![]() |
#1 |
![]() (Biraz uzun ama okumaya değer bir makale)
Dildeki tasfiyecilik hareketinin ilim ve kültür hayatımızda meydana getirdiği neticeleri incelerken, herşeyden önce, bu hareketin başlangıç noktası üzerinde durmamız gerekiyor. Bu nokta Türkçenin tasfiyesinin bizatihi ilim zihniyetine, ilmî düşünce tarzına karşı bir çıkış olmasıdır. Dilci arkadaşlarımız ve hocalarımız dili bir lengüistik meselesi olarak ele alıp bize geniş bilgiler verdiler. Beklenirdi ki tasfiyeciler de kendi görüşlerini bir ilim meselesi halinde ortaya atsınlar, o çerçevede işlesinler. Fakat şimdiye kadar tasfiyecilerin her türlü ilmî hücuma karşı siyasî bir müdafaa yaptıkları görülmektedir. Kısacası, Türkçenin niçin tasfiye edilip yeni baştan bir dil kurulması gerektiği sorulunca, son dayanak noktası daima şudur: "Çünkü Atatürk böyle istedi." Bu tesbitimizi hiçbir şüpheye yer vermeden gösterebilmek üzere, Türkçeyi tasfiye etmekle kendini görevli sayan bir kurumun resmî yayın organından birkaç satır aktarmak istiyorum: "Büyük devrimlerimizden biri de hiç şüphe yok ki dilimizin arınması ve erkliğidir... Bu uğurda çalışmak ve iş başarmak isteyenlerin irşad kaynağı ve toplanma merkezi haline gelen bu kurum ebedî ve millî şeflerimizin emirle¬rine başüstüne diyenlerin, dili sadeleştirme ve güzelleştirme âşıklarının kâbesi olmuştur... Ebedî ve millî şeflerimizin her yönde olduğu gibi dilimiz Türkçeleştirme alanında da emirlerini ve direktiflerini yerine getirmektedir ki yurdumuzu sonsuz bir gönencin sönmez ışıkları içinde aydınlanmış ve kuvvetlenmiş olarak bulacağız". Böyle bir hareket noktasından doğru neticeye varmaya imkân yoktur. Çünkü bu satırlarda ifadesini bulan düşünce tarzı Avrupada "Ortaçağ skolastisizmi" diye bilinen ve insanlığın en az üçyüzyıldan beri aşmış olduğu bir devrin kalıntısıdır. Bilindiği gibi, modern ilmî düşüncenin başladığı yıllara kadar bütün batı düşüncesi ve kısmen İslâm dünyasındaki ilim ve felsefe Aristo'ya dayanıyordu; bir meseleyi Aristo ne şekilde anlatmışsa doğrusu o sayılır, Aristo'nun bahsetmediği meselelerin gerçekte de yok olduğuna inanılırdı. Bir atın kaç dişi olduğu sorulunca Aristo'nun kitapları karıştırılır, hiç kimse bahçedeki atın dişlerine bakmayı düşünmezdi. Atatürk'ün "hayatta hakiki mürşid ilimdir" sözüne bakılınca, dil tasfiyecilerim Atatürkçü değil de Aristocu saymak doğru olur. Burada karşılaştığımız ikinci büyük ilmî hata dil devrimi diye bir kavramın ortaya atılmasıdır. Eğer Atatürk Türkçede kökünde yabancılık tesbit edilen bütün kelimeler dilden atılacak, yerine yenileri uydurulacaktır deseydi ve bunu bir kanun maddesi haline getirseydi, gerçekten bir dil devrimi sözkonusu olurdu. Nelerin Atatürk devrimi olduğu Anayasa'da açıkça belirtilmiştir, bunların arasında dil devrimi yoktur. Böylece tasfiyecilerin kullandıkları kutsal zırh aslında mevcut değildir. Tasfiyeciliğin ilim hayatımızda yaptığı asıl tahribat onun siyasî bakımdan tek parti rejimi ile birarada gitmesinden doğmuştur. O devirde iktidar partisi monolitik bir bünyeye sahipti, yani demokratik bir rejimde ayrı gruplar tarafından üstlenen fonksiyonların hepsini kendi bünyesi içinde topluyordu. Bu yüzden partiye ait olan şey ile devlete ait olan şey arasında bir fark kalmıyordu. İşte böyle bir dönemde dildeki tasfiye hareketi hem resmî bir hüviyet kazandı, hem de rakipsiz kaldı. Halbuki o uzun devrede daha önceki Türkçecilik hareketinin serbest ve ilmî esasları dahilinde devam edilmekle yapılacak çok iş vardı. Tasfiyeciler bir yandan böyle bir faaliyetin önünü tıkamışlar, bir yandan da rekabetsiz bir piyasada kendi hevesleri doğrultusunda her şeyi yapmışlardır. Türkiye maalesef yıllar öncesinden kalan bu devlet anlayışını kolayca söküp atmış değildir. Türkiye'de ilmî hayatın gelişmesi için en çok ihtiyaç duyulan şeylerden biri, ilim terimlerimizin dilimize yerleşmesidir. Modern ilim bizim dışımızda doğmuş ve gelişmiş bulunuyor, bu yüzden onun terminolojisi de bize yabancıdır. Cumhuriyetten çok önceleri Türk aydınları bu mecburiyeti duyarak Türkçede ilim terimleri kurmaya çalışmışlar, fakat bunu yaparlarken kültürümüzde ve dilimizde yeni başlayan milliyetçilik temayüllerinin tamamen dışında kaldıkları için, yaptıkları terimler Türkler için Latince kadar yabancı olmuştu. Türkçenin sadeleştiği, yazı dili ile konuşma dilinin birbirine yaklaştığı, tahsilin de bu temayüllere uyarak sade Türkçeyi esas aldığı bir devirde artık Tanzîmat devrinin tıb terimleri Türkçe sayılamazdı. Matematik, fizik, kimya ve sosyal ilimlerde, felsefede yeni terimlere ihtiyaç vardı, çünkü bunlar Türkçede yoktu. Bugün de yoktur. İşte bizdeki dilcilik hareketi bu yolda sarfedilecek gayretlerin önüne set çektiği gibi, kendisi de Türkçeye yeni ilim terimleri kazandıracağı yerde günlük hayata hakim olan, yani vatandaşlar arasında normal anlaşmayı sağlayan dili tasfiye etme yolunu tutturdu. Biz mesela problematique, existentielle, molecule, reticulaire, metabolisme gibi terimlerin karşılığını ararken, tasfiyeciler tatil yerine dinlence, şart yerine koşul, hürriyet yerine özgürlük, kuvvet yerine erk kelimelerini uydurmakla uğraştılar. Bu arada terim faaliyetleri de oldu fakat tasfiyeciliğin dil anlayışına göre mevcut Türkçenin büyük kısmı atıldığı için, yeni terimlerin kurulmasına esas tutulacak dil son derece kısır kalmış, bunlarla üretilen terimler adeta birer hilkat garibesi olmuştur. Şimdi bu çalışmalardan birkaç örnek verelim: asbesiceli atrophique yayıkgörü astigmatisme öykence pneumonie yanzaraca pleurite üsmeli tmlıkça bronchite proliferante alkolotarım alcoolisme bulman sanıklıca delire d'invention yiyesizlik anorexie ağıkarşıtı antidote Şimdi buraya gelişigüzel aldığımız birkaç örnek bize çok gülünç gelebilir, ama bu gülünçlükler çok ciddî neticelere yol açmıştır. Nedir buradaki aksaklık? Türkçeye ilim terimleri kazandırmak için girişilen iyi niyetli bir teşebbüs niçin gülünç fakat o derecede vahim neticeler doğurmaktadır? Benim kanaatimce burada karşılaştığımız kusurlar bütün uydurma dil hareketinin umûmî kusurlarıdır; amatörlük, başıboşluk, ırkçı bir milliyetçilik, yeniliğe tapma, köksüzlük. Bütün bu kusurlar bize bir terminoloji kurma bakımından en az otuz yıl kaybettirmiştir ve şimdi dilimizin yabancı terimlerle dolu olmasının başlıca sebeplerinden biri Türkçe arayan insanın karşısına hep böyle ruhsuz, köksüz, tadsız, yanlış uydurmalarla çıkılmış olmasıdır. .........
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() .......
Şunu hemen belirtmeliyiz ki, Türkçenin tasfiyesini belli bir derneğin, bakanlığın, hükümetin yürüttüğü planlı bir faaliyetten ibaret saymak yanlış olur. Türkçenin kaybolması memleketimizdeki yaygın cehaletin eseridir. Herhangi bir Batı ülkesinde devlet bütün kuvvetlerini seferber etse, yine de masa başında uydurulmuş bir dili kimseye kabul ettiremez; çünkü oralarda böyle bir teşebbüse karşı ilmi, kültürü ve aklıselimi temsil eden kuvvetli çevreler vardır. Türkiye'de uydurma dilin yakın zamanlara kadar pek az bir yol almış olması boşuna değildir ve bu dilin yaygınlaşması ile kültür seviyesinin düşmesi arasında kuvvetli bir münasebet vardır. Uydurma dilin şu son yirmi yılda her tarafı sarmış görünmesi, Türkiye'de kitle seviyesinde bir kültürün aydınlarla halk kitlelerini ayni çizgi üzerinde birleştirmesinden ileri gelmektedir. Artık aydınların da kitlelerin de dili öğrendikleri yer kitle haberleşme vasıtalarıdır; herkes televizyon dilin konuşur hale gelmiştir, çünkü haberin de bilginin de esas kaynağı televizyondur. Gazete bile televizyonun karşısında herkesi ilgilendirmeyen bir ihtisas organı gibi görülmektedir. Bu yaygın cehaletin henüz televizyon çıkmadan önce, gazete ve dergiler bu kadar çoğalmadan önce tohumları atılmış bulunmaktadır ki, bu da Türkiye'nin eğitim ve kültür politikasına musallat olmuş bulunan bir medeniyet anlayışıdır. Türkçenin yıkılıp gitmesi olayını Türk kültürünün ortadan kaldırılması hareketi olarak gösterdiğimiz zaman, çokları bunu bir aşırı suçlama sayıyor hattâ bizim vehimli düşündüğümüzü zannediyorlar. Fakat uydurmacılığın ve tasfiyeciliğin temsilciliğini yapanlar kendi hareketlerinin sebebini açıkça bir medeniyet ve kültür değişmesi halinde izah etmektedirler. Onlara göre bugün bizim Türkçe dediğimiz şey Türklerin İslâm medeniyeti içinde iken geliştirmiş oldukları bir dildir. Türkiye Cumhuriyetle birlikte bu medeniyetten çıkmış olduğuna veya çıkması gerektiğine göre, eski kültürün taşıyıcısı olan dil de elbette bırakılacaktır. İşte biz "Türklüğün bunca kültür eseri yeni nesiller tarafından anlaşılmıyor" diye yakınırken, tasfiyeciler bizim bu fikrimize katılıyorlar, gerçeğin böyle olduğunu inkâr etmiyorlar. Onlar sadece "doğru olanın bu" olduğunu, yani geçen nesillerle aramızda hiçbir anlaşma ve irtibat kalmadığı zaman Türkiye'nin "modern" bir ülke olacağını iddia ediyorlar. Bu düşünce Türk kültür eserlerinin yabancı bir millet hakkında yabancı bir dilde yazılmış eserler gibi görülmesine ve yabancı dil eserleri gibi "tercüme" edilmelerine yol açtı. Türk tarihinin son yediyüz yılı içinde hiçbir eserin sadeleştirildiği veya "günün diline uyarlandığı" görülmemiştir. Meşrûtiyet devrinin aydınları ne ikinci Murad veya Fatih devrinin, ne onaltıncı ve onyedinci yüzyılların eserlerini sadeleştirerek okudular. Onların öğrendikleri, kullandıkları Türkçe en az üç-dört yüzyıl öncesinin eserlerini rahatlıkla anlamaya yetecek derecede bir dil ve kültür devamlılığı ifade ediyordu. Bugün biz modern Türkçenin mimarları arasında saydığımız Reşad Nuri'yi bile sadeleştirerek, yani uydurma dile çevirerek okuyoruz. Bugün pek çoğumuzun hayatta tanımış olacağı kadar yakın tarihin adamı olan o sade ve güzel dilli Reşad Nuri bugünün diline çevrilmiştir. Hiç şüphesiz aynı Reşat Nuri -eğer okuyacak kimse çıkarsa- on yıl sonrasının diline de ayrıca "uyarlanmak" zorundadır, çünkü on yıl öncesinin Türkçesi bugün nasıl maziye karışıyorsa, on yıl sonra da bugünkü Türkçe mazi olacaktır. Bu gerçekten bir devrim hareketidir, ama Atatürk devrimi değil, Troçki'nin tabiriyle "devamlı ihtilâl"dir. Bir müessesenin tamamen ortadan kalkmasına kadar devamlı yıpratılmasıdır. Bu devrimin ilk hedeflerinden biri ise uydurmacılık ve tasfiyecilik için kalkan yapılmaya kalkışılan Atatürk olmuştur. Atatürk'ün eseri bugünün Türk okuyucusu için herhangi bir yabancı kitap hükmündedir. Nutuk binlerce yıl içinde gelişmiş olan bir dile ve kültüre dayanıyordu; böyle köklü bir geleneğin hakikaten örnek gösterilebilecek kıymette bir eseriydi. Yeni dil denen şeyin hiçbir geleneği yoktur. Halbuki kültürün asıl özelliği geleneklerinin bulunmasıdır. Biz böyle köklü bir kültür geleneği sayesinde bizden önce yaşamış yüzlerce nesilden milyonlarca insanın hayat tecrübesini sanki bizim tecrübemiz gibi kullanabiliyoruz. İnsan cemiyetini başka topluluklardan ayırdeden de budur. Dilin tasfiyesi bizi bu tecrübe hazinesinden mahrum bırakmıştır. Dahası var, biz şimdi kendi çağımızda yaşayan millettaşlarımızın, hatta kendi ana babamızın tecrübelerine yabancıyız. Bu dile bakılırsa, Türk milletinin mazisi Cumhuriyete kadar bile dayanmaz; Türk milleti her on yılda bir hafızasını kaybeden bir hasta durumuna düşürülmüştür. Bu dil hareketinin altında milliyetçilik duygusunun bulunduğu söyleniyorsa, ki gençlerimizin çoğu maalesef böyle zannetmekte ve bu duygulara kapılmaktadır, bu herhalde Türk milliyetçiliği olamaz. Çünkü millet olmanın en bariz vasfı insanları zaman ve mekân içinde birleştiren ortak noktaların bulunmasıdır. Dili tasfiye edenler henüz rejimi de sımsıkı ellerinde tuttukları bir zamanda uydurmacılık yerine meselâ mevcut Batı dillerinden birini resmî dil olarak kabul etseler, bütün yeni nesilleri o dille yetiştirmeye çalışsalardı, belki bu kadar vahim bir kültür buhranı içinde olmazdık. En az kırk yıl uğraştıktan sonra henüz istikrarlı, yani on yıl sonra devam edeceğinden emin bulunduğumuz bir dil kurmuş değiliz; öyle olsa bile, bu dilde okuyup istifade edeceğimiz bir tek değerli eser mevcut değildir. Bu dilin târihi, edebiyatı, folkloru, ilmi, felsefesi, metafiziği, hiçbir şeyi yoktur. Bu dilin sahibi olan bir millet, insanlığın binlerce yıllık macerasına yeni başlıyor demektir: Şimdilik birtakım sesleri alfabe işaretleriyle yazmayı öğrenmiştir, eğer bir gün bu sesler ve işaretlerin mânâları konusunda memleket çapında bir anlayış sağlayacak olursa ondan sonra bir edebiyat kurmak yolunda ilk adımları atabilir ve belki bin yıl sonra okunmaya değer bir eser de yaratabilir. Üniversite hocalarının her gün şahit oldukları gibi, bugün Türkçeyi en iyi bilenler kolejlerde okumuş olan öğrencilerdir. Öyle ki, bunlar arasında evinde başka bir dil konuşulan azınlık vatandaşlarımızın çocukları da devlet liselerinden gelen çocuklardan daha iyi Türkçe konuşmakta ve yazmaktadırlar. Bu farkın bütün sebebi birinin öbüründen daha ihtimamlı bir eğitim görmesinden ibaret değildir. Yabancı okullarda okuyanlar bir medeniyet dili öğrenerek sağlam bir dil şuuruna varmaktadırlar; onlar bir dilin neleri nasıl ifade etmesi gerektiğini biliyorlar, Türkçeyi kullanırken de yabancı dilde gördükleri ölçülere uymaya çalışıyorlar. Bizim eğitim hayatımıza hakim olan uydurma dilin öğrencilerimize verdiği şuur ise şudur: her türlü ilim ve kültür beş-altı yüz kelimelik bir lügatçe içinde anlaşılabilir, eğer anlaşılmıyorsa bunun sebebi yabancı kelimeler kullanılmasıdır. Burada dil ile kültür, dil ile düşünce arasındaki münasebetlere dair teknik bilgi ve tartışmalara girmek istemiyorum. Ama bu konuları inceledikten sonra vardığım bir hükmü burada açıklayacağım. Bugün Türkiye'deki akademisyen kadrosu, büyük çoğunluğuyla, daha önceki nesil ayarında bir başarı göstermiş değildir. Bizim hocalarımız bizden daha parlak insanlardı ve bu üstünlüklerinin en büyük sebeplerinden biri sağlam bir dil bilmeleri, bu dilin verdiği bir kültür temeli üzerinde yaratıcı faaliyete girişmeleriydi. Erol Güngör |
|
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Özetle
*Dildeki tasfiyecilik hareketinin ilim ve kültür hayatımızda meydana getirdiği neticeleri incelerken, herşeyden önce, bu hareketin başlangıç noktası üzerinde durmamız gerekiyor. Bu nokta Türkçenin tasfiyesinin bizatihi ilim zihniyetine, ilmî düşünce tarzına karşı bir çıkış olmasıdır. *Burada karşılaştığımız ikinci büyük ilmî hata dil devrimi diye bir kavramın ortaya atılmasıdır. *Fakat uydurmacılığın ve tasfiyeciliğin temsilciliğini yapanlar kendi hareketlerinin sebebini açıkça bir medeniyet ve kültür değişmesi halinde izah etmektedirler. Onlara göre bugün bizim Türkçe dediğimiz şey Türklerin İslâm medeniyeti içinde iken geliştirmiş oldukları bir dildir. Türkiye Cumhuriyetle birlikte bu medeniyetten çıkmış olduğuna veya çıkması gerektiğine göre, eski kültürün taşıyıcısı olan dil de elbette bırakılacaktır. İşte biz "Türklüğün bunca kültür eseri yeni nesiller tarafından anlaşılmıyor" diye yakınırken, tasfiyeciler bizim bu fikrimize katılıyorlar, gerçeğin böyle olduğunu inkâr etmiyorlar. Onlar sadece "doğru olanın bu" olduğunu, yani geçen nesillerle aramızda hiçbir anlaşma ve irtibat kalmadığı zaman Türkiye'nin "modern" bir ülke olacağını iddia ediyorlar. *Türk tarihinin son yediyüz yılı içinde hiçbir eserin sadeleştirildiği veya "günün diline uyarlandığı" görülmemiştir. Meşrûtiyet devrinin aydınları ne ikinci Murad veya Fatih devrinin, ne onaltıncı ve onyedinci yüzyılların eserlerini sadeleştirerek okudular. Onların öğrendikleri, kullandıkları Türkçe en az üç-dört yüzyıl öncesinin eserlerini rahatlıkla anlamaya yetecek derecede bir dil ve kültür devamlılığı ifade ediyordu. * Dahası var, biz şimdi kendi çağımızda yaşayan millettaşlarımızın, hatta kendi ana babamızın tecrübelerine yabancıyız. Bu dile bakılırsa, Türk milletinin mazisi Cumhuriyete kadar bile dayanmaz; Türk milleti her on yılda bir hafızasını kaybeden bir hasta durumuna düşürülmüştür. Bu dil hareketinin altında milliyetçilik duygusunun bulunduğu söyleniyorsa, ki gençlerimizin çoğu maalesef böyle zannetmekte ve bu duygulara kapılmaktadır, bu herhalde Türk milliyetçiliği olamaz. Çünkü millet olmanın en bariz vasfı insanları zaman ve mekân içinde birleştiren ortak noktaların bulunmasıdır. |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|