06-28-2008, 14:40 | #1 |
SİVİL İNİSİYATİF
SİVİL İNİSİYATİFALPEREN GÜRBÜZER
Liberalizmin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirilmesine devam ettiği bir süreçte gündeme giren bir ideolog. Amerikan ihtilali, Fransız ihtilali ve buhar makinasının keşfi derken, sanayi inkılâbı baş göstermişti o yıllar. Bilindiği gibi İngiltere’de ekonomi o sıralar devlet kontrolündeydi. Asiller, o dönemlerde yönetimi ellerinde tutuyordu, ama bu arada sanayinin geliş¬mesiyle birlikte sanayici ve tüccarlardan ibaret yeni bir zümre de oluşmaya başlamıştı ki, İşte bu arada alışılmışın dışında bir söylemle tüm ekonomik alanla ilgili ezberleri yerle bir edecek fikirleri ileri sürmesiyle dikkatleri üzerinde toplayacak bir adam gündeme girer, bu insan Adam Smith’ten başkası değildi. O ekonomik çağının ortaya koyduğu bir dizi problemleri fırsat bilip, şu sözleriyle hür teşeb¬büsün sesi olmaya başlayacaktır: ‘’Bir milletin zenginliğini sağlamanın en iyi yolu her insanı serbest bırakmaktır.’’ İşte bu sözler liberalizmin genel çerçevesini oluşturur. Yani ‘’bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar mantığının özetidir bu ifadeler. Felsefi tartışmalar devam ederken halk da, iyi bir hayat standardına kavuşmak adına sürekli ekonomik mücadele içinde didinip durmakta. Aralarında konuştukları tek konu ise şüphesiz hayat pahalılığı ve enflasyonun dayanılmaz boyutlarda açtığı onarılmaz yaralardır. Bu konular ardı ardına konuşuldukça ister istemez kitlelerin devlete karşı olan güveni git gide azalacaktır. Güven bunalımı yaşayan kitleler ister istemez kurtuluşu ideolojilerde arayacak ve Adam Smith’in önerileri ilaç gibi gelecektir kimilerine. Kominizm ve liberalizm kriz ortamlarının ürettiği ideolojileri olup, biri yoksulların feryatlarından hareket eden akım, diğeri ise zenginlerin soluğundan yola koyulmuş bir yol, ama metodları aynı. Sonuçta her ikisi de sanayi çağının ortaya koyduğu sıkıntıların ço¬cuğudur. Şartlar, olaylar her ikisini de meşhur etmiştir. Yine her ikisinin de ortak paydası kitlelerin günlük ihtiyaçlarını istismar etmeye yönelik strateji izlemeleridir. K. Marx, yoksulları istismar etmiş, Adam Smith ise zenginleri. İkisi de bütüncül değil, sınıfcı. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak Avrupa’nın öteden beri içine düştüğü foseptik çukur, isteselerde bu çukurdan çıkamazlar, genlerine işlenmiş kalıtsal hastalık misali nesilden nesile taşınıyor adeta. Bizim kültürümüzde ise sınıf anlayışına yer yok, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı kavram. Nitekim Osmanlı incelendiğinde sınıflar te¬zatının olmadığı görülecektir. Halk içerisinde sosyal bütünleşme vardır. Toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere rastlanılmaz bu yüzden. Derebeylik, Feodalite yapısının izlerini bulamazsınız bizim toprağımızda. Çünkü merkeziyetçi yapımız sınıflaşmaya geçit vermediği gibi aynı zamanda merkeziyetçi yapı içinde demok¬ratik anlayışa sahip bir nizam sözkonusu idi. Pa¬dişahların “astığım astık, kestiğim kestik’’ şeklinde aktarılan sözler tamamen bir iftiradır. Oysa tarih şöyle bir göz attığımızda padişahların tek başına karar mercii olma¬dıkları görülecektir. Şurası bir gerçek, Adam Smith’in açtığı çığır, Avrupa’da yankı bularak Onun önderliğinde fer¬diyetçilik tek birim, tek değer kabul edilmişti. Şirketleşmeler, tekeller, tröstler ve monopollerin oluşmasının temelinde Adam Smith’in tetiklediği fikirler vardır. Bireysel çıkarların ön plana alındığı bir sistemin adıdır kapitalizm. Dolayısıyla insanlar arasındaki dayanışmacılığın rafa kaldırılması vahşi kapitalizm sayesinde gerçekleşmiştir. İnsanın insana üstünlüğünü ilke edi¬nen bu ruh bugünde dünyayı sarmış durumda. Türkiyede ki vahşi kapitalizmin savunucuları, efendilerinden de daha keskin kapitalist dersek masadımızı aşmış sayılmayız. Hatta bazıları batıdakilere taş çıkartıcasına bu ideolojinin yılmaz müdafacıları olmuşlar adeta. Ve tavaf ettikleri tek mabed ise batı dır diyebiliriz. Batı’nın eğrisiyle doğrusuyla ne var ne yok hepsini ithale memurlarıdırlar onlar. Getire¬cekleri reçetelerin muhtevasının ne olduğunu bile tam etüd et¬meden toplumumuzun yapısına tatbik etmek sevdasına kapılmışlardır hep. Şu basit kuralı dahi bilmezler; Bir fikir ne kadar güçlü olursa olsun, eğer o fikir uygulayacağınız toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o sistemin başarılı olması mümkün değildir. Onların anladıkları tek kural; uşaklık ve efendilerine kayıtsız, şartsız sonsuz itaat olsa gerek. Tanzimat bu yolu açmış ve ülkemiz için liberalizmin giriş kapısı rolünü üstlenmiştir. Abdülhamithan hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramlarının bir kılıf olduğunu sezip, bütün bu bağrışmaların ardından koca imparator¬luğun elden gidebileceğini önceden kestiren bir dehaydı. Za¬man, tarih onu çoktan haklı çıkarmıştı, ama iş işten geçmişti. Tanzimat,I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken I. Cihan savaşı’na itildik ve az kalsın Anadolumuzda elimizden gidiyordu. İşte İttihatçıların başımıza ör¬düğü çorap buydu. Nasıl ki, liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akım idi ise, 1970 yıllarında da sosyalizm moda olmuştu. Liberalizmden umduğunu bulamayan sözde kimliksiz aydınlarımız, bu seferde sosya¬lizim’in tek kurtuluş şarkısını çalmaya başlamışlardı. Neyse ki bu sevda da uzun sürmedi. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm de tüm dünyada çökme sürecine girdi ve kominizm yıkılmaya başlayınca yeni arayışlar içine girildi ister istemez. Belli ki kimlik arayışlarının sonu gelmeyecekti. Bu sıralarda aydınımıza yeni bir kartvizite ihtiyacı vardı,o da dünyada esen rüzgarlara göre misyon yüklenmekti, onlarda öyle yaptı, öyle de oldu. Thoreau’da, “en iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir” diyerek vahşi kapitalizmden farklı bir çizgi çiziyordu. Hanrey David Thoreau, “Sivil itaatsizlik” eseriyle yeni bir anlayış getirdi insanlığa. O, bir eserinde: “en iyi hükümet, işte insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce in¬san, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız’’ beyanlarıyla ‘’sivil inisiyatif’’ yaklaşımının öncüsü olur adeta. Ayrıca O; ‘’Bütün seçimler, tıpkı satrançtır, doğru ve yanlışla ahlâki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapıl¬ması gereken şey alet olmamandır’’ diyor. Ve ekliyor ‘’Mutla¬kiyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden de demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz’’ ifade¬leriyle fertlerin devlet için değil, devletin fertler için var olduğu, insanın vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalıdır şeklinde fikir serdeder. Liberal mantığın öznesi ‘’ego’’, yani bireysel çıkar ilişkisine dayanır. Thoreau’nun açtığı bu düşünce, liberal mantıktan çok farklıdır. Hatta Osmanlı’nın anlayışına çok yakın. Çünkü Osman¬lı padişahları kendi efendiliğini tebanın huzurlu olmasında bu¬luyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyor¬lardı. Hatta Kanun-i Sultan Süleyman: ‘’Bir memleketin hakiki efen¬disi reaya (halk)dır’’ diyerek bu fikri keşfetmemizi sağlar yeniden bizlere. Osmanlı anlayışına göre iktidar ile servet orantılıdır. Ferdin mevkii yükseldikçe zenginlik artar çünkü. Osmanlı’da ulemanın görevi din, yargı ve eğitim, reaya’nın ise üretim faaliyeti ve vergi öde¬mektir. Aynı zamanda Osmanlı sistemi içinde mevcut olan esnaf loncaları tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olup, kapitalist oligarşinin doğmasına engel olmayı başarmışlardır. Gandhi ‘’sivil itaatsizlik’’ tabirini benimsemişti. Sivil itaatsiz¬lik Mahatma Ghandhi’nin elinde ‘’Pasif direnmenin kutsal kitabı’’ haline geldi zamanla. Gandhi 1914 boyunca G.Afrika’da kaldı. Ömür boyunca Genaral Jan Smuths yönetimine karşı mücadele verdi. Sivil itaatsizlik proğramları ülke genelinde uygulandıkça yıldızı parladı, şöyle ki; Başbakan Smuths ile hükümeti, Hintlilerin haklı taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştı. Nitekim, 1914’de Gandhi Hindistan’a döndü. Orada 1948’de ta ki bir Hintli suikastçi tarafından öldürülün¬ceye kadar, Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak olan tüm sivil kuvvetleri idare etti. O yıllarda sivil itaatsizlik metodu sık sık kullanılmıştı. Öyle ki Gandhi sivil inisiyatif bayrağını çok tesirli bir silah haline getirmişti. O’nun başlattığı ‘’sivil itaatsizlik’’ prensibi dünyada yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inleyen halkların zihninde ‘’Sivil inisiyatif’’ şuurunun kapısının aralamasına yol açmış ve bundan böyle insanlar tepkilerini demok¬ratik yollardan dile getirebilme cesaretini kendilerinde görebilmişlerdir. Gandhi, bu noktada bütün to¬taliter ve dikta zihniyetlerinin tersidir diyebiliriz. Dolayısıyla Smuths, sivil itaatsizlik teknikleri karşısında pes edip, en sonunda Hintliler’in isteklerini kabul etmek zorunda kalacaktır. Mahatma Gandhi; ‘’En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak, halkın rızası sağlanma¬dıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık kork¬madığı anda onun kuvveti gitmiş demektir.’’ diyor. Şüphesiz ‘’sivil itaatsizlik’’ Thoreau tarafından ortaya atılmış, Gandhi tarafından mükemmelleştirilmiştir. O’nun sivil itaatsizlik proğramı şu esasları kapsar: ‘’Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs’’ gibi barışçı yollar.. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu seferde grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanısıra gerekirse vergi¬leri ödememeye başvurulması gibi teknikler devreye girmeliydi, öyle de oldu. Dünyanın her yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik kanalları kullanarak sesini duyurabiliyorlar ancak. Ghandi bu konuda sosyal adaletsiz¬liğe uğrayan kitlelerin rehberi olmuştur bu yüzden. Nitekim Gandhi’nin başlattığı özgürlük mücadele¬sinde alınacak çok dersler var. Bizim müstağrib aydınlarımız ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana olan li¬derle beraber bu manada doğuluyuz. Sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla anlaşılabilen bir olay. Sivil inisiyatif hareketi her türlü opürtünist ve militarist uygulamalara tepki olarak ülkemizde de yer yer görülmeye başlanması ümitlerimizi tazeliyor bu konuda . Sivil inisiyatif öncüleri ‘’Liderlik Sultası’’ eğilimlerini reddedip, yerine hukuk kuralları çerçevesinde ‘’sivil itaatsizlik’’ anlayışının kit¬lelere yayılmasınını sağladılar. Sivil inisiyatif anlayışında ‘’milletin efendisi’’ diye bir çağrıya yer yoktur. Milletin efendisi milletin ta kendisidir. Milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler artık gerilerde kaldığı gibi toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Tepeden idare etme, dayatmacı proğramlardan bıkmıştır. Şimdiye kadar Türkiye’de her yenilik tavan¬dan estirilmek istenmiştir. Oysa tepeden yönlendirmelerle, hal¬kın sivil inisiyatifi elinden alınmış, beyinlere ipotek konulmuştur adeta . Tavandan yapılacak reformlar, hiçbir zaman topluma mal olamaz, ancak ve ancak bu tür uygulamalar milletin tamamına değil bir kaç şahsın çıkarlarına hizmet etmekten öte bir anlam taşımaz. Toplumun, geleneksel normlarında değişiklik yapmak sû¬retiyle, yeni normları benimsenmesi sivil inisiyatif proğramlarının en iyi şekilde kullanıl¬masına bağlıdır. Bu yüzden kitle iletişim araçları, köy-şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkiliyen önemli kaynaklardır. Ülkemizde televizyon kanallarının çoğalmasıyla in¬sanımız ‘’tek sesli’’ yönlendirmelerden kurtulmuştur nihayet. Çok sesli¬lik sayesinde insanımızın bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi sivil inisiyatifini de ortaya koyabiliyor. Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik hamledir. Kapalı top¬lumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı için yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade eder ki, bunların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkiler meydana getireceği muhakkak. Ki; toplumsal faaliyetler, bireye ‘’si¬vil inisiyatif’’ kimlik kazandırmaktadır. Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar, yalnızlık duygusu içinde olup, ancak birbirleriyle temas sağlamak sûre¬tiyle psikolojik baskıları bir nebzede olsa dindirebiliyorlar. Dayanışmanın güçlü olduğu küçük toplum tipinden, ferdi yalnız bırakan ve herşeyi paraya göre değerlendiren büyük top¬luma geçişte yaşanacak kültürel yozlaşmalar sivil inisiyatifi olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyerek sancısız geçirebilmektir. Her şeyin paraya göre değerlendirildiği ortamlarda insanlıktan bahsetmek adeta suç telakki ediliyor sanki. Oysa manevi değerlerimize sadakatle bağlı olsak para bizi esir alamaz. Bakın Buharalı alim bir zat olan Bahaüddin Nakşibendi (K.S.) ne diyor: ‘’Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yan¬dan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki: “- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış’’ diye. Sonra o gencin kal¬bine nazar ettim, birde ne göreyim, kalbi ‘’Allah’’, ‘’Allah’’ diyor ve düşündüm kendi kendime: “- MaşAllah el kâr’da gönül yâr’da” dedim. İşte O Allah dostu bu ifadeleriyle, bütün insan¬lığı aydınlatıyor. İnsan dünya işleriyle meşgul olsa dahi insanı Al¬lah’ın zikrinde alıkoymamalı. Buharalı alim zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her türlü inisiyatifimizi hem maddi alanda hem de manevi alanda kullanabilmektir. Otoriter sistemlerde karar fonksiyonu Führer, yani lider¬dir. Herşey liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizli¬dir. Liberalizmde karar fonsiyonu girişkin fertler yani patronlardır. Sermayenin tabana yayıldığı, tekelleşmeye geçit vermeyen modellerde ise, sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif proğramları esastır. Çağdaş toplum; işbir¬liği ile rekabet, dayanışma ile çatışma arasında bocalamaktadır sürekli. Toplum imajı yerine, kişi imajı yer alıyor her geçen gün. Dolayısıyla Sivil toplum öncüleri karar fonksiyonun grubun bütünü olduğunu ilan ederek, yani tabanın geniş katılımı için çaba sarfederek geleceği kurtarmanın savaşını verirler adeta. Komünizm böyle değil, ferdin inisiyatifini elinden alan bir sistemin adı o, kapita¬lizm ise grubun bütününü değil de bir kaç kişinin menfaatini gö¬zeten bir sistem. Her iki sistem de milli yapımıza ters. Toplum olarak hürriyeti ve bağımsız yaşamayı sevdiğimiz için sosyalizm bize yabancıdır. Sosyal adaleti ve fırsat eşitliğinden yana olduğu¬muz için kapitalizm de toplum dinamiklerimizle pek bağdaşmaz. Hem hürriyetçi hem de sosyal adelet ve fırsat eşit¬liğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yapımız var. Bunun adı olsa olsa dayanışmacılık, sivil inisiyatif, sivil katılım ve sivil toplum modeli olsa gerek. Sivil inisiyatifte toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkese işinde, yönetiminde söz sahibi imkanı verdiği gibi fırsat eşitliğini de öngörür. Yönetici¬lerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır bu modelde.. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Bu durum karşılıklı güvenle etkili kılınır. Liberalizmde karşılıklı kont¬rol müessesesi yoktur, ‘’bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsin¬ler’’ tarzında başıboşluk hakimdir. Sivil inisiyatif proğramlarında başıboşluğu ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Hz. Ömer (R.A.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashab O’na ‘’biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise ‘’kılıcımızla düzel¬tiriz” diyebilecek kadar da şuur sahibi idiler. İşte karşılıklı kontrol müessesesesinden kastımız budur. Osmanlı’nın sosyal yapısı fert-toplum dengesini yansıtıyordu. Öyle ki Naima; ‘’Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaye (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur’’ diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka şahsiyet, Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şumul zeka sahibi Ah¬med Mithat’da; doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem verir. Ahmet Mithat; herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma gececek, ha¬zineyi güçlendirmek hizmet olacaktır’’ sözleriyle tebaanın (reaya) aktivitesine önem vermiştir. Osmanlı’da mesleki örgütler ile dini hayat iç içedir. Os¬manlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında şeçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin olması toplumun sivil inisiyatifini kullanmasına izin verdiğinin isbatıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allahü Teala: ‘’Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştır¬dık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.’’ (Zuhruf Sûresi Ayet 32)buyurmakta. Ayettende anlaşıldığı üzere dinimizde mesleki ta¬bakalaşmanın varlığı kabul edilir. Allah (C.C.) farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatlara haiz insanlar yaratmıştır. Rızık farklılığı bir elin farklı büyüklükteki parmakları gibidir. Dolayısıyla normal bir durumdur,insanlar arasında farklı statülerin olması. Sosyalistlerin eşitlik te¬raneleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Kur’an’ın bu açık buyruğunu Batı 1968’de gündeme getirebilmiş ancak. Fransız İhtilali’nden sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sür¬müştür. Özdeşliğin yani eşitliğin, ‘’totelitarizm’’ olduğu fikri, eski an¬layışları yıkmıştır. ‘’Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir’’ sözü anarşinin ve kar¬gaşalığın tanımıdır. Rızık farklılığın ve mesleki farklılıkların olabileceğini Kur’an-ı Kerim ta 1400 yıl aşkın öncesinden haber vermiştir. Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insan¬lar zümresidir. Bizim anlayışımıza uygun meramımızı Ahmed Mithat şöyle dile geti¬riyor: ‘’Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payele¬rin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve ünvanı ile ifti¬har etmeli..’’ diyor. Evet bir insan işçi olsun, memur olsun, doktor olsun ve ne olursa olsun, nam ve ünvanından çekinmemeli, ya da gurura kapılıpda üstünlük taslamamalı. Üstünlüğün takvada ol¬duğunu idrak etmek zorundayız. Ahmed Mithat’ın bu sözleri gerek kapita¬lizm gerekse komünizmden farklı tablo çiziyor. İslâm’ın zekât, helal kazanç, israf yasağı gibi fıkıh hüküm¬leri aynı zamanda büyük servet birikimine engel sübaplardır. Kur’an-ı Kerim: ‘’Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın’’ (Haşr Sûresi, ayet 7) uyarısını yapmıştır. Panait İsrati; ‘’dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada herşey yapmak serbes¬tir’’ ifadesiyle toplumun hür iradesiyle serbestçe ‘’inisiyatifi’’ or¬taya koyabileceğini vurgulamıştır. İnsan yalnız İslâmiyette ‘’eşref-i mahlukat’’tır. İslâmiyette kul Mü’min olunca hukuki bir hüviyet kazanıyor, yani dilenciyi halifeye eşit kılan bir kimlik elde ediliyor böylece. Ul-ülemr Allah’ın aletidir sadece, servet ve makam ayırmaz insanları. Herkes inisiyatif sa¬hibidir dinimiz sayesinde. Kur’an’ın muhatabı bütün insanlık. Sivil inisiyatifimizi İs¬lâm’ın ışığında kullandığımız zaman ‘’insan’’ olduğumuzu anlamış olacağız elbette.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
11-01-2008, 19:08 | #2 |
sivil toplum makalesi kadar bu makalede umarım beğenceksiniz, inşallah.
|
|
11-02-2008, 12:50 | #3 |
yorum yokmu
|
|
11-02-2008, 22:30 | #4 |
teşekkürler.
|
|
11-03-2008, 19:34 | #5 |
Alper bey baya uzun ama yine de okudum, bilgilendim.Teşeküürler
|
|
11-04-2008, 07:35 | #6 |
ben teşekkür ederim
|
|
01-21-2010, 23:45 | #7 |
uzunolmasına rağmen okuman yine hoş,sağolun varolun.
|
|
08-20-2010, 21:33 | #8 |
sivil insiyatif için evet demeli.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|