11-19-2011, 16:50 | #1 |
Sürgün Anılarım -1-2
Sürgün Anılarım - 1
Allah`ın selamı, bereketi ve rahmeti üzerinize olsun. Zaman zaman gazetenizde sevk (nakil) zulümlerini işliyorsunuz. Bir sevk mağduru olarak, sevk hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum. İki kardeşle beraber isteğimizin dışında "kapasite doluluğu" gerekçe gösterilerek, D. Bakır D Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi`nden Bitlis E Tipi Kapalı Cezaevi`ne nakledildik… İşte size bir zulmün anatomisi Ziya Gümüş / Tokat / doğruhaber Eşyalarımız Ringten indirildikten ve cezaevi personeli tarafından arandıktan sonra; Başgardiyan yanımıza gelip sordu: “Siz taraflı mısınız tarafsız mısınız.” Ne de olsa “Bi taraf olan bertaraf olur”du. Said Nursi Hazretleri öyle dememiş miydi? Biz de “Taraf” olduğumuzu söyledik. Başmemurlar ve memurlar arasında gözle görülür bir hareketlilik yaşandı. Bu hareketliliğin sebebi “Taraf” olduğumuzu söylememizdi. Başmemur şaşkınlığını da dile getirdi. “Sizi buraya kim ve niye göndermiş ki? Bu cezaevi taraflı mahkum barındırmaz.” Kalan siyasi mahkumlar da tarafsızdırlar. Biz de Adalet (!) Bakanlığı kararıyla gönderildiğimizi söyledik... Bir süre sonra yanımıza gelen başgardiyan (Bir de beyefendiler(!) kendilerine başgardiyan dememizden rahatsızlar.) 1. Müdür’ün onları görmeden herhangi bir koğuşa vermeyin” dediğini iletti. Bütün işlemlerimiz tamamlanmış birinci müdürü beklemeye başladık. Acaba 1. Müdür bize ne diyecekti? Derken 1. Müdür elleri arkasında; arkasında da iki başgardiyan olduğu halde, yanımıza bir general edasıyla geldi. Ayakkabılarımızdan başlayarak tepemize kadar bizi süzdü. Üzerinde adab-ı muaşeret namına edindiği hiçbir malumatın eseri gözükmüyordu. “Nerden geldiniz? Niye geldiniz? Taraflı mısınız?" Kopya çekerek Müdür olunur mu bilmem ama olunuyorsa kopya çekerek, bir koltuk kapmıştı. Sonradan anlayacaktık ki o hiç de el-Hazret gibi düşünmüyormuş. Onun “Hayat Felsefesi” ayrıydı. Ona göre taraf olan ber taraf olurdu. “Bu cezaevi taraflı mahkum yeri değil burada ne işiniz var” dedi. İsteğimiz dışında Bitlis Cezaevine sevkedildiğimiz için... Adalet Bakanlığı adında bir Bakanlığa -Nakil talebiyle- dilekçe yazma hakkımız vardı. Bu sevk ile üçümüz de ailelerimizden uzaklaşmıştık.. Ailelerimize yakın bir cezaevine sevkedilmemiz için dilekçe yazdık. Birkaç gün sonra bir gardiyan elinde bir kağıt olduğu halde kapımıza geldi. Ve üç kişinin sevkinin çıktığını söyleyip isimlerimizi okudu. Söylem, zaman, şekil, rutin bir sevke benzemiyordu. Sevklerimizin nereye çıktığını sorduk. “Bilmiyorum” dedi. Oysa ki normal sevklerde nereye çıktığını söyleyip imza alırlardı. 1.Müdürle görüşüp sevklerimizin nereye çıktığını sorduk. Güvenlik nedeniyle söylemeyeceğini yarın sabah yola çıktığımızda söyleyeceğini endişe etmememiz gerektiğini dilekçelerimizde yazdığımız şekilde ailelerimize yakın bir yere sevkimizin çıktığını söyledi. Xwedê bela xwe bidyê u ninelerimizin de dediği gibi Çapli li bin çeng keto ertesi gün bize sevklerimizin Tokat ve Trabzon’a çıktığını söyledi... Beraberimizde sevki Trabzon’a çıkan kardeş müdüre “Trabzon, Batman’a nasıl yakın” diye sordu. Müdür soruya soru ile cevap verdi. “Yakın değil mi”? Bize yapılan zulmün detaylarına girmeyeyim. Birilerinin bunu anneme anlatmalarından korkuyorum. Ancak şunu söyleyeyim. Bize bu zulmü yapan, sebeb olan gardiyanından müdürüne zulüm bakanlığından taraf olmayı seçerek tavsiyesini yerine getirdiğimiz el-Hazret’e kadar... eğer bizler onlara haklarımızı helal etmezsek dedelerimizin deyimiyle “Em li wan fihêl nekin” onların sırat köprüsünden geçme ihtimalleri 10 milyon da sıfırdır. Bu böyle biline. 12 Temmuz seçimleri öncesi Ona bir mektup yazmış ve şöyle demiştim. Çıraklık döneminizde aileme yakın 50-60 km uzaklıktaki cezaevlerindeydim. Kalfalık döneminizden önce ailemden 150 km ardından da 250-300 km uzaklığa düştüm. Yine kalfalık döneminizde ailemden tam olarak 683 km uzaklıktaki bir cezaevine gönderdiniz istatistikler hiç hayra alamet değil. Acaba ustalık döneminizde beni nereye göndereceksiniz... Bir günün sabahında sevk mağduru kimliklerimizle peygamber ocağı ve peygamberle aralarında en az 683km. fark bulunanlarla yola çıktık. Onların zulümlerini de geçelim. Peygambere kurban olasılar. Oğlum bile İstanbul’u görmüşken ben sevk günümüze kadar 35 yılımı Kürt diyarında geçirdim ve hiç çıkmamıştım. 35 yıl boyunca oranın suyunu içtim oksijenini teneffüs ettim. KELEPÇELI ELLERLE SÜRGÜNÜN TADINI ÇIKARMAK! Bu sürgün sayesinde hiç görmediğimiz duyduğumuz okuduğumuz il ve ilçeleri görecektik. Ringin minnacık penceresinden kelepçeli ellerimizle bir yere tutunmaya çalışarak sürgünün tadını çıkaralım dedik. Yerimizin darlığını ringin içini anlatmayayım çünkü bizim duygusal bakanları ağlatma gibi bir derdimiz yok. Kelepçeli ellerimizle virajlı yollarda bir yere tutunup dışarıyı izlemek maharet ister. Bir virajda bir frende veya vites değişikliğinde birbirimizin üstüne düşüyorduk. Bu bizim için sürülmenin eğlence tarafı olmuştu adeta. Şoförler yolcu olarak bir arabaya bir otobüse bindiklerinde şoförleri eleştirmekten geri durmazlar. Mesela şoför bir frene bastımı tepkilerini hemen dile getirirler. -"Ev kê ev ehliyet daye te ji qesap siten diye." Tercümesi: “Sana bu ehliyeti kim verdi. Kasabtan mı aldın?” Şoför kimliğimizle biz de şoförümüzü zaman zaman daha yumuşak eleştiriyoruz. Ahlat’tan ve Adilcevaz’dan geçtik. Görülmeye değer iki güzel yer olarak kayıtlarımıza geçti. Bu iki ilçeden yararlanmamız aç bir insanın lokantanın önünden geçerken güzel leziz yemeklere bakması gibi oldu. Neredeyse İstanbul kadar merak ettiğim Patnos’u da gördük. Patnos, Patnoslular kızmasın ama görülmeye değmez bir yerdi. Kürtçemizle bir qelaçtı Patnos. Patnos’u geçip Ağrı’ya doğru yola devam ediyoruz. Ağrı cezaevine adli bir mahkum bırakacaktık. Ağrı il sınırına girdikten sonra dünyaya açılan ringin penceresinden hilali gözetleyen Müslümanlar gibi. Ağrı Dağını gözetlemeye başladık. Üçümüz de Ağrı Dağını görmemiş haliyle de merak etmiştik. Nerede başı dumanlı bir dağı gördüysek "aha işte Ağrı Dağı" dedik. Ya şu daha yüksek ma’ruf Ağrı Dağı o olsa gerek Ağrı’da çok dağ gördük. Ancak ma’ruf Ağrı dağını göremedik. Ağrı Dağı ve çevresi tam bir qelaç, şaxur, çiya ve rut idi. O muhterem seydamın şiirinden bir beyit hatırladım. Ê go ev `êrda reş şaxur û kevr u gelş. li ber çavê me kir xweş. Xwina weye mizgin İnsanlar burada nasıl ve niye yaşıyorlar diye soracaktım ki. Tilkilerin hikayesini hatırladım. Dağ tilkisi ile ova tilkisi karşılaşmışlar. Hal hatır selam faslından sonra her biri yaşantısını anlatmaya başlamış. Önce dağ tilkisi; “Bizim orası ormanlık, ağaçlar, yeşillikler, serin hava aklına gelebilecek enva-ı çeşit meyveler, tureşk, tırî, hejir, tûprengi (Dut, böğürtlen, üzüm, incir, çilek vs.) kayalardan akan ballar." Ova tilkisi biraz da üzgün olarak, “Bizim oralar rut emkelemeşk ê ser sergo ya dıxwin” (Biz çöplüklerdeki kırıntıları ve deri parçalarırını yiyerek, geçiniyoruz).” Dağ tilkisi ova tilkisine açmış. Onu memleketine (dağa) davet etmiş. Beraber ormana dalmışlar. Bir üzüm bağına girmişler. Karınlarını doyurduktan sonra, bir negepten (geçitten) geçmişler. İşin piri dağ tilkisi bir uzun atlama yapmış. İşin acemisi ova tilkisi bu uzun atlamaya bir anlam verememiş. Atlamadan yürümüş bahçivanın kurduğu kapana düşmüş. Orada genelde avcılar dar geçitlere kapan kurarlarmış. Ova tilkisi ise bilmiyormuş. Kopana düşmüş ve kapanda şu tarihi sözü söylemiş. “Kelemeşk ê welat ê bav û pîr a Xweştir e ji tırî û hejîra” (Dedelerimin babalarımın vatanındaki çöplüklerde bulunan hayvan leşlerinin derilerinin parçaları başka yerlerdeki üzümden ve incirden daha iyidir). Qad sadeka sa’lem.(tilki doğru söylemiş.) Ağrı’nın çıplak dağlarını görünce insanları burada tutan ne olabilir ki diye sorarken tilkinin bu hikayesini hatırladım. Derken Ağrı E Tipi Kapalı Cezaevine vardık. Oraya sevki çıkmış iki adlî mahkumu bırakacaktık. Ağrı cezaevinde daha önce gördüğüm Bitlis-Mardin ve D.Bakır E Tipi cezaevleri gibi xirxapan (çok bozuk) bir binaydı. O zaman memleketimize güzel bir cezaevi bile yapmadıklarını hatırladım. F Tipleri, T Tipleri, L Tipleri hep batıya yapılıyor. Bize güzel bir cezaevlerini bile çok görüyorlar. Vallaha gönlümüz kalıyor. Bu da böyle biline. Kalkıp bize hastahane yapıyorlar. Kardeşim bizim hastahaneden çok cezahanelere ihtiyacımız var bilmiyor musunuz? Bakalım ustalık dönemlerinde Allah rızası (!) için bize kaç cezaevi yapacaklar. Ağrı cezaevinde askerleri çağırıp abdest alacağımızı söyledik. Onlar indirmemek biz de inmek için direndik. Bir askerin kontrolünde inip abdest almaya başladık. Abdest aldığımda bir toy kınasız kuzu. -Abi şafiimisin diye sordu. Nerden icap ettiyse? Ağrı`dan sonra seyahatin (!) nereye olduğunu askere soruyoruz. Erzurum Oltu’ya bir mahkum bırakacaklarını söylediler. Oltu yerine yanlışlıkla Erzurum’a gittik. Şoförümüz yanlışını düzelterek Oltu’ya geri döndü. Oltu cezaevinde mahkum teslim-tesellum miktarınca kaldık. Oltu yaşanabilir güzel bir yerdi. Adamın biri Siirt helvasını övmüş ve demişki. “Siirt helvası çok çok güzeldir.” Arkadaşı sormuş “Nereden biliyorsun. Sen hiç yemiş misin?” kayda değer bir cevap vermiş. Hayır babam başka birisinin ekmeğinin üzerinde görmüş.” Buradan hareketle oğlum da Oltu’yu görmediği halde “Oltu çok güzel bir yerdir” diyebilir. Soranlara da cevabı hazırdır. “Babam Oltu’yu Sultan’ın minnacık penceresinden görmüş.” Bu arada kaldığımız yer ufacık bir yer. İşkenceye sıfır tolerans mı? İşkenceler emniyet odalarından Sultan odalarına taşınmış. Yer darlığı, sıcaklık, soğukluk, havasızlık vs. Bir papağan komşusu Ahmed Bey’e sürekli küfrediyormuş. Buna dayanamayan Ahmed bey bir gün papağanı yakalayıp yolmuş ve sahibinin penceresine tekrar bırakmış. Papağandır. Eşek değil ya. O da taktik değiştirmiş. Ahmed beyin geçişini beklemiş. Ahmed bey yaklaşınca papağan: “Ahmed Bey anlarsın ya” demiş. İşkenceye son vermekle övünen hükümet adeta mahkumlara “Anlarsınız ya” demiş. Adalet Bakanlığı bizi böyle zorlu sevke gönderirken sa olsunlar sa olsunlar aç olabileceğimizi de düşünerek bize bir kaç domates salatalık ve ekmekde vermişlerdi. Bir kardeşten dinlemiştim. Şöyle diyordu “Sevkimiz Erzurum cezaevinden Kırıkkale’ye çıkmıştı. Bizi götürürlerken Yozgat cezaevine bir geceliğine bırakıldık. Bize yiyecek, namına hiçbir şey vermemişlerdi. Başgardiyanı çağırdık. Yiyecek bir şeyler istedik. En azından bize kuru ekmek verin dedik. Baş gardiyan bize “Sizler müslüman kimselersiniz. Ne olursunuz bize zulmetmeyin.” Her neyse acıkabileceğimizi düşünmüş, susabileceğimizi ise hiç düşünmemişlerdi. Ama olsun. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu. Bu yolculukta çektiğimiz sıkıntıdan iki kişinin haberdar olmasını istemezdim. Annem ve duygusallığın abidesi olan biri. Annem üzerime ağlamaya devam eder. O ise sılada gurbeti yaşayan benim üzerime ağlamayı bırakır. Gurbette gurbeti yaşayan imansızlara ağlamaya bakardı. Kimileri onların gömlek değiştirdiğine inanmaz takiye yaptığını iddia ederler. İnanınız ki bunlar sadece gömlek değil iç çamaşırlarını da değiştirmişler. SON MODEL ARABALARIMIZ Son model arabamızı tarif etmeyi unutmuşum. Bir mühendislik harikası. Bir minibüsü dört oda bir salona ayırmışlar. Mahkumları durumlarına göre ayrı odacıklara bırakırlar. Salon ise askerlere ait. Kaçmamamız için orada beklerler. Yandığımızda da bu sefer onlar kaçarlar. Her odanın bir kapısı ve her kapının da anahtarı vardır. Onlar da askerde. Bizim bitişik oda da her haliyle D.Bakırlı olduğu anlaşılan bir mahkûm vardı. Aramıza örülen duvar birbirimizin sesini duymamıza engel değildi. "Nereye gidiyorsun” diye sorduk. “Bayburt Cezaevi” dedi. Oraya gitmeyi sen mi istedin?” diye. Tekrar sorduk. “Yox abê pakêt” diye cevapladı. Paket demek; mahkûm literatüründe cebren başka bir cezaevine götürülmek demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum. Tüm sıkıntılarımıza açlık ve uykusuzluk da eklenmişti. O daracık yerde kelepçeli ellerimizle birbirimize yardımcı olarak perçıqî(büzülmüş) birer domates ve birer parça ekmek alarak yedik. Adana kebab gibi geldi. Karnımız doyunca da kısa bir süreliğine yamuk bir şekilde, artık bedenimizin üzerinde duramayan başımız da rastgele bir tarafa eğilerek uykuya dalmıştık. Bedenimiz artık bu sikleti kaldıramamış pes etmişti. Bir ara arabamızın durduğunu farkettik. Değirmenci, değirmen çalışırken uyur, değirmen durunca uyanır ya bizimki de öyle oldu. Araba çukurlarda virajlardayken uyuyor, durunca uyanıyorduk. Arabamız durunca uyandık. Bir yerleşim birimindeydik. Nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Bu güzel yeri nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Yemyeşil bir yer. Koca yeşil ağaçlar. Evler, altlarından bir ırmağın aktığı güzel bir mesken. GÜLER MİSİNİZ AĞLAR MISINIZ? Levhalardan, market isimlerinden berber dükkanları isimlerinden Yusufeli diye bir ilçede olduğumuzu anlıyoruz. Asker de açıkmıştı … asker başına üç lahmacun siparişi veriyorlar bir lokantanın önünde. Bayburt cezaevine paketlenmiş D. Bakırlı olduğunu söylediğimiz adli mahkum yol arkadaşımızın iştahı kabardı. Arapların dediği gibi sale lu abuhu. Hemen kapıyı çaldı. “Asker bize de lahmacun alın biz de açıx, biz de yiyex” dedi. Askerin cevabı bin yıl düşünseniz çıkaramayacağınız şekildeydi. “Size lahmacun getiremeyiz. Sizin zehirlenme ihtimaliniz var. Sizi zehirleyebilirler. Siz bize emanetsiniz. Sizi güvenli bir şekilde yerinize ulaştırmamız lazım” ister inanın ister inanmayın. Devletin bize bu kadar değer verdiğini de yeni anladık, sa olsunlar. Hepimiz teşekkür etmeyi unutarak nankörlük etmiş olduk. Ancak herşeye rağmen D.Bakırlı tatmin olmamıştı. “Niye siz zehirlenmisiiz." D.Bakırlı’yı zehirlenmesine mahal bırakmadan. Bayburt cezaevine bıraktıklarında gece yarısıydı. Bedenleri artık yorgunluğa dayanamıyordu. Vitesi boşa attı. Biz yine kendimizden geçtik. N.Ş.A. da(normal şartlar altındı) uyuduk. Trabzon’a kadar, ben yine şekerleme diyeyim, şekerlemelerle uyuduk. Hemen asker çağırıp abdest aldık. En son Ağrı’da abdest almıştık. Trabzon cezaevine bir kardeşimizi bırakacaktık. Bu kardeşimiz Trabzon cezaevine naklini istememişti. Paket de değildi. Zulüm Bakanlığı uygun görerek onu ve bizi ambalajlamıştı. Asker, Trabzon’u bir dinlenme yeri olarak kullandı. Bizi de dinlenmemiz için Trabzon cezaevine misafir olarak bıraktılar. Aslında araba yorulmuştu. Arabanın dinlenmesi için bizi indirdiler yoksa bizi indirmezlerdi. O kardeşi Trabzon cezaevine bırakıp Tokat’a doğru yola devam edecektik. Bırakacağımız kardeş Hizbullah Davasından Trabzon’da kimsenin olmadığını biliyordu. Şöyle dedi. “Bawer ya we hebê (inanınız ki) ben buralarda Kürtçeyi unutacağım.” diye espri yaptı. Başka bir espriyle cevap buldu.“İnan ki Türkçe konuşmayı da unutacaksın. Çünkü burası Lazistan-lazların memleketi.” Gerçekten de kısa bir süre sonra yanımıza o şive ile konuşan bir başgardiyan geldi. Trabzon cezaevini övmeye başladı. Aklıma hemen Temel ile Dursun fıkraları geldi. Burası Temellerle doluydu. Trabzon cezaevinde bizim kardeşi bizden ayırdılar. Bunu B-8’e şu üçünü de misafirhaneye götürün dediler. Bizi misafirhaneye aldılar. Orada adli bir mahkumun daha aramızda olduğunu öğrendik, ikimizi Tokat’a bıraktıktan sonra onu da Elazığ cezaevine götüreceklerdi. Bu adli mahkumu da bizimle beraber misafirhaneye verdiler. Nereli olduğunu sorduk "Bitlis-Norşin” dedi. -DEVAM EDECEK-
Konu Ammar tarafından (11-19-2011 Saat 16:54 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
11-19-2011, 16:53 | #2 |
Sürgün Anılarım - 1
Sevk zulmünün anatomisini anlatmaya devam ediyoruz. Okudukça utanacaksınız size bu zülmü reva görenlerin isimlerinin Ali, Mehmet, Mustafa olduklarından... Ramazan isimli kardeşimiz Metris`ten Tokat`a 3 bin km`nin üstünde yol katederek ancak sevk edildi. Bizim yaşadıklarımız onun gördüğü zulümlerin yanında bir hiç… Ziya Gümüş / Tokat Misafirhanedeyiz... Misafirhanemizi bir-iki cümleyle anlatayım. İçerde üç ranza ve kokuşmuş yataklar vardı. Etraf “Gumur” dediğimiz fare pislikleriyle doluydu. Böylece misafirlerin artıklarını temizleyen başka misafirlerin de olduğunu öğrendik. Eski tarihli gazeteler vardı. Anlaşılan uzun zaman misafir uğramamıştı. Üçümüz de yorgunluktan ayakkabılarımızı çıkarma fırsatı bulamadan kendimizi yastıksız yataklara attık. Arabada uyumaktan iyiydi. En azından uzanmıştık. Trabzon cezaevinde tam olarak 26,5 saat kaldık. Bizimle beraber kalan adli mahkumun suçunu sorduk, kavgada arkadaşını bıçaklayarak öldürdüğünü söyledi. Öğle namazı vaktinde uyanıp abdest aldık, adli mahkumu da uyandırdık. Namaz kılıp kılmadığını sorduk. “Vallahi namaz kılıyorum. Ancak öyle yorgunum ki namaz kılacak halde değilim” dedi ve uykusuna kaldığı yerden devam etti. Öğle yemeğimiz geldi. Yemeği hazırlayıp adli mahkum yol arkadaşımızı tekrar uyandırdık. “Vallahi öyle yorgunum ki, yemek yiyecek halde değilim. Ayrıca araba tutuyor yemek yiyemem” deyip uykusuna kaldığı yerden devam etti. O cezaevinde 26,5 saat kaldık. Yol arkadaşımız sadece bir kez tuvalete gitmek için uyandı. Herhalde tahliye haberini de alsaydı, “Vallahi öyle yorgunum ki eve gidemem yarın giderim” derdi. Trabzon cezaevinin havalandırmalarının üstü tellerle örülmüştü. Anlaşılan burada mahkumlara gökyüzüne bakmayı da çok görmüşlerdi. Karadeniz’i görmek benim için bu sürgünün getirilerinden biri olacaktı. Yola çıkarken Sultan’ın pencerelerinden gözlerimiz Karadeniz’i aradı. Beraberimdeki kardeş Türkiye’deki bütün denizleri -Van Denizi dahil- gördüğünü Karadeniz’i görmediğini söylemişti. Bu sayede o da ben de Karadeniz’i gördük. Aklıma nerden geldiyse o an yıllar önce sobamızı yakmak için kullandığımız Karadeniz’in kıyıcığında kitabını hatırladım. O zamanlar küçük olan yavrumuz sayfalarını yırtar sobamızı yakardık. Her sayfayı yırttığında bir bebek kahkahası atardı. “Karadenizin Kıyıcığında” sayfa yırtmak hobisi olmuştu. Böylece geçmişe de dalmış oldum. Giresun, Ordu’ya kadar R. Tayyib Erdoğan’ın bitirmekle övündüğü Karadeniz sahil yolundan geldik. Erdoğan’a övünmekte haklıdır diyoruz... Karadeniz sahil yolundan bu kadar yararlandıktan sonra Tokat’a doğru ayrı bir yola sapıyoruz. Trabzon-Tokat arası yaklaşık 7 saat sürdü. Arabamız bir ilçede kısa bir süre durdu. Manzara değişmeyince bir süre oturdum. Bunu hariç tutarsak 7 saatlik yol boyunca hiç oturmadım Özlem duyduğumuz dışarının tadını böylece “mahkumca” çıkarmaya başladık. Ya kardeşim benden biraz yaşlıcaydı. O uyumaya çalıştı. Derken Tokat cezaevine vardık. İner inmez namaz kılacağımızı söyledik. Namaz kıldıktan sonra cezaevine kayıt işlemlerimiz yapıldı. İşlemlerimiz esnasında benim ilahiyat mezunu, beraberimdeki kardeşim Fen Edebiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenen Uzman Çavuş biraz şaşırdı. “Genelde okumuş insanlar bu tür şeylere bulaşmazlar. Siz nasıl bu işe bulaşmışsınız. şaşırdım” dedi. Aslında insanın okudukça bu tür şeylere bulaştığını anlatmaya çalıştık. Sanırım anlattıklarımız aklına yatmadı. Hiç görmediğimiz bir diyara geldik. Yanımdaki karayolları mesafe cetveline baktım. Gittiğimiz ilçeler ve şehir içi turlar hariç tam olarak 1132 km’yi ringin içinde geçirdik. Buralarda yeni dostlar yeni kardeşlerle tanıştık. İlk kez bizi görenler bizi soru yağmuruna tuttular. Bizimle ilgili bilgi edinmeye çalıştılar. Soruları ve beraberliğimiz müddetince yeni edindiğimizi bir dostumuzun söylediği kayda değerdi. “Türkiye’deki bütün müslümanların size bir özür borcu vardır.” Yine yeni edindiğimiz ancak ayrılmak zorunda kaldığımız bir dostumuzla yaşadıklarımız da kayda değerdi. İlk karşılaşmamızda kamuoyunda söylenilenleri bana söyledi. Hakkınızda şöyle şöyle diyorlar. Niye şöyle yaptınız ? böyle yapmadınız? vs. vs. vs. Ubeydullah Durna kardeşimizin şehadetinden sonra basında çıkanları izledikten ve okuduktan sonra bir gün bana; “Sizin hakkınızda sizinle ilgili zihnimde artık hiç bir şüphe kalmamıştır” dedi. Kader bizi birbirimizden geçici bir süre ayırdı. Ancak biz ebediyete kadar olmak üzere bir dostluk bina ettik. Sevk edilmemiz boyunca başımıza gelenleri yazarken sevk furyasının yaşandığını gazetelerden okuyoruz. Bir gün gece saat 01:30’da kapımız açıldı. Hepimiz uyandık. Aşağı indik. Yeni bir misafirimiz gelmişti. Kısa bir tanışmadan sonra aç olup olmadığını, banyo yapıp yapmayacağını sorduk. -"Dört gündür yollardayım. Acilen dinlenmeye ihtiyacım var” dedi. Ve hemen uyudu... Daha sonra sevk zulümlerinden ve Bitlis’ten nasıl geldiğimi anlattım. -Senin sevkin benim sevkime oranla bir seyahattir deyip anlatmaya başladı. Gerçekten Ramazan Tahta kardeşimizin anlattıklarından sonra bizimki onun sevki yanında bir seyahatti. İstanbul Metris Cezaevi’nden Tokat T. Tipi’ne dört günde gelmişti. Sözü ona bırakayım; “Evimiz İstanbul’dadır. 22 yıldır İstanbul’da ikamet etmekteyim. Tutuklanıp Metris Cezaevine konuldum. Metris cezaevi hükümlü kabul etmediğinden beni göndereceklerdi. Beni uzak bir yere sevk etmeden önce Adalet Bakanlığına dilekçe yazıp aileme yakın Tekirdağ, Kırklareli veya İstanbul’a yakın bir cezaevine sevk istedim. 1 ay sonra sevkin Tokat’a çıktığını haber verdiler. Anlayacağınız umduğumuzu değil, bulduğumuzu yiyecektik. 5 dakika içinde hazırlan gideceksiniz dediler. Ben de daha yeni eve telefon açmıştım. Böyle olunca gidişimden de ailemi haberdar edemeyecektim. Apar topar eşyalarımı torbalara doldurup “Mahkum kabul” denilen yere getirdiler. Cebimde çok değerli bir tesbihim vardı. Üst aramam esnasında tesbihim saatim ve yüzüğüm yasak olduğu gerekçesiyle benden alındı. Bir asker tesbihime göz koydu, değerli olup olmadığını sordu. Nihayetinde eşyalarım bana teslim edildiğinde tesbihim yoktu. 12 kişilik araca (ki 12 kişi de çok zor sığıyordu. Taş gibi sert ve daracık koltuklar yapmışlardı.) 13 kişi aldılar. 04.09.2011 tarihinde Metris cezaevinden Tokat T. Tipi’ne doğru yola çıktık. Şoföre yolculuğun ne kadar süreceğini sormuştum. İki gün sürer demişti de şaka sanmıştım. Yolculuğumuz dört gün sürecekti. İlk olarak Ankara’ya gittik Sincan cezaevine mahkum bıraktık. Ankara’dan Konya’ya doğru gittik. Konya cezaevine de mahkum bıraktık. Konya’dan Adana’ya Adana’dan Hatay’a gittik. Hatay’a gittiğimizde gece yarısıydı. Hatay’dan G.Antep cezaevine ulaştığımızda, yolculuğumuzun 48.saatindeydik. O daracık yerde ve taş gibi sert plastik koltukların üzerinde 48 saat boyunca oturur vaziyette kaldık. Buna oturma deniliyorsa tabi. İskelet yapımız bozulmuş, iskeletimiz Z harfi şeklini almış indiğimizde kendimizi doğrultmakta ve yürümekte zorlanıyorduk. Sanki yıllardır yürüyememiş yürümeyi unutmuştuk. Biraz dinlenmeyi haketmiştik. Misafir olarak G.Antep cezaevine alındık. G.Antep cezaevine girdiğimizde başında bir külah vardı. Başgardiyan yanına gelip başımdaki külahımı çıkarmamı istedi. Sebebini sorduğumda. -Burası resmi daire onun için. Eskiden dedelerimiz resmi dairelere girdiklerinde başlarındaki şapkaları koltuklarının altına alırlardı ya... Hasılı bu yaşta Cezaevinin zindanın resmi daire olduğunu da öğrenmiştik. Geceyi resmi dairede geçirdik. Ama nasıl bir resmi daire(?) alındığımız misafir odası. Bir cümleyle anlatayım: Her yer fare pislikleriyle doluydu ve bir ahır, oraya göre parfüm dükkanı gibiydi. Metris’ten yola çıktığımızda cezaevi idaresi bize ekmek arası peynir ve domates vermişti. Yemeğimizi Ankara’da yemiş ve G.Antep cezaevine kadar birşey yememiştik. Bizimle gelen subay aç olduğumuzu hatırlamıştı. Israrları sonucu cezaevi idaresinden bizim için birer kuru ekmek aldı. G.Antep cezaevinde o kuru ekmek dışında bize yiyecek namına hiçbir şey vermediler. Geceleyin aç olarak girdiğimiz G.Antep Cezaevinden sabah namazı vaktinde aç olarak çıktık. O zindandan elde ettiğimiz kazancımız katıksız kuru ekmek oldu. Gaziantep Cezaevinden Ş.Urfa’ya oradan da D.Bakır D. Tipi Cezaevine gittik. D.Bakır D. Tipi’ne de mahkum bıraktık. Ayrıca Metris cezaevinden yargılanması için D.Bakır Ağır Ceza mahkemesine de mahkum getirmiştik. Onun yargılanması süresince adliyenin önünde o daracık arabada taş gibi koltuklarda yarım gün bekledik. Bu arada Metris (İstanbul) cezaevinden yola çıkarken benim Tokat yolcusu olduğumu hatırlatmak istiyorum. Biz sürekli mahkum bırakmıyorduk. Mahkum aldığımız da oluyordu. Mesela G.Antep Cezaevinden bir mahkum aldık. O da Silivri’ye gidecekti. Yola koyulmadan önce bu mahkum, kendi hazırlığını yapmış. Ekmeğinin arasına biber salçası koymuş kendi kumanyasını kendi hazırlamıştı. Bizim onun bu hazırlığından önceden haberimiz yoktu. Yolculuğumuz sırasında ekmeğini çıkardı ve bize de teklif etti. “Arkadaşlar ekmek yiyecek misiniz?” dedi. Kendisine teşekkür edip bizim de ekmeğimizin olduğunu söyledik. Ekmeği G.Antep cezaevinden almıştık. Ve biz yeni binen ve bize ekmek teklif eden yeni yol arkadaşımızın ekmeğinin arasında biber salçası olduğunu bilmiyorduk. Biber salçasının bir mahkum için ne olduğunu biliyor musunuz? Hele hele böyle hırpalanmışken. Bize yapılan teklife teşekkür etmiştik. Yeni mahkum bir iki kez ekmeği ısırırken ekmeğin arasındaki kızıllık gözükmeye başladı. Yapabildiğimiz sadece göz ucuyla bakmak olmuştu. Adamın biri misafirliğe gitmiş. Ev sahibi bir tatlıya ne kadar davet etmişse Allah razı olsun demiş. Kısa bir süre sonra yüksek sesle “Ha ha ha ha (Bir şey düşünüyormuş edasıyla)” demiş. Ev sahibi de endişelenerek “Hayırdır ne oldu” demiş. Misafir: “Aha willah dilê min çu yê” “Aha vallah canım çekti” demiş.” Bu adam gibi de diyemedik. Ancak benzer bir yerden giriş yaptık. Başka bir yol arkadaşımız her ısırık sonrası daha da kırmızılaşan ekmeğin mahiyetini merak etti. -O ekmeğin arasında ne var kardaş. Büyük bir iştahla yiyen yeni yol arkadaşımız. -Biber salçası dedi. Bizimkisi darılmıştı. -Bavêmino (babacığım). Sen bize ekmek yiyen var mı? diye sordun. Ekmeğimin arasında biber salçası var” demedin ki. Bu espri yorgunluğumuza iyi gelmişti. Hep beraber iyi güldük. Silivri Cezaevine gidecek olan arkadışımız Silivri cezaevi idaresi alabilir düşüncesiyle iki kutu biber salçası da beraberinde getirmişti. Eşyaları arasından bir kutuyu çıkarıp bizimle paylaştı. Eğer iki buçuk gün aç kalmamış iseniz yaklaşık iki bin km. bir kutunun içinde elleriniz bağlı ayaklarınız uyuşuk arabanızın kliması çalıştığında donmamış, kapatıldığında boğulmamış iseniz o yediğimiz sizin için bir anlam ifade etmeyecektir. Namaz mı? Bilmiyorum. Şeriat kitapları halimizden bahseder mi? Bizi tuvalete götürmüyorlardı. Nasıl götürsünler ki? Ellerindeki sevk kağıdımızın üzerinde “Tehlikelidir kaçabilir” deniliyordu. Hâlbuki bizi koydukları halden ve yaptıklarından sonra ne bir tehlikemiz ne de kaçacak halimiz kalmıştı. ALLAH SİZE DE TÜRKİYE TURU YAŞATSIN Bazı arkadaşlarımız ihtiyaçlarını pet su şişelerinde giderdiler de sıkıntılarını az da olsa gidermişlerdi. Yediğimiz biber salçası bize pahalıya mâl olmuştu. Sindirim sistemimizi bozmuş bizim açımızdan tehlike büyümüştü. Çektiğimiz sıkıntılar yetmiyormuş gibi askerin de maskarası olmuştuk. “Biber salçasına dadanacaksınız he... öyle yerseniz olacağı buydu...” demeye başladılar. En azından sıkıntımızı dile getirelim bari deyip askerî Subayı çağırdık. “Bize bu çektirdiğiniz nedir? Yolumuz 8-10 saatlik “(Tokat – Metris) üç gündür” yollardayız.” dedik. Cevabı akla ziyan -İyi ya size bedavadan Türkiye turu yaptırıyoruz. Daha ne istersiniz. Şimdi ben Allah sana böyle bedava Türkiye turları nasip etsin demeyeyim de ne diyeyim... İstanbul’dan gelirken beraberimizde gelen bir mahkumun eşyalarını araçta yer olmadığı gerekçesiyle almamışlardı. Kargo ile sana göndersinler demişlerdi. Arabamız yol boyunca birçok tarlada durdu. Niğde’de patates tarlasında, başka yerlerde domates, biber bahçelerinde. D. Bakır’da da bir bostanda durdular. Durdukları her yerde de birkaç kasayı araca aldılar böylece yola çıkarken arabada yer olmamasının hikmetini de anlamış olduk. D.Bakır’dan Siirt’e oradan da Bitlis’e gittik. Bir geceyi Bitlis cezaevinde geçirdik, bizi bir depoya götürüp yataklarımızı bize taşıttılar. Belki de ikinci örneklerini bir daha göremeyceğimiz yataklarla karşılaştık. Belki de o yataklarda ilk bulunan pamuklar vardı. Döşek gibi değil yığılmış eşek leşleri gibiydi. Benim gücüm yerindeydi. Biraz zorlansam da ben taşıyabildim. Benim yol arkadaşlarım yorgunluk sınırlarını bile aşmışlardı. Onlar yatakları taşıyamadılar sürükleyerek getirdiler. Bu konuyu en iyi Bitlis mahkumu anlar. Sizi daha da sıkmayayım yolculuğumuzu bitirelim. Bitlis’ten Ağrı’ya Ağrı’dan Erzurum’a oradan Erzincan’a, Sivas’a... Ve Tokat’a vardık. 04.09.2011 tarihinde İstanbul Metris cezaevinden yola çıktık. 08.09.2011 tarihinde Tokat cezaevine vardık. Ve bütün bunlar kayıtlıdır. Belki bazılarınız bir rüya anlattığımı sanacaktır. Bu aynen vakidir ve belgeleri de mevcuttur. Gittiğimiz yerler kayıtlıdır. Dört günlük eziyeti bir sayfaya sığdırdım. Ramazan Tahta kardeşimiz bunları anlatmıştı. Gerçekten bizim çektiklerimiz onunkinin yanında bir hiçti. Yanımızdaki karayollarının il mesafelerini gösteren cetvele baktık ve takip ettiği güzergâhı km. cinsinden hesapladık. Tam olarak 2992 (yazıyla iki bin dokuzyüz doksan iki ) km. yol katetmişti. Şehir içlerinde atılan turlar, saptıkları şase yollar da hesaba katıldığında 3 bin km’yi çok aşmıştı. Benim merak ettiğim Asya’ya doğru üç bin km’den fazla yol kateden Ramazan kardeşimizin şayet Kapıkule’den Avrupa’ya açılmış olsaydı nereye ulaşacağıydı..? Sevk zulmünde uğradığımız zulmü sizinle paylaştık. Bizim durumumuzda sesleri çıkmayan, sesleri işitilmeyen ancak yandıklarında derilerinin yanık kokuları çıkan çok sayıda mahkum vardır. Allah yar ve yardımcınız olsun. Allah’a emanet olun. -BİTTİ- doğru haber Sürgün Anılarım - 1 |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|