|
02-05-2009, 12:04 | #1 |
SOY-SOP FASLI MI YOKSA MİLLET-İ HÂKİME Mİ?
SOY-SOP FASLI MI YOKSA MİLLET-İ HÂKİME Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER İnsanlığın ortak atası Hz. Âdem olmasına rağmen peki bu çeşitlilik niye? Beşeriyetin çeşitlilik arz etmesi hikmeti ilahiyedir çünkü. Bu durum Kur’anda Hucurat suresinde belirlenmiş zaten. Hucuret suresi iyi incelendiğinde belli bir ırka ait hitap yok, belli ki Kur’anın muhatabı bütün insanlık. Nitekim renklerimizin ya da fiziki yapılarımızın farklı olması herhangi bir ırka üstünlük vermiyor. Yani bütün ırklar salt insan olmak bakımdan Allah indinde eşittirler. Şişmanı, zayıfı, kölesi, efendisi ne olursa olsun fark etmez. İnsanı diğer insandan ayıran takva ölçüsüdür sadece. Bu bakımdan ruhun ırkı yoktur, olamaz da. Allah ruz-i mahşerde bedenimize, kalıbımıza bakmayacak, doğrudan kalbe bakacak. Beden farklılıkları, soy sop farklılıkları birinin diğerine karşı üstünlük yetkisi vermiyor. Her ırk, her insan Allah’a hizmet ettiği ölçüde değer kazanabiliyor ancak. Ahirette her millet dünyada iken ait olduğu milletin bayrağı ile toplanmayacak, bilakis orada Peygamberlerin bayrakları dalgalanacak, her peygamber kendi ümmetini toplayacak ve en son bizim ümmet-i Muhammediye ise Rasulullah (s.a.v)’ın Livai Hamd denilen sancağı altında cem olacak. Ne diyelim, İnşallah o sancağın altında toplanıp da kurtulanlardan oluruz. Görüldüğü gibi insan ete kemiğe bürünmekle fiziki bakımdan eşit oluyor, fakat ahlaki bakımdan eşit değildir. İnsan dünyada ne ekerse öte âlemde de onu biçecek hükmü uhrevi birikimle ilgili bir mesele. Bu yüzden Ben-i Âdemi topyekûn benzer karakterlerde eşitlemeye kalkışmak abesle iştigal olduğu gibi insanlığa yapılacak belki de en büyük zulüm olacaktır. Çünkü her insanın doğuştan gelen fıtri yapısı dediğimiz mizaçları değişiktir, tıpkı beş parmağın beşi bir olmadığı gibi.. Dolayısıyla falan kişi güzel ahlaklıdır, çünkü şu millete mensup denilse zırvadır. İnsanın huy seciyesini herhangi bir ırk belirleyemez, huy her ırkta değişik olabileceği gibi, aynı aile fertleri arasında aynı ortak baba ve anneden gelen kardeşler arasında bile farklı farklı olabiliyor. Üstelik hiç kimse önceden kendi ırkını seçme tercihine sahipte değil. Zira insanoğlu biyolojik açıdan da aynı genetik yapıya sahip, yani dokuz ay embriyonik hayat geçiren bir çocuk yarı anneden yarı babadan aktarılan kromozomlarla genotipi şekillenebiliyor. Tüm insanlık bila istisnasız istisnalar hariç anne karnında aynı dokuz aylık embriyolojik gelişim evresinden geçerek dünyaya adım atıyor. O halde cahiliye devrinin düştüğü soy-sop övünmesini çağımızda hortlatmaya gerek yoktur. Başka kavimleri küçük görmek ya da kendi milletini olduğunda fazla abartarak göklere çıkarmak çabaları yeniden cahiliye adetlerini canlandırmak demektir. Oysa ki dini bakımdan kardeşlik kriterlerimiz önceden belirlenmiş; bütün inananlar kardeştir diye.. İnananları ne Kürtlük, ne Türklük, ne Farslık, ne de Acemlik ayırabilir, tıpkı aynı namaz safında beraber Allahın huzurundan ayrılmadığımız gibi. Hac adeta renk cümbüşümüz. Şöyle ki Hacıların Arafat’ta çokluk içinde birlik esprisiyle kalpleri bir noktada birleştirmesi birlikteliğe işarettir, hakeza dillerin tek kelime de birleşip hep birlikte Allahümme Lebbeyk sedaları ile gök kubbeyi inletmesi birlik heyecanımıza renk katıyor. Bu manzara hem çokluk içinde birlik halkasında tanışıp kaynaşmamızı, hem de Allah’ı zikretmenin fırsatını sunuyor tüm Müslümanlara. Üstünlük duygusu çok kötü bir hastalıktır. Şeytanı dergâhı ilahiyeden tard eden bizatihi üstünlük duygusuydu. Allah Âdeme secde et buyurunca, o tevile kaçıp dedi ki; o topraktan ben ateşten onun için secde etmem. Böylece İlahi buyruğa karşı çıkınca şeytanın sonu malum, melunluk damgasıyla narı cehennemlik olarak lanetlenip ilahi huzurdan kovulmakla son buldu, ebedül ebed.. Şeytan ateşle toprağı kıyasladı. Tıpkı bazı insanların zaman zaman ırkını başka ırkla kıyaslamaları gibi; işte şu ırk kötüdür, bizim ırk üstündür şeklinde sonu gelmez günlük tartışmalarda yaşadığımız hadiselerde olduğu gibi. Oysa Kur’anın mesajları herhangi bir ırkın kabına girecek kadar dar değil. Zira Kelamı Kadim evrenseldir. Muhatabı tüm beşeriyet, beşeriyet O’nunla soluklanır her dem, O’na uydukça da itibar kazanır. Irk şeref ve haysiyeti tek başına belirleyemez. Mizanda sadece dünyada işlediğin amel esas alınır, mizanın bir kefesine şişman bir adam, bir kefesine de zayıf koysak cüssesi ağır olan daha ağır basacak diye kural yok, olamazda. O öyle hassas bir terazi ki zerre miskal hayır işlensen de, zerre miskal şer de işlensen karşılığını gösterecek bir skaladır mizan. Kelimenin tam anlamıyla ruhun soyu sopu yok, soy sop faslı ırka ait bir kavram olup dünyevidir. Millet sözcüğü Kur’anda din anlamındadır, sonradan bu kelimenin dini anlamı göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Ulus kavramı tek başına bir inancı belirleyemez zaten, belki belli soydan gelenleri kapsayan sözcük olabilir, bundan ötesine taşamaz. Şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan yerli yerinde kullanabilselerdi ulus kavramıyla başımız ağrımaz ve problem çıkmazdı da. Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti İslami anlamında Millet kavramını kullandı çünkü. Lozan’nın 37 ila 45. maddelerine bakıldığında sözkonusu azınlık olarak görülen Müslümanlar değil Müslüman olmayanlardır, yani gayrimüslimlerdir. Bu yüzden ayrılıkçılığı körüklemeye çalışan PKK yandaşı Kürtler bu maddelerle köşeye sıkışmış durumdalar. Çünkü Lozan’da tarif edilen millet anlayışı Osmanlı da uygulanan Millet-i Hâkime ve Millet-i Mahkume tarifi ile örtüşüyor. Her nedense bu gerçekler halkımızdan gizleniyor. Osmanlı şemsiyesi altında asırlarca yaşayanlar şayet Müslüman’sa Milleti hâkime, Gayri Müslim ise millet-i mahkume diye ad alır. Sakın ola ki Milleti Mahkume tabirinden gayri Müslimlerin mahkûm edilerek zulme maruz kalmış topluluklar anlaşılmasın, tam tersi Müslüman olmayan toplulukların askerlik ve zekât gibi ödevlerden muaf olmanın karşılığında, ya da belirli cizye karşılığında özgürce karşılıklı rızaya dayalı beraberce yaşamanın adıdır bu kavram. Bilakis Müslüman olmayan topluluklar kendi ülkelerinde göremedikleri özgür muamele karşısında; “Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmek yeğdir’’ lafını dillendirmişlerdir üstelik. Hâsılı Lozan’da Müslümanlar azınlık değildir Osmanlıda olduğu gibi. Hakeza Osmanlı da milletin anlamı ‘Müslümanlar kardeştir’ hükmünün gereği İslami kimlik adı altında tek millet, tek yürek olarak yoklukta ve varlıkta beraberce yaşamak olarak ifadesini bulur. Onun için gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı gibi birçok müslüman devletler, devletlerinin adına sülale isimleri koymuşlar, ırkını anımsatacak sözcüğe ihtiyaç duymamışlar. Hatta böyle yaparak ne nesillerini ne atalarını ne de mensubiyetini unuttular. Günümüzdekine benzer ikide bir temcit plavı gibi afra tafra yapıp ‘ben şuyum, ben buyum’ diyerek kendilerini soyca ispatlama kaygısına girmediler, ‘Ayinesi iştir lafa bakılmaz’ kuralını yol bildiler. Onlar Al-i Selçuk, Al-i Osmanlı olmakla soy sop faslına girmediler, doğrusu da buydu zaten. Ne yazık ki Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik rüzgârlarının dalga dalga coğrafyamıza sıçramasıyla birlikte bir anda dengeler sarsıldı, olanlar oldu ve sonunda Osmanlı gibi nice hanedana dayalı imparatorluklar dağılma sürecine giriverdi. Öyle ki kavmiyet fikri Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın tahtan düşürülmesiyle de hız kazanıp, birinci cihan harbinin eşiğine geldiğimiz süreçte Osmanlının yıkılışına sahne oldu tarih... Osmanlının dünyevi yönünü temsil eden Devlet şuuru, İslam’ın hizmetkârlığını temsilen ise Hilafeti vardı, tıpkı bugün İngiltere de olduğu gibi. Devlet-i Aliyye Hilafet denilen entegrasyonla İslam Âlemini tek çatı altında kardeşçe bir arada asırlarca idare etmeyi başarmışlardı. Nasıl mı? Tabi ki, Milleti Hâkime dediğimiz ruhla. Ne zaman ki Milleti Hâkime berhave edildi, ister istemez sakiler meclisten çekilir oldu, bir baktık ki bir bir bağımsızlığını ilan etmiş kabilelerden oluşmuş devletçikler türeyiverdi. Böylece fikri alanda milliyetçilik sloganı ile İslam ülkelerinin Osmanlıdan koparılması sağlandı. Bugün Ortadoğu da yaşanan manzaralar Osmanlıdan ayrılmanın belkide bir bedeli olsa gerek ki, ayrılanlar bir türlü iflah olmuyorlar. Hala gözyaşı, hala kan durmuyor, oysaki şemsiyemiz altında Milleti Hâkime iken ne güzel mutluyduk, tek yürek, tek kalp idik, şimdi ise vahim durumdayız, içler acısı manzara karşısındayız maalesef. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda hala Osmanlı’nın bakiyesinin izleri olsa gerek ki, ilk Mecliste Kürdistan mebusu, Lazistan mebusu anmaktan yüksünmemişiz. Çünkü bu kavramlar ayrılık gayrılık içermiyordu, , sadece bulunduğu bölgedeki insanları temsil sıfatını ortaya koyuyordu. Bu kavramları doğal mecrasında kullanmakla başımıza dert açmıyorduk. Nezaman ki uluslaşma düğmesine hızla bastık, o zaman bu kavramlar korku filmlerini aratmayacak şekle büründüğü gibi, bugün bu kavramları zikretsek başımızın derde gireceği malum. Oysaki Lozan bile etnisiteye vurgu yapmadan Müslümanları çoğunluk olarak ilan etmiş, o halde bu kavga niye? Belli ki Atatürk’ten sonraki bir kısım idareciler otoriter mantıkla İslam dünyası ile bağlarımızı koparma cihetine gitmişler, hatta bir şairin; “on yıl içinde onbeş milyon genç yarattık her yaştan’’ şiiri ile köksüz kuşak doğması hedeflenmiş. Belli ki hedeflenen bu ülkü ile mağdur olan sadece Müslümanlar değil Türklerde nasibini almıştır. Çünkü ulus kavramı din dışında bir kavram olarak ele alınmış, Lozanda tarif edilen geleneksel millet tanımına zıt bir anlayışla milletsiz elit devlet ortaya çıkmıştır. Milletimiz millet denilince hala soyut, yani dini içerikli bir kavram olarak algılıyor. Peki ya devlet erki! Maalesef devlet elitinin halkını tanımlamadaki zaafiyeti bir sürü başımıza onarılmaz yaralar açıyor ve günümüzde bilerek ya da bilmeyerek etnik çatışmaları körükleyecek ortamın doğması sağlanıyor habire. Yeniden ulus inşa etmek iddiası çok büyük iddiadır. Çünkü sosyolojik gerçekler köksüz millet oluşturalamayacağı yönündedir. Bir milletin dilini, dinini, geleneğini unuttursanız da yeni ulus inşa edemezsiniz. Neden mi? köksüz ağaç olmazda ondan dolayıdır. Aslında kurtuluş savaşımızı zaferle neticelendiren o eski dediğiniz milletin azmi ve kararı gerçekleştirmiştir. Miletimizi çağdaş uygarlığın seviyesinin önüne geçirmek için çaba sarfetmek varken, bu hedefe varma yolunda milleti engel görmekle on yılda onbeş milyon genç yaratmak sloganı ile kendimizi avutmuş olmuyor musunuz? Laiklik ilkesini gerçek anlamda Milleti Hâkime ve Milleti Mahkume sistemiyle en iyi şekilde uygulayan Osmanlıyı örnek almak varken, bugün Milleti Hakimenin inançlarını baskı altına almak adına militan laiklik anlayışıyla laikliği kullanılan kalkan olarak algılama niye? Tarihten hiçmi ders alınmaz. Bakın Osmanlı asırlar boyu engin bir hoşgörü bir siyaset takip ederek, hiç kimsenin ne dinine ne de milliyetine karışmıştır. O halde tepeden inmeci anlayışla toplumu formatlamanın adı millet olmamalı, bu olsa olsa toplumun değerlerini, aslını, neslini unutturmak girişimidir. Şükürler olsun ki farklılıkları zenginlik olarak algılayan halkımız var. Seküler batı kültürünün ulus kavramı ile; aba altında sopa gösterme politikaları geldiğimiz noktada tıkanma sinyalleri veriyor. Neyse ki globelleşme rüzgârı ile milliyetçilik eğilimleri artık eskisi kadar hız kazanamıyor. Türkiye de yurttaşlık kavramının zaman zaman devlet yöneticileri tarafından ara sırada olsa anılması, bu yönde olumlu dönüşümlerin ipuçlarını veriyor. Ancak bu tür telaffuzlar devletin derin mekanizmalarında sert dirençle karşılık bulup törpülenmesi bu yolda daha çok mesafe kat edileceğini gözler önüne seriyor. Dolayısıyla Türkiyelilik şemsiyesi altında yurttaşlık kavramını ön plana almak çok zor gibime. Tabular, ön yargılar ve gereksiz bölünme korkusu gibi unsurlar Milleti Hâkime yolunda takozlar olsa gerektir. Toplum hayatında tek tip arayış modeli marazi bir durum olduğu gibi, çoğu zamanda öldürücü olabiliyor da. Türk’ün topyekûn bir milleti karşılamadığı apaçık gerçek iken elitist seçkin oligarşik kafaların handikapları ve batılıların nation (ulus) kavramının modernizmin bir sonucu olarak gördüğü son aşamayı Türkiye coğrafyasına uygulama dayatmasına gidiyorlar. Oysa Tarihi süreçte tek sabit olan ve bizi bölmeyen, parçalamayan tek kavram Milleti Hâkimedir. Osmanlı adeta 72 milletten mürekkepti, onları ayıran milletleri değil inandıkları dinleri idi. Buradaki dini ayırım bölünme anlamında değil kimlik bakımdandır. Yani Müslümanlar arasında tek bağ imana bağlı bir bağ söz konusu olup, soy sop bağı değildi. Osmanlı Müslim ve gayrimüslim çatı altında müteşekkil bir organizasyondu. Osmanlıda etnik ve mezhepsel çatışmaların olmaması bunun en belirgin ispatı. Osmanlı gittiği yerlerin dilini ve kültürünü kurutmamış yeşertmiştir. Fakat dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik dalgası Osmanlı, Avusturya, Macaristan ve Rus imparatorluğuna ağır darbe vurmuştur. Bu darbede en çok ağır yara alanda hiç şüphesiz devlet-i âliyedir. Nitekim Osmanlı hasta yatağına düştüğünde şifa bulmak adına çareler arandı, hatta derde deva aramalar sırasında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık akımları doğdu. Bu tartışmalardan konjonktürel olarak ister istemez Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi akımlar batıdan gelen ulus devlet anlayışına yenik düştüler. Osmanlının yıkılışı ile bu seferde yönetim anlayışı noktasında sonu gelmez tartışmalar başladı. Nihayet Lozan’dan sonra yeni anlayış doğdu, vizyona sokulan bu yeni ideolojinin adı kendini Türk kabul edeni Türk kabül edileceği noktasında karar kılmaktır. Yani ulus ilkesine bağlı bir bağ esas alındı. Manadan uzak kuru cihangirlik davasından da öte ne idiğü belli belirsiz bir şey. Japonlar alfabesini, kılık kıyafetini değiştirmeden batının teknolojisini alarak dünyanın gelişmiş ülkelerinin arasına girmeyi başardılar, biz ise şekli değişiklikleri batıcılık sanarak yaşam biçimine kadar her şeyi değiştirmeyi marifet sandık. Burada hedef tek tip model, çoğulculuktan uzak yeni nesil inşa etmek olmuş, ama günümüzde henüz bu süreç tamamlanmış da sayılmaz. Her ne hikmetse bir türlü aşı tutmuyor. Demek ki bir millete Türk denilmesi her şeyi çözmüyor, Türk denilmesinden de gocunan yok zaten, asıl mesele milletimize dayatılan elbisenin dar gelmesidir. Uluslaşma hedefi ile milletin bağrında derin yaralar açıldı, oysa mazimizde Milleti Hakimenin ana ruhu ile bağrımızda taşıdığımız her çeşit insanla hiç problem yaşanmadı, bilakis millet devlet ikilisi el ele, gönül gönüle verip birbirinde fani olarak ‘Allah devletimize zeval vermesin’ anlayışının yerleşilmesi sağlanmıştı. Osmanlı altı asır boyunca şemsiyesi altında yaşayanlara ; “Benim gibi olacaksın’’ şablonunu dayatmadıkları gibi asabiyetçilik de yapmayarak ortak hafıza oluşturmayı başarmışlardı. Kesretten vahdete yani çokluk içinde birlik ülküsünün en iyi tatbikatını o çağda uygulayan tabir caizse bir Osmanlı mucizesi vardı karşımızda. Hak ve özgürlükleri sınırlayan değil aksine teşvik eden anlayışı oturtan bir sistemi kurarak dünyaya medeniyet dersi vermiş ilayı kelimetullah için âleme nizam veren bir cihangir imparatorluk söz konusuydu. Kelimenin tam anlamıyla vahdet(birlik) şuuruyla hareket eden ve insanlığa eşrefi mahlûkat olarak bakan bir devleti ebed müddet ülkümüz vardı. Bir Osmanlı hayranı tarihçimiz İlber Oltaylı diyor ki; “ Türklük, bedeli ağır ödenen bir kimlik olmuştur… Oysa Türkçe öğrenmek dahi Türk olmak için yeterli sebeptir.. Şecere araştırma hastalığı marazdır..’’ Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Türkçülük kavramının, Türk insanının bile ilgisini çekmeyen kavram olduğu anlaşılıyor. Çünkü millet deyince milletçe bir şairimizin ; ‘Biz kökü mazide olan atiyiz’ dediği ve dini dışlamayan Milleti Hâkime anlıyoruz. Ulus devlet anlayışı Osmanlıdan kalan bakiyeyi teşkilatlandıramadığı gibi üstelik Milleti Hakimiyeyi de homojenleştirmeye çabaladı. Oysa din kardeşliği farklı birlikteler oluşturmaya engel görülmemeliydi. Mehmet Akif bile soysopca Arnavut olmasına rağmen ‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimindir ancak’ derken özgürlüğü kast etmiş, ‘Irkıma yok izmihlal’ derken de milletimizin asırlardır İslamiyetin bayraktarlığını yapmanın şeref nişanının karşılığı olarak ırk kavramını kullanmıştır. Yani buradaki ırk kavramı somut değil soyut anlamda kullanılmıştır. Bu yüzden İslamiyet’te hürriyet Allah’tan başka hiçbir şeye kul olmamanın adı olup, dinimize hizmet etmekle de şeref payesine erişmek esastır. Akif; İstiklal Marşı ile kavmi çeşitliliğin Yemen’den Edirne’ye, Trabzon’dan Çanakkale’ye beraber gitmemize engel teşkil etmediğini görerek Milleti Hâkime, yani ırkıma yok izmihlal demiş. Nihal Atsız ise Türkçü olmak için Türk olmayı şart koşmakla kalmamış, hatta Türklük uğruna İslamiyet’ten vazgeçilebileceğini ima etmesi, Akif ile Atsız’ın ne kadar farklı noktalarda olduğu ortaya koyuyor. Bu arada unutmamamız gereken Atsız’ın bu çıkışı milli şef dönemine denk gelir ki, o yıllar tek parti uygulamaları yüzünden kimsenin ne ırkını anmasına, ne de dinden bahsetmesine geçit veriliyordu. Dolayısıyla 1944 milliyetçilik olayları nüksederek Atsız ve arkadaşları tabutluklarda tevkif edildiler. Osmanlı, Avrupanın feodaliteden krallığa, krallıktan Ulus-devlete geçiş sürecini yaşamadığı için milliyetçilik kavramı bu coğrafyaya henüz yabancıdır. Zaten bu tür düşüncelerin yerli olmadığını Ziya Gökalp’ta kabul ediyor ve ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı eserinde milliyet fikrini (nation) batıdan aldığını itiraf ediyor. Bakın biz ne yapmışız, Ziya Gökalp’in; Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindeyim düsturunun sadece Türklük ve batıcılık kısmını alıp, İslam’ı kısmını da görmezden gelerek yolumuza devam etmişiz. Günümüzde ise alt kimlik üst kimlik tartışmalarının hız kazanması çağımızda globalleşme realitesinin gereği bu tür tartışmaları zorunlu kılıyor ve üstelik tartışmalar kaçınılmaz da. Çünkü küresel sermayenin ilk çıkış yıllarında uluslaşma o gün gerekli idi, bu günde aynı mantıkla yine aynı küresel çıkarlar gereği ulus devlet bağlarının çözülmesi gerektiği noktasına gelindi. Dünyanın geldiği bu noktada gerek içte ve gerekse küreselleşme karşıtı eylemlerin zaman zaman sahne olması, milliyetçi eğilimlerin reaksiyon vermesi bu tür gerçeklerden kaynaklanıyor. Bugün küreselleşmenin önünde tek barikatmış gibi gözüken milliyetçilik akımları ile beslenen ulus devlet zihniyetidir. Bu yüzden Yugoslavya’yı, Rusya’yı, Pakistan’ı parçaladılar, şimdi ise sırada başka ülkeler var. Oysa Türkiye farklılıkları zenginlik bilen bir milliyetçiliği tercih etse aslında hem içte, hem de dışta oynanmak istenen oyunları biranda bozabilirde, fakat henüz bu iradeyi ortaya koyacak irade ortada yok gibi. Avrupa Birliği müzakereleri gereği karınca misali de olsa en azından bu konunun rahatlıkla tartışılması bile bir nebze olsun geleceğe ümitvar bakmamızı sağlıyor. Yine de büsbütün ümidimizi yitirmiş sayılmayız. Galiba bunlar içerisinde zor olanı bizim de bir zamanlar 12 Eylül öncesi içinde bulunduğumuz milliyetçi cenahın karşısında; şuan ileri sürdüğümüz bu tür düşüncelerimizden dolayı Avrupa uşağı, ya da dönek veyahut ta Soros çocuğu gibi ithamlara maruz kalmadan, hatta etkilenmeden dik durabilmeyi başarabilmek olsa gerektir. Velhasıl; milletin bütün değerlerine bağlı kalmak ideal olanı, gelinen zihni noktada sırf etnisiteye bağlılığın devlete bağlılık için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
02-06-2009, 10:06 | #2 |
Aynı zamanda soy araştırması yapmak çok kötü bir hastalık. Bırakın herkes kendini ne hissediyorsa o olsun.
|
|
02-06-2009, 17:23 | #3 |
Soy sop mevzusunda Kuranda bu yolu izlemememiz gerektiğine dair çok güzel örnekler vardır:
bkz.Hz. Lut'un karısı Bkz. Firavunun karısı Bkz. Hz. Nuh'un oğlu vb. Teşekkürler. Eve gidince çıktısını alıp dikkatli bir şekilde okuyacağım inşallah. |
|
02-07-2009, 11:59 | #4 |
güzel paylaşımın için teşekkürler.
|
|
01-12-2010, 01:32 | #5 |
ırkçılık çok kötü bir hastalık.
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|