|
05-16-2008, 17:50 | #1 |
Şu Çocuğun Şerrinden Kurtar Bizi!
Küçükken muziplikler yaparak eğlenirdim. Bu muziplikler bana ekseriya pahalıya mal olurdu. Fakat dayağa alışık olduğum ve sade kızılcık sopasından değil, hiçbir şeyden korkmadığını için, ekseriya uğradığım akıbetlere aldırmıyordum. Büyükler beni dövdükçe ben bir mahalle çocuğunu kıstırır, yediğim dayağın acısını onlardan çıkarıp ferahlardım.
Nihayet bir gün, mahalle namına bir heyet gelip babam İsmailAğa'yı bulmuş ve ona: "Yahu," demişler, "...şu çocuğun şerrinden kurtar bizi. Hemen her gün bir ailenin canını yakıyor. Bir gün çocuğumuzun burnunu, başka bir gün evimizin camını, çerçevesini kırıyor. Hem bu gidiş kendisi için de, senin için de tehlikelidir. Sırık kadar delikanlı oldu. Eğer onu şimdiden bir baltaya sap edemezsen, akıbeti felakettir. Hem kendi çeker, hem sana çektirir." Zavallı babam bu ağır sözlerin altında hayli ezilmiş olacak ki, önce beni her zamandan fazla dövdü. Ve ertesi günü onunla birlikte, Mısır Çarşısı'na indik. Beni, o biraz evvel önünde durduğumuz dükkâna, boğaz tokluğuna çırak verdi. Babam oraya devam etmeye mecbur kalmam için, evden nafakamı kesti. Ve ben bir dilim kuru ekmek yiyebilmek için her sabah namaz vakti horozlarla birlikte uyanıp kalkar, ta Boğazkesen'den Mısır Çarşısı'na kadar yayan gider, ağır hizmetime başlardım. Hele karda kışta bu seyahati çıplak ayakla, açık başla ve incecik bir esvapla titreye titreye yapmak yok mu; bunun dehşetini hatırlamak beni, insanı buram buram terleten yaz günlerinde bile titretir. Dükkân sahibi de beni, bir esirci yüreksizliği ve insafsızlığı ile çalıştırıyordu. Dükkânı süpürmek, dükkân sahibinin Tahtakale'deki evine günde birkaç sefer yapmak, öteberi götürmek, odun kesmek, ustanın evine ve dükkâna çeşmeden kova kova su taşımak, hatta ustanın evinin ve dükkânın helalarını yıkamak, ev temizliğini yapmak her günkü işlerim arasında idi. Çevre esnaf bile halime acıyan gözlerle bakardı. Birgün babam, akıllandığımı düşünmüş olacak, dükkâna uğrayıp, bizim ustaya sordu: "Nasıl, memnun musun bizim haylazdan?" Ustam, babamın kendisinden, benim hizmetime mukabil, para istemesinden çekindiği için, memnun görünmedi, bilâkis beni orada hatır için ve istemeye istemeye tuttuğunu anlatan bir eda takınıp: "Vallahi, nerdeyse ümidi keseceğim. Çünkü, adam olacağa hiç benzemiyor." dedi. Bu ziyaretler daha sonra da devam etti. Ama ustamın tavrı hiç değişmedi. Babam gidince "niye babanı çağırdın diye" ustamdan bir ton dayak yer, gecesinde, bir fasıl da evde babamdan dayak yerdim. O kadar dayağa nasıl katlandığıma hâla şaşarım. Ustamın evine giderdim; karısı: "Nerde kaldın? Ben sana bugün için erken gel demedim miydi?" der, döverdi. O evde bir sürü iş görüp dükkâna dönerdim; usta: "Ben sana evde fazla kalma, çabuk dön demedim mi?" der, döverdi. Kendi evimde de muhtelif vesilelerle babamdan yediğim dayakların haddi hesabı yoktu. Yalnız, anacığım bana bütün bu dayakların acısını avutan sıcak bir şefkat gösterir, çocuk okşamayı bir lâubalilik, bir yüz göz oluş sayan babamdan gizli, beni öper, sever, bazen da yine babamdan gizli olarak, karnımı doyururdu. Yavaş yavaş attarlığı da öğrenmeye başlamıştım. Attarlık o devrin nazik ve mühim sanatlarından biriydi. O zamanlar İstanbul'da eczane ve doktor, yok denilecek kadar azdı ve attarlar hem eczacının, hem de doktorun işini görürlerdi. Ustam, Yenicami'de namaz kılmaya veya Merkezefendi'de vaaz dinlemeye gittiği sıralarda gelen müşterilerin dertlerini dinler, onlara ilaçlar satardım. Ve yavaş yavaş o işte ihtisas kazandım. Hatta o kadar ki, tunç havanda misk amberden, safrandan, karanfilden ve saireden yaptığım hususi kuvvet macunları bütün İstanbul'da rağbet ve şöhret kazandı. Saraylardan, vezir konaklarından, paşaların kâhyaları ayağıma kadar gelirler, efendileri için macun alırlardı. Bu sayede onlardan da, bol bol bahşiş alırdım. Hatta bazı günler ustamdan miktarını gizlediğim bu yüklü bahşişler, dükkânın bir günlük kârını aşardı. Böylece verilmeyen alın terimin hakkını ve yediğim sebepsiz onca dayağın acısını çıkartmış olurdum. Galiba, at kamçılana kamçılana, insan da tokatlana tokatlana yürütülüyor. Eğer çok ezilmeseydim, belki kurtulmak ihtiyacını o derece şiddetle duymaz ve bir attar çırağı olarak kalır giderdim. Ahmet Mithat EFENDİ, Gerçek Hayat Hikayesi, Menfa, İSTANBUL, 1876
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
05-17-2008, 00:38 | #2 |
Şu Çocuğun Şerrinden Kurtar Bizi!
cok guzel bir bilgiydi, paylasim icin tsker +
|
|
05-17-2008, 00:58 | #3 | |
Şu Çocuğun Şerrinden Kurtar Bizi!
Alıntı:
|
||
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|