AK Gençliğin Buluşma Noktası
Genel Tarih Devlet tarihleri ve kültürleri.



Cevapla
Seçenekler
 
Alt 05-22-2009, 23:33   #1
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart Tarihte Devlet Gelenekleri
Göktürk Gelenekleri

Gök Türkler’ de ölülere yapılan törene Yuğ (veya Yoğ) adı verilirdi. Birisi ölünce cenazesi önce çadırına konur. Bütün yakınları ölünün adına kurban olarak bir koyun ve bir at kesip çadırın dışına bırakırlar. Sonra feryad ederek atları çadırın çevresinde yedi defa koştururlar çadırın giriş kısmının önünden geçerken bıçakla yüzlerini çizerler. Böylece kan ile gözyaşı birbirine karışır. Sonra ölüyü gömmek için uygun bir gün seçilir. Bir kimse bahar ve yaz mevsiminde ölmüşse cenazesi ağaçların yaprakları dökülünceye kadar güz veya kış mevsiminde ölmüşse ağaçlar yaprak çıkarıncaya kadar bekletilirdi. Önce ölünün atı yakılarak külleri kullandığı eşya ile birlikte ölü ile gömülür. Gömme günü ölünün bütün yakınları kurban için çeşitli şeyler getirir mezarın çevresinde at koşturarak feryad eder ve yüzlerini yaralarlar. Ölü gömüldükten sonra mezarı üzerine dikilen taşlar (Balbal) yenilen düşmanın öbür dünyada galip gelene hizmet edeceğine işaret ederdi. Orkun yazıtlarında Bilge Kağan’ın kardeşi Kül Tegin’in ölümü dolayısıyla yaptığı matem merasimine komşu boylardan gelen heyetler arasında yas tutan (Yoğçı) ve ölüye ağlayan (Sığıtçı) kişilerin bulunduğu belirtilmektedir. Yas töreninde bulunan kişilerin yas alâmeti olarak kulak ve saçlarını kesmeleri bir gelenekti.

Gök Türk kağanları tahta çıkarılırken bir keçi üzerine konur ve yukarı kaldırılırlardı. Bu gelenek daha önce tobalarda görülür. Türkler’de tahta çıkma törenlerinin bir çeşit “göğe çıkma” gibi kutsal bir anlamı vardı. Altay ve Sibirya şamanlığında inanca göre şamanlar göğe çıkarlar ve göğün dokuz katını dolaştıktan sonra yere inerlerdi. Şamanın göğe çıkmasından önce bir tören yapılır ve şaman dokuz şaman çırağının tuttuğu beyaz bir keçe üzerine konarak dokuz defa döndürülürdü. Yazıtlarda da Gök Türk kağanları “Gökte olmuş Gökte tahta oturmuş kağanlığı ve buyruğu gökten almış” kimseler olarak nitelendirilmiştir. Anlaşıldığına göre bu geleneğin büyük bir dini anlamı bulunmaktadır.

Gök Türkler Oniki hayvanlı Türk takvimini kullanmışlardır. Eski Türk takvimi her biri bir hayvan adı ile anılan “12 yıllık” devre esasına dayanıyordu. Yılların adları şöyle idi:
1. yıl = sıçkan (fare)
2. yıl = ud (sığır öküz)
3. yıl = pars
4. yıl = tabışkan (tavşan)
5. yıl = lu (ejder)
6. yıl = yılan
7. yıl = yunt (at)
8. yıl = koy (koyun)
9. yıl = biçin (maymun)
10. yıl = takagu (tavuk)
11. yıl = it (köpek)
12. yıl = tonguz (domuz)
Bir yılda 12 ay vardı. Aylar birinç (birinci) ay ikinç üçünc …… diye adlandırılmıştı. Bir gün 12 kısım sayılıyor ve her kısma “çağ” deniyordu. Yıl 365 gün 5 küsûr saat itibar edilmekte idi. Günün başlangıcı gece yarısı idi. Yılbaşı Ocak - Şubat aylarına rastlardı. Aslında ay yılına dayanan bu “Oniki hayvanlı Türk Takvimi”nin Gök Türkler zamanında güneş yılına çevrildiği söylenmektedir.

Menşei çok eski olması gereken ayrıca 12 yıllık devrenin 5 katı 60 yıllık devreler olarak da faydalanılan bu takvim Gök Türkler’de Uygurlar’da Batı Türkleri’nde ve muhakkak ki Hunlar’da kullanılmış olup hem zaman hem coğrafî yönden çok yaygın bir sistem gibi görünmekteydi. Gök Türkçe kitabeler Uygur kitap ve hukukî belgeleri Bulgar kitabeleri ve “Bulgar hakanları listesi” hatta Kırgızların Manas destanındaki bazı olaylar bu takvimle tarihlenmiştir. Bu eski Türk takvimi son zamanlara kadar Orta Asya’da kullanılmıştır.

 

  Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 05-22-2009, 23:37   #2
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Türk Devlet Geleneklerinde yeri olmayan davranışlar:
Hiç kimse devlet başkanı için “son derecede terbiye dışı bir üslûb kullandı” diyemez.

..Hiç kimse devlet başkanının kullandığı uslûb ile kendilerine karşılık veremez.












.-Hiç kimse devlet başkanından özür dileme talebinde bulunamaz.





..Hiç kimse veyâ hiçbir kurul devlet başkanının kendince doğru bulmadığı bir davranışını uluorta kamuoyuna açıklayamaz.











Hiç kimse kendisinin kamuoyuna yansıttıklarını, devlet başkanının yansıttığını iddiâ edemez.
Hiç kimse devlet başkanı hakkında bir toplantıyı “arenaya dönüştürdüğü” ifâdesini kullanamaz. Böyle bir ifâde hoşgörü ile karşılansa bile, “arenaya dönüştürme” fiilinin ne demek olduğunun açıklanması gerekir.
Hiç kimse devlet başkanının kendisine “saygısızlık” gösterdiğini söyleyemez.
Hiç kimse umumî yerlerde devlet başkanını doğrudan adıyla veyâ soyadıyla zikredemez.
Hiç kimse kamu karşısında devlet başkanının davranışlarını “sorumsuzluk örneği” olarak niteleyemez.
Hiç kimse veyâ hiçbir kurul “devlet başkanının yaptığı bir muâmelenin çirkinliği” konusunda beyânda bulunamaz.
Hiç kimse veyâ hiçbir kurul devlet başkanının yaptığı bir muameleye esef edemez.
-Hiçbir kurul devlet başkanının kendisine “saygısızlık” yaptığını söyleyemez.



-Hiçbir kurul devlet başkanından özür dileme talebinde bulunamaz.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2009, 23:40   #3
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Osmanlı Gelenek ve Görenekleri

KAHVE İKRAMI


Osmanlı saray ve konak haremlerinde misafirlere bir törenle kahve ikram edilirdi. Önce gümüş tatlı takımı ile tatlı (reçel) sunulurdu. Ardından üç genç kız kahve ikramına başlarlardı. Kahvenin soğumaması için güğüm, ortasında kor ateş bulunan stile oturtulur ve kenarlarına takılı üç zincirden tutularak taşınırdı. Stil takımları tombak, gümüş veya pirinçten yapılmıştır. Kahve ikramında ayrıca yuvarlak stil örtüsü kullanılırdı. Atlas veya kadifeden yapılan bu örtü sırma, sim, pul, hatta inci ve elmas işlemelidir. Stil takımı ve örtüsünün zenginliği ailenin varlık derecesini yansıtırdı.
İçinde kahve fincanı ve zarflar bulunan tepsiyi taşıyan kız, stil örtüsünü kenardan iki eli ile önlük gibi önünde tutar, ikinci kız stil takımını taşırdı. Üçüncü kız tepsiden porselen fincanı alır, stildeki güğümden kahveyi doldurur, fincanı altın,tombak, gümüş veya porselen zarfa yerleştirir, zarfın ayağından iki parmağı ile tutarak tek tek misafirlere ikram ederdi. Tiryakiler kahve ile birlikte nargile veya uzun çubuklarda tütün içerlerdi.


KINA GECESİ





Eskiden düğün eğlencelerine pazartesi günü çeyizin güvey evine gönderilmesi ile başlanırdı. Çeyiz alayının önünde, kumaşlar, meyve ve çiçeklerle ağaç şeklinde süslenmiş nahıllar taşınırdı. Salı günü yapılan gelin hamamından sonra, çarşamba akşamı gelin evinin hareminde kına gecesi düzenlenirdi. Bu sırada beyler de selamlıkta veya damat evinde eğlenirlerdi.
Kına gecesinde gelin, genç kızlar ve yengeler, bindallı adı verilen, kadife veya atlas üzerine dival tekniğinde işlemeli ağır elbiseler giyerler, gelinin yüzüne pullu al duvak örtülürdü. Damadın akrabalarından birkaç kişi, kınayı gümüş tepsi içinde ve üzerine iki mum dikerek gelin evine getirirlerdi. Bütün misafirler yerlerini aldıktan sonra, kayınvalide kendi getirdiği ipek kumaşı yolluk gibi önüne serdirirdi. Gelin ve arkadaşları, ellerinde yanan mumlarla ve gelinin başına bereket paraları saçarak davetlilerin yanına gelirlerdi. Gelin, yere serilen kumaşın üzerinde yürüyerek iyi tanımadığı kayınvalidesinin elini öpmeye giderdi. Ortaya kuruyemiş, çörek, badem şekeri getirilir, kına gecesine özgü türkü ve maniler söylenerek gelin ağlatılır, bunun bereket getireceğine inanılırdı. Daha sonra gelin bir yastığa oturtulur, kayınvaldesi avucunun ortasına bir altın koyar, mutlu evliliği olan bir hanım tarafından avuçlarına, parmak uçlarına ve ayak baş parmaklarına kına yakılırdı. Gelin avucundaki bu altını uğur ve bereket için saklardı. Arkadaşları da kısmetleri açık olsun diye kendi ellerine kına yakarlardı.


LOHUSA GELENEKLERİ




Türk gelenekleri içinde doğum hazırlıkları ve lohusa döneminin özel bir yeri vardır. Bu hazırlıklara hamileliğin altıncı veya yedinci aylarında başlanırdı. Yakın bir semtte oturan ebeye, işlemeli keseler içinde birer okka şeker, çekirdek kahve ve sabun götürülerek doğum için ebe tutulurdu.
Doğumdan sonra lohusa şerbeti kaynatılır ve doğumu müjdelemek için sürahilerle akrabalara, yakın dostlara, komşulara gönderilirdi. Bebek erkek ise sürahinin boynuna kırmızı kurdele, kız ise ağzına gaz boyaması denilen kırmızı tülbent bağlanırdı. Daha sonraki günlerde gözaydına gelen konuklara da gümüş zarflı bardaklarla şerbet ikram edilirdi.
Lohusaya evin en geniş odasında, yataklık denilen karyolada veya üst üste konularak yükseltilen altı-yedi kat şiltenin üzerinde lohusa yatağı hazırlanırdı. Yatağa atlas veya kadifeden gelin yorganı örtülürdü. Yatağın yanına mutlaka kese içinde Kur'an-ı Kerim ve parlak ömrü sembolize eden gümüş ayna asılırdı. Bir şişe sarımsak saplanıp üstü kırmızı gaz boyaması ile sarılır, sarımsak ve nazar boncukları ile süslenirdi. Bu sarımsak, 40. gün hamama gidilirken, kapının eşiğinde lohusaya ezdirilerek evin acı görmemesi ve acıların uzaklaştırılması sağlanırdı.
Lohusa yatağı yedinci gün toplanırdı. Yatağın kalkacağı gün mahalle imamı veya ailenin reisi olan yaşlı bir erkek, bebeğin sağ kulağına ezan ve Kelime-i Şahadet, sol kulağına da Besmele ile üç defa ismini okurdu. Doğumdan 40 gün sonra konu komşu, eş dostla birlikte hamama gidilirdi.



SÜNNET DÜĞÜNÜ





İslâmiyette erkek çocuklar genellikle 5-11 yaşları arasında sünnet edilmektedirler. Eskiden bu cerrahi müdahale evde, bir berber veya sünnetçi tarafından yapılırdı. Uğurlu olduğu varsayılan tek rakamlı yaşlar tercih edilir, hali vakti yerinde olanlar kendi çoçukları ile birlikte fakir çocukları da sünnet ettirirlerdi.
Sünnet kıyafetini tamamlayan iki önemli aksesuar, başa giyilen sünnet takkesi ve çapraz olarak elbisenin önüne takılan "Maşallah" yazılı kumaş şerittir. Sünnet olacak çocuk bir hafta önce akraba ve eş dosta götürülerek el öptürülmekte, özellikle İstanbul'da sabır ve selamet dilemek için Eyüp Sultan Türbesi ziyaret edilmektedir. Ayrıca çocuklar midilli veya ata bindirilerek davul zurna eşliğinde ve kasideler okunarak sokak sokak dolaştırılırdı. Sünnetten bir gün önce hamama gidilip yıkanılır ve sağ ellerine kına yakılırdı.
Sünnet yatağı evin baş odasında veya bahçede hazırlanırdı. Kentlere göre farklılıklar olmakla birlikte, çoğunlukla çevredeki yakınlardan ödünç alınan işlemelerle yatak süslenirdi. İpekli krepten yapılan ve çevikliği sembolize eden fare ile uzun ömrün sembolü olan kaplumbağa figürleri yatağın göze çarpan yerlerine takılırdı.
Sünnet düğünlerine çocukları eğlendirmek için hokkabaz ve çengiler çağrılır, kukla ve Karagöz gösterileri yapılırdı. Misafirler sünnet olan çocuklara saat, yazı takımı, oyuncak, para veya altın armağan ederlerdi.

  Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2009, 23:44   #4
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi...

Türk cemiyetinin temeli aile idi. Evlenen kız veya erkek ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi. Boyların kendilerine ait toprakları başlarında boy beyleri bulunur boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi.

Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse buna "il" denilmekteydi ki bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır.

Türklerin en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete istiklâle alıştırdığı için hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde devletsiz kaldıkları yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklâle verilen değer bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58´de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle Çin yıllığı Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:

"Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken devletimizi korumalıyız."

Orhun Kitabelerinde ise istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe altta yer delinmedikçe Türk budununun ilini töresini kim bozabilir."

Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju Kağan Han Yabgu İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alâmetleri "taht otağ tuğ davul sorguç" gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan yaradanın kut´u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar devlet işlerinde daima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri asıl güçlerini temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare yetkisi bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak giydirmek toplamak çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig´te halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar b) âdil kanun c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra "Ey hükümdar sen halkın bu haklarını öde sonra kendi hakkını iste" denilmektedir.

Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu. Ancak oğulları hükümdar olacağı için ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Fakat onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.

Kağanların oğulları devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han şad tigin gibi ünvanlar alırlardı.

Hükümdarın ve valilerin emirleri altında çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri buyruklar (nâzır bakan) iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç tarkan apa boyla yula baga ataman tudun yugruş külüg babacık vb. ünvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı" Osmnlılarda "tuğracı" hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi.

Eski Türkler devamlı şehirlerde yaşamadıkları için yerleri sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı. Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı. En büyük askerî birlik 10 000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar Göktürkler ve Uygurlarda "tümen" adı veriliyordu. Tümenler binli yüzlü onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı yüzbaşı onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.

Ordular o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok yay ve kılıç mızrak ve kargının yanında kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar subaylarda görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar okçu süvari birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adını verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi.

Diğer taraftan etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmalari disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her konuda töre´nin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı. Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye ters düşen kağanlar tahtlarından indirilir hattâ idam edilirdi. Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten töre´nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki Türk töresi milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti.

Eski Türklerin dinleri hangi dinden oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır. Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa totemcilik sadece bir hayvanı ata tanımaktan yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.

Birçok tarih kitabındaysa eski Türklerin Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı. Kam tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslâmiyetten önce Arabistan´daki kâhinlere benzeyen bu kişiler yani kam veya şamanlar din adamı olmaktan ziyade birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler hastaları iyileştirirler ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır her işte onun rızası düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök altta yağız yer yaratıldıkta ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir. Yine onların "Tanrı yapar Tanrı yaşar" inancına göre Tanrı mahlûk değil yaratandır. Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazan kullanılmaktadır.

Diğer taraftan eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından zina etmek yalan söylemek dedikodu yapmak düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak zulüm etmek hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı.

Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar İslâmla büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah´ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre Hazret-i Nuh´un oğlu Yâfes´in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim uçmak (Cennet) tamu (Cehennem) yükünç (secde namaz) uluğ-gün (kıyamet) yek (şeytan) yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyette de görülmektedir. Bu durumda Türklerin sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle dinlerine hurafeler yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde tapınakalar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan´ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde Bilge Kağan Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca Bilge Tonyukuk karşı gelerek bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.

İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu. Avrupa´ya giden Türklerden Hazarlar Musevî dinine girdiler. Avrupa´daki diğer Türk kavimleriyse Hristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.

  Alıntı ile Cevapla
Alt 05-22-2009, 23:44   #5
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi...

Türk cemiyetinin temeli aile idi. Evlenen kız veya erkek ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi. Boyların kendilerine ait toprakları başlarında boy beyleri bulunur boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi.

Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse buna "il" denilmekteydi ki bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır.

Türklerin en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete istiklâle alıştırdığı için hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde devletsiz kaldıkları yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklâle verilen değer bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58´de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle Çin yıllığı Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:

"Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken devletimizi korumalıyız."

Orhun Kitabelerinde ise istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe altta yer delinmedikçe Türk budununun ilini töresini kim bozabilir."

Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju Kağan Han Yabgu İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alâmetleri "taht otağ tuğ davul sorguç" gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan yaradanın kut´u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar devlet işlerinde daima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri asıl güçlerini temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare yetkisi bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak giydirmek toplamak çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig´te halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar b) âdil kanun c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra "Ey hükümdar sen halkın bu haklarını öde sonra kendi hakkını iste" denilmektedir.

Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu. Ancak oğulları hükümdar olacağı için ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Fakat onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.

Kağanların oğulları devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han şad tigin gibi ünvanlar alırlardı.

Hükümdarın ve valilerin emirleri altında çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri buyruklar (nâzır bakan) iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç tarkan apa boyla yula baga ataman tudun yugruş külüg babacık vb. ünvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı" Osmnlılarda "tuğracı" hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi.

Eski Türkler devamlı şehirlerde yaşamadıkları için yerleri sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı. Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı. En büyük askerî birlik 10 000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar Göktürkler ve Uygurlarda "tümen" adı veriliyordu. Tümenler binli yüzlü onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı yüzbaşı onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.

Ordular o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok yay ve kılıç mızrak ve kargının yanında kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar subaylarda görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar okçu süvari birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adını verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi.

Diğer taraftan etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmalari disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her konuda töre´nin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı. Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye ters düşen kağanlar tahtlarından indirilir hattâ idam edilirdi. Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten töre´nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki Türk töresi milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti.

Eski Türklerin dinleri hangi dinden oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır. Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa totemcilik sadece bir hayvanı ata tanımaktan yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.

Birçok tarih kitabındaysa eski Türklerin Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı. Kam tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslâmiyetten önce Arabistan´daki kâhinlere benzeyen bu kişiler yani kam veya şamanlar din adamı olmaktan ziyade birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler hastaları iyileştirirler ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır her işte onun rızası düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök altta yağız yer yaratıldıkta ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir. Yine onların "Tanrı yapar Tanrı yaşar" inancına göre Tanrı mahlûk değil yaratandır. Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazan kullanılmaktadır.

Diğer taraftan eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından zina etmek yalan söylemek dedikodu yapmak düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak zulüm etmek hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı.

Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar İslâmla büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah´ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre Hazret-i Nuh´un oğlu Yâfes´in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim uçmak (Cennet) tamu (Cehennem) yükünç (secde namaz) uluğ-gün (kıyamet) yek (şeytan) yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyette de görülmektedir. Bu durumda Türklerin sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle dinlerine hurafeler yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde tapınakalar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan´ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde Bilge Kağan Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca Bilge Tonyukuk karşı gelerek bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.

İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu. Avrupa´ya giden Türklerden Hazarlar Musevî dinine girdiler. Avrupa´daki diğer Türk kavimleriyse Hristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.

  Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi