi çalışıyordu. sızıntı
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|