![]() |
#1 |
![]() ÜÇ BOYUTUN DIŞINDA BOYUT VAR MI? ALPEREN GÜRBÜZER Üç boyutlu bir mekân denen bir şey olmadığı, bunun tamamen algılarımızın bize kabul ettirdiği bir olgu olduğu muhakkak. Gerçek anlamda yaşadığımız hayat mekânsızlık üzerine kuruludur. Fakat biz yinede algı alanımızın içerisinde meseleye baktığımızda çevremize her daim üç boyut penceresinden baktığımızı müşahede etmiş oluruz. Nitekim bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve derinlik olarak izah edilip, ışık huzmesinin sırtları arasındaki mesafe ise frekans ya da dalga boyu diye tarif edilir. Her ne kadar ışık bilimi güneşten gelen ışığın dalgalar halinde uzaya yayıldıklarını bildirse de, fakat bu arada asıl kafamızı meşgul eden olgu üç boyutun dışında başka boyutlar var mı sorusuna pek açıklık getirememesidir. Bizler bir beşer olarak alan hesaplaması yaparken ölçtüğümüz mekânın en, boy ve derinliğini kıyas ederek belirleriz. Buradan hareketle tüm olayları ister istemez üç boyutlu fotoğraftan bakarak bizim gözümüze kodlanmış milimetrenin binde birinin onda dördü dalga boyu bant sınırları içerisinde görülebilen ışık içerisinde değerlendirmeye çalışırız habire. Dahası fizikçilerde elektro manyetik spektrum dedikleri ve gelen radyasyonun dalga boylarına (frekanslar) göre ayrıldığı bantlardan istifade ederek görünen ve görünmeyen âlemlerin ölçümlerini yapmaya çalışırlar. Peki, bizim dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bir iki örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Mesela yılan ve kertenkele gibi canlılarda derinlik boyutundan mahrumdurlar. Bu tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun baktıklarından eşyayı algılamaları tıpkı ışığın fotoğraf karesine düşen görünümü veya film şeridine yansıyan görüntü tarzında gözlemlerler. Bu arada binek atların yiyeceği saman ve yeşil ot olmasından olsa gerek yeşil sarı renkleri rahatlıkla ayırt edebiliyorlar. Fakat köpekler böyle değildir, onlar renk körüdürler. Nitekim birtakım deneyler sonucunda renklere karşı duyarsız oldukları, ama bir takım müzik melodileri eşliğinde yemeği verildiğinde salyasının aktığı anlaşılmıştır. Demek oluyor ki renge karşı hassasiyetleri yok ama, sese karşı tam tersi bir durum sergiliyorlar. Hakeza kedilerde köpekler gibi renk körüdür. Yüce Allah demek ki ihtiyacı olana renk ihsan ediyor. Arılar kedi köpekte gibi iri gözlü olmamasına rağmen ihtiyaca binaen değişik renkte çiçekleri görebiliyor. Böylece arı bir yandan sarı iğnesiyle nektar elde ederken beyaz akasyayı da boş geçmemektedir. Keza tavuklar ve maymunlarda yedi tayf rengin hepsini görmekteler. Hatta bir bakıyorsun Güney Mexico ve Kuzey Amerika’daki nehirlerde “Anablep” diye adlandırılan balık türü gerçekte iki gözlü, fakat gözlerinin alt ve üst parçalara ayrılmasından dolayı olsa gerek bir yandan suyun altını gözetlerken diğer yandan suyun üzerini görebiliyor. Bu yüzden bu balıklara dört gözlü balıklar denmektedir. Dolayısıyla bu özellikleri sayesinde balık hem dışarıda kendisini avlamak için pür dikkat kesilen kuşları izleyebiliyor, hem de gönül rahatlığıyla suyun altındaki gıdasını aramaya koyulabiliyor. Tabi tüm hünerleri bununla sınırlı değil, dahası var; mesela dışarıda uçan bir böcek varsa kapana düşürüp avlayabiliyor da. İşte bir çift gözde dört hüner veya optik boyut buna derler dersek sanırım maksadımızı aşmış sayılmayız. Yine örneğin bazı balıklar var ki kırmızı ve yeşil arası renkleri ayırt ettikleri belirlenmiştir. O halde tüm bu misallerden hareketle renk denilen olgununda dalga boyu olduğunu anlarız. Dolayısıyla renkler değiştikçe dalga boyların da değişeceği gerçeği ile yüzleşiriz. Tabiî ki her mekânın boyut farklığının yanı sıra canlı cansız her obje arasında boyut farklarının belli bir hesaba göre ayarlandığı muhakkak. Onun için fizik bilimi doğmuş. Üstelik birde fizik ötesi âlem var ki o bizim ufkumuzun ötesinde bir şey. Anlaşılan bizim birlikte paylaştığımız mekânlar, sadece üç boyuta izin veriyor. Belli ki üç boyutu aşacak hamle bazı Allah’ın sevdiği dostlarına nasip olan bir durum. Zaten Miraç olayı yeterince fizik ötesi âlemin anlaşılmasına bir işarettir sanırım. Ne var ki insanoğlunun dış gözü ancak üç boyutu algılayabiliyor. Çünkü yeryüzü ile gökler arasında bir yığın bilmediğimiz nice varlıklarla kuşatılmışız, amma velâkin bunların çoğundan habersiziz. Tabii onlardan habersiz kalışımız onların yok olduğu anlamına gelmez, her an, her salise beraberiz. Demek ki görememek cismin küçük veya büyük hacimli yapısıyla ilgisi yoktur, daha çok metrenin milyonda biri, ya da milimetrenin binde biri olarak tarif edilen mikron ölçekli dalga boyları ile ilgili durum var ortada. Yine mesela bakterileri çıplak gözle göremeyişimiz boyut farklılığı ile ilgili bir husus. Anlaşılan bizim dışımızda bilmediğimiz her ne varsa bilin ki bilinmeyenlerle aramızda alan farklılığı söz konusu. Malum olduğu üzere melekler çok hızlı hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Nasıl ki, ependorf tüplerini santrifüj godelerine koyup hızlanmaya başladığında bir süre sonra konik tüpleri göremiyorsak, aynen öyle de hızlarına vakıf olamadığımız birçok varlıklarda arzla sema arasında ötelere seyri âlem eylediklerinden fark edemiyoruz. Demek ki evrende bizim görme sınırımızın dışında görülmeyen meleğimsi varlıkların yanı sıra retinamızın hassas sinir hücrelerince bile algılanamayacak derecede farklı dalga boyda dizilen binlerce radyo televizyon dalgaları, radar ışınları, röntgen, gamma, kozmik ışınlar var. Çünkü gözümüz ancak 0,4–0,7 mikron aralığındaki ışıklara duyarlı olarak yaratılmış. Tabiî ki; onları göremememiz yok oldukları anlamına gelmez. Ayrıca sırlarına erişemediğimiz veya enerji diyebileceğimiz bu ışınlar kuantum fizik kuralının varlığını da ortaya koymaktadır. Hakeza renklerde öyledir. Zira güneşten gelen ışık beyaz ışık olarak bilinmektedir. Oysa beyaz ışık her renk ışığın karışımından ibarettir. Kim bilir belki de görünür ışığı cam prizmadan geçirip yedi tayf renklere ayrıldığını belirlemeseydik hala beyaz olduğunda ısrar edecektik. Neyse ki deney ve gözlemler sonucu en kısa dalga boyun mor, en uzun dalga boyunun ise kırmızı rengin olduğunu fark ediverdik. Allah-ü Teala; “O semaların ve arzın arasındakilerin Rabb’ıdır. Ve doğuların rabbidir” (Saffat suresi ayet–5) beyan buyurarak boyutların sırrını hatırlatıp, biz kullarına üç boyuttan başka boyutlarında varlığına işaret ediyor. Bundan dolayı üç boyutun dışında dört, beş, altı vs. diyebileceğimiz boyutların her birinin ayrı mekânlarda yer alabileceğini akıllara düşüyor. Nitekim bu arayış içerisinde dördüncü boyutun ‘Zaman’ olduğunu anlamış oluyoruz. Zaman kavramı da, sanılanın aksine bir saat meselesi değil. Bilakis o da üç boyuta benzer, başka boyut bir algılamadır. Şöyle ki; bir an öğrenci olduğumuzu varsayalım; birinci derste çalan zil sesi bize teneffüsü hatırlatacaktır. İkinci derse girip tekrar zil çaldığında ister istemez kıyas yaparız. Belli ki birinci zil ile ikinci zil sesi arasında bir süre geçtiğini idrak edip bu yaşanan sürece zaman deriz. Yani ikinci zil sesi duyduğumuz anda, birinci zil sesi sadece zihnimizde kuru bir hayalden ibaret bir mazi olur artık. Böylece hafızada kayıtlı olanla yaşanmakta olan kıyaslanıp kendi kendimize zaman algılaması oluşturmuş oluruz. Şayet bu kıyas olmasaydı biliniz ki zaman denen algı da olmayacaktı. Zaten beyin duyular vasıtasıyla alınan verileri kıyas yapıp bir sonuca varır ki, bu karar mercii zihnimizden başkası değildir elbet. Bu yüzden zihni her türlü duyu ve duyguları anlamlandırma becerisi sergileyen meleke olarak tarif ederiz. Bir başka ifadeyle zihin beynimizin bir noktada kabiliyet ürünü olsa gerektir. Hatta beyin, şöminede yanan bir aleve elimizi dokundurmamak gerektiğini bilmez, sadece yanan alevi bize aktarır, dokunmamak gerektiğine karar veren zihindir. Dolayısıyla zihin deyip geçmemeli. Mesela bilgisayar işletim sistemi tüm donanımlara sahip programlarla yüklü değilse tek başına hiçbir mana ifade etmeyeceği muhakkak. Nasıl ki bilgisayarın hafızası hard disk ise beynin hard diski de zihindir. Kelimenin tam anlamıyla zihinden yoksun bir beyin henüz programı yüklenmemiş bilgisayar veya kurumuş odun meşe ağaç gibidir. Demek oluyor ki beyin zihnimize endeksli, onda karşılığı olmayan hiçbir nesneyi algılayamamaktadır. İşte bu hafıza kaydı sayesinde yaşadığımız süreci kıyaslayarak zaman kavramının şuuruna erişiriz. Hafıza olmasaydı ancak ve ancak kıyassız yaşanan tek bir “an” diliminden söz edecektik. Nitekim bir insanın yaşı sorulduğunda yaşının kaç olduğu konusunda verilen cevaplar anlık dilime göre değil, tam aksine beyin dağarcığında yaşı ile ilgili birikmiş birtakım bilgiler birikimi belirlemektedir. Bu yüzden hatırlama kavramını geçmişe ait bilgileri bugüne taşıma yeteneği diye izah etmeye çalışırken, akılda tutma olayını ise beynin bilgiyi depolaması olarak tarif ederiz. Bir başka meselede beynimizi belli bir tertip üzerine alıştırdığımız için yaşanan olayları sürekli ileri doğru akma şeklinde algılarız. Acaba gerçekten zaman ileri akıyor mu, yoksa öyle düşünmeye alıştığımızı için mi beynimiz öyle algılamak ta? Belli ki bu tür sorulara cevap vermek hiçte kolay değilmiş. Çünkü zamanın nasıl aktığı konusu bizi aşan bir husus. Şimdilik zaman için daima mekânlarla beraber ötelere ahes aheste uçup giden izafi bir boyut demek düşer bize. Velhasıl; zaman ötelere kanatlanıp an be an saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayıp yorulmadan akıp gitse de bir gün gelecek o da bütün boyutlar gibi yutulup fani olmaya mahkûm kalacak elbet, bu kaçınılmaz alın yazısıdır. O halde tüm boyutlara zeval gelene kadar yolun açık olsun demekten başka daha ne diyebiliriz ki. Vesselam. http://www.facebook.com/pages/Alpere...41391522610124
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|