![]() |
#1 |
![]() Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek. Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim. Tasavvuftan gaye budur. Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir. Her müslüman için zaruri bir yoldur.
Lüzumu ise Âyet-i kerimelerle ispat edilmiştir. ALLAH-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48) Fahrüddin-i Râzi Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerimeye "Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat." mânâsını vermişlerdir. Çünkü "Minhac" lügat itibariyle "Münevver bir yol" demektir. Ve buna benzer bir çok Âyet-i kerimeler vardır. ALLAH-u Teâlâ: "Benim zikrim için namaz kıl!" (Tâhâ: 14) Âyet-i kerimesi ile namazı emretmiş olduğu gibi; "Ey iman edenler! ALLAHı çok zikredin!" (Ahzab: 41) Âyet-i kerimesinde kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhi bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir. Insanlarin mizaçlari yaratiliş itibari ile degişik oldugundan, Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah emrini alinca; Hazret-i Ebu Bekir -radiyALLAHu anh- Efendimize kalbi zikir yapmayı, Hazret-i Ali -radiyALLAHu anh- Efendimize de cehrî zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur. Ve bu yol o günden bu güne, Piran-ı izam Hazeratının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile, tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir cemaat tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir. İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri: "Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür." buyurdular. Bir Âyet-i kerimede de: "Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de ALLAH'ı zikredin." buyuruluyor. (Nisa: 103) Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk'ın sevgisini kazanırlar. Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şeriflerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatını göreceklerdir. ALLAH-u Teâlâ: "ALLAH'ı unuttuklarından dolayı ALLAH'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Haşr: 19) Âyet-i celilesi icabınca zikir ve fikirden gafil olan müminleri "Fâsık" kelimesi ile tabir buyuruyor. ALLAH-u Teâlânın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullahı sevmesi ve onunla iştigal etmesi ile kaimdir. Yani zâhirimizi süslemek için Efendimiz -sallALLAHu aleyhi ve sellem-in şeriatına, bâtınımızı ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir. İç âleme intikal ancak farz ve nafilelerle kazanılır. Çünkü farzların edası ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhaniyettir. Bir insan söz ve davranışlarına şer-i şerif çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. Doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur. Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine ALLAH-u Teâlâ'nın emr-i şerifi ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri şeriat-ı mutahhara'dır. İslâma muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir. Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz. Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanilmasi gereken şeylere karşi yakin hasil olmasidir. Hakiki iman da budur. Mesela ALLAH'ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer. Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır. İlim ve hakikat aleminde imanın kemalleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takva ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışıldı. Bazı cahilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli bir kaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir. Tarikat-ı münevvere Cenab-ı Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- Efendimizin söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kuran-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemalleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır. Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye'de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır. "Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız." (Buharî) Hadis-i şerifine Şeyh Esad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: "ALLAHım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir'in yolunu kıyamete kadar baki kıl" mânâsını vermişlerdir. ALLAH-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|