![]() |
#31 |
![]() Laiklik (4): Türkiye’de Laiklik
Türkiye'de laikliğin sistemin temel niteliği haline gelmesi, Fransa ve ABD örneklerinde olduğu gibi asırlara yayılan toplumsal tecrübelerin değil, sosyolojik anlamda çok küçük bir zaman dilimine sığdırılan devrimlerin neticesinde gerçekleşti. Bu farklı oluşum süreci nedeniyle, Türk laikliğinde herhangi bir Batı ülkesinde söz konusu olmayacak kimi öğelere sıklıkla rastlamak mümkün olsa da, genel anlamda Fransa'yı andıran bir yapının hakim olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye'deki laiklik anlayışının Fransız laikliğine yakınlığının nedeni, söz konusu devrimlere kapı açan ve sahip çıkan zihniyetin düşünsel anlamda Fransa'dan besleniyor olmasıydı. Bir toplumda nesiller boyunca yaşanan tecrübeler sonucunda varılan kimi subjektif doğruları bir başka topluma endoktrine etmek suretiyle aradaki asırların baypaslanabileceğini ummanın sosyolojik anlamda ciddi bir cehaletin göstergesi olduğu söylenebilir. Ancak gücü elinde bulunduranın sözünün geçtiği siyasal gelenek devrim sonrasında da yerli yerinde durduğu için, devrimin doğrularının yaşaması için gerekli olan zihniyet dönüşümü, (her devrim sonrasında olduğu gibi) devlet okullarında yapılacak olan kitlesel endoktrinasyona emanet edildi. Laikliği kültürel bir devrimin 'mukayeseli resimleri' eşliğinde öğrenen yeni nesil, dünyanın her yerinde yaşanan her devrim sonrasında olduğu gibi, devrilenle ilgili olan herşeyin 'geçmişe ait' (ve dolayısıyla tehlikeli), mevcut düzenlemelerin ise geleceğe yönelik ve değerli olduğuna inanacak şekilde devşirildi. Çarşaf, şalvar, fes, arşın, okka ve hicri takvim gibi tehlikeli öğelere karşı, tayyör, pantolon, şapka, metre, gram ve miladi takvim gibi objektif değerlere sahip çıkan bu nesil, bu yeni kültürü yaşadığı ve yaşattığı ölçüde, gerisinde kaldığı Batı medeniyetinin seviyesine erişeceğine (ve dolayısıyla medeniyetin nitelikten ziyade seviye bazında değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğuna) can-ı gönülden inandı. Bu uğurda karşılaşabileceği en büyük tehlike de, geçmişin yeniden hortlaması, ülkeyi geri bırakan değerlerin din kisvesi altında yeniden su yüzüne çıkmasıydı. Bu nedenle, Cumhuriyet'in okullarında yetişen yeni nesle, laikliğin bu tehlikelere karşı ülkenin bekası adına elden bırakılmaması gereken bir kalkan olduğu belletildi. Böylesi bir kitlesel endoktrinasyonun başarılı olabilmesi için, yeni neslin, tamamen farklı değer yargılarına sahip kılınması kaçınılmazdı. Bu durum, genç zihinlere kullanıma hazır bir şekilde enjekte edilecek olan devrim değerlerinin kıymetlerinin kendilerinden menkul olmasını gerektiriyordu. Söz konusu kavramlara dair herhangi bir kültürel mirasa sahip olmayan yeni neslin, özgür düşünebilme adına bir öngereklilik olan soyutlama, analoji yapabilme gibi özelliklere sahip olma imkanı böylelikle baştan elinden alınmış oluyordu. Bu üretim tezgahının ortaya çıkardığı empati yoksunu insan tipi, kendisine ezberletilen iyiler ve kötüler ekseninde (slogan bazında) düşündüğünden, her konuda haklı olmakta da bir mahzur görmedi. Çarpık eğitim sisteminin düşünce özürlü çocuğu, imajlardan oluşan sığ ve dar dünyasında çağdaş olma adına kendince çok önemli bir savaş verirken, ikinci bir dünya savaşının ardından çoktan değişmiş olan dünyayı ne derece vahim bir boyutta ıskaladığının farkında bile değildi. Bireysel Haklar Devletçi ve kollektivist toplumlarda, iktidarı süresince gerekli gördüğü adımları atmaktan çekinmeyen, yeri geldiğinde kendi hatalarını görüp politika değiştiren, yeri geldiğinde de belli fırsatları kaçırmamak için beklenenden çok daha farklı uygulamalara giden pragmatik ve zeki bir lider öldüğünde, yerine geçen kişinin mevcut icraatları kendi kafasına göre devam ettirebilecek zihinsel kapasiteye ve politik güce sahip olması son derece önemlidir. Zira, politik ortam, iki kişinin iktidarı süresi zarfınca aynı politikalarla hareket edilmesine çoğu zaman müsait olmaz. Böyle bir durumda, iktidarı devralan kişinin kendi devrinin adamı olması, hem kendi iktidarının sağlığı, hem de ülkenin istikrarı adına şarttır. Türkiye 1938 yılında böyle bir durumla karşılaştığında ihtiyacı olanın tam tersini yaşadı. Çünkü kişisel prensipleri kanun hükmünde olan her güçlü liderin ölümünün ardından yaşanan tecrübe, 1938 yılının ardından Türkiye için de söz konusu oldu. Ancak yeni lider, resmi ideolojiyi sırtlayacak çapta bir insan olmaktan çok uzak olduğu için, onu devraldığı şekliyle kutsallaştırdı ve bu da, hal-i hazırda zaten son derece sert olan bu yapının hepten aşırı bir uca taşınmasına neden oldu. Böylelikle Türkiye'nin düşünce dünyası 1938 yılına (ve o yılda hakim olan anlayışa) hapsedilmiş oldu. Mussolini'nin Faşist İtalyası, Hitler'in Nazi Almanya'sı, Stalin'in komünist Sovyetler Birliği hatırlanacak olursa, 20 ve 30'lu yılların devletçi ve kollektivist dünyası daha doğru bir şekilde tasavvur edilebilir. İkinci bir dünya savaşının ardından değişmeye devam eden dünyada, insanlar bireysel hak ve özgürlüklerini tekrar talep etmeye başladıklarında, artık sosyal ve ekonomik anlamda fazlasıyla kapalı bir topluma dönüşmüş olan Türkiye, bütün bu gelişmelerin dışında kaldı. Yurtdışına seyahat edemeyen, döviz bulundurması yasak olan, yabancı sigaraları kaçakçılardan satın almak durumunda olan Türk vatandaşı, dünyadan kopuk bir şekilde yaşadığı bu yılları, Anıtkabir'de İstiklal Marşı ve uygun adım marşlarla açılıp kapanan tek kanallı devlet televizyonunun müsaade ettiği ölçüde takip etti. Türkçe ezanın sona ermesi istisna edilecek olursa, resmi ideoloji ilk ciddi darbelerini 1983 yılından itibaren Türkiye'nin (ilke edinilen) devletçilik zincirini kırarak tekrar dünyaya açılmaya başlamasıyla yedi. Çok seslilikten söz etmek için henüz çok erken olsa da, en azından 'resmi olmayan' seslerin de duyulmaya başlaması, (sancılı da olsa) yavaş yavaş kazanılan ekonomik özgürlüklerin sosyal açılımlarını da müjdeliyordu. Resmi ideoloji, ikinci ciddi darbesini ise, 2000'li yılların başında yedi. Yıllardır ihlal edilen kimi bireysel hakların, Avrupa Birliği'ne uyum süreci kapsamında devrim niteliğinde kanunların meclisten geçirilmesiyle en azından kağıt üzerinde tanınmış olması, Türkiye'yi, herkesin fikirlerini özgürce ifade edebileceği bir ülke konumuna bir parça daha yaklaştırıyordu. Türkiye'de Batılılaşmayı en çok diline dolayan resmi ideoloji yanlılarının, Avrupa Birliği'nin taleplerini yıllarca halktan gizlemiş olmaları, militanca ve militaristçe destekledikleri laiklik ilkesine olan inançlarının bireysel haklar için söz konusu olmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Düşüncenin önündeki engellerin kaldırılması, özürlülere, kadınlara, Kürtlere yapılan ayrımcılıklara son verilmesi, zorunlu askerliğin kaldırılması, işkenceye bir son verilmesi ve (aman Türk halkı duymasın!) hayatın her alanında, başını nereye çevirse insanların karşısına çıkan ve Avrupalılara George Orwell'in 1984 adlı romanını hatırlatan görüntülerden vazgeçilmesi gibi talepler yıllarca halktan gizlendi. Bir kısmı da hala gizleniyor. Laiklik, böyle bir ortamda, Türk siyasi hayatının son derece hayati bir noktasında belirleyiciliğini korumaya devam ediyor. Bu durumun en büyük nedeni, resmi ideolojinin fazlasıyla tesiri altında olan kesimler için laikliğin (ve tabii ki kendi kafalarındaki laikliğin) en büyük siyasal önceliğe sahip olmasında yatıyor. Laikliğe rejimin tehlikede olmasına vurguda bulunularak sahip çıkıldığı ve bu çerçevede bireysel hakları hiçe sayan taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olursa, Türkiye'de hakim olan (ve cumhuriyet olarak nitelendirilemesi siyaset bilimi açısından mümkün olmayan) politik sisteme 'laik cumhuriyet' adına sahip çıkmak isteyenlerin 'Türkiye laik kalsın da, özgürlük varsın olmasın' şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım içerisine girdikleri söylenebilir. Türkiye'de Laikliğin Gündeme Geldiği Konular Yapılan anket sonuçlarına göre, Türkiye'de laikliğin tehlikede olduğunu düşünenlerin oranı sadece %2,5. Bu marjinal sayılabilecek orana rağmen laikliğin en çok karşımıza çıkan gündem maddelerinden biri olması, resmi ideolojiyi koruma görevini üstlenen ordunun belirleyici gücünden ileri geliyor. Laikliğin gündeme geldiği konulara ve bu konuların halkın farklı kesimlerince ele alınış şekillerine bakıldığında, düşünce geleneğiyle değil, kültür devrimiyle gelen (ve militarist bir anlayışla korunan) Türk laikliğinin nev-i şahsına münhasır nitelikleri iyice belirginleşiyor. Laikliğin (özellikle 80'lerden sonra) en çok gündeme geldiği konu, üniversite eğitimi almak isteyen başörtülü öğrencilerin engellenmesi oldu. (Yine aynı anket sonuçlarına göre, türbanı sorun olarak görenlerin oranı %1,7.) Başörtüsü, Fransa'da dini sembol olduğu gerekçesiyle ilk ve orta dereceli okullarda, haç ve kipa ile birlikte yasaklandı. Türkiye'deki laik kesim ise, başörtüsünün 'dini' değil, siyasi bir sembol olduğu gerekçesiyle her türlü kamu kuruluşunda yasaklanmasını talep ediyor. Bununla birlikte (sakal haricinde) diğer dini ya da siyasi sembollere bir yasaklama getirilmesinin düşünülmemiş olması, konunun sembollerden ziyade kültür devriminin devirdiği değerlerle ilgili olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Başörtüsü yasağını savunmak üzere dile getirilen kimi argümanların 'Cumhuriyet kazanımları' ve 'Atatürk devrimleri' nazara verilerek ifade edilmesi, bu yönüyle daha dürüstçe bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan, başörtüsü karşıtlarının, 'Atatürk, Türk gençlerinin böyle giyinmesini istemezdi' şeklindeki argümanları, her ne kadar ülkenin sağ partileri tarafından göz ardı edilse de, yüzlerce tarihi vak'a ile sabit olan bir gerçeğin ifadesidir. Evet, Atatürk, Türkiye'de muhafazakar bir partinin güçlenmesini de, Batılı bir görünüm kazanmasını istediği Türkiye'nin sokaklarında başörtülü insanların sayısının giderek artmasını da, üniversite mezunu kızların önemli bir yüzdesinin başörtülü olmasını da istemezdi. Önderlik ettiği kültür devrimiyle de – her Türk vatandaşına ilkokul birinci sınıftan itibaren öğretildiği gibi – halkın kimi kıyafetleri giymesini yasaklarken, kimi diğerlerini giymelerini kanunla teşvik etmişti. Kemalist kesim, Türkiye'de uygulanan laikliğin niteliğini gayet iyi bilse de, halkın genelinin zihin dünyasında bu konunun netlik kazanmış olduğunu maalesef söylemek pek mümkün değil. Hürriyet gazetesi yazarı Tufan Türenç'in, DYP'li kadınlarla yaptığı bir söyleşinin ardından bir başörtülü bayanla arasında geçen diyalogu aktardığı 'Türbanlı yaşam karanlıkla aydınlığın sınırıdır' başlıklı yazısındaki ifadeleri, bu duruma bir örnek olabilir: DYP'li kadınlarla yaptığımız söyleşiden sonra bazı soru sormak isteyenler çevremi sardı. Aralarından biri türbanlıydı. Ötekileri bastırıp sorusunu yöneltti: "Ben türbanlıyım ama Atatürk'ü çok seviyorum. Ona bağlıyım ve ben Atatürkçüyüm. Sakın türban takıyorum diye Atatürk karşıtı olduğumu sanmayın. Türbanlı bir insan Atatürk'ü sevemez mi?" Anadolu insanının dürüstlüğü ve içtenliğiyle soruyordu. Kendisine şu yanıtı verdim: "Sever... Sizin de Atatürk'ü sevdiğinize inanıyorum. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki şu tesettürlü haliniz Atatürk'ü hiç mutlu etmezdi. O, Türk kadınının uygar ülkelerin kadınları gibi giyinmesini, onlar gibi çağdaş yaşam sürdürmesini isterdi. Ömrü boyunca da bunun için uğraştı." Bütün bunlarla amaçlanan, yine Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok ders kitabında ifade edildiği gibi, Türk insanının Batılıların nazarındaki imajının değişmesi, bize baktıklarında 'Onlar da artık bizim gibi' demelerinin sağlanması ve Batılılaşan Türk halkının Avrupayla entegre olmasıydı. Bu tavrı Gülay Göktürk, şu cümlelerle ifade ediyor: Yıllardır Avrupa Birliği'ne girmek için yapılan bütün tanıtım çalışmalarında verilmeye çalışılan temel mesaj "Yok aslında birbirimizden farkımız" mesajıydı zira. Türk kadınının "Avrupalıdan daha Avrupalı" olduğunu ispatlamak için, öğrenimleri, yabancı dile hakimiyetleri, giyim kuşamları, hal ve tavırlarıyla Avrupalı hemcinslerinde hayranlık uyandırmayı başaracak az Türk kadını heyeti taşımadık Avrupa'ya. Türbanlı kadınları ise kedi pisliğini saklar gibi saklamaya çalıştık. Onlar eşlerinin kolunda Avrupa'ya gidiyor ve imajımızı bozuyor diye az "rencide" olmadık! Bu yaklaşımı körükleyen zihniyetin kıymeti kendinden menkul önkabulleri doğru şekilde tespit edilirse, laikliği en büyük öncelik olarak kabul eden Kemalist kesimin Türkiye'deki kimi gelişmelerden neden bu denli rahatsız olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zira, laiklik konusunda duyarlı olan kesimin (bugün itibariyle) en çok rahatsız olduğu bir diğer konu, başbakan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin eşlerinin başörtülü olmaları. Başörtülü insanların Türkiye'yi temsil edemeyecekleri önermesi etrafında geliştirilmeye çalışılan argümanların hemen hepsi Bekir Coşkun'un 'İstemem' başlıklı yazısındaki şu cümlelerle özetlenebilir: Ben o görüntülere razı değilim. Bunu içime sindiremem ve kabul edemem. Böyle temsil edilmeyi reddediyorum. ... Kim, nasıl isterse başını-saçını örtebilir. Türban da takabilir, tesettüre de girebilir. Kimse buna karışmıyor. Ama kimse türbana-tesettüre bürünüp "Laik Türkiye Cumhuriyeti"ni temsil edemez. Bu anlayış, Türkiye'de başörtülü başörtüsüz herkesin yaşayabileceği, ancak iş temsili demokrasiye gelince, sadece başörtüsüzlerin Türkiye'yi temsil edebileceği, hatta 'eşi' başörtülü olanların dahi Türkiye'yi temsile hakları olmadığı varsayımlarından hareketle şekilleniyor. Böyle bir kafa yapısının ürünü olan mantık hatalarına değinmeye herhalde gerek yok. Ancak bu konunun gözden kaçırılan önemli bir yönü daha var. Özgür ülkelerde, devlet, bir arada yaşayan insanların, haklarını teminat altına alma amacıyla, kendi elleriyle tesis ettikleri bir kurumdur. Hükümet ise, haklarını korumak isteyen bu insanların üzerinde anlaştıkları kuralların işleyişini sağlamakla mükelleftir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı yöneten değil, halka hizmet eden kimselerdir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı değil, halkın işlerini yönetirler. Bu nedenle de, özgür ülkelerde, halk iradesinin delegasyon süreci sonrasında tecelli etmesinden kasıt, halkın doğru bulduğu politikaların, bu işi en iyi yapacağına inandıkları kişilerce hayata geçirilmesi sürecinden ibarettir. Eğer özgür bir ülkeden söz ediyorsak, temsili demokrasi ile temsil edilen, halkın inandığı politikalardır, halkın kendisi değil. Çoksesliliğin esas olduğu özgür ülkelerde, başbakanın ya da diğer hükümet yetkililerinin - isteseler bile - kişisel hayatlarında yaptıkları sayısız seçimlerle herkesi birden aynı anda temsil etmeleri zaten mümkün olmaz. Israrla bu türden talepleri gündeme getiren Kemalist laik kesim, özgürlük ve çokseslilik kavramlarına aslında ne kadar yabancı olduğunu da göstermiş oluyor. Bu uzlaşmaz tavır neticesinde de, bireysel haklar ve çokseslilik kavramları bir yana, kendi kafalarındakinin haricindeki laiklik anlayışlarını dahi dikkate almak istemiyorlar. Çoğu zaman öfke dolu ve empati yoksunu olan her tepkileri de, '[Bir Kemalist] herşeyden önce laiktir. Dinden uzaklaşılmasını ister, ilerlemeye inanır, rasyonalizme tapar. Ama rasyonel hiçbir eleştiriyi de kabul edemez.' diyen Şahin Alpay'ı her seferinde bir kez daha haklı çıkarıyor. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#32 |
![]() Laiklik (4): Türkiye’de Laiklik
Türkiye'de laikliğin sistemin temel niteliği haline gelmesi, Fransa ve ABD örneklerinde olduğu gibi asırlara yayılan toplumsal tecrübelerin değil, sosyolojik anlamda çok küçük bir zaman dilimine sığdırılan devrimlerin neticesinde gerçekleşti. Bu farklı oluşum süreci nedeniyle, Türk laikliğinde herhangi bir Batı ülkesinde söz konusu olmayacak kimi öğelere sıklıkla rastlamak mümkün olsa da, genel anlamda Fransa'yı andıran bir yapının hakim olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye'deki laiklik anlayışının Fransız laikliğine yakınlığının nedeni, söz konusu devrimlere kapı açan ve sahip çıkan zihniyetin düşünsel anlamda Fransa'dan besleniyor olmasıydı. Bir toplumda nesiller boyunca yaşanan tecrübeler sonucunda varılan kimi subjektif doğruları bir başka topluma endoktrine etmek suretiyle aradaki asırların baypaslanabileceğini ummanın sosyolojik anlamda ciddi bir cehaletin göstergesi olduğu söylenebilir. Ancak gücü elinde bulunduranın sözünün geçtiği siyasal gelenek devrim sonrasında da yerli yerinde durduğu için, devrimin doğrularının yaşaması için gerekli olan zihniyet dönüşümü, (her devrim sonrasında olduğu gibi) devlet okullarında yapılacak olan kitlesel endoktrinasyona emanet edildi. Laikliği kültürel bir devrimin 'mukayeseli resimleri' eşliğinde öğrenen yeni nesil, dünyanın her yerinde yaşanan her devrim sonrasında olduğu gibi, devrilenle ilgili olan herşeyin 'geçmişe ait' (ve dolayısıyla tehlikeli), mevcut düzenlemelerin ise geleceğe yönelik ve değerli olduğuna inanacak şekilde devşirildi. Çarşaf, şalvar, fes, arşın, okka ve hicri takvim gibi tehlikeli öğelere karşı, tayyör, pantolon, şapka, metre, gram ve miladi takvim gibi objektif değerlere sahip çıkan bu nesil, bu yeni kültürü yaşadığı ve yaşattığı ölçüde, gerisinde kaldığı Batı medeniyetinin seviyesine erişeceğine (ve dolayısıyla medeniyetin nitelikten ziyade seviye bazında değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğuna) can-ı gönülden inandı. Bu uğurda karşılaşabileceği en büyük tehlike de, geçmişin yeniden hortlaması, ülkeyi geri bırakan değerlerin din kisvesi altında yeniden su yüzüne çıkmasıydı. Bu nedenle, Cumhuriyet'in okullarında yetişen yeni nesle, laikliğin bu tehlikelere karşı ülkenin bekası adına elden bırakılmaması gereken bir kalkan olduğu belletildi. Böylesi bir kitlesel endoktrinasyonun başarılı olabilmesi için, yeni neslin, tamamen farklı değer yargılarına sahip kılınması kaçınılmazdı. Bu durum, genç zihinlere kullanıma hazır bir şekilde enjekte edilecek olan devrim değerlerinin kıymetlerinin kendilerinden menkul olmasını gerektiriyordu. Söz konusu kavramlara dair herhangi bir kültürel mirasa sahip olmayan yeni neslin, özgür düşünebilme adına bir öngereklilik olan soyutlama, analoji yapabilme gibi özelliklere sahip olma imkanı böylelikle baştan elinden alınmış oluyordu. Bu üretim tezgahının ortaya çıkardığı empati yoksunu insan tipi, kendisine ezberletilen iyiler ve kötüler ekseninde (slogan bazında) düşündüğünden, her konuda haklı olmakta da bir mahzur görmedi. Çarpık eğitim sisteminin düşünce özürlü çocuğu, imajlardan oluşan sığ ve dar dünyasında çağdaş olma adına kendince çok önemli bir savaş verirken, ikinci bir dünya savaşının ardından çoktan değişmiş olan dünyayı ne derece vahim bir boyutta ıskaladığının farkında bile değildi. Bireysel Haklar Devletçi ve kollektivist toplumlarda, iktidarı süresince gerekli gördüğü adımları atmaktan çekinmeyen, yeri geldiğinde kendi hatalarını görüp politika değiştiren, yeri geldiğinde de belli fırsatları kaçırmamak için beklenenden çok daha farklı uygulamalara giden pragmatik ve zeki bir lider öldüğünde, yerine geçen kişinin mevcut icraatları kendi kafasına göre devam ettirebilecek zihinsel kapasiteye ve politik güce sahip olması son derece önemlidir. Zira, politik ortam, iki kişinin iktidarı süresi zarfınca aynı politikalarla hareket edilmesine çoğu zaman müsait olmaz. Böyle bir durumda, iktidarı devralan kişinin kendi devrinin adamı olması, hem kendi iktidarının sağlığı, hem de ülkenin istikrarı adına şarttır. Türkiye 1938 yılında böyle bir durumla karşılaştığında ihtiyacı olanın tam tersini yaşadı. Çünkü kişisel prensipleri kanun hükmünde olan her güçlü liderin ölümünün ardından yaşanan tecrübe, 1938 yılının ardından Türkiye için de söz konusu oldu. Ancak yeni lider, resmi ideolojiyi sırtlayacak çapta bir insan olmaktan çok uzak olduğu için, onu devraldığı şekliyle kutsallaştırdı ve bu da, hal-i hazırda zaten son derece sert olan bu yapının hepten aşırı bir uca taşınmasına neden oldu. Böylelikle Türkiye'nin düşünce dünyası 1938 yılına (ve o yılda hakim olan anlayışa) hapsedilmiş oldu. Mussolini'nin Faşist İtalyası, Hitler'in Nazi Almanya'sı, Stalin'in komünist Sovyetler Birliği hatırlanacak olursa, 20 ve 30'lu yılların devletçi ve kollektivist dünyası daha doğru bir şekilde tasavvur edilebilir. İkinci bir dünya savaşının ardından değişmeye devam eden dünyada, insanlar bireysel hak ve özgürlüklerini tekrar talep etmeye başladıklarında, artık sosyal ve ekonomik anlamda fazlasıyla kapalı bir topluma dönüşmüş olan Türkiye, bütün bu gelişmelerin dışında kaldı. Yurtdışına seyahat edemeyen, döviz bulundurması yasak olan, yabancı sigaraları kaçakçılardan satın almak durumunda olan Türk vatandaşı, dünyadan kopuk bir şekilde yaşadığı bu yılları, Anıtkabir'de İstiklal Marşı ve uygun adım marşlarla açılıp kapanan tek kanallı devlet televizyonunun müsaade ettiği ölçüde takip etti. Türkçe ezanın sona ermesi istisna edilecek olursa, resmi ideoloji ilk ciddi darbelerini 1983 yılından itibaren Türkiye'nin (ilke edinilen) devletçilik zincirini kırarak tekrar dünyaya açılmaya başlamasıyla yedi. Çok seslilikten söz etmek için henüz çok erken olsa da, en azından 'resmi olmayan' seslerin de duyulmaya başlaması, (sancılı da olsa) yavaş yavaş kazanılan ekonomik özgürlüklerin sosyal açılımlarını da müjdeliyordu. Resmi ideoloji, ikinci ciddi darbesini ise, 2000'li yılların başında yedi. Yıllardır ihlal edilen kimi bireysel hakların, Avrupa Birliği'ne uyum süreci kapsamında devrim niteliğinde kanunların meclisten geçirilmesiyle en azından kağıt üzerinde tanınmış olması, Türkiye'yi, herkesin fikirlerini özgürce ifade edebileceği bir ülke konumuna bir parça daha yaklaştırıyordu. Türkiye'de Batılılaşmayı en çok diline dolayan resmi ideoloji yanlılarının, Avrupa Birliği'nin taleplerini yıllarca halktan gizlemiş olmaları, militanca ve militaristçe destekledikleri laiklik ilkesine olan inançlarının bireysel haklar için söz konusu olmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Düşüncenin önündeki engellerin kaldırılması, özürlülere, kadınlara, Kürtlere yapılan ayrımcılıklara son verilmesi, zorunlu askerliğin kaldırılması, işkenceye bir son verilmesi ve (aman Türk halkı duymasın!) hayatın her alanında, başını nereye çevirse insanların karşısına çıkan ve Avrupalılara George Orwell'in 1984 adlı romanını hatırlatan görüntülerden vazgeçilmesi gibi talepler yıllarca halktan gizlendi. Bir kısmı da hala gizleniyor. Laiklik, böyle bir ortamda, Türk siyasi hayatının son derece hayati bir noktasında belirleyiciliğini korumaya devam ediyor. Bu durumun en büyük nedeni, resmi ideolojinin fazlasıyla tesiri altında olan kesimler için laikliğin (ve tabii ki kendi kafalarındaki laikliğin) en büyük siyasal önceliğe sahip olmasında yatıyor. Laikliğe rejimin tehlikede olmasına vurguda bulunularak sahip çıkıldığı ve bu çerçevede bireysel hakları hiçe sayan taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olursa, Türkiye'de hakim olan (ve cumhuriyet olarak nitelendirilemesi siyaset bilimi açısından mümkün olmayan) politik sisteme 'laik cumhuriyet' adına sahip çıkmak isteyenlerin 'Türkiye laik kalsın da, özgürlük varsın olmasın' şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım içerisine girdikleri söylenebilir. Türkiye'de Laikliğin Gündeme Geldiği Konular Yapılan anket sonuçlarına göre, Türkiye'de laikliğin tehlikede olduğunu düşünenlerin oranı sadece %2,5. Bu marjinal sayılabilecek orana rağmen laikliğin en çok karşımıza çıkan gündem maddelerinden biri olması, resmi ideolojiyi koruma görevini üstlenen ordunun belirleyici gücünden ileri geliyor. Laikliğin gündeme geldiği konulara ve bu konuların halkın farklı kesimlerince ele alınış şekillerine bakıldığında, düşünce geleneğiyle değil, kültür devrimiyle gelen (ve militarist bir anlayışla korunan) Türk laikliğinin nev-i şahsına münhasır nitelikleri iyice belirginleşiyor. Laikliğin (özellikle 80'lerden sonra) en çok gündeme geldiği konu, üniversite eğitimi almak isteyen başörtülü öğrencilerin engellenmesi oldu. (Yine aynı anket sonuçlarına göre, türbanı sorun olarak görenlerin oranı %1,7.) Başörtüsü, Fransa'da dini sembol olduğu gerekçesiyle ilk ve orta dereceli okullarda, haç ve kipa ile birlikte yasaklandı. Türkiye'deki laik kesim ise, başörtüsünün 'dini' değil, siyasi bir sembol olduğu gerekçesiyle her türlü kamu kuruluşunda yasaklanmasını talep ediyor. Bununla birlikte (sakal haricinde) diğer dini ya da siyasi sembollere bir yasaklama getirilmesinin düşünülmemiş olması, konunun sembollerden ziyade kültür devriminin devirdiği değerlerle ilgili olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Başörtüsü yasağını savunmak üzere dile getirilen kimi argümanların 'Cumhuriyet kazanımları' ve 'Atatürk devrimleri' nazara verilerek ifade edilmesi, bu yönüyle daha dürüstçe bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan, başörtüsü karşıtlarının, 'Atatürk, Türk gençlerinin böyle giyinmesini istemezdi' şeklindeki argümanları, her ne kadar ülkenin sağ partileri tarafından göz ardı edilse de, yüzlerce tarihi vak'a ile sabit olan bir gerçeğin ifadesidir. Evet, Atatürk, Türkiye'de muhafazakar bir partinin güçlenmesini de, Batılı bir görünüm kazanmasını istediği Türkiye'nin sokaklarında başörtülü insanların sayısının giderek artmasını da, üniversite mezunu kızların önemli bir yüzdesinin başörtülü olmasını da istemezdi. Önderlik ettiği kültür devrimiyle de – her Türk vatandaşına ilkokul birinci sınıftan itibaren öğretildiği gibi – halkın kimi kıyafetleri giymesini yasaklarken, kimi diğerlerini giymelerini kanunla teşvik etmişti. Kemalist kesim, Türkiye'de uygulanan laikliğin niteliğini gayet iyi bilse de, halkın genelinin zihin dünyasında bu konunun netlik kazanmış olduğunu maalesef söylemek pek mümkün değil. Hürriyet gazetesi yazarı Tufan Türenç'in, DYP'li kadınlarla yaptığı bir söyleşinin ardından bir başörtülü bayanla arasında geçen diyalogu aktardığı 'Türbanlı yaşam karanlıkla aydınlığın sınırıdır' başlıklı yazısındaki ifadeleri, bu duruma bir örnek olabilir: DYP'li kadınlarla yaptığımız söyleşiden sonra bazı soru sormak isteyenler çevremi sardı. Aralarından biri türbanlıydı. Ötekileri bastırıp sorusunu yöneltti: "Ben türbanlıyım ama Atatürk'ü çok seviyorum. Ona bağlıyım ve ben Atatürkçüyüm. Sakın türban takıyorum diye Atatürk karşıtı olduğumu sanmayın. Türbanlı bir insan Atatürk'ü sevemez mi?" Anadolu insanının dürüstlüğü ve içtenliğiyle soruyordu. Kendisine şu yanıtı verdim: "Sever... Sizin de Atatürk'ü sevdiğinize inanıyorum. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki şu tesettürlü haliniz Atatürk'ü hiç mutlu etmezdi. O, Türk kadınının uygar ülkelerin kadınları gibi giyinmesini, onlar gibi çağdaş yaşam sürdürmesini isterdi. Ömrü boyunca da bunun için uğraştı." Bütün bunlarla amaçlanan, yine Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok ders kitabında ifade edildiği gibi, Türk insanının Batılıların nazarındaki imajının değişmesi, bize baktıklarında 'Onlar da artık bizim gibi' demelerinin sağlanması ve Batılılaşan Türk halkının Avrupayla entegre olmasıydı. Bu tavrı Gülay Göktürk, şu cümlelerle ifade ediyor: Yıllardır Avrupa Birliği'ne girmek için yapılan bütün tanıtım çalışmalarında verilmeye çalışılan temel mesaj "Yok aslında birbirimizden farkımız" mesajıydı zira. Türk kadınının "Avrupalıdan daha Avrupalı" olduğunu ispatlamak için, öğrenimleri, yabancı dile hakimiyetleri, giyim kuşamları, hal ve tavırlarıyla Avrupalı hemcinslerinde hayranlık uyandırmayı başaracak az Türk kadını heyeti taşımadık Avrupa'ya. Türbanlı kadınları ise kedi pisliğini saklar gibi saklamaya çalıştık. Onlar eşlerinin kolunda Avrupa'ya gidiyor ve imajımızı bozuyor diye az "rencide" olmadık! Bu yaklaşımı körükleyen zihniyetin kıymeti kendinden menkul önkabulleri doğru şekilde tespit edilirse, laikliği en büyük öncelik olarak kabul eden Kemalist kesimin Türkiye'deki kimi gelişmelerden neden bu denli rahatsız olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zira, laiklik konusunda duyarlı olan kesimin (bugün itibariyle) en çok rahatsız olduğu bir diğer konu, başbakan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin eşlerinin başörtülü olmaları. Başörtülü insanların Türkiye'yi temsil edemeyecekleri önermesi etrafında geliştirilmeye çalışılan argümanların hemen hepsi Bekir Coşkun'un 'İstemem' başlıklı yazısındaki şu cümlelerle özetlenebilir: Ben o görüntülere razı değilim. Bunu içime sindiremem ve kabul edemem. Böyle temsil edilmeyi reddediyorum. ... Kim, nasıl isterse başını-saçını örtebilir. Türban da takabilir, tesettüre de girebilir. Kimse buna karışmıyor. Ama kimse türbana-tesettüre bürünüp "Laik Türkiye Cumhuriyeti"ni temsil edemez. Bu anlayış, Türkiye'de başörtülü başörtüsüz herkesin yaşayabileceği, ancak iş temsili demokrasiye gelince, sadece başörtüsüzlerin Türkiye'yi temsil edebileceği, hatta 'eşi' başörtülü olanların dahi Türkiye'yi temsile hakları olmadığı varsayımlarından hareketle şekilleniyor. Böyle bir kafa yapısının ürünü olan mantık hatalarına değinmeye herhalde gerek yok. Ancak bu konunun gözden kaçırılan önemli bir yönü daha var. Özgür ülkelerde, devlet, bir arada yaşayan insanların, haklarını teminat altına alma amacıyla, kendi elleriyle tesis ettikleri bir kurumdur. Hükümet ise, haklarını korumak isteyen bu insanların üzerinde anlaştıkları kuralların işleyişini sağlamakla mükelleftir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı yöneten değil, halka hizmet eden kimselerdir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı değil, halkın işlerini yönetirler. Bu nedenle de, özgür ülkelerde, halk iradesinin delegasyon süreci sonrasında tecelli etmesinden kasıt, halkın doğru bulduğu politikaların, bu işi en iyi yapacağına inandıkları kişilerce hayata geçirilmesi sürecinden ibarettir. Eğer özgür bir ülkeden söz ediyorsak, temsili demokrasi ile temsil edilen, halkın inandığı politikalardır, halkın kendisi değil. Çoksesliliğin esas olduğu özgür ülkelerde, başbakanın ya da diğer hükümet yetkililerinin - isteseler bile - kişisel hayatlarında yaptıkları sayısız seçimlerle herkesi birden aynı anda temsil etmeleri zaten mümkün olmaz. Israrla bu türden talepleri gündeme getiren Kemalist laik kesim, özgürlük ve çokseslilik kavramlarına aslında ne kadar yabancı olduğunu da göstermiş oluyor. Bu uzlaşmaz tavır neticesinde de, bireysel haklar ve çokseslilik kavramları bir yana, kendi kafalarındakinin haricindeki laiklik anlayışlarını dahi dikkate almak istemiyorlar. Çoğu zaman öfke dolu ve empati yoksunu olan her tepkileri de, '[Bir Kemalist] herşeyden önce laiktir. Dinden uzaklaşılmasını ister, ilerlemeye inanır, rasyonalizme tapar. Ama rasyonel hiçbir eleştiriyi de kabul edemez.' diyen Şahin Alpay'ı her seferinde bir kez daha haklı çıkarıyor. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#33 |
![]() Laiklik (5): Sonuç
Fransız düşünce geleneği, laikliği eşitlik ve özgürlük ilkelerinden hareketle tanımlıyor. Ancak aynı düşünce geleneği doğrultusunda, dinin söz konusu eşitlik ve özgürlüğü tehdit ettiği de varsayıldığından, eşitlik ve özgürlüğün, ancak herkesin nötralize edilmesiyle gerçekleşebileceği noktasına varılıyor. ABD'de ise, bireysel haklardan söz edebilmek için düşüncelerin olduğu gibi inançların da 'ifade özgürlüğü' kapsamında değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi hakim. Türkiye’de bireysel haklar konusundaki duyarlılıkların artıyor olduğu ve bunun sonucunda laiklik kavramının giderek daha çok özgürlükler ekseninde gündeme gelmeye başladığı düşünülecek olursa, Türkiye'deki laiklik arzının Fransız anlayışıyla örtüşmesine karşın, artmakta olan bireysel haklar talebinin ABD zihniyetine karşılık geldiği söylenebilir. Söz konusu arz ve talep arasındaki uyuşmazlığın nedeni, bir kültür devrimiyle yukarıdan-aşağıya gerçekleştirilen medeniyet ithali. Şöyle ki, herhangi bir askeri teknolojiyi ithal etmek isteyen bir komutanın, işe know-how satın alma emri vererek başlaması, ardından da, bu teknolojiyi kullanabilecek alt yapıyı oluşturma adına beşeri sermaye yatırımına gitmesi, imkanlar ölçüsünde, o alanda belli bir açılımı yakalamayı mümkün kılabilir. Ancak zihniyet kavramının işin içine girdiği medeniyetler konusunu (kağıt üzerinde dahi) bu kadar basite indirgeyebilmek maalesef mümkün değil. Dahası, toplumun kendi dinamikleriyle değişmesine ve gelişmesine izin vermeyi reddetmek ve hakim olan medeniyetin kültürel bir devrimle ortadan kaldırılması yoluna gitmek, (uyum göstermeyen insanları zorla değiştirmeyi ya da ortadan kaldırmayı beraberinde getireceğinden ötürü) otoriteryen bir yapıyı zorunlu kılıyor. Türkiye'de Fransız tarzı bir laiklikten yana tavır koyanların, insanları zorla değiştirmeyi meşru addetmeleri, kendi doğrularını tartışılmaz görmelerinin olduğu kadar, bu doğruları (zorla da olsa) başkalarına da empoze etmeye hakları olduğuna inanmalarının da bir sonucu. 'Türkiye'nin imajı adına herkesi değiştirmek' olarak özetlenebilecek olan bu toplum mühendisliği projesi, laikliği, medeniyet ithaliyle yaşanacak olan bir kültürel dönüşüm sürecinde insanları değiştirme adına vazgeçilmez bir silah telakki ediyor. Bu durum da, üzüm yemekten ziyade bağcı dövmeye odaklanmış bir laiklik anlayışı çıkarıyor karşımıza. Laiklik, siyasal bilimler nokta-yı nazarından değerlendirildiğinde de tuhaf durumlar göze batmıyor değil. Laiklik, herşeyden önce, politik bir sistem ya da rejim değil, farklı rejimlerde farklı şekillerde hayata geçirilmesi mümkün olan bir uygulama. Cumhuriyet ise, tanımı gereği, 'insanlara ait olan' bir rejimin ifadesi. Cumhuriyet gibi, özünde özgürlük yatan bir rejimi, zorba bir laiklik anlayışıyla cem edip adına 'laik Cumhuriyet' demek, ardından da, baskıcı bir laiklik anlayışını kullanarak cumhuriyetin özgürlükçü yönünü bastırmaya kalkmak, halkın devlet eliyle adam edilmesine yönelik politikalar eleştiriye maruz kaldığında da, 'Rejim elden gidiyor' nidalarıyla (resmin tamamını görmesini yıllardır engelledikleri) halka kin ve nefret aşılayarak olan biteni karambole getirmeye çalışmak, içimizdeki Fransızların alışmak zorunda kaldığımız tavırları arasında. Bütün bunlardan hareketle, Türkiye'nin laikleştiği ölçüde cumhuriyet olma özelliğini kaybettiği rahatlıkla söylenebilir. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#34 |
![]() LAİKLİK NEDİR, NE DEğİLDİR ?
Prof.Dr.Ahmet SALTIK G i r i ş : AKP Hükümeti’nin kimi yersiz uygulamaları ile Laiklik yapay olarak toplum gündemine taşınmak isteniyor. Oysa ülkemizin, evrensel tanımına uygun biçimde Laik rejimi benimsemesi ve Anayasasına değiştirilemez üstün hukuk kuralı olarak koymasından bu yana 60 yılı aşkın bir zaman geçti. Ulusumuz yaygın biçimde laik yaşam biçimini içselleştirdi. Zaten öteden beri Anadolu islamı, özellikle Alevi-Bektaşi yorumuyla islamiyet laik nitelik kazanmıştı; güleryüzlüydü ve Tanrı’dan korkma yerine onu sevmeye dayalı bir hoşgörü kültürüyle bezenerek yorumlanmıştı. Çöl ya da vehabi katılığı asla söz konusu değildi. Üstelik 1789 Büyük Fransız Devrimi’ne ikincil olarak Fransa’da ortaya atılan “Laisite-laiklik” kavramı da henüz yoktu. Anadolu, kendi öz ekiniyle Çöl şeriatını bir tür evcilleştirmişti. Cumhuriyet’le birlikte, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, pek doğallıkla da laik olacaktı. Bu 2 olgu temelde birbirinden ayrı düşünülemezdi. Gerçekten de, Akşin’e göre; “Atatürk Devrimi’nin Cumhuriyetle birlikte en önemli esaslarından biri laikliktir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya da tarikat devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıcalık isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya da mezhebe göre olamaz. Devlet bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız olacaktır. Öbür yönden, devlet de dine karışmamalıdır. Kural bu olmakla birlikte, devlet dine karışmak durumunda olabilir. Örneğin bir din ya da mezhep inananlarına insan kurban etmek ya da intihar etmek türünden şeyler yapmalarını buyuruyorsa, devletin bu tür uygulamayı önlemesi gerekir.” (Prof.Dr.Sina AKŞİN, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Cilt 2, 1997, Cumhuriyet Kitapları) Ne var ki, Anayasamızın Başlangıç bölümünde ve metninde değiştirilmesi bile önerilemeyecek madde olarak düzenlenmesine karşın[1], kimi çevreler, Laik yaşam biçimine doğrudan ya da cepheden saldıramadıklarından, Demokratik Cumhuriyet’in temel güvencelerinden olan bu kurumu sulandırarak başkalaştırmak istemektedirler. Anayasanın ilgili maddeleri aşağıdadır : “II. Cumhuriyetin nitelikleri Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” “IV. Değiştirilemeyecek hükümler Madde 4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” Atatürk’ün Laiklik Anlayışı : · “ İslâm dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliği belirir. ” 1924 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I. Cilt, syf. 318) Atatürk’ün bu anlatımında çok netlikle vurgulandığı üzere, dinin siyasete alet edilerek inançlı insanların sömürülmesi ve çıkar sağlanması mutlaka engellenmelidir. Bunun biricik yolu ise laikliktir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok partili yaşama geçmek ister ve yakın arkadaşı Serbest Fırka Lideri Fethi Okyar’a şunları söyler : · “Memnuniyetle görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” (1930, Atatürk’ün T.T.B. IV, syf. 544) Mustafa Kemal Paşa, çok yakın dava arkadaşı Kılıç Ali’ye göre aşağıdaki gibi düşünmektedir : · “ Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.” (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf. 57) Atatürk’ün manevi kızı Prof. Afetinan’ın Mustafa Kemal Paşa’nın el yazmalarından bize ulaştırdığına göre; · “ Türk ulusu, halk yönetimi olan cumhuriyetle yönetilir bir devlettir. Türk Devleti lâiktir. Her erişkin dinini seçmekte serbesttir.” (Afetinan, M.K. Atatürk’ün El Yazıları, 1930, syf. 352) · “ Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet yönetiminde bütün yasalar, düzenlemeler bilimin çağdaş uygarlığa sağladığı temel ve biçimlere, dünya gereksinimlerine göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı (=LAİKLİğİ), ulusumuzun çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.“ 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, 1930, syf. 56) Ulus Egemenliğinin gerçekleşebilmesi için, yaşamın gerekleri ve toplumun gereksinimleri dinsel kurallarla değil, us ve bilime, çağın gereklerine uygun biçimde karşılanmak durumundadır : · “ Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbe’si, ulusal egemenliğin belirdiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların, kişilerin vicdanlarıdır.” (Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.VII.1949) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu Yüce Atatürk, her fırsatta laiklik kavramını tanımlayarak hem konuya açıklık getirmiş hem de bu konudaki kararlılığını ısrarla vurgulamıştır : · “Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar! Mazinin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının dimağından silinmiş olduğunda kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt III, 1924, syf. 76) Yine çok yakın silah ve dava arkadaşı Kılıç Ali’nin birinci elden aktardıklarına göre; · “ Dinden maddî çıkar sağlayanlar, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” (1930, Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf.. 116) Bilindiği gibi henüz Cumhuriyet ilan edilmeden hatta Kurtuluş Savaşı sonlandırılmadan 1. TBMM’nin 1921’de benimsediği ilk Anayasa, olağanüstü koşullar yüzünden, Devletin dinini İslam olarak tanımlıyordu. Gerçekte Atatürk’ün kafasında yer alanları kendi sözlerinden Söylev’de öğrenmekteyiz : · “ Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükümet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek amacıyla, kanunun yasanın 2. maddesini anlamsız kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Anayasanın, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet yönetimimizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan deyimler, devrim ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği ödünlerdir. Ulus, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk uygun zamanda kaldırmalıdır.” 1927 (Söylev, cilt II, syf. 714-17) Laikliği Atatürk mü uydurdu ? Büyük Atatürk’ün söz konusu değerlendirmeleri tümüyle bilimsel ve gerçekçidir. Nitekim ünlü sosyolog Ernest Renan’ın LAİKLİK tanımı aşağıdadır : · “L a i k l i k; dinler arasında devletin yalnızlığıdır.” Ayrıca Anayasa Mahkememiz de bu kavramı yetkinlikle ve benzer içerikte tanımlamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin LAİKLİK tanımı : · “Laiklik; egemenliğe, demokrasi ile özgürlüğe ve bilgi bileşimine dayanan toplumsal bir atılım, siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Laik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Böylece siyasal yaşamın dayanağı bilim ve hukuk olur.” Dolayısıyla çok net bir biçimde denebilir ki, LAİKLİK TOPLUMSAL BARIŞTIR ! Demek ki, laiklik yurttaşların inançlarının en sağlam güvencesidir. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanmaktadır. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayırmak gerekir. Böylesi rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gerekli her türlü önlemi alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır. Laiklik sömürüsü ve AKP Hükümeti : Başbakan Sn. Erdoğan’ın çarpıttığı gibi Laiklik sınırsız bir din ve inanç özgürlüğü değildir. Tüm özgürlüklerin doğal sınırları vardır. Bu sınır, başkalarına ve topluma zarar vermemek ilkesine dayalıdır. Dolayısıyla Devlet gereğinde din adına kişilere ve topluma dayatılan bireylerin ve kamunun açıkça zararına olan akıl ve bilim dışı olgulara müdahale hakkına sahiptir. Örn. geçtiğimiz yıllarda ABD’de David Koresh tarikatının üyelerinin toplu özekıyımlarına (intihar) hükümet zor kullanarak müdahale etmiş ve bu eylemi laik hukuka tümüyle uygun görülmüştür. Somut örnek olarak İmam Hatip Liseleri konusu gündemdedir. Bu liselerden, Necmettin Erbakan’ın övünerek itiraf ettiğine göre; · ” İmam Hatip Liselerinde 27 yılda 1 300 000 inançlı mücahit yetiştirilmiştir.” Büyük Atatürk’ün uyarılarının ne denli yerli yerinde olduğu, yaşanarak bir kez daha deneylenmiştir. · “ Dinden maddî çıkar sağlayanlar, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” (1930, Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf.. 116) S o n u ç : Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nüfusunun % 95’inden çoğunun inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğinin ayırdındadır. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini bile Devlet yükümlenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış; buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirilmesine çaba gösterilmiştir. Anadolu'da, hiçbir dönemde Cumhuriyet dönemindeki sayıda cami yapılmamıştır. Cumhuriyet’in başında birkaç bin dolayındaki cami sayısı 75 bini geçmiştir. Öyle ki, her 8 saatte 1 cami bitirilir olmuştur. Nüfus artışının çok üzerinde bir hızla cami inşaatı gündemdedir. 1-2 yıl öncesine dek, okulların bile faturaları ödenmediğinde kesilirken, camilere kamu kaynaklarından sürekli biçimde elektrik ve su sağlanması sürdürülebilmiştir! · Bu tür girişimlerle rejim hızla dinselleştirilerek demokratik-laik cumhuriyetin içinin boşaltılması çabaları sürdürülmüştür. Fakat, Türk ulusu ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın kaçınılmaz gereği olan us (akıl) ve bilim yolunda, güleryüzlü bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş olanaklı değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur. Laiklik konusuna son vermeden önce, kimilerince ileri sürülen “devlet laik olur, insan ya da Müslüman laik olmaz” tuzağı üzerinde durulmalıdır : Bu yanlıştır ve çarpıtmadır. Laikliği kabul eden insan laiktir, aynı zamanda Müslüman da olabilir veya başka bir dine inanabilir. Türk Devrimi sayesinde Türkiye’de günümüzde milyonlarca laik Müslüman, yani laikliği kabul etmiş Müslüman vardır. Çok açıktır ki, laik Müslümanların pek çoğu tapınmalarını (ibadetlerini) eksiksiz yerine getirebilen insanlardır. Aydınlanma Devrimi yayılıp kökleştikçe, laiklik kavramının daha da benimsenmesi ve iyice yaşama geçirilmesi doğaldır. Türkiye’nin dünyanın gelişmiş uygar ülkeleri arasına girmesi de buna bağlıdır. Yeryüzünde büyük bir coğrafyaya yayılmış olan İslamiyet’te de öbür dünya dinleri gibi pek çok mezhep ve tarikat vardır. Bu insanlar kendilerini Müslüman olarak tanımlamaktadır fakat özellikleri farklı olabilmektedir. Bu ayrımlar yüzünden, dinlerin mezhep yorumları oluşmuştur. Her mezhebin, öbür mezhepleri Müslüman kabul etmesi, onları hoş görmesi, barış ve kardeşliğin, İslamiyet’in bütünselliğinin gereğidir. Dolayısıyla Laik Müslümanlık da öbür mezhepler gibi dışlanmamalıdır. Akşin’e göre; “Çok karılılığı kabul etmiyorsun, faizi, laikliği kabul ediyorsun, sen müslüman değilsin!” demek bölücülüktür. Ayrıca İslamiyet’i şeriata, dolayısıyla Ortaçağa bağladığı için İslamiyet’in çağdaş toplumlara da yayılmasına engel olan, İslamiyet yararına olmayan bir tutumdur. Hıristiyan misyonerleri de Müslümanları Hıristiyan yapmak için aynı mantığı kullanıyorlar. “Çok karılılığı reddediyorsun, o halde müslüman değilsin.. Gel seni Hıristiyan yapalım..” diyorlar. (Prof.Dr.Sina AKŞİN, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Cilt 2, 1997, Cumhuriyet Kitapları) Yazımızı Yüce Atatürk’ün kararlı uyarısı ile bağlayalım ve bir kez daha açıklıkla vurgulayalım ki; · LAİKLİK TOPLUMSAL BARIŞTIR ! · “ Cumhuriyetimiz, öyle sanıldığı gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için çok kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. Gereğinde kurumlarımızı savunmak için gerekeni yapmaya hazırız.” (1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt III, syf. 71) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#35 |
![]() LAİKLİK NEDİR, NE DEğİLDİR ?
Prof.Dr.Ahmet SALTIK G i r i ş : AKP Hükümeti’nin kimi yersiz uygulamaları ile Laiklik yapay olarak toplum gündemine taşınmak isteniyor. Oysa ülkemizin, evrensel tanımına uygun biçimde Laik rejimi benimsemesi ve Anayasasına değiştirilemez üstün hukuk kuralı olarak koymasından bu yana 60 yılı aşkın bir zaman geçti. Ulusumuz yaygın biçimde laik yaşam biçimini içselleştirdi. Zaten öteden beri Anadolu islamı, özellikle Alevi-Bektaşi yorumuyla islamiyet laik nitelik kazanmıştı; güleryüzlüydü ve Tanrı’dan korkma yerine onu sevmeye dayalı bir hoşgörü kültürüyle bezenerek yorumlanmıştı. Çöl ya da vehabi katılığı asla söz konusu değildi. Üstelik 1789 Büyük Fransız Devrimi’ne ikincil olarak Fransa’da ortaya atılan “Laisite-laiklik” kavramı da henüz yoktu. Anadolu, kendi öz ekiniyle Çöl şeriatını bir tür evcilleştirmişti. Cumhuriyet’le birlikte, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, pek doğallıkla da laik olacaktı. Bu 2 olgu temelde birbirinden ayrı düşünülemezdi. Gerçekten de, Akşin’e göre; “Atatürk Devrimi’nin Cumhuriyetle birlikte en önemli esaslarından biri laikliktir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya da tarikat devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıcalık isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya da mezhebe göre olamaz. Devlet bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız olacaktır. Öbür yönden, devlet de dine karışmamalıdır. Kural bu olmakla birlikte, devlet dine karışmak durumunda olabilir. Örneğin bir din ya da mezhep inananlarına insan kurban etmek ya da intihar etmek türünden şeyler yapmalarını buyuruyorsa, devletin bu tür uygulamayı önlemesi gerekir.” (Prof.Dr.Sina AKŞİN, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Cilt 2, 1997, Cumhuriyet Kitapları) Ne var ki, Anayasamızın Başlangıç bölümünde ve metninde değiştirilmesi bile önerilemeyecek madde olarak düzenlenmesine karşın[1], kimi çevreler, Laik yaşam biçimine doğrudan ya da cepheden saldıramadıklarından, Demokratik Cumhuriyet’in temel güvencelerinden olan bu kurumu sulandırarak başkalaştırmak istemektedirler. Anayasanın ilgili maddeleri aşağıdadır : “II. Cumhuriyetin nitelikleri Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” “IV. Değiştirilemeyecek hükümler Madde 4.- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” Atatürk’ün Laiklik Anlayışı : · “ İslâm dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliği belirir. ” 1924 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I. Cilt, syf. 318) Atatürk’ün bu anlatımında çok netlikle vurgulandığı üzere, dinin siyasete alet edilerek inançlı insanların sömürülmesi ve çıkar sağlanması mutlaka engellenmelidir. Bunun biricik yolu ise laikliktir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok partili yaşama geçmek ister ve yakın arkadaşı Serbest Fırka Lideri Fethi Okyar’a şunları söyler : · “Memnuniyetle görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” (1930, Atatürk’ün T.T.B. IV, syf. 544) Mustafa Kemal Paşa, çok yakın dava arkadaşı Kılıç Ali’ye göre aşağıdaki gibi düşünmektedir : · “ Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.” (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf. 57) Atatürk’ün manevi kızı Prof. Afetinan’ın Mustafa Kemal Paşa’nın el yazmalarından bize ulaştırdığına göre; · “ Türk ulusu, halk yönetimi olan cumhuriyetle yönetilir bir devlettir. Türk Devleti lâiktir. Her erişkin dinini seçmekte serbesttir.” (Afetinan, M.K. Atatürk’ün El Yazıları, 1930, syf. 352) · “ Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet yönetiminde bütün yasalar, düzenlemeler bilimin çağdaş uygarlığa sağladığı temel ve biçimlere, dünya gereksinimlerine göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı (=LAİKLİğİ), ulusumuzun çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.“ 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, 1930, syf. 56) Ulus Egemenliğinin gerçekleşebilmesi için, yaşamın gerekleri ve toplumun gereksinimleri dinsel kurallarla değil, us ve bilime, çağın gereklerine uygun biçimde karşılanmak durumundadır : · “ Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbe’si, ulusal egemenliğin belirdiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların, kişilerin vicdanlarıdır.” (Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.VII.1949) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu Yüce Atatürk, her fırsatta laiklik kavramını tanımlayarak hem konuya açıklık getirmiş hem de bu konudaki kararlılığını ısrarla vurgulamıştır : · “Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar! Mazinin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının dimağından silinmiş olduğunda kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt III, 1924, syf. 76) Yine çok yakın silah ve dava arkadaşı Kılıç Ali’nin birinci elden aktardıklarına göre; · “ Dinden maddî çıkar sağlayanlar, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” (1930, Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf.. 116) Bilindiği gibi henüz Cumhuriyet ilan edilmeden hatta Kurtuluş Savaşı sonlandırılmadan 1. TBMM’nin 1921’de benimsediği ilk Anayasa, olağanüstü koşullar yüzünden, Devletin dinini İslam olarak tanımlıyordu. Gerçekte Atatürk’ün kafasında yer alanları kendi sözlerinden Söylev’de öğrenmekteyiz : · “ Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükümet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek amacıyla, kanunun yasanın 2. maddesini anlamsız kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Anayasanın, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet yönetimimizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan deyimler, devrim ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği ödünlerdir. Ulus, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk uygun zamanda kaldırmalıdır.” 1927 (Söylev, cilt II, syf. 714-17) Laikliği Atatürk mü uydurdu ? Büyük Atatürk’ün söz konusu değerlendirmeleri tümüyle bilimsel ve gerçekçidir. Nitekim ünlü sosyolog Ernest Renan’ın LAİKLİK tanımı aşağıdadır : · “L a i k l i k; dinler arasında devletin yalnızlığıdır.” Ayrıca Anayasa Mahkememiz de bu kavramı yetkinlikle ve benzer içerikte tanımlamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin LAİKLİK tanımı : · “Laiklik; egemenliğe, demokrasi ile özgürlüğe ve bilgi bileşimine dayanan toplumsal bir atılım, siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Laik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Böylece siyasal yaşamın dayanağı bilim ve hukuk olur.” Dolayısıyla çok net bir biçimde denebilir ki, LAİKLİK TOPLUMSAL BARIŞTIR ! Demek ki, laiklik yurttaşların inançlarının en sağlam güvencesidir. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanmaktadır. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayırmak gerekir. Böylesi rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gerekli her türlü önlemi alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır. Laiklik sömürüsü ve AKP Hükümeti : Başbakan Sn. Erdoğan’ın çarpıttığı gibi Laiklik sınırsız bir din ve inanç özgürlüğü değildir. Tüm özgürlüklerin doğal sınırları vardır. Bu sınır, başkalarına ve topluma zarar vermemek ilkesine dayalıdır. Dolayısıyla Devlet gereğinde din adına kişilere ve topluma dayatılan bireylerin ve kamunun açıkça zararına olan akıl ve bilim dışı olgulara müdahale hakkına sahiptir. Örn. geçtiğimiz yıllarda ABD’de David Koresh tarikatının üyelerinin toplu özekıyımlarına (intihar) hükümet zor kullanarak müdahale etmiş ve bu eylemi laik hukuka tümüyle uygun görülmüştür. Somut örnek olarak İmam Hatip Liseleri konusu gündemdedir. Bu liselerden, Necmettin Erbakan’ın övünerek itiraf ettiğine göre; · ” İmam Hatip Liselerinde 27 yılda 1 300 000 inançlı mücahit yetiştirilmiştir.” Büyük Atatürk’ün uyarılarının ne denli yerli yerinde olduğu, yaşanarak bir kez daha deneylenmiştir. · “ Dinden maddî çıkar sağlayanlar, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” (1930, Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, syf.. 116) S o n u ç : Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nüfusunun % 95’inden çoğunun inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğinin ayırdındadır. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini bile Devlet yükümlenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış; buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirilmesine çaba gösterilmiştir. Anadolu'da, hiçbir dönemde Cumhuriyet dönemindeki sayıda cami yapılmamıştır. Cumhuriyet’in başında birkaç bin dolayındaki cami sayısı 75 bini geçmiştir. Öyle ki, her 8 saatte 1 cami bitirilir olmuştur. Nüfus artışının çok üzerinde bir hızla cami inşaatı gündemdedir. 1-2 yıl öncesine dek, okulların bile faturaları ödenmediğinde kesilirken, camilere kamu kaynaklarından sürekli biçimde elektrik ve su sağlanması sürdürülebilmiştir! · Bu tür girişimlerle rejim hızla dinselleştirilerek demokratik-laik cumhuriyetin içinin boşaltılması çabaları sürdürülmüştür. Fakat, Türk ulusu ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın kaçınılmaz gereği olan us (akıl) ve bilim yolunda, güleryüzlü bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş olanaklı değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur. Laiklik konusuna son vermeden önce, kimilerince ileri sürülen “devlet laik olur, insan ya da Müslüman laik olmaz” tuzağı üzerinde durulmalıdır : Bu yanlıştır ve çarpıtmadır. Laikliği kabul eden insan laiktir, aynı zamanda Müslüman da olabilir veya başka bir dine inanabilir. Türk Devrimi sayesinde Türkiye’de günümüzde milyonlarca laik Müslüman, yani laikliği kabul etmiş Müslüman vardır. Çok açıktır ki, laik Müslümanların pek çoğu tapınmalarını (ibadetlerini) eksiksiz yerine getirebilen insanlardır. Aydınlanma Devrimi yayılıp kökleştikçe, laiklik kavramının daha da benimsenmesi ve iyice yaşama geçirilmesi doğaldır. Türkiye’nin dünyanın gelişmiş uygar ülkeleri arasına girmesi de buna bağlıdır. Yeryüzünde büyük bir coğrafyaya yayılmış olan İslamiyet’te de öbür dünya dinleri gibi pek çok mezhep ve tarikat vardır. Bu insanlar kendilerini Müslüman olarak tanımlamaktadır fakat özellikleri farklı olabilmektedir. Bu ayrımlar yüzünden, dinlerin mezhep yorumları oluşmuştur. Her mezhebin, öbür mezhepleri Müslüman kabul etmesi, onları hoş görmesi, barış ve kardeşliğin, İslamiyet’in bütünselliğinin gereğidir. Dolayısıyla Laik Müslümanlık da öbür mezhepler gibi dışlanmamalıdır. Akşin’e göre; “Çok karılılığı kabul etmiyorsun, faizi, laikliği kabul ediyorsun, sen müslüman değilsin!” demek bölücülüktür. Ayrıca İslamiyet’i şeriata, dolayısıyla Ortaçağa bağladığı için İslamiyet’in çağdaş toplumlara da yayılmasına engel olan, İslamiyet yararına olmayan bir tutumdur. Hıristiyan misyonerleri de Müslümanları Hıristiyan yapmak için aynı mantığı kullanıyorlar. “Çok karılılığı reddediyorsun, o halde müslüman değilsin.. Gel seni Hıristiyan yapalım..” diyorlar. (Prof.Dr.Sina AKŞİN, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Cilt 2, 1997, Cumhuriyet Kitapları) Yazımızı Yüce Atatürk’ün kararlı uyarısı ile bağlayalım ve bir kez daha açıklıkla vurgulayalım ki; · LAİKLİK TOPLUMSAL BARIŞTIR ! · “ Cumhuriyetimiz, öyle sanıldığı gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için çok kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. Gereğinde kurumlarımızı savunmak için gerekeni yapmaya hazırız.” (1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt III, syf. 71) |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#36 |
![]() Abdulhamid hanın tahttan ayrılışının 100. yılını 31 martta geri bıraktık . Ve Son 100 yılın en büyük Lideri artık Recep Tayyip Erdoğan dır..
|
|
![]() |
![]() |
#37 |
![]() Reis önde..
Ama oy kullanmak için üyelik istiyor sanırım.. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|