|
05-21-2009, 02:51 | #1 |
Sizin “kabul”lerinizi kabul etmek zorunda mıyız? Hasan Karakaya - Vakit
Sizin “kabul”lerinizi kabul etmek zorunda mıyız? Daha birkaç gün önce yazdım... Ben, “herkesi sevmek” zorunda değilim... Hiç kimse de “beni sevmek” zorunda değil... Bugün, bir adım daha atıp, diyorum ki; hiç kimse “benim gibi düşünmek” zorunda değil!.. Ama ben de, “herkes gibi düşünmek” zorunda değilim... Çünkü benim bir inancım, inancımın yön verdiği bir bakış açım, yani bir “pencerem” var... Ben bu “pencere”den bakarım olaylara... Başkaları “anahtar deliği”nden veya “kapı aralığı”ndan bakıp “eksik veya yanlış” görürlermiş, dolayısıyla “yanlış değerlendirmeler” yaparlarmış, beni hiç ilgilendirmez!.. Benim işim ve görevim, “doğru”ları anlatmak... Bunu yapıyor olmam, bazılarına “ters” gelebilir, “incitebilir” veya oturdukları koltuklara “raptiye” konulmuş gibi, havalara zıplamalarına yol açabilir... Hatta ve hatta; benim “argo”larımı bile sollayan “ağız dolusu küfürler” savurmalarına sebep olabilir!.. “İnsanî tepki”lere eyvallah... Ama “hayvanî tepkiler” gösterip de beni “fikrimden caydıracak”larını sananlar varsa, onlara tek bir cevabım var: “Avucunuzu yalarsınız!” ÖLÜLER AYRI, ÖLÜLERİMİZ AYRI Hani, “demirden korksaydım, trene binmezdim” derler ya, benim de diyeceğim şu: “Tepkilerden, hakaretlerden ve yedi sülalemi içine alan sövgülerden çekinseydim, şu kalemi elime alıp da yazı yazmazdım!” Tekrar edeyim: Hiç kimse “benim gibi düşünmek” zorunda değil... Ama ben de “herkes gibi düşünmek” zorunda değilim... Bunu özellikle belirtiyorum ki; “Türkan Saylan’la ilgili yazım”dan dolayı; “eleştiri” sınırlarını aşan ve hatta “hakaret” kavramını bile sollayıp “ağız dolusu küfürler” savuran edepsizler, şunu çok iyi bilsinler: “Ölülerin arkasından konuşulmaz” diye bir kural yok... Bu konuda “dini bir hüküm” de yok!.. Hüküm, “ölüler”le ilgili değil, “ölüleriniz”le ilgilidir!.. Yani, emir; “ölülerinizin arkasından konuşmayın” şeklindedir!.. Sizin anlayacağınız; “Ölüler” ayrıdır, “Ölüleriniz” ayrı!.. Alın size bir örnek: Ebu Leheb, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in “amcası” idi!.. Yani, “en yakını!” Peki, “Ebu Leheb’in ölümü”nden sonra, Peygamber Efendimiz’e “Onun hakkında konuşma” diye bir emir mi geldi?.. Tam aksine; “Namaz”larda okuduğumuz Tebbet Sûresi’nde; hem de “Peygamberimiz’in amcası” olmasına rağmen Ebu Leheb hedef alınmakta ve daha ilk “ayet-i kerime”de Cenab-ı Allah buyurmaktadır ki; “Ebu Leheb’in elleri kurusun!” Bu da gösteriyor ki; Ebu Leheb, evet bir “ölü”dür ama “bizim ölümüz” değildir!.. “Bizim ölümüz” olmadığı için de, yüzyıllardır “ellerin kurusun” deriz onun arkasından!.. Fazla uzatmaya gerek yok; Hiç kimse; “ölülerin arkasından konuşulmaz” gibi bir “safsata”ya inanıp da, bana sövmeye kalkmasın!.. Çünkü ben, çok iyi biliyorum ki; “Ölüler” ayrıdır, “Ölülerimiz” ayrı!.. Ne yani; “Ölü” oldukları için Darwin’in veya Lenin ya da Stalin, Hitler ve Mussolini’nin arkasından konuşmayacak mıyız?.. Hem, madem ki “ölülerin arkasından konuşulmaz” diye bir safsataya inanıyorsunuz, o zaman sorarım; Hitler’e niye “faşist diktatör” diyoruz?.. Ya da diğerlerinin arkasından; niçin “Despot!.. Zalim!.. Zorba” diyoruz ki?.. Öyle ya; Onlar da “ölü” değil mi?.. Peki, bizim yazdığımız ne; “Türkan Saylan’ı sevmek zorunda değilim... Onun için, imam sorduğunda “iyi bilirdik’ diyemem!” Bütün mesele bu!.. Bilmem, anlatabildim mi? HER GÜÇLÜ, HAKLI DEĞİLDİR! Mevzu açılmışken devam edelim: Malûm; kimin elinde veya belinde “silâh” varsa, kim “güçlü” veya “para” sahibi ise, “kural”ları genellikle onlar koyar!.. Bu, böyle midir?.. Böyledir!.. Peki, “doğru” mudur bu?.. Elbette hayır!.. “Silahlı” veya “güçlü” olan birinin koyduğu “kural”lar aynı zamanda “adaletli” olmak zorundadır!.. Konulan kurallar “adaletli” ve “haklı” değilse; kural koyan adam, “zalim” olur!.. Peki; “para sahibi, güçlü veya silâhlı” birisi “kural” koydu diye ben bu kuralı “kabul etmek” zorunda mıyım!.. Elbette değilim... Çünkü “kabul etmek” ayrıdır, “uymak” ayrı!.. Gücüm olmadığı için, kurala belki uyarım!.. Ama bu, o kuralı kabul ettiğim anlamına gelmez!.. Özetle şunu demeye çalışıyorum: “Başkalarının kabulleri”ni kabul etmek zorunda değilim!.. Yani, bir adama “kahraman” diyorlar diye, benim de ona “kahraman” veya “vatansever” demek gibi bir mecburiyetim yok!.. Türkan Saylan olayı da öyle!.. Laikçi taifesi onun için “iyilik meleği”(!) diyor diye, ben de aynısını demek zorunda değilim ki!.. Çünkü, benim “ölçülerim” var!.. Amaç ve hedefi; “Eğitimi dinin gölgesinden kurtarmak” olan ve son nefesine kadar bu “misyon” üzre çaba sarfeden bir kadına yapılan övgüleri benim de kabul etmek gibi mecburiyetim yok!.. Bunu “ölü”lerin arkasından söylüyorum ki; şu anda “sağ” olanlara ders olsun!.. Anlasınlar artık; sağlığında kim ki “din ve dindar ile mücadele” etmişse, “öldükten sonra” benden övgü beklemesin!.. “Övgü” de beklemesin, “dua” da!.. GÜL’DEN MAHKEMEYE CEVAP Lâfım sadece “Saylan ve yandaşları”na değil... Halen “yaşayanlar”a da bir çift sözüm var!.. Dün de yazdığım gibi; Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi bir “karar” alıp dedi ki; “Abdullah Gül, yargılanmalıdır!” Bu karara Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dün verdiği cevap şöyleydi: “Zamanlamayla ilgili bir şey söyleyemem. Zamanlamayla ilgili herhangi bir şey söylersem polemik olur. Yalnız şunu hatırlatmak isterim; 10 yıl önce o zamanki Refah Partisi'nin 10'un üzerinde genel başkan yardımcısı vardı. Ben de dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcısıydım ve mali konularla, para işleriyle hiçbir yetkisi ve sorumluluğu olmayan bir kişiydim ama bu konu daha sonra mahkemelere taşındı. Mahkemeler neticede partinin genel sekreteri dahil olmak üzere bütün genel başkan yardımcıları ve genel muhasibini bu işlerden sorumsuz buldu. Yani beraat ettiler. Ben protokol listesinde bile en sonda gelen kişiydim ve hiçbir şekilde para işleriyle ilgisiz bir kişiydim ama milletvekili olduğum için herhangi bir şekilde benimle ilgili yargılama söz konusu olmadı. Hatırlarsanız; ben, bakanken, Başbakan Yardımcısı iken, Dışişleri Bakanı iken bile bu konu Meclis komisyonlarına geldiğinde bizzat gidip 'dokunulmazlığımı kaldırabilirsiniz, kaldırın' teklifinde bulunmuş bir kişiyim. Ama o günkü şartlarda dokunulmazlığa farklı bakıldığı için bu gerçekleşmedi. Yalnız buna ilaveten şunu da hatırlatmak isterim ki dokunulmazlık, milletvekili dokunulmazlığı hukuk davalarında geçerli değildir. Dolayısıyla hukuk davası, o zaman diğer genel başkan yardımcılarıyla birlikte benim için de açıldı hatta mal varlığıma tedbir getirildi. Dolayısıyla bu dava yapıldı ve neticede hiçbir sorumluluğumuz olmadığı için bu dava reddedildi. Tekrar bu konunun tekrar gündeme getirilmesiyle ilgili şunu söylemek isterim; Cumhurbaşkanlığı makamı Türkiye'nin en yüce makamıdır. Cumhurbaşkanı Türkiye'nin birliğini, beraberliğini ve bütün Türk milletini temsil eder. Açıkcası, tek kaygım Cumhurbaşkanlığı makamının 'dokunulmazlığı var mı, yok mu' tartışmalarıyla zedelenmesidir. Çünkü bunun yansımalarını Türkiye içinde görmezsiniz, Türkiye dışında çok daha farklı şekilde yansır. Türkiye'nin itibarıyla ilgili konulardır... Ama şunu da söylemek isterim ki; hukuki prosedür neticelendiğinde eğer bazılarının iddia ettiği gibi bir durum ortaya çıkarsa, bu konuda yargılanmaktan şahsım adına benim hiçbir şüphem, tereddütüm yoktur. Bunu da açıkça ifade etmek isterim. Bu konuyla ilgili herhangi bir endişe duymadığımı da açıkça söylerim.” KARAR TÜRK MİLLETİ ADINA MI? Bence, Sayın Gül’ün bu kadar nefes tüketmesine hiç gerek yoktu!.. Bazıları, onunla ilgili, nasıl ki “şüphe” uyandırmaya çalışıyor, onun yerinde ben olsam, aynı taktiği uygular, “Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi”nin; hem de şu günlerde niye “pişmiş aşa soğuk su katmaya” çalıştığının sorgulanmasını isterdim!.. Evet, “zamanlama”ya dikkat çeker ve “kararın arkasında hangi güçlerin bulunduğu”nun sorgulanmasını isterdim!.. Ama, Abdullah Bey, “kibar” adam... Üstelik devletin başında... Kendisinin de dediği gibi; bu tür “polemik”lere girmez!.. Ama ben giriyor ve soruyorum: Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi böyle “absürd bir karar” verdi diye, ben bu kararı “kabul etmek” zorunda mıyım?.. Hayır!.. Kabul etmiyorum!. Çünkü “karara uymak” başka, “kabul etmek” başka!.. Bu kararı, “Türk Milleti” de kabul etmez, “vicdanı olan” hiç kimse de, onaylamaz!.. O halde, “Türk Milleti Adına” karar veren “mahkeme”lerin, “herkesin kabul edeceği” kararlar vermesi gerekir!.. Aksi halde tartışılırlar ve fena halde yıpranırlar! Sonra, benim gibi birisi çıkar ve; “Sizin kabullerinizi kabul etmek zorunda değiliz” deyiverir!.. Öyle ya; biz sizin “köle”leriniz değiliz!.. Geçti o devirler!.. Ergenekon yazımı bir senaryo! “Yap-Boz”un bir iki parçasına bakarsanız “fotoğrafın tamamı”nı göremezsiniz... Çünkü “parça”ya bakıp da “bütün”ü görme imkânı yoktur!.. Görüyorsunuz, ortada “fol yok, yumurta yok”ken, Hüsamettin Cindoruk gibi “76 yaşında bir genç”(!) adam, gitti “DP’nin başına” oturdu!.. Görünüşte, bu “çöreklenme”nin hiçbir anlamı yok... Nihayetinde; “Adam, ahir ömründe kendi kendini tatmin etmek istiyor” denilip, geçilebilir!.. Ama, aynı günlerde Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, “Abdullah Gül’ün yargılanmasını” isterse, işte o zaman durup, düşünmek ve sormak gerekir: “Mutfakta biri mi var?.. Bu yemeği ocağa kim koydu?..” Çünkü efendim; “pişirilmek” istenen yemek; “Gül’den başlayarak, hükümeti devirmek”tir!.. DP, işin “siyasi” boyutu!.. Gül’ün yargılanması ise, işin “yargı” boyutu!.. Özetle söylemek gerekirse; AK Parti’nin işini bitirmek için hem siyaseti, hem yargıyı kullanacaklar!.. Bunların “Ergenekoncular” olduğunu söylemeye herhalde gerek yok!.. Çünkü fotoğrafın bütünü, onları gösteriyor!..
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|